27.10.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
ASU MARO / asu.maro@milliyet.com.tr
Fotoğraflar: Ercan Arslan
Bugün Sanem Çelik’le görüşeceğim. Yedi yıl kadar önce, “Aliye” dizisine nokta koyduktan sonra Los Angeles’a giden, arada sadece fazla uzun ömürlü olmayan “Güldünya” dizisinde oynamak dışında neredeyse hiç ortalarda görünmeyen Sanem Çelik’le. Dönüp
o günlerin haberlerine baktığımızda “sırra kadem bastı”, “kaçtı”, “ortadan kayboldu”, “yok oldu” gibi ifadelerle karşılaşıyoruz. Eğer bir insan bu derece çok izlenen bir dizinin ardından şöhretinin getireceği yeni fırsatlara sırtını dönüp gidebiliyorsa bunun tek bir anlamı olmalı çünkü: Kaçıyordur. İstediği kadar bunun zaten kendisini bildi bileli planladığı bir şey olduğunu anlatsın, kimseyi inandıramaz.
Benim yedi yıl aradan sonra gördüğüm kadınsa, kaybolmak, yok olmak şöyle dursun, var olmanın sırrını çözmüşe benziyor. Ve hakkında duyduğum, okuduğum bütün o soğuktur, duvarlıdır, gergindir, dikenlidirlere inat, ışıl ışıl parlıyor, bir söylüyor, beş gülüyor. Bir de öyle güzel konuşuyor ki bir kişisel gelişim semineri filan verecek olsa ilk dinleyicisi olmaya adayım.
Sanem Çelik’e ait ilk kaydımız “Kara Melek” fenomenine dayanıyor. Mesleğini yedi yaşında seçip bale eğitimine başlayan Sanem, 17 yaşına geldiğinde bale yaparak
aç kalacağını keşfedip konservatuvarın tiyatro bölümüne geçiyor. 21 yaşındayken de 150 aday arasından “Kara Melek” seçiliyor. Siyah saçlı, yeşil gözlü, sert bakışlı, kötülüklerinin haddi hesabı olmayan fettan bir kadın... Sanem Çelik’in de hayatına yeni bir misyon ekleniyor: Vallahi billahi Kara Melek olmadığını ele güne anlatma mecburiyeti. Yavaş yavaş adı çıkmaya başlıyor, huysuz ve gergin kadına...
“Benim bu işim tuttu, hemen arkasını getireyim de küpümü doldurayım” gibi bir kaygısı o zaman da olmadığından, “Kara Melek”in üstüne yıllarca televizyona ara veriyor. Sinema filmlerinde oynuyor, Derviş Zaim’in “Filler ve Çimen”i ile Altın Portakal dahil, altı ödülün sahibi oluyor.
Muhtemelen yeniden yollara düşecek
2004 yılında çocuklarına kavuşmaya çalışan Aliye olarak dönüyor ekranlara. Artık daha durgun, daha suskun, kendini anlatma çabasının yerini sert kabuklar almış olarak. Hiçbir “şöhret mekanı”nda boy gösterip kapıdaki paparazzilere “Kolay gelsin arkadaşlar” dediğini görmüyoruz
ama tatsız bir magazin haberiyle gündeme geliyor. Ve sustukça da orada kalıyor.
“İlk kez konuştu” diye bir cümle kurup rahatlayamıyoruz bir türlü. Bu böyle bir düğüm olarak geçiyor ikiyüzlü magazin tarihimize. Sanem Çelik de dil öğrenmek
ve “değişmek” için Los Angeles’ın yolunu tutuyor. Uzak olmak istiyor, başka meraklarına zaman ayırmak, 31 yıldır yaşadığı iklimden başka bir iklimde dönüp kendine, buradaki yaşamına bakmak... Haritayı açıyor ve seçiyor. Ara sıra haberler alıyoruz, resim yapıyormuş... Hayır, “kaçmamış”, “durmak istemiş”.
