25.03.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:
Miraç Zeynep Özkartal/zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
* Yaşamı yazıya dökmek hatırlamak demek. Hatırlamak size nasıl geldi?
Tazeleyici ve mutluluk verici. Ben bunun nedenini de analiz ettim: Her insanın hafızasında bir filtre var. Kötüleri siler, iyileri muhafaza eder. Güzel şeydir bu.
‘Öfke değil başkaldırı’
* Çocukluk yıllarınızda daha neşeli bir dil var ama babanızı anlatırken öfkenin daha baskın olduğunu hissettim...
Öfke değil de hüzün ve haksızlığa karşı başkaldırı diyebilirim. Hâlâ o haksızlık ayakta. Çünkü hiç kimsenin aklına gelmiyor özür dilemek. Biraz da bu kitabı yayımlarken soğancığımdaki bir beklenti; birileri Ankara’da uyanır da “Biz bu insanlara çok haksızlık yaptık galiba, bari özür dileyelim” der mi? Mesela Bulgarlar yaptı Türklere karşı bunu. Merkel daha iki ay önce orada öldürülenlere yaptı. Amerika yaptı Japonlara... Bütün ülkeler bugün artık bunun önemini idrak ederek kendi insanlarıyla barışmanın yollarının bu özür dilemeden geçtiğine inanıyorlar ve bu yolda hareket başladı bütün dünyada.
* Bu düşüncelerinize aldığınız tepkilerin sizdeki karşılığı ne oluyor? Hayal kırıklığı mı, kızgınlık mı?
Bana hiçbir şekilde tesir etmiyor. Bana gelen bu mesajları siliyorum. Bu bilgisayarın güzel bir yönü var; delete’e basınca siliniyor, unutuyorsun. Bende tortusu bile kalmıyor. Ben güzelleri saklıyorum. Beni anlayan insanlardan mutluluk duyuyorum. Beni anlayan insanların bende izinin kalmasını isterim ama bana karşı olan bu insanların benim için kıymeti olmadığından atıyorum, bu kadar basit.
‘Kardeşim bir e-mail bile atmadı’
* Sizin hayatınızda iki kayıp var; biri babanızın bir manada devlet üzerinden kaybı ve ikinci bir kayıp da kardeşiniz...
Evet, kardeşim çünkü o da bir başka şok yedi. Çünkü zaten Varlık Vergisi’nin verdiği bir eziklik, bir küçülme var. Asistan olmuş teknik üniversitede, muhteşem bir hocası da vardı. Burada profesör olacaktı, tüccar olmak istemiyordu. Para peşinde olmayan bir çocuktu daha o zamandan, 25 yaşındayken. 6-7 Eylül’ü yaşadı Beyoğlu’nda. Öyle bir şokla eve geldi ki gece yarısı, “Ben burada yaşamam giderim” dedi. Yapılacak şey yok, bir-iki gün uğraştık. Olmadı, ona iş bulduk, gitti. Malum işte bir tatile geldi, o da zehir gibi bir tatildi.
* Bunlar ortaya çıktıktan sonra Türkiye’den birçok gazeteci onunla iletişim kurmaya çalıştı. Siz konuştunuz mu o haberden sonra?
Hayır. Hatta sana garip bir şey söyleyeceğim. Eyüp Can buna çok ilgi duydu ve Radikal’de iki gün üst üste baş sayfaya çıktı. O gazetelerden birer adet İsveç’e yolladım kardeşime. Al bak gazetede sen varsın diye... Aldığına dair bir
e-mail dahi almadım.
‘Durumu patolojik buluyorum’
* Bir iletişimiz var mı?
Yok işte... Yıllardır birbirimizle konuşmadık. Senin gazetenin Kopenhag’da yaşayan İsveç muhabiri (İrfan Kurtulmuş) buldu çocuklarını. Hatta çocuk “Ben ölmedim yaşıyorum” dedi. Çünkü öldü diye bir iddia çıkmıştı. Demek onlar haberdarlar bu haberden. Fakat bana hiçbir şey gelmiyor. Ben de bu durumu patolojik buluyorum.
* Siz burada kaldığınız ve bu ülkeninin önde gelen adamlarından biri olduğunuz için mi kızgın?
Bana öyle geliyor, başka bir izahım yok.
* Diğer kardeşlerinizle görüşüyor mu?
Evet, ablamla görüşüyor mesela İsrail’de.
* Size bir tavrı var...
Bana öyle geliyor. Ben Türkiye’nin bir parçası olduğumdan belki.
“Hayatıma çok insan girdi ama kitaba girecek kadar değil”
* Çocuklarınız Leyla ve Vedat’a doğrudan Yahudilik göndermesi olmayan isimler koymanız bir tesadüf mü?
