Pazar Marilyn'i güldürmek

Marilyn'i güldürmek

01.01.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Marilyn çok uzun kalmadı Ada'da, yanımda. Ama anlat dersen anlatırım daha. Bir-iki günün daha tarihçesini; unutmabeniler arasına takılıp kalmış güzel bir gönül eğlenceliği, bir aşkın deniz kıyısındaki kelebekler, onu mutlu etsin diye alınmış bir ceylan ve daha neler neler...

Marilyni güldürmek

Şebnem İşigüzel yeni yıl için Milliyet Pazar okurlarına bir öykü yazdı axpaz021.jpg "Aşkın ikamesi yoktur." "Amerikalı misafirinizi mi bekliyorsunuz?"Yılların filmcisine sorulacak soru muydu bu?"Yok, geldi mi yoksa?" dedim ben de. Babam "Tek ayak üstünde kırk kuyruklu yalan uyduruyorsun" derdi benim için: "Filmcilik tam sana göre bir iş." O da sormuştu, beklediğim misafirim: "Sinemacı olmayı çok mu istedin?" Karşımda beni içine çeken bir girdap gibiydi, gözlerimi açıp bakamadığım bir ışık huzmesi. Daha önce Amerika'da sorduğu ilk soru; "İstanbul'da kar yağıyor mu?" olmuştu. Nereden aklına gelmişti acaba? Sonra onu ziyarete gittiğimde kliniğe, ne kadar sevinmişti. Kuzey Dakota'daydı klinik. Psikanalisti Ralph Greenson'un son numarası. 1960'da oluyor tabii bunlar. Klinik hikayesi benim için önemli. Kimi kimi kapısından çevirdiğini duymuştum. Kimseyi görmek istemediğini, menajerinin gönderdiği erkek pijamalarını -kendisinin tercihiymiş- giyip uyuduğunu, uyutulduğunu. Ama beni kabul etti. Her yer kar altındaydı. Hatıraların uçup gitmemesi ne garip! Heyecanlıydım. Bekliyordum. Yazıhanemde pencereden bakarak bekliyordum. Yolu mükemmel tarif etmiştim: İnince dedim metrodan, Karaköy Meydanı'dır indiğin yer, hatta küçük metronun tarihini bile laf arasına sıkıştırmıştım. Güzel bir onaylama ifadesi vardı, onu takınmıştı yüzüne. Tam karşına bak, dedim, çıkınca metrodan. Bu sebeple jaluzileri açmamış, aralamış bakıyordum. Beni öyle beklerken görsün istemiyordum. Sekreterim girip çıkıyordu odama. Anlamıştı beklediğimi. Ama kimi? Boşadığım karım para veriyordu ona. Hatta para bile değil; parfüm, bir çift deri eldiven hatta bir kutu çikolata. O yılların makbul hediyeleri. Sekreterim sonunda dayanamayıp sordu: Yatağında oturuyordu. Çıplak ayağının teki yatağından aşağıda sallanıyordu. Onu hep giysileri içinde gördüğümden, giysilerinin içinde de hep korseli olduğundan -olsa gerek- şimdi güzel şişkin göbeğinin kavisine dalıp gitmiştim. Garip bir şey vardı onda, sadece Allah'ın yaratabileceği bir ışık. Öyle bir ışık ki içinde yananlar ona hakim olamaz. Kar yağmaya başlamıştı. Yumuşacık bir sesi vardı inanamazdınız. Beni bir kere görmüş olmasına rağmen -o da nerede biliyor musunuz? 