İki kişiye Ürgüp’ün peribacalarını sorsanız, biri doğa ve zaman bilinmezi üzerine yazılmış felsefi bir şiirle karşılık verebilir, diğeri “tepe taşı basıncının” dikeltilere katkısından girip Ürgüp toprağının kimyevi yapısından çıkabilir.
Veya Selimiye Camii... İnsan eli ile yapılmış, yerkabuğundan göğe yükselen muhteşem bir dua tomurcuğu mudur yoksa sağlam zemin üzerine doğru statik hesaplarla ve mükemmel malzemeyle inşa edilmiş zor bir mimari eser mi?
Hepsi doğrudur. Tercih, anlayan/anlatan kişinin birikimine, bakışına ve dinleyenin talebine/sabrına bağlıdır.
Tıpkı Beşiktaş-Bursaspor maçı gibi.
Son haftalardaki maç seyirlerimde göz kapaklarımdaki muazzam ağırlığı taşımakta zorlanan ben, Bursaspor’u izlerken ilk yarının nasıl bittiğini anlayamadım. İkinci yarıda da on kişilik Beşiktaş’a doyamadım. Dördüncü hakem uzatma tabelasını kaldırırken “İnşallah altı dakika falandır” diye geçirdim içimden. Bitmesin istedim.
Sonra yorumları dinledim!
“Peribacaları’nı toprağının kimyası, Selimiye Camii’ni statik hesapları” ile anlatan tarz, bana futbolun zevkini unutturmak için elinden geleni yapıyordu ekrandan.
Bakınız, futbolun içindeki hanımefendi meslekdaşlarımız bile “orta sahada basmaktan”, “savunma kurgusundan”, “bindirmelerden” falan dem vuruyorlardı. Zaten bunu hep yapıyorlar. Erkeklere özenip, hem “farklı bakış” avantajlarını kaybediyorlar hem de “teknik analiz” kalabalığını artırıyorlar. Bu gidişle en fazla erkek meslekdaşları gibi olurlar.
Neyse, maça gelelim. Ortada futbol adına nadir bulunan coşkulu bir durum vardı. Yüzü gülmese bile biraz sırıtmıştı futbol. Güzel çehresini göstermişti.
Neydi bu teknik ve taktik sevdası?
“Tello, İbrahim Üzülmez’i tek başına bıraktı”!..
İyi ki bırakmış, sayesinde keyifli bir maç izledik.
En okkalı eleştiri; “Son haftaların başarılı ismi Yusuf’un yerine niye Delgado ile başlamıştı Mustafa Denizli?”
İşe birazcık insani yönden bakılabilse ve futbol denilen insan oyunu “elli tane teknik terimin” içine tıkılmasa, anlamak mümkün olabilirdi belki...
En azından tahminler geliştirilebilirdi. Mustafa Denizli, Ertuğrul Sağlam’ın yerine gelmişti Beşiktaş’a... Neden?.. Ya Ertuğrul Sağlam, elindeki malzemeyi iyi değerlendiremiyordu ki, Denizli’nin yorumculuktaki tespiti buydu... Ya da eksiklerin ne olduğunu tam olarak kavrayamıyordu. Yoksa niye gitsin? Mustafa Hoca takıma iki önemli ekleme yapmıştı. Ernst ve Yusuf. Sağlam’ın Beşiktaş’ı ile Denizli’nin Beşiktaş’ı arasındaki en önemli fark buydu.
Rakip yorulduğunda Yusuf’u sahaya sürüp ona bir de gol attırarak transferde de ne kadar “farklı” ve “haklı” olduğunu göstermek istemiş olamaz mı Denizli?
İstemiş olsaydı, haksız mıydı?
Bence, Yusuf’un bir golü Bobo’nun üç golünden daha önemliydi Denizli için.
Veya başka bir öykü...
Ertuğrul Sağlam’ın Bursaspor’unu, Beşiktaş’ın on kişi kalması bozmuş olamaz mı? Genç hocanın, İnönü Stadı kurgusu “başa baş bir galibiyet” üzerine olsa tuhaf mı? İstemez mi Beşiktaş Yönetimi’ne hata yaptığını düşündürtmeyi? İsterse haksız mı?
Rakip on kişi kalınca mutlaka kazanmak sorumluluğu, taktiğini stratejisini unutturdu Bursaspor’a dersem, “top rakipteyken Beşiktaş orta sahayı beşliyor” tespitinden daha faydasız bir laf mı söylemiş olurum?
Güzel bir maçın ardından sadece taktik ve adam tercihindeki hatalar üzerine kurulmamalı yorumlar. Futbolun aktörlerinin içinde kopan fırtınalar, ayrıntılar, enstantaneler bu sporun rengi.
İyi maçtan sonra da kötü maçtan sonra da aynı laflar... Herkesi teknik direktör yaptılar. Teknik direktörler, maçı seyredip keyiflenmek yerine maçı kazanmak için hesap kitap yapan profesyoneller. Bu kostüm ekran başındaki seyirciye hiç uygun değil. Açık öğretimde teknik direktör yetiştirerek futbolun zevk dalını kesiyorsunuz ki, bindiğiniz dal odur; bilesiniz.
Tamam. Siz futbolu çok iyi biliyorsunuz. Ama az bilenlerin de mücadeleli, hızlı, pozisyonu maçtan keyif alma lüksü var. Tabi müsaade ederseniz.