Bu Dünya’da “biyoenerji” diye bir şey varsa, Türkiye-Avrupa şampiyonluğu da yetmez; kainat şampiyonu olması lazım Fenerbahçe’nin... O kadar yaygın ve derin Fenerbahçe’yi sırtından iten eller. O kadar çok. O kadar cömert.
Şükrü Saraoğlu’na gidenler tribünlere bakıp kendi kendilerine hayran oluyorlar ya... Stadın yanı, altı, muhtemelen bin kilometre uzağı bile öyle.
Maçtan önce “Maçkolik” diye bir müesseseye takıldım biraz... Bembayaz bir köşkü, pub yapmışlar. Müşteri popülasyonu Birleşmiş Milletler gibi. Karşımda İsveç’ten maç için gelen iki Türk, yanlarında Norveç’ten gelen iki Norveçli, yanımda Bağdat Caddesi’nden Nedim ve Dr. Tolga. Bir de kaynağı belirsiz iki Fenerbahçeli. Hallerine bakılırsa Stat’ta doğmuşlar.
Üst üste insanlar... Maç öncesinde tezahüratlar Fenerbahçe’yi yücelten, Galatasaray’ın yedi ceddini mezarda döndüren cinsten. İşin ilginci genç kızlar dans ediyor bu tempoyla. Muhatap orada olmayınca küfür o kadar ayıp değil galiba.
Neyse maç başlarken Birleşik Fenerbahçeliler Vakfı’na atıyorum kendimi. Orası da tribün gibi. Yani Saracoğlu “tıka basa!” diyorlarsa doğru söylüyorlar; tribünlerin altındaki işyerleri bile dolu. Kapanmışsa Migros’ta kimse yoktur, o kadar.
Sahaya çıkacak 11’ler açıklanırken başlıyor söylenmeler:
“Yahu santraforu yok takımın”!
Neyse, Arda’nın başrolünde olduğu kavga geliyor da konu değişiyor:
“Bozmak istiyor Fener’i... Tipik Terim taktiği”!
Başka laflar da var ama yazamıyorum. Epeydir maçı beklemişler, stres atıyorlar.
Bir saat önce beş-altı gösteren Fenerbahçe elleri, başlama düdüğü ile birlikte tevazua uzanıyor şimdi:
“2-1 yeter bize... Ben korkuyorum bu heriflerden”. Kendi aralarında daha gerçekçi oluyor Fenerbahçeliler.
Sevgili Aziz Yılmaz’ın başkanı olduğu Vakıf’ta “Ayağa kalkmayan Cim-bomlu olsun” diye baskı yok, rahat rahat oturuyorsunuz, ama alkışlamak mecburi. Fena halde mahalle baskısı var alkışlamayana. Takım çıkarken alkış, gol atınca alkış... Bir de kaçırırsa üzüntüyle yumruğunuzu masaya vurmanız tavsiye edilir.
İkinci dakika ve Baros’un ayağı kırılıyor. İşte o zaman anlıyoruz taraftarlığın ne menem bir şey olduğunu:
“Bırakın ölsün”.
Aslında maçı stat çevresinde, hatta bizim gibi stadın dibinde seyretmenin bir dezavantajı var. Siz kabloları ve uzayı dolaşıp dönen yayından izliyorsunuz maçı. Biraz gecikiyor tabi. Önce golün sesini duyuyorsunuz, sokaktakilerin sevinçlerini izliyorsunuz, sonra golü görüyorsunuz televizyondan. Gol sevincini anlatmaya gerek yok, kırılan şişeleri sayın yeter.
İlk golden sonra ilginç bir tedirginlik var bizim çevremizde. Biri bağıra bağıra açıklıyor sebebini:
“Daum, Antep’i unutma he mi”!..
Geriye yaslanma diyor yani. Bu arada Galatasaray atakları ve çeşitli uğurlar:
“Bağla elini... Aç, aç bizimkiler atak yapıyor”.
Penaltı görülmeye değerdi. Yani o mekandaki etkileri... Ben gözlerinden yaş gelen koca koca adamlar mı görmedim, kendi çığlığı ile kendi kulak zarını patlatmaya çalışan mı, hangisini yazayım.
Ama en müthiş durum üçüncü golde: “Ağlattın bizi Fenerbahçe”...
Stadın içini görmedim bu derbide. Ama stat dipten yıkılıyordu, ona şahidim.