PazarMülkiye manzaraları!

Mülkiye manzaraları!

10.12.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Siyasal Bilgiler Fakültesi, yani eski Mülkiye 141 yaşında. Ekonomist ve köşe yazarı Deniz Gökçe, öğrencilik yıllarının albümünü açtı ve anılarını anlattı

Mülkiye manzaraları

Mülkiye manzaraları!

Siyasal Bilgiler Fakültesi, yani eski Mülkiye 141 yaşında. Ekonomist ve köşe yazarı Deniz Gökçe, öğrencilik yıllarının albümünü açtı ve anılarını anlattı

Deniz Ğökçe

Alman Lisesi’nden 1962 yılında mezun olduktan sonra 1962-63 ders yılında Mülkiye’ye girmiştim.
O zaman üniversite sınavına 30 bin kadar kişi katılırdı, üniversiteler tek tek sınav yapardı ve birkaç tanesini kazanırdınız. Mülkiye o zaman sosyal bilimler alanında en üst düzeyde sayılan okuldu ve ben sınavı on ikinci olarak kazanmıştım. (ODTÜ’yü de kazanmış ama Mülkiye’yi tercih etmiştim, akademik nedenlerle değil, basketbol takımı birinci ligde olduğu için!) İlk yirmiye devlet bursu veriliyordu. Ben de burs ile okudum. (Tabii burslu olmam, bir süre sonra sapıtıp sürekli çakmama engel olmadı.)
Ayrıca okulun basketbol takımı da vardı. Birinci ligde oynuyordu. Takımda basketbol oynayanlar yurtta bedava kalır ve bedava yemek yerlerdi.
Ben de takip eden yıllarda basketbol ve futbol takımlarında oynayarak, beleş yemek ve yurt avantasından sürekli faydalandım. Tabii parasız ve aç kaldıkları için sizin basketbol nedeniyle hak ettiğiniz yemeği her öğünde paylaşan birkaç kişi de sürekli yanınızda mevcut olurdu. Yani çorbanıza, yanınıza yanaşan birkaç kişinin sürekli ekmek banması normal sayılırdı. Kolektivite daha birinci dakikadan ruhunuza enjekte edilirdi. Bireysellik tuhaf sayılırdı. Sürüden biri olmak mecburiyeti varmış gibi davranılırdı! Bireysel davranmak da sürekli ceza görürdü. "Erkek toplumu olarak yaşamak" ve "sürü zihniyeti" genel davranış şekli idi. Bunu en güzel soldaki kantin fotoğrafında görürsünüz. Bu resimde okula ilk geldiğimiz haftada bir yıl önceki abilerin terörü ile nasıl karşılaştığınız gözüküyor. Onlar bağırır çağırır, kantinde ayakları uzatır, ama sizden çıt çıkarmamanızı ve doğru oturmanızı talep ederlerdi. Adeta onlar Brahman, siz de köle gibi idiniz. Ama okul kalabalıklaştıkça bu tür davranış bitti. Terörün başı mesela Saint Joseph tipi Fransız okulu mezunu, şimdi Elçi Kaku Erkan Gezer idi! Resimde ağzında sigara ile gözüküyor.

Benim sakalım vardı. Ama solculuk ile ilişkili değildi. Cildim çok hassastı ve tıraş olamıyordum. Ayrıca tıraş olmaya da üşenen miskin ve tembel bir yapım da vardı. Ayrıca sakal bırakmak bayağı etkileyici bir "bitirim" özelliği sayılıyordu herhalde! Solculuk yaygındı ama o dönemde ben Mülkiye’de siyasi kaydı olmadan okulu bitiren nadir kimselerden biri idim. Sağ ve sol ideolojiden oldum olası nefret etmiştim. Bu nedenle de sakalım ideolojik değildi ve ideolojik olanlar tarafından "o sersem zaten futbolcudur, kafası çalışmaz" gibi yakıştırmalarla dışlanırdım!

