Halkı anlayabilmek için şehir meydanına asılan resimlerin hikayesini bilirsiniz:
İlk seferinde “Beğenmediğiniz yerleri çizin” diye uyarı yazısı konmuş kenarına... Ertesi gün çizilmeyen yeri kalmamış tablonun.
İkincide, “Beğenmediğiniz yerleri düzeltiniz” notu iliştirilmiş...
Ve günler boyunca tek vatandaş dokunmamış resme.
Çizmek kolay, düzeltmek zordur.
Bizim niyetimiz, ne kimsenin üzerini çizmek, ne ressamın işine karışıp resmi düzeltmek, ne de “Başımıza iş almayalım” diye görmezden gelmek.
Milli Takım gibi yılların emeği, alın teri, özverisiyle kotarılmış, zaman zaman hepimizi gururlandırmış “dev tablo”ya hangi mesafede durmamız gerektiğini biliriz.
Bizim işimiz tablonun “ustasına” seslenmek.
“Sayın Hoca’m şöyle daha iyi olmaz mı acaba”?
* * *
Milli Takımımız “her zaman olduğu gibi” biraz yükselip orada tıkandı yine... Dünya üçüncüsü olduktan sonra da aynı, Avrupa üçüncüsü olduktan sonra da.
Rutin hale geldi; bir güzel turnuva, ardından hüzün...
Olmalı bir nedeni değil mi?
Bunun sebeplerini birbirimizi yiyerek bulamayız. Anlamak için öncelikle günümüzün istikrar abidesi futbol takımlarına bakmalıyız.
Bizde yok onlardan; örnek dışardan!
* * *
Söz konusu malum takımlar artık teknikte, taktikte zirveyi bulmuşlar, on kişi hücum edip on kişi savunma yapıyorlar. Herkes insan sınırlarının sonunda koşuyor. Herkes görev/durum değerlendirmesini saliseler içinde yapıyor.
Neden? Ellerindeki insan malzemesi öyle...
Eloğlu, bizim futbolculara hâlâ öğretmeye çalıştığımız takım olma, yardımlaşma, anlama, uygulama melekelerini çocukluğunda kazanmış.
Bu yüzden Avrupalılar artık yatırımlarını ve araştırmalarını futbol kültürü üzerine yapıyorlar.
Bizim kulüplerin istikrarsızlığı da bu kültür eksikliğinden kaynaklanıyor, milli takımda pas vereceğine şut çekip gol kaçıran futbolcularımız bencilliği de... Soya sopa söven seyirci de.
“Ekolümüz yok” diyoruz ya, ekol de bu kültürün içinde.
* * *
Bizim futbolumuz gelişti, futbol kültürümüz yerinde sayıyor.
O yüzden enerjiyi ajitasyonda aramamız.
O yüzden Milli Takım’a bazen tapıp, bazen saldırmamız.
Terim bile ne zaman ne oynayacağımızı bilemiyor ve çocukça hatalara hayret ediyorsa, futbolu sakatlık, fizik ve maneviyat üzerinden konuşmayı bırakmalıyız.
Başka bir şey eksik aslında...
Artık yaşamanın soluk almak ve karnını doyurmak ile özdeşleştiği, eğlencenin ekranda göbek atmak anlamına geldiği bir ülkede anlatılması, anlaşılması zor (belki de gereksiz) şeyler.
Sahadaki futbolumuzu geliştiren Fatih Terim, bu noktada misyonunu başarıyla tamamlamış oluyor.
Şimdi futbol kültürümüzü geliştirecek kadrolara yer açmanın zamanı geldi de geçiyor.
Sadece Terim değil... Sahadakiler, medyadakiler, hep birden.
Taktik icat etmekle, üzerine milliyetçi sos dökmekle belki maç kazanmak mümkün ama yüreğimizi daraltan o “gerçek” eksikliği hiçbir şey telafi edemiyor. Dünya ve Avrupa üçüncülüğü bile.