1 Haziran'da 34 yaşını bitirmesi onuruna stüdyonun verdiği partide- hatırlayıp kabul etmesinden dolayı heyecanlıydım. Aslına bakarsanız ben bu partiye tesadüfen katılmıştım. Türkiye'de oynatalım diye film alacağımız Twentieth Century Fox'un müdürlerinden birisiyle görüşmem vardı. Doğrusu ayaküstü takdim edilmekten başka bir beklentim yoktu. Ama sonra çok daha önemli bir şey gerçekleşti. Amerika'da okurken yanında pansiyoner olarak kaldığım Edwina ile karşılaştım. Ah Edwina, akan muslukların lisanına karşı hastalıklı bir duyarlılık geliştirmiş çılgın ev sahibem! Bir odasında barınacağım evini bana gezdirirken hatırladığım tek şey mesanemin cayır cayır yanmasıydı. Çayın içinde ne varsa? Ne düşündüğümü okumuş gibi, "Çayın içinde baharatlı bir karışım vardı" demişti Edwina. Odamı gördükten sonra "Bir kitaplık olsaydı" demiştim. Kitap deyince gözlerini açmıştı, "Biliyor musun benim oğlum oyun yazarı!" Kim olduğunu duyduğumda oralı olmamıştım: Thomas Lanier bla bla bla bla. Sonra Edwina çalışmasını istediği bir radyo gibi kafasına vurmuş, oğlunun yazar olarak kullandığı ismi zikretmişti: Tennessee Williams. Neredeyse merdivenlerden düşecektim! Yoksa Fransızların bir zamanlar ampir dedikleri üslupta döşenmiş bahçeye açılan oturma odasını gezerken paulownia ağacının eşikten dalıp içeriyi işgal etmiş geniş yaprak gölgelerine bakıp bu ağacın ismini koyan vasat dilbilimcinin, takma adı Peter-eksi-Paul olan Pavel'in kızı Anna Pavlovna Romanov adlı şu zararsız hanım var ya, bu dilbilimci onun baba adını hanımın ikinci adı ya da soyadı sanmış, neden bilmiyormuş Edwina... Avaz avaz bağıracağım diye düşünmüştüm. Odama kitaplık istemek bu evde pansiyonerlikten sıvışmanın bahanesiydi ama olmadı. Belki o yıl Pulitzer Ödülü'nü alan Tennessee buraya gelirdi. Ama gelmedi! Oğlum Tennessee Williams Sözünü ettiğim doğum gününde annesi Edwina'nın yanındaydı ama. Anlattıklarımı "şaklabanın tekisin sen, yaşlı bunak" diye dinlemiyorsanız adını zikredeceğim. Yılın ilk günü buraya, bu hikayeyi dinlemeye bu yüzden geldiniz zaten, öyle değil mi?Onunla, Marilyn Monroe'yla işte böyle tanıştım!Doğum gününde. Bir ihtimal ona takdim edilmeyi beklerken. Ne büyük tesadüf geveze Edwina'yı orada bulmuşken. Tennessee Williams'ın yoksul Güneyli bir ailenin hikayesini anlattığı "Cam Kırıkları"nda geçmişin düşleriyle yaşayan otoriter anne Amanda'nın aslında Edwina olduğunu düşünürken, sinemaya uyarlansa biriktirdiği cam bibloların arasında annesi tarafından kendisine uygun bir koca bulunmasını bekleyen çekingen ve sakat Laura'yı, Marilyn Monroe'nun oynadığı hayalini kurmuştum ki nemden şişmiş bir defterden dökülen paslı kuru tel zımbalar gibi güçlü bir şeye doğru çekildiğimi hissettim. Marilyn Monroe yanı başımdaydı. Edwina bizi tanıştırırken öyle heyecanlandım ki biraz önce düşündüklerimi anlattım."Evet, Laura'yı oynayabilirim" dedi. Marilyn hemen yanı başımdaydı Sanki yapımcısı benmişim, ona bu rolü teklif etmişim gibi. Nereden geldik buraya... Evet o şey kayıtlarında adıma rastlayabilirsiniz, klinik kayıtlarında. "Bay Rıza" diyerek karşılamıştı beni. Adımı öyle güzel söylüyordu ki şaşardınız. Ardından Laura'nın bir repliğini mırıldandı:"Benim için bir gelecek olduğunu biliyorum ama ben onu bekleyemem."