Seyircinin ise başka bir sorusu var bir süredir: Bu “durma” hali ne zaman bitecek? Cevap, önümüzdeki hafta Serdar Akar’ın yönettiği “Behzat Ç. Ankara Yanıyor” filmiyle, ardından da Kanal D’de başrolü Oktay Kaynarca ile paylaşacağı “İnadına Yaşamak” dizisiyle geliyor. Görünüşe göre Sanem Çelik artık burada. Aslında onu tanıdıktan sonra bundan da asla emin olunamayacağını gördüm. Çünkü şimdi artık başka coğrafyaları merak ediyor. Muhtemelen bir süre sonra yeniden bir sırt çantasıyla yola düşecektir... Artık o sırada harita nereyi gösterirse...
Amerika’dan hayatınıza bakınca ne gördünüz, memnun muydunuz kendinizden?
Memnun olmadığım yerler vardı, mesela agresif olduğum konular vardı ama ben agresif olduğumu değil, savaş verdiğimi düşünüyordum. “Bağırma bana” dendiğinde, “Yemin ediyorum bağırmıyorum ya, bir şey anlatmaya çalışıyorum” derdim. Sonra gördüm ki evet, bir şey anlatmaya çalışırken panik oluyorum ve bu agresif bir şeye dönüşüyor. Hepsinin ayarını yaptım.
Orada birikimlerinizle mi yaşadınız?
Evet. Zaten hedefim buydu en başından beri. Kazandığım ilk parayla bunu yapacağımı biliyordum. Çok az eşyam var, zaten sahip olduğumuz bir şeyin biz yüzde 20’sini kullanıyoruz. O zaman ben dolabımın yüzde 20’siyle yaşıyorum, geri kalanı paylaşabilirim.
“Bu iş tutar ama benimle tutmaz diyordum”
Resimle mi uğraştınız orada?
Evet, resim bambaşka bir sanatmış. On sene kadar kara kalemle uğraşmıştım burada ve hep kafamda “Bunu geliştirmem lazım” vardı. Yaşlanıp da üçüncü sınıf roller oynamak gibi bir durum söz konusu olduğunda, televizyon güzel olanı seviyor çünkü, benim kendimi ifade etmeye devam edebilmem gerek. Orada kurslara gittim, nü figür çalıştım, animasyon derslerine gittim, gayet keyif aldığım bir sürece girdim.
Şu an buradan bakınca “Kara Melek” ne ifade ediyor size?
Korkuyu ifade ediyor. Olağanüstü bir şeydi ama onunla beraber heyecanla gidip röportajlarda kendimi anlattığımda orada bambaşka bir cümle, bambaşka bir anlatım çıktı karşıma. Bu kim, ben değilim bu. Bu beni “Daha az şey söyleyeyim, hiçbir şey söylemeyeyim en iyisi”ye götürdü. Ama Türkçe öyle bir şey ki o kelimeler oradan oraya gidiyor, ne oluyor, sen hiçbir şey yapmasan da korktuğun başına geliyor.
“Ben Kara Melek değilim” mücadelesi mi verdiniz?
Tabii. Ama şunu da biliyorum,
sen kime ne veriyorsun da ondan ne almaya çalışıyorsun? Dolayısıyla evet, ben Aliye’yim, Kara Melek’im, bu hepimize rahat geliyorsa bana artık bir rahatsızlığı yok. Bir müddet bunun mücadelesini verdim. Ama sonrasında söylediklerimin yazılmamasıydı benim derdim. O da artık mühim değil. Benim hücrelerim, ruh sağlığım çok daha önemli. Benim seyircimle hiçbir problemim yok, olmadı da. O yüzden benim durumum şu oldu: Yahu ne yapmaya çalışıyorsunuz? Arada bir tane şeytan var, sürekli bizim aramızı açmaya çalışıyor. Canlarım onlar benim, bana inanıyorlar, ben çok dikkat etmek zorundayım, sen niye düşmanlık ediyorsun? Sonra anladım ki zaten düşman, iş bu, meslek bu. Sen o aldığın şeyi allem edip kallem edip başka bir şey gibi sunduğun için sana biz medya diyoruz. Bunu algılamak yirmi yılımı aldı. Çünkü kalbim kırılıyordu her seferinde.