Hayır bilinçli. Anne zaten doğuştan Yahudi değildi, Protestandı. Aile içinde birlik hissiyatının uyanması için kendisi Yahudiliğe intisap etmek istedi. Bir sene kadar da uğraşıldı, dersler aldı. Çünkü her isteyen Yahudi olamıyor, önünde bin tane engel var. Ama inat etti, öğrendi. Çocuklara böyle bir Yahudilik fikri hiçbir zaman verilmedi. Leyla’nın kendi çocuklarına izahı muhteşem: “Benim annem Hıristiyan, babam da Yahudi. Sizin de babanız Müslüman. Demek üç semavi din sizin içinizde yaşıyor. İstediğiniz zaman istediğiniz dini seçmekte özgürsünüz.” Çocuklar bugün 10 ve
12 yaşlarında. Ne zaman isterlerse seçebilirler, hiçbir zaman da olamayabilir.
* Çocuklara Türk üst kimliğini düşünerek mi bu isimleri koydunuz?
Leyla güzel bir isim, güzel bir entonasyonu var ve annemin ismi de Lea. Lea Tevrat’ta bir kralın karısıdır. Leyla oradan çıktı. Vedat ise aslında babamın ismi olan Vitali’den geliyor. Vitali’nin Türkçe’deki karşılığı Vedat’tır. Kardeşimin ismini Bonjour koydular, o da bir felaket oldu. Hayat boyu bunu taşıdı. Mesela burada üniversitede “Bonjour Bonjour” diye takılırlarmış. Dayanamadı, İsveç’e gittiğinde de hemen ismini değiştirdi, Bon oldu.
* İlk kez eşinizle ilgili bir şeyler okuyoruz sizden...
Yıllardır beraber değiliz çünkü. 25 senedir... Ama buluşuruz Leyla’nın ve Vedat’ın evlerinde davet olduğu zaman beraber oluruz ve çok yakın dostuz. Ama çok farklı yaşam tarzlarımız var. Onun sağlığının da verdiği bazı handikaplardan dolayı çok kontrollü bir hayatı var. İki tane yardımcısı var. Benim çok aktif bir hayatım var, yalnız yaşamaktan da müthiş mutluyum.
* Niye boşanmadınız?
Çünkü bir darbe yiyecekti, boşanmanın verdiği bir eziklik... Bunu istemedim. Ona saygısızlık olurdu. Herhangi bir suçu yok bu kopuşta. Farklı iki insan olarak geliştik. Bu benim suçum. Yanlış kadınla mı evlendim? Hayır. O günün şartlarında doğru kadındı. Sonradan uzaklaştık. İnsanlar ayrılınca düşmanlaşıyor. Halbuki ayrılmak her iki taraf için de en iyisiyse o zaman dostane devam edebilirsiniz. Hele hele çocuk varsa.
* Sizin hayatınıza başkaları girdi mi?
Çok insan girdi. Ama kitaba girecek kadar değil.
İki hüsran: Zonguldak ve TÜSİAD
* Babanızın, kardeşinizin hayal kırıklıklarından bahsettik. Sizin bu 85 yıl içinde en büyük hayal kırıklığınız ne oldu?
Başarısızlıklarım. Mesela Zonguldak seyahatim. 40 senedir süren bir seyahat bir türlü neticelenmiyor. Bir türlü o madenleri kapattıramıyorum. Geçen gün okudum yine bir göçük olmuş, iki işçi toprak altında kalıp, öldü. Bu işçilerin üretimi o hayatı tehlikeye atacak kadar değil. Yılda 500 milyon dolar kaybedilen bir üretim sahtekarlığı. 500 milyon dolar para harcanıyor, 50 milyon dolara zor satılan kömür üretiliyor. 450 milyon dolar kayboluyor. Bunun ancak 120 milyon doları işçinin eline geçiyor. 330 milyon dolar bin türlü şeye gidiyor...
* Hüsranlarınızdan biri olarak kitapta TÜSİAD üyeliğiniz geçiyor...
Evet. Çünkü oradaki insanların değişmeyişi ve dünde yaşamak istemeleri benim için büyük bir hüsrandı. Değişemiyor değiller, değişmek istemiyorlar. Dünde yaşayarak dünün konforunu, dünün başarısını devam ettireceklerini zannediyorlar ama çok yanılıyorlar. Yalnız 1997’deki demokratikleşme raporuyla ilgili değil. Geçen sene de aynı olayı yaşadık, anayasa raporunda da fena halde çuvalladı TÜSİAD yönetimi. Çünkü Ümit Boyner’e zoraki bir deklarasyon imzalattılar. Ümit, zavallı kız bunu kendi adına yayınlamaya mecbur kaldı. “Demokratikleşme raporu TÜSİAD’ı bağlamaz” dedi. Utanç verici. O gün bir daha kahroldum.