Çıkarken kartımı verdim ve beni kabul ettiği için teşekkür ettim. "Ben bu güzel sohbet için minnettarım" dedi bana. "Hangi sohbet?" diye sorasım geldi. Bir başına monolog yaptığını mı düşünmüştü hayatı boyunca? İki yıl sonra geldi İstanbul'a. İstanbul seyahatinin büyük bir gizlilik içinde geçmesi gerektiğini, bunun için bana güvendiğini söylemişti telefonda."Hiç kuşkunuz olmasın" dedim gözlerim açık hayal gördüğümü düşünerek. Gizlilik içinde bir İstanbul seyahati Havaalanından onu ben aldım. Saatimin kayışını öyle bir sıkmıştım ki bu anın rüya olduğunu düşünmeyeyim. Marilyn'i başına sardığı türbanla gördüğümde çoktan uyuşmuştu kolum. Gece sıradan küçük bir Türk Pavyonu'na gittik. Sahneye dansöz çıktığında şaşkınlıkla aralanmıştı Marilyn'in ağzı. Otele dönerken yolda epey neşelenmişti. "Bazıları Sıcak Sever" filmi için aldığı Ukulele yani Hawaii dansı kurslarından hatırladığı bir-iki figürü yapıverdi. İkimiz kaldırımda yan yana yürürken."Hanımefendi, Marilyn Monroe'nun bir benzeri!" Tanınmış bir müteahhitti bunu söyleyen. Sıkça görürdüm Pera Palas'ta. "Onun işi de bu benzerlik, bundan para kazanıyor" dedim ben de."Gazetecilerin haberi var mı bu benzerlikten?" diye sordu uyanık. O zaman bu şişkin suratı başka bir yerden daha hatırladığımı çıkarttım: 1957'de başa gelen Menderes'in vekillerinden birisiydi. "Ben" dedi adam, neredeyse göğsünü yumruklayacaktı bunu söylerken, "Ben, Eisenhower'ın söylediklerine katılıyordum: Amerika'nın çıkarları dünya çapındadır. Ama şimdi olanlara bakın!" Türbanıyla çıktı havaalanından Bir an önce Ada'ya götürmeliydim onu.Orada kalmıştık zaten değil mi? Yazıhanemde bekliyordum. Karaköy metrosundan çıkışını gördüğümde kendimi pencereden atacaktım. Çünkü ne tarafa gideceğini bilememişti. Jaluzileri açmıştım. Ben görsün istiyordum ama görmüyordu. Işığına pervane bir-iki kılıksız vardı peşinde. Rüzgarla derdi olan çiçekli bir entari içinde tehlikeli biçimde güzeldi. Onu kaybettim! Aniden oldu bu. Ben yazıhanemin penceresindeydim ama Marilyn ne bıraktığım yerdeydi ne karşıya geçiyordu ne de ters istikamette yürüyordu. Can havliyle pencereyi açmış, aşağıya bakmıştım; binanın girişinde de yoktu. Bakamadığım o güçlü ışık huzmesi hemen arkamdaydı.Sonra nereye gittiğimizi söylesem şaşarsınız!Cumhurbaşkanlarının İstanbul'a geldiklerinde kaldığı, Florya Deniz Köşkü'ne. Ne sebeple derseniz: Film makinesi arıza yapmıştı, Milli Şef zamanında verdiğimiz film makinesi. O yıllarda yapımcılığın yanı sıra bu tür şeylerin ithalatını da yapıyordum.Gittik ve Marilyn denizin üzerinde duran bu köşke hayran oldu. Onu karım diye tanıttım, Amerikalı karım. Buna sinirlendi nedense. Verandada bekletiyorlardı bizi. Cumhurbaşkanı ortada yoktu ama misafirleri vardı. Hayret İngilizlerdi! Dudak büktüm buna, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel değil miydi, Filistin Cephesi'nde İngilizlere tutsak düşen? Neyse, Marilyn gülümsedi. Onu gülümsetenin yan masadaki bir konuşma olduğunu fark ettim. İngilizlerden birisi, tıknaz ve hüzünlü olanı menü hakkında