Neden uzun süredir bir dizide görmüyoruz sizi?
Ben de istiyorum oynamak; bir görüşme oluyor, heyecanlanıyorum. Ama taşlar yerine oturmadığı zaman olmuyor. Hayatımın o yirmi yılında bir sürü şeyi yapmak zorunda kaldım ve tecrübeyle biliyorum, ben bunu yaparsam hiç mutlu olmayacağız hiçbirimiz. Ben çok işi gönderdim, “Ne olursunuz” dedim, “Bu iş tutar ama benimle tutmaz. Çünkü bu işin ruhu bana hizmet etmiyor.”
“Sadece Mahsun Kırmızıgül’ü değil birçok işi geri çevirdim”
Mahsun Kırmızıgül’ün önerisini reddetmişsiniz...
Ben kendisini hiç tanımıyorum. Ama ben o kadar çok işi geri çevirdim ki çok merak ediyorum niye bir tek bu konuşuluyor. Öbürleri de bu kadar önemliydi. Reklamın iyisi kötüsü olmazmış, onu da öğrendim. Öyle değil aslında ama bu cümlenin ne demek olduğunu öğrendim.
Belki siz oradan bakmadığınız için size uymuyor olabilir...
Ben oradan bakmıyorum gerçekten. Ben seyircimle kurmam gereken şeyi oynarken kuruyorum. Gerisi gene paranın sistemi için var. Ama barıştım her şeyle, şimdi daha iyi anlıyorum. Böyle olması gerekiyordu. Ben de onların yerinde olsaydım bunları yapardım.
Onlar derken kimi kastediyorsunuz? Medyayı mı?
Medyayı, paparazzileri. Çünkü zaten bunu yapması gerekiyordu. İşi bu. O yüzden öyle yapmasaydım keşke, böyle yapmasaydım keşke yerine gördüğüm başlıklara ya da benimle ilgili yazılan şeylere “Bravo, çok zekice” diyorum. Bana değmiyor artık. Üstüme alınmıyorum.
“İstediğim gibi davranmaya Amerika’da başladım”
Giyim kuşama pek merakınız yok sanıyorum, doğru mu?
Yok. Bir ara kafam karıştı, çünkü giyimime, yaptığım her şeye laf ediliyordu, “Kara Melek” döneminde. Eşofmanla bakkala gittim bir gün, biri dedi ki “Ay bu böyle mi giyiniyormuş?” 21 yaşındayım, evden çıktım, yumurta alıp döneceğim, annem kahvaltı hazırlayacak, ne olabilir ki başka? Bir müddet bunun bunalımını yaşadım. Sonra gene Amerika sağolsun, gittim oraya, başladım istediğim gibi davranmaya. Zaten resim yaptığım için de boyacı kıyafetlerimle dolaşıyordum. Öyle sokağa çıkıyordum, yemek yemeye gidiyordum, orada böyle yaşıyor olman özgüven meselesi, olduğun gibisin, saklanmıyorsun. Burada bakımsız oluyorsun.
Makyajla da alakanız yok herhalde...
Sadeliği seçip de üstelik bunun felsefesini görüp de oturtmuş olduğum için bence herkes olduğu gibi güzel. Halihazırda böyle memnunum ve gittikçe de daha memnun oluyorum çünkü çok daha toksinsiz bir durum var. Evet ben de biliyorum buraya eteğimi giyip topuklu ayakkabılarımla gelmeyi ama başka bir şey söylemeye çalışıyorum. Şimdi kendim gibi gelmemiş olsaydım “Bu röportaj bitse de gitsek” diyordum. Kim ne bok atacaksa atsın, ben üstüme alınmıyorum gerçekten. Ben elimden geleni yapıyorum. Yeter yetmez, doyurur doyurmaz, benim yapabileceğim kendimi yapılandırmak ve ben ne kadar rahatsam kendimi o kadar kolay yapılandırabiliyorum. Bunların hepsini öğrenmek yıllarımı aldı.