“Üzeyir beyin ölümü o kadar basit ki insan inanmakta güçlük çekiyor”
* “Ben hep erken öten horoz oldum” diyorsunuz. Bu özür, devletin tavrı gibi konularda son zamanlarda sizin adınızı daha çok duyar olduk. Bu, sizin bunu uzun zamandır söylüyor ama bizim sizi duymuyor olmamızdan mı kaynaklanıyor yoksa siz bunu artık daha fazla mı dile getiriyorsunuz?
Bu biraz da çok önem verdiğim ve çok vakit ayırdığım Açık Toplum Vakfı programının bir parçası. Çünkü Açık Toplum Vakfı birçok projede iyice yol almaya, önemli neticeler elde etmeye başladı. Bu vakfın bir görevi de toplumu geçmişiyle barıştırmak, geçmişiyle yüzleştirerek huzura ermek. Ben de Açık Toplum Vakfı’nın üç kurucusundan biri olduğuma göre bunu bir görev olarak yüklendim ve daha çok dile getiriyorum.
* Üzeyir bey (Garih) bunlara pek katılmazmış, hatta size “Ne çıkarın var bunlardan?” dermiş. Siz hep bu çabanız içinde anlaşılmayan adam olmuşsunuz.
Açık konuşmam gerekirse hayat boyu sürdü bu mücadele. Üzeyir bey daha pragmatik, daha realist bir insan oldu hep. Ben ise hep havalarda dolaştım. İkide bir ayaklarım yerden kesildi. Havalarda dolaşırken de Üzeyir Garih’e de çok ihtiyaç duydum çünkü beni yakalayıp yere indirirdi, beni gerçeklerle yüzleştirirdi. Medyada yer alıp erken öten horoz durumunda kaldığım her zaman, pazartesi günleri Üzeyir’in fırçasını yerdim. “Senin işin mi bu? Neden bu işlere dalıp bize zarar veriyorsun?” derdi.
* Şimdi Üzeyir bey yok...
Şimdi o görevi çocuklar yapıyor. Üzeyir’in çocukları, şirket...
* Fırçaya devam mı?
Fırçaya devam. Çünkü burada demokrasi var. Ben bol bol fırçalanan bir adamım onun için böyle temiz görünüyorum (gülüyor).
* Üzeyir beyin ölümünün sizdeki izi nedir?
Bir kaza, çatıdan düşen bir taş öldürdü adamı. Başka bir şey değil, bu kadar basit. Çünkü ben bunu çok araştırdım. Savcı bana müthiş destek verdi. O kadar basit ki insan buna inanmakta güçlük çekiyor. Tevekkül. Kabullenme. Ne yapacağım? İsyan mı edeceğim?
* İlk anda da böyle mi hissettiniz?
Evet. Çünkü o telaş, buradaki altüst olma, Müslüman mezarlığında Yahudi işadamı, bu çamurlar, çirkinlikler... Onları da yaşadıktan sonra bu iş bir kabullenme ile hallolur dedim.
Kitabın adı neden “Lüzumlu Adam”?
(Biyografinin yazarı, gazeteci Mehmet Gündem anlatıyor): Normalde bu kitabın adı “Ben İshak” olacaktı. Sonra çok kimlik vurgusu gibi geldi, vazgeçtim. Buna İshak beyin hiçbir müdahalesi yok, o “Peki öyle mi?” diyor geçiyor. Sonra “İlerideki Adam” dedim, o da çok pozitif geldi, vazgeçtim. Sonra İshak beyin “Lüzumsuz Olabilmek” diye bir yazısı dikkatimi çekti, 92 sonrasında yazdığı bir yazı. Yaş 65’e gelmiş, İshak bey diyor ki “Ben sıfırdan başladım, İsveç’e gittim, kaynak işçisi oldum, üç sene sonra döndüm. Türkiye’de iş aradım bulamadım, nihayet kendi işimi kurdum, ortak buldum, bir sürü başarısızlıklarımız oldu. Sonra bir holding çıktı, para kazandım, zengin oldum, markalaştım, içeride dışarıda bir İshak Alaton ismi oluştu.” Aynı zamanda ortaya koyduğu değerler var. “E zengin de oldum, şimdi ne olacak?” Sonra diyor ki “Çok zengin olmakla çok çok zengin olmak arasında bir fark yok. Bunların hepsini gerçekleştirdim. Şimdi geldiğim noktada bu bana yetmez. Bundan sonrası aynı şeylerin tekrarı olacak. O zaman ben şimdi kendimi burada lüzumsuzlaştırabilirsem, burada sistem işlesin, mentalite işlesin, kurucu felsefe işlesin ben kendime yeni bir alan açayım.” 65’inden sonra o güne kadar pek gitmediği hayatın başka sahillerine gidiyor. 92’ye kadar biz ona ‘lüzumlu adam’ diyoruz. O yüzden kitabın adı “Lüzumlu Adam”. İkinci kitabın adı “Lüzumsuz Adam”, mayısta çıkacak.