konuşmaya başlamıştı. Florya Deniz Köşkü tıpkı bir otelmiş gibi menüsü bile vardı!"Bananaslarla başlayacağım" dedi İngiliz."O bananas değil, sör. Ananas, ananas suyu.""Oh, anlıyorum. Eh bana bir etsuyu getirin." Birdenbire onu kaybettim! Garip şey, yan masadaki bu küçük muhavere çok tatlı bir biçimde Marliyn ile aramızdaki buzların çözülmesine yol açtı. Birer limonata içtik. Konuştuk. "Nabokov'un Ada ya da Arzu'sunu sinemaya uyarlamak isterdim" dedim. Sinema makinesini hazırlamışlardı ameliyat edilecek hasta gibi. Nemden kaynaklanan arızayı giderdim. Birileri mide kaynamasından mustarip, öğle uykusuna bir türlü dalamayan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e karbonatlı su koşturdu. Gemiye benzeyen köşkün dar uzun koridorlarının bir ucunda gördüm sanki onu. Gazeteler hafif bir felç geçirdiğini yazmışlardı."Hanımefendi pek güzelmiş, bravo" dedi daha önceki gelişlerimde gördüğüm ufacık tefecik hizmetli:"Gezdirin hanımınıza köşkümüzü." Gözlerini dikip bakmıştı sonra. Tuhaf, tuhaf, tuhaf bir adamdı! "Köşkümüz bu tarihi fırsatı kaçırmamalı." Yarım yamalak gülümsemiştim. Büyük ninem bazı insanların kalp gözü açıktır derdi; söylemeden bilirler, göstermeden görürler.Köşkü gezmiştik. Of of of... Ne hikayeler anlatmıştı hizmetli bize. Köşk bir gün denizin üzerinde yükseldiği direklerden kopup havalanmış da yaptığı şekerlemeden bir türlü uyandırılamayan Milli Şef'in yerine kendisini İtalyan Ticaret Ateşesinin karşısında bulmuş da yolunu şaşıran bir ayıbalığı köşkü kumsala bağlayan iskeleye çıkıp, doğrulup yürümüş de kendisini Gülhane Hayvanat Bahçesi'ne götürecek olanlara insan gibi teslim olmuş da... Bir bir çevirmiştim Marilyn'e. Güldürmüştüm Marilyn'i. Anlattığı saçmalıklarla o hizmetli deği, ona yaşattıklarımla bizzat ben. Sonra, sonra Ada'ya götürdüm onu. Marilyn Monroe'nun yaşadığı son yaza eşlik ettim. Onun son yazına eşlik ettim Okuyucular bir nasihat istiyorlarsa, bekliyorlarsa; belleğini kaybettiğinde ölümsüzlüğünü kaybetmişsindir demek isterim onlara. Sonra da yanında yastığın ve lazımlığınla kendini akıl hastanesinde bulacak olursan, oda arkadaşı diye Shakespeare ya da Ayhan Işık'ı vermezler, çalgıcılarla geri zekalılara kalırsın.Bence bu kadarı yeter, mutluluğun ve aşkın yağmurun yağıp yağmayacağını anlamak kadar basit bir şey olduğunu anlatmaya. Benim bu dünyada her şeye bedel birkaç günüm oldu. Şimdi bellek denen salıncakta o günlerin üzerinde sallanıp duruyorum.Marilyn çok uzun kalmadı Ada'da, yanımda. Ama anlat dersen anlatırım daha. Kısacık bir-iki günün daha tarihçesini; çiçek bürümüş bir galeri; nakışlı bir tavan; kuş havuzunun kenarındaki unutmabeniler arasına takılıp kalmış güzel bir gönül eğlenceliği; bir aşkın deniz kıyısındaki kelebekler, denize inen yokuştaki kelebek orkideleri; mermer basamaklardan görülen sisler içinde manzarası; aile konağımızın bahçesinde otlayan baktıkça onu mutlu etsin diye alınmış bir ceylan ve daha neler neler... Her şeye bedel birkaç gün