Sanem Çelik, Erdal Beşikçioğlu ve bütün “Behzat Ç.” ekibinin kendisini çok kolay aralarına kabul ettiğini söylüyor.
“Serdar Akar’la çalışmak dünyanın en keyifli şeyi”
Hangi taşlar oturdu da siz yeniden bu işleri yapmaya karar verdiniz?
Artık korku kanallarından çıkınca, öğrenmek istediğim şeyleri de tamamlayınca, benim için başka kapılar açılmaya başladı. “Artık bir sinema filmi çeksem ne güzel olur” diye arzularımı belirttim, “Balık” teklifi geldi, Derviş Zaim’in.
Bir hafta içerisinde setteydim. Gerçekten çok şanslı sayıyorum kendimi. Çok da eğlenceliydi onunla tekrar bir şeyleri hatırlamak, kameraya ısınmak. Arkasından, “Aksiyonlu bir şey olsun” dedim ve popüler bir sinema geldi. Dedim ki “Yaşasın, güzel tutmuş bir
işin içinde, güzel oynanmış,
bir cümlesi olan, iyi yönetmenlerimizden birinin sinema filmi. Tam benlik”.
“Artık yeni bir Sanem var, başka bir şey yapıyor şu anda”
“Behzat Ç.”ye yatkınlığınız var mıydı evvelden?
Amerika’dayken televizyon seyretmeyi tercih etmedim. Ama döndüğümde bana dediler ki “Şunu şunu şunu izliyoruz biz. Bunlar güzel”. Seyrederken farkı gördüğüm işlerden bir tanesiydi. Çekim, anlatım gücü, kullanılan cümleler, bir polisiye olması... “Behzat var abi, ben gidiyorum” diye her şeyi bırakıp giden arkadaşlarımı da gördüğüm için “Bir şey var bunda” dedim. Serdar Akar’la çalışma fırsatını kaçırmazdım. Hemen arkasından dizi geldi. O da şimdiye kadar okuduğum işler içinde en kalbime çarpan oldu.
Serdar Akar’la çalışmak nasıl?
Dünyanın en keyifli şeyi.
Çok hızlı çalışıyor. Ne istediğini bilirsen, bütün kapılar önünde açılır. Ondan aldığım derstir bu.
Sizin oynadığınız bir Alman polis. Nasıl bir kadın?
Tam Alman bir kadın. Hafif çizgileri sert, bir jilet durumu var. Ben üç tane bambaşka dünyanın içinden geçiyorum. “Balık” başkaydı, “Behzat Ç.” başka, şimdi dizi başka.
Dizideki rolünüzden bahsedelim mi?
Zeynep rehber bir kadın. Renkli bir dünyası var, bunlar seyircime aktarabileceğim bir sürü güzel bilgi demek. Yeni bir Sanem var, başka bir şey yapıyor şu anda, yeni bir nesil var, yeni karşılaşmalar olacak.
Dizinin hikayesiyle ilgili ipucu verebiliyor muyuz?
Çok istiyoruz ama sürpriz olsun diyoruz bir yandan. Aşkın, nefretin, abartının, abartısızlığın, inancın, inançsızlığın, barışın, savaşın, olduğu bir proje bu.
“Dört senedir her gün iyileşiyorum”
* Sağlıklı beslenirim, Haluk Saçaklı’nın on üç yıl önce öğrettiği bilgilerle yaşıyorum. Kızartma yok, şeker yok, kremalı şeyler yok, mayonez yok çünkü bunlar direkt zehir. Her şeyim pırıl pırıl oldu. İçki zaman zaman içiyorum ama bedeli var, ertesi gün bir saat
daha fazla spor yapıyorum, ekmeğimden kesiyorum.
* Yoga ve pilates yapıyorum. Vücudun esnedikçe kafan da esniyor. Gidiyorum arada spor salonuna, onu bunu da kaldırıyorum, yürüyorum, koşuyorum. Sağlıklı da beslendiğin zaman senin önüne hiçbir şey çıkamaz.
* Sigarayı bırakmak olabilecek en güzel şey. Ben dört senedir her gün iyileşiyorum. Seks hayatından ilişkine, bakışına, saçını tarayışına, her şey bambaşka oluyor.
“Bugüne kadar hiç evlenmeyi, çocuk yapmayı düşünmedim”
Âşık olmak, biriyle bir hayat geçirmeyi istemek gibi şeylere nasıl bakıyorsunuz?
Bir müddet yaşadığım ilişkiler beni yapmak istediğim şeylerden durdurduğu için ben zannettim ki bu ilişki denen şey böyle bir şey, bir şeyler engelleniyor, öyle olunca dedim ki “Ben bir müddet ilişki falan yaşamayayım, kendi isteklerimi yaşayayım. Adam bana ‘Yapamazsın, gidemezsin’ dediği zaman ben bunları yapamam”. Çünkü yapamazsam mutsuz olacağım, mutsuz olursam mutsuz edeceğim. “Benim meselelerim, sorgum sualim biterse kendimle ilgili, yapmak istediklerimi yaparsam, otururum aşağı,
ne olacak ki?” dedim.
Sonra değişti mi bu fikriniz?
35 yaşına gelince hormonlarım bunu bana söyledi. Ben bugüne kadar hiç evlenmeyi, çocuk yapmayı düşünmedim açıkçası. Çünkü becerebileceğimi düşünmüyordum, çünkü bu topluma mı bunu getirecektim, bu adam da kimdi zaten, hepimiz adam olmuş muyduk ki bir de oturup eksikmiş gibi bir çocuk doğuruyoruz gibi düşünceler yüzünden bunu kilitlemiş ve artık konuşulmaz bir hale getirmiştim, dokunmuyordum bile çocuklara. 35 yaşında bir baktım ki sokakta onun çocuğu, bunun çocuğu, her geçene bakıyorum, “Ay ne kadar tatlı bu” diye. Sonra dedim ki “Sen yapmazsan yapma ama şu zevki tat”. Çocukları sevmeye başladım. Kucağıma alacağım, canım çeker diye herhalde kendime fren koyuyormuşum. Ondan sonra dedim ki “Bu ne kadar güzel bir şeymiş, benim hormonlarım buna izin veriyor, ben bunu yapmak istiyorum”. Ve sonra şunlarla karşılaştım: Niye bir türlü ilişki kuramıyorum? Korktuğum için kuramıyorum. Ya ayrılırsak, ya yalnız kalırsam, bunlar başıma gelmesin istiyorum. Gelmesin istedikçe ne oluyor? Benim karşıma çıkan herkes bu korkularla çıkıyor, dolayısıyla biz aynalar, karşı karşıya birbirimize bakıp “Ayy çok korktuk” deyip kaçıyoruz birbirimizden. Bunu fark edince önüme koydum, zaten yarısı havaya uçtu çünkü çok manasız bir sürü şey. Bazı temel şeyler kaldı, o da yalnızlık korkusuymuş, ayrılık bir şeysiymiş, üzüntüymüş, onlara da dedim ki ne kadar önemi olabilir? Bunlar için meditasyonlar yapıp, bunlar için yazıp, bunlar için boyayıp bunların sohbetini yapsan dostlarınla, çözsen şunları? Öyle yaptım. Dedim ki “Çok korkuyorum arkadaşlar ben”. Anlattım herkese, sonra herkesin ödü patlıyor. Bir baktım bu korku dolu hikayeler bizi “Ay şükürler olsun, ne iyi sohbetti”lere getirdi.
O zaman çok rahatladım ve o kanallarımı açtım ve çok tazeler. Şimdi karşıma çıkan güzel güzel insanlar benim bu korkularımın hiçbirini taşımıyor. n