"Koçero Deniz"in doğuşu
1960’lı yılların başlarında Mülkiye yurdu 100’er kişilik salonlarda yatılan bir yurttu. Alt katta da uzun koridorlarda giyecek dolapları vardı. İlk sohbetler bu dolapların önünde başlardı. Tabii ki erkek erkeğe sohbet en önemli şeydi. Çünkü okulda kız sayısı çok azdı. Zaten yurt da büyük çapta erkek yurdu idi. O bodrum katındaki dolap koridorunda yapılan sohbetlerde birbirimizi tanır ve lakaplarınızıda hemen oracıkta hak ederdiniz. Benim okula girer girmez lakabım Koçero oldu. Koçero o zaman ki doğu illerimizdeki bir eşkiyanın adı idi. Ben lakabı nasıl ve neden kazandım? Cansun Mançer adlı bir arkadaş yanımdaki dolapta yer alırdı. Dolabını çok az aralar ve elini sokup kapağı açmadan eşyalarını alır, çabucak dolabı kapatırdı. Acaba dolapta ne vardı? Her kişi merak ederdi, ben meraktan öteye gittim, dolabın kilidini açıp içine baktım. Meğer Cansun o zaman çok moda ve önemli olan bir küçük transistörlü radyonun çalınmasından korkarmış, bu nedenle kimse görmesin diye dolap kapağını açmazmış. Ben de hemen oracıkta büyük ve sağlam kilitleri açmaktaki ve şifreli kilitlerin şifresini çözmekteki maharetimi sergileyerek Cansun’un dolabına duhul etmem sonucu "eşkiya Koçero" lakabını hak edivermiştim. Bundan da oldukça mutlu idim, çünkü o günkü Mülkiye’de lakabınız yoksa silik sayılırdınız. Lakabın ne olduğu önemli değildi, bir lakap sahibi olmak önemli idi. Ben okula geldiğimin ikinci haftasında lakap sahibi olarak genel kabul görmüştü.
Ancak bizim girdiğimiz yıl içinde Mülkiye okul binasının arka tarafında (eskiden orada Köpekköy adını taktığımız gecekondu mahali vardı,) büyük ve modern bir yurt yapıldı. (Bina hâlâ orada ama artık Mülkiye’ye ait değil). Bu yurtta üç ve altı kişilik odalar vardı. Bu tür bir lüks o zaman için bir devrimdi ve büyük bir lüks sayılmalıydı. Yüz kişilik salonda altı kişilik odaya terfi ettik ve hemen odaya taşınır taşınmaz kafaları çekip kutlamalara başladık. Üstteki resimde yeni yurttaki ilk gündeki sarhoş muhabbeti sergileniyor. Benim karşımda ki kısa donlu pehlivan (sakalsız ve pijamalı olan benim) adaşım "Bey Deniz" ve Ankara Koleji’ndeki lakabı ile "süpersalak Deniz" yani Deniz Gürak, Türkiye yüksek atlama şampiyonlarından olduğu için sürekli sokakta zıplar, otobüs duraklarının en üst kenarına ayağını değdirirdi. İçimdeki rekabet aşkı ile ben de onun her ayak değdirdiği yere zıplar ayağımı değdirirdim. Koçero şampiyon dinlemez! O uzun zamandır Boston’da oturuyor ve seyahat acentası sahibi.

