Cadde “iSTANBUL DEYiNCE BiR SIZI YERLEŞiR YÜREĞiME”

“iSTANBUL DEYiNCE BiR SIZI YERLEŞiR YÜREĞiME”

21.09.2012 - 19:01 | Son Güncellenme:

Yazar İsmet Kür, Alfa Yayınları’ndan çıkan ‘Yıllara mı Çarptı Hızımız?’ isimli kitabında, cumhuriyetin ilk yıllarına rastlayan çocukluğunun İstanbul’unu anlatıyor. İşte kitaptan seçtiğimiz satır başları

“iSTANBUL DEYiNCE BiR SIZI YERLEŞiR YÜREĞiME”

Eski yılların İstanbul’unda hemen her evin, özellikle her köşkün bahçesi vardı. Daha geniş, daha zengin ya da daha küçük ama Kızıltoprak’tan Bostancı ilerlerine kadar her köşkün, mutlaka...

Bir de komedi bölümü vardı, daha çok adapte oyunların sergilendiği. O ne güzel Türkçeye ve Türkiye’ye uygulanış! Ne kadar ustaca sahneye koyuş! Sanatçılar ne kadar başarılıydı... Hem dram hem komedi bölümlerinde unutulmaz oyunlar çıkaran sanatçılar çoğunluktaydı diye hatırlıyorum. Dram ve komedi binaları aynı bahçe içinde gibiydiler. Komedi binası daha ufaktı, biraz uyduruk bir yapı olarak kalmış hatırımda, ama amfi düzenini de ilk orada gördüm. Bu bina da yandı, dram binasından hayli önce.

12 ayın en anlamlısı, doğanın, tüm güzelliklerini en cömertçe sunduğu aydır eylül. Belki her yerde... Ama... İlle de İstanbul’da ve ille de Bebek’te... İyice kulak verirseniz bazı kayıklardan Dede Efendi’den, Itri’den, Arif Bey’den, Münir Nurettin’den nağmeler duyabilirsiniz. Söyleyen sadece kendi için söyler gibidir ve sanırım öyledir de. “Aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın/ Bir alem-i hayale dalan ab uyanmasın.”

Bu kuş yuvasını anımsatan eve ‘aşiyan’ (kuş yuvası) adını veren Tevfik Fikret’tir. Bahçesinin en eski ama en canlı ağacının altında uyumakta olan da Fikret... Yıllardan beri... 1900’ün ilk yıllarına kadar şehrin çeşitli yerlerinde yaşar ve en son Rumelihisarı’nın bu en güzel tepesinde karar kılar. Zamanla bu semte ad olmuş Aşiyan. Bir müzeye ve bir mezarlığa da.

İstanbul deyince aklıma çocukluğumun ‘İstanbul’unun, “İstanbul tarafı” diye anılan, Fatih’in, Vefa’nın, Aksaray’ın, Eyüpsultan’ın, Sultanahmet’in, Nişantaşı’nın ve benzeri semtlerin evleri, evlerinin bahçeleri, çiçekli balkonları gelir. Bu evlerin tümüne yakın çoğunluğunun, meyve ağaçları, leylakla, türlü çiçeklerle dolu, hiç değilse süslü bahçeleri vardı ve yılın en az sekiz ayında çiçek kokan tertemiz sokakları...

İstanbul deyince aklıma; sırma, ipek işlemeli veya sade rengarenk ‘maşlah’lar ya da her renkten, şık çarşaflar içinde zarif hanımlar gelir. Her zaman ‘yeni’ değil ama her zaman temiz giyimli, bakımlı, nazik erkekler gelir. Maşlah, Kadıköy yakasındaki hanımların genel sokak kıyafetidir. Tek parça kumaştan yapılan, kolları kendinden oluşan çok zarif bir giysidir. Hangi yaştan olursa olsunlar, maşlahlı hanımlar, başlarına, saçlarını şöyle bir örten ince başörtüleri atıverirlerdi... İstanbul hanımlarının çarşaflarındaki özellik, zarafet, renklilik ve rahatlıktı. Ama şu son yıllarda İstanbul’u ve içimizi karartan korkunç kara çarşaflılara, alelacayip örtülü başlara hiçbir yerde rastlanmazdı.

‘Haraç mezat’ satışların yapıldığı yer ‘Sandal Bedesteni’dir. Sandal Bedesteni, meşhur Kapalıçarşı’nın içinde, dışarıya da kapısı olan, olağanüstü yüksek tavanında camlar bulunan -belki de zamanında pencere olarak yapılmışlardı- gene de olağanüstü kasvetli bir müzayede (açık artırma) mekanıdır. İyice geniş olan bu yer, paravanı andıran duvarlarla dörde bölünmüştür. Salonlardan birinde halılar satılır açık artırmayla. Birinde akla gelecek gelmeyecek her tür eşya... Mobilya cinsinden olanlar koridora istif edilmiştir, üçüncüsünde de, değerli takılar. Dördüncüsü, sanırım, para ve değerlendirme işlemlerine ayrılmıştı. Bu salonlarda ikinci, üçüncü el, ara sıra da ve daha çok iflas etmiş esnafın olmak üzere yeni eşyalardı satılanlar. Annemle, sanırım yılda üç beş kez gittiğimiz, değerli takıların satıldığı salondu.

O yılların Eyüp’ü, zaten kendinden başka bir yere benzemezdi. Ne ki bu benzemezliği, bu benzersizliği ayır edebilmek ve de korumak kişinin gelişmişliği, ruhsal olgunluğu, sezilerinin inceliğiyle bağlantılı, orantılı bir ayrıcalıktır. Böyle olmasaydı bugünkü ilkel, berbat, görgüsüz haline getirilebilir miydi?

Bu semtin tarihi geçti aklımdan: Ebu Eyüb’ün babası Halid Ensