Ayrıldığı Türk kocası Halim Al'ın kızları Vesile ve Ayşegül ile görüştürmediği İzlandalı anne Sophia Hansen'in dramı uzun süredir Türkiye'nin gündeminde, İzlanda'da ise gündemin birinci maddesi. Bu hafta avukatı Hasip Kaplan'ın Sophia Hansen ile birlikte İzlanda, Türkiye ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde sürdürdükleri yedi yıllık hukuk mücadelesinden kesitleri anlattığı "Ben Sophia / Anne Çığlığı" adlı kitabı yayımlanıyor.
Türkiye'nin en önemli siyasi davalarında avukatlık yapan Hasip Kaplan için İzlandalı annenin vekilliği üstlendiği en sivil iş olarak değerlendirilebilir. Tabii İzlanda'dan bakınca.
Buradan bakıldığında ise bu dava Türkiye'deki birçok baskıcı, ırkçı eğilimin, ideolojinin çakıştığı bir davaya dönüştü. Kızlarını anneleriyle görüştürmeyen baba Halim Al, Türk muhafazakârlığının sembolü oldu. Kaplan da kendini yine saldırıların hedefi olarak buldu.
12 Eylül 1980'den başlayarak DİSK, Barış Derneği, TÖB-DER, DEP millletvekilleri, dışkı yedirilen köylülerin davası gibi
son 23 yılın birçok önemli siyasi davasında avukatlığı üstlenen Kaplan; baskı dönemlerinde iktidar tarafından "vatan haini" ilan edilmiş, soruşturmalara uğramış. Şimdi ise AB sürecinde hükümetlerin danıştığı bir otorite.
Kimilerinin nezdindeyse bir demokrasi kahramanı.
"Selimiye Kışlası'na ilk giren avukatlardan biri oldum" Ben mesleğe ceza avukatı olarak 12 Eylül döneminde başladım. Ve o dönemin en önemli davalarını üstlendim. Çünkü birçok avukat bu davalara girmek istemiyordu. DİSK, Barış Derneği, TÖB-DER gibi kamuoyunda büyük yankı uyandıran davalara girdim. Milletvekilleri, büyükelçiler yargılanıyordu. 12 Eylül'de Selimiye Kışlası'na giren ilk avukatlardanım ben. Daha mesleğin başında böyle önemli davalara girdim. Böyle de sürdü.
1984'te Mardin'in İdil ilçesine, yani kendi ilçeme gittim avukatlık yapmak için. Ben o ilçenin ilk üniversite mezunuyum ve İdil'e dönmeseydim benden sonrakilere iyi bir örnek olmayacaktım. O yüzden döndüm. 1991 sonuna kadar orada kaldım.
En önemlisi Yeşilyurt davası oldu herhalde. Yani köylülere dışkı yedirme davası. Oradayken AİHM'ye taşıdım bu davayı ve kazandım.
Eğer olağanüstü hal dönemlerinde, sıkıyönetim mahkemelerinde, DGM'lerde savunma yapıyorsanız, mutlaka şiddet ve tehditle karşılaşırsınız. Örneğin Yeşilyurt davası sırasında bana yönelik suikast girişimleri Susurluk Raporu'nda yer aldı. Avukat olduğum için hakkımda 17 tane de soruşturma açıldı. 1984'te Diyarbakır'da yaptığımız savunma nedeniyle beş avukat arkadaş bir yıl hapis cezası aldık. Defalarca gözaltına alındım. Bunlar yeteri kadar sinematografik mi acaba?
"Hiçbir ülkede savcı, hakimle aynı seviyede oturmaz" Ben meslek yaşamım boyunca şuna inandım: Avukat, müvekkilinin cüppe giymiş hali değildir.
Adil yargılamanın yapılmadığı çok dava oldu ama beni en çok yaralayan, DEP milletvekillerinin davasıdır. Bir hukukçu olarak kaldıramadığım bir durumdur bu. AİHM'ye bu davayla ilgili dört kez başvuru yaptım. Orada davayı dört defa kazandıktan sonra, şimdi burada bir kez daha yargılanıyorlar. Ve içeride 10'uncu yılları dolacak.
Ben demokratikleşme çabası içindeki ülkelerde hukuk mücadelesinin, avukatlığın, hukukun toplumu dönüştürmekte çok etkili olduğunu gördüm. Bizim Türkiye'de ya da Avrupa'da aldığımız sonuçlar daha sonra yasalara, kurumlara, politikaya yansıyor. Bu sevindirici.
80 yıllık alışkanlıkları değiştirmek kolay değil. Uyum paketleri çıkıyor ama uygulamaya yansımıyor. Fakat eğitimle, kurumların bu konularda eğitimiyle bu durum değişecektir. Bugün ordu, polis gibi kurumlarda bile insan hakları konusunda seminerler yapılıyor, dersler veriliyor. Mahkemelerdeki, mahkeme salonlarındaki marangoz hatası da düzeltilmeli. Ben her duruşmada söylüyorum bunu: Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde savcı, hakimlerle birlikte yukarıda oturmaz. Bu, silahların eşitliği ilkesine aykırıdır. Bir kere savcılar oradan inmeli, bu marangoz hatası düzeltilmeli adil yargılama için.
Evet. Kendisi de bunu açıkça söylüyor. Bir şiir yüzünden mahkum olduğunu, hukukun herkes için gerekli olduğunu.
Başbakanlık makamı dahil bütün politikacılar, bütün merciler bana danışırlar.
"Bu davayı sivil diye aldım, politik bir dava oldu" 1991 yılında artık bölgede çalışma koşulları dayanılmaz hale gelmişti. İstanbul'a geldim. 1992 yılında bu davayı basit bir velayet davası olarak aldım. Ama bu dava da önce medyatik, ardından politik bir hal aldı.
Tabii. Şarkılar bestelendi, kampanyalar açıldı. Türkiye'de de MHP'nin, İslamcı birtakım gazetelerin kampanyaları ile siyasi bir olaya dönüştü. Dava dört kez Yargıtay'a gitti ki bir davanın dört kez Yargıtay'a gitmesi pek vaki değildir. AİHM'ye gittik. Fakat baba Halim Al yine de çocukları anne ile görüştürmüyor. Anne çocuklarını görmek için 2 bin dolarlık uçak bileti alıp buraya geliyor, baba 50
dolar para cezasını yatırıp çocukları göstermiyor. Biz bu dava sırasında Türkiye ile İzlanda arasında hiçbir sözleşmenin imzalanmamış olduğunu fark ettik. Eğer Türkiye, İzlanda ile başka Avrupa ülkeleri ile olduğu gibi sözleşmeler imzalamış olsaydı Türkiye'de yeni bir dava görülmeyecek, "tanıma" davası açılacak, Sophia'nın ülkesinde verilen mahkeme kararına uyulmak zorunda kalınacaktı. Çünkü İzlanda'da velayet anneye verilmişti.
"Benim için 'Hıristiyan', Sophia için 'fahişe' dediler" Bu davanın enteresanlığı bu. Türkiye'de bu dava din faktörünün, milliyetçilik faktörünün devreye girmesiyle sadece sansasyonel olmakla kalmadı, aynı zamanda iki ülkenin meseleye bakışlarındaki farkı ortaya koydu. Türkiye'de söylem "Çocuklar Hıristiyanlaştırılacak" ama İzlanda bununla hiç ilgili değil. Anne Sophia Hansen çocuklarının dini
eğitim almasından, örtünmüş olmasından rahatsız değil. O sadece çocuklarıyla görüşmek istiyor.
Mahkeme salonunun önüne yüzlerce militan gelip gösteri yapıyordu. Anne Sophia dayak yedi. Benim ilçem İdil'de Süryaniler de yaşar. Ama ben Müslümanım. Benim Hıristiyan olduğumu iddia etti bazı muhafazakâr gazeteler. Böyle sloganlar atıldı mahkeme önünde. Sophia Hansen'in fahişe olduğu bile iddia edildi ki; Sophia, İzlanda'nın ileri gelen ailelerinden birinin kızı.
Eh, genç, boylu poslu bir adam gidiyor İzlanda'ya. Kuzey ülkelerindeki kadınlar esmer, karayağız erkekleri de severler. Sevmiş işte.
Hayır. Çok da sakin; öyle ağlaması, bağırması, çağırması olmuyor. Gidiyor kapılarına, zile basıyor, diyafondan "Ben Sophia, anneniz" diyor. Kızlar içeride ama ses çıkarmıyor kimse, baba kızların anne ile görüşmelerine müsaade etmiyor.
"Kızlar geçen yıl anneleriyle görüştüler, ilişkileri iyiydi" Tabii. Gündemin birinci maddesi.
Tabii. Bu dava Türkiye'nin gündemine Hague Sözleşmesi'ni soktu. Kanada'da, sonra Fransa-Cezayir arasında sık yaşanan bu aile içi çocuk kaçırma davalarının sonucunda bu sözleşmeye birçok ülke imza attı. Bu sözleşmeye göre bir yıl süren haksız kaçırma olaylarında tutuklama kararı çıkabiliyor ve çocuk geri alınıyor. Sophia Hansen davasında başka bir dram daha söz konusu. Velayet davaları 18 yaşına kadardır. Sophia'nın kızları Vesile ile Ayşegül 18 yaşını çoktan geçtiler. Artık anneleri ile görüşebilirler özgürce ama görüştürülmüyorlar.
Hayır. Geçen yıl görüştüler bir odada ve ilişkileri çok iyiydi. Baba da yan odada bekliyordu.