22.03.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:
ASU MARO asu.maro@milliyet.com.tr
Başarılı bir gazeteci, programcı, bir “anchor woman” olarak tanıdığımız Banu Güven, Nardis’in Genç Caz Vokal Yarışması’nda gecenin sürprizi olarak çıktı sahneye. O hoş, buğulu alto sesiyle iki parça söyledi, gayet de beğenildi.
Üç aydır Sibel Köse’den caz dersleri alan Banu Güven’in “Bakın bende ne marifetler var” gibi bir iddiası yok asla. O sadece sevdiği bir şeye zaman ayırıyor, bu keyfini birileriyle paylaşıyor, hepsi bu.
Onu elinden tutup sahneye atıveren Önder ve Zuhal Focan’ın mekanında, Nardis’te buluştuk Güven’le. Mimar Sezer Güven ve heykeltıraş Alım Karamürsel’in oyunlarda hep Kızılderili kadın kahraman olmak isteyen, küçük yaşta müziğe gönül veren, İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken burnunu parmaklıklara dayayıp Cumhuriyet gazetesini seyreden küçük kızının muhabirlikten NTV Ana Haber sunuculuğuna uzanan öyküsünü konuştuk...
Sizi haber sunarken görmeye alışığız. Farklı bir şekilde çıktınız karşımıza. Nasıl başladı şarkı söylemek?
Aslında çok içimden gelen bir şey. Küçükken de dinlediğim ne varsa mırıldanmak gibi de bir huyum vardı. Gerçi ortaokul yıllarında filan evde kafa sesiyle Joan Baez söylemeye çalışarak abimin canını sıkıyordum. Biraz da gitarın tellerine vuruyordum. İlk, “Donna Donna”nın Yidişçesinin akorlarını çıkarıp onu çalıp söylemiştim.
Peki cazla ilişkiniz nasıldı?
Bir sürü farklı janrı bir arada dinledim ben. Klasik müzik de, rock da, folk da, ama caz da. Ella Fitzgerald’a mesela hayran olmuştum. Caza gözlerimi açan Louis Armstrong ve o olmuştu. Sonra festival renklenmeye başladı burada. Kuyruğa girerdik biletler çıkmadan daha. Az isyan çıkarmadım ben, kapıları yumruklayıp konserin bir bölümünden sonra içeri alındığımı hatırlarım. Benim müzikal anlamda gelişimime ciddi katkısı olmuştur festivalin. TRT FM’in bir de tabii ki.
Derslere nasıl karar verdiniz?
Kendi kendime bir şeyler mırıldanırken bakıyorum ki hep caz standartları... Sonra 24+’da Nardis Caz Vokal yarışmasının haberlerini yaptım, geçen yıl da derece alan iki arkadaşı konuk ettim Önder Focan’la birlikte. Ben de biraz daha kafamda duyduğumu ağzımdan çıkarken de duyabilsem gibi bir ihtiyaç içindeydim. Zuhal Focan bana “Sibel’le bir konuşsana” dedi. Ocak ayında Sibel’e gitmeye başladım. Benim için en iyi terapi buymuş, bunu fark ettim.
Bu ilk performansınız değil mi seyirci karşısında?
Dream TV’de Paul Weller’ın bir parçasını söyledim, Kanaltürk’te de Whitesnake’ten bir balad çalmaya çalıştım. Ama burası Nardis. Focanlar böyle bir şey önerdiler, ben ciddi bir şekilde uğraşmaya daha yeni başladığım için önce biraz çekindim. Medyada görünüp de böyle albenili işlere soyunan insan görünümünde olmaktan da korktum aslında. Ama sonunda kendimi dinledim. Ben bunu yapmayı seviyor muyum, seviyorum... “Keyifli olabilecek bir şey belki, niye mızmızlık edeyim?” dedim.
“Fotoğraf makinesini alıp Ortadoğu’ya gittim”
Devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Böyle bir şeyi hiç söyleyemem çünkü bu bir iddia değil ki, benim için bir zevk. Ben aslına bakarsan her şeyi böyle yaşıyorum. Gazetecilikte de bir iddiayla gitmedim. Sadece o işi yaparken kendimi bütünlenmiş hissettiğim için daldım bu denize. Ve sevdiğim
sularda yüzdüm hep. Başlarken bir gün bir televizyon kanalında haber bülteni yapacağım gibi bir hedefim hiç yoktu.
Gazetecilikten önce Boğaziçi’nde asistanlık döneminiz var... Okulda kalmayı düşündünüz mü ciddi ciddi?
Evet ama kalabileceğime aslında ben de ikna olamamıştım. Çünkü daha lisedeyken bir okul gazetesi çıkardık, çok hoşuma gitmişti o. Cumhuriyet’in karşısındaydı okul, o dönem Cumhuriyet birtakım dile getirilmeyen meselelerine tercüman olan bir gazeteydi, teneffüslerde bakardım sevdiğim yazarlar geçiyor mu diye. Mezun olur olmaz da gittim kapıyı çaldım zaten, Çağdaş Yayıncılık’ta bir dergi çıkıyordu, oraya kapak konusu yaptım. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler’i Allahlık bir şekilde bitirdim, Boğaziçi’nde mülteciler üzerine çalıştım. Asistanlık da yapıyordum ama paldır küldür bıraktım.
Ve hemen Milliyet’e mi gittiniz?
Milliyet’te yarı dönemli çalışıyordum zaten. Sonra da tam zamanlı başladım. Ama dış haberlerde otururken de ajanslardan gelen haberlerle uğraşmayayım, dışarıya çıkayım istedim. Ortadoğu’ya gidip gelmeye başladım fotoğraf makinemi alıp.
Nasıldı genç bir kadın için bu hayat?
Süperdi. Zaten kafamı yorduğum meselelerle ilgili gidip yerinde tespitte bulunmak çok iyiydi. Mesela İsrail-Filistin sorununun ne kadar derin olduğunu ben orada çalışırken fark edebildim. El Halil’de ölen Hamas militanının evindeki cenaze sonrası taziye kabulünden çıkıp yerleşimcilerin merkezine girip orada da röportaj yapıyordum.
Televizyon nasıl çıktı ortaya?
Milliyet’le ilişkim bitti. Show TV’den çağırdılar, hiç düşünmedim. Bir gün kanepede yatıp “Ben fotoğraf çekmeyi seviyorum, fena da çekmiyorum... Bunu yapayım...” diye düşünürken telefon çaldı, ben NTV’ye gittim.
Seviyor musunuz ekran önünü?
Eskiden ben bir göz kalemimi çekip rimel bile sürmeden çıkıyordum. O hazırlık safhası zor geldi bana... Çünkü içerikle çok meşgulüm. Tamamen “Biz bu haberi nasıl verdik, iyi anlattık mı?” derdindeyim. Hâlâ da zamanımı içerikten yana kullanmayı tercih ederim o yüzden sıkışık zamanlarda hazırlanırım hep.