Okulda saygınlık kazanmanın bir yolu sınavlarda diğerlerine kopya vermekten geçerdi. Bir kız arkadaşa sahip olmak da büyük olay sayılırdı ama erkek sayısının ve kültürünün hakim olduğu yerde en büyük prestij tabii ki futbolla sağlanırdı. Okulun baklava turnuvası "rekabete ve bireyselliğe" izin verilen tek alandı. Baklava trunuvası adı verilen ve 5-6 kişilik takımlarla spor salonu ile okul binası arasındaki, şimdi otopark olan alanda oynanan futbol turnuvaları geleneksel olarak nedense hep son sınıf "abiler" tarafından kazanılırdı. Ama bizim girdiğimiz yılda, ilk defa Fare Okan’ın tabiri ile bebeler turnuvayı "garibanlar" adlı takımla kazanınca devrim olmuştu. Bizim turnuvayı kazanmamamız için başta maymun Ertunç olmak üzere abilerin tayfası topu sık sık spor salonun damına atar ve maçı yarıda bıraktırmaya çalışırdı. Gazeteci Hasan Cemal (lakabı gagarin), Dışbank eski Genel Müdürü Attila Taşdemir (lakabı hamal), Moskova Büyük Elçimiz Nabi Şensoy gibileri futbol üstadı idi. Bende kendimi büyük kaleci süsü verirdim! Tabi bu turnuvada göze çarpanlar okulun takımında, hem resmi ligde hem de üniversite maçlarında oynarlardı. Üstte okul takımının 1967 yılındaki kadrosu bulunuyor. Ankara üniversiteler finalinde yer alan bu takım hakemin rakip lehine verdiği haksız (!) penaltı sonrasında hakeme dayak atarak bir rezalete bulaşmıştı. Nabi Şensoy dışındakiler birer yıl boykot almışlardı (ben dahil). Cumhuriyet Gazetesi maçtan çekilmiş bir fotoğrafta "bunlar da üniversiteli" diyerek hakemin hırpalanması anını ebedileştirmişti. Ceza almayan tek kişi tabii ki şu andaki Moskova Büyük Elçimiz Nabi Şensoy idi. O "high school" mezunu olarak gerçek bir centilmendi. Hakemden elli metre uzakta durup hakeme arkasını dönüp sadece "sersem herif" diyerek hayatının en kaba davranışını yaptığı rivayet ediliyor. (Tabii ki kaleci Deniz Gökçe idi). Gazeteci Hasan Cemal ile ilgili bir iki laf etmeden geçemeyeceğim. Hasan çok yavaş konuşur ( Mesut Yılmaz gibi). Ama kerata futbol sahasında tazı gibidir, müthiş hızlı ve çevik. Profesyonel futbol oynasa idi, milli bile olabilirdi sanki! Resimde alt sırada ikinci Nabi Şensoy!

Askerlik hatırası
Ben okuldan mezun olduktan sonra bir meslek sahibi olmadığımı anlayıp, biraz zaman kazanmak için askere gitmiştim. Askerliğimin Tuzla’daki bölümünü ordu takımı kampında, sonrasını Eğridir komando okulunda geçirmiş ve birinci olmuştum. Benim futbol takımındaki yedeğim kaleci Müfit Özdeş (Şimdi Libya’da büyükelçi) bana özenip kendisin de gönüllü olarak Eğridir komando okuluna gitmiş ve kan kusmuştu. Bana küfrettiğini hatırlıyorum. Üstteki resim ne Che Guevera’nın Küba operasyonunda ne de Stalingrad kuşatmasında çekildi. Yukarıdaki bu resim bir Eğridir komando okulu "survival" tatbikatında çekildi. Karnımızı kurbağa ile doyuruyorduk. Komando okulundan sonra verildiğim Genelkurmay’da bir yılda üç sayfa tercüme yaptım. Bir sayfa mehter takımını Japonya’ya gitmesi için İngilizce mektup, iki sayfada generalimin yeni aldığı Telefunken marka televizyonunun Almanca prospektüsünün tercümesi. Bu prodüktivite düşkünlüğüne kızıp askerken oynadığımız Karagücü basketbol takımını küme düşürdüğümü hatırlıyorum!

Mülkiye esas o döneminde basketbolunda önemli ağırlığı olan bir okuldu. Eski Basketbol Federasyonu Başkanı Uğur Erel takımın ası idi. Değerli çalıştırıcı ve Ankara basketbolunun temel taşı Arman Asena ve kolejli Orhan Girgin (hem oynardı hem antrenördü) takımı o dönemde çalıştıran kimseler oldular. Aşağıda 1966 yılında Türkiye Üniversiteler Şampiyonu olan takım yer almakta. Alt sırada 13 numaralı formalı da benim! Üst sırada 12 numara da sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi’nde parlayıp milli takımın ası olan şimdi de çalıştırıcılık yapan Reşat Güney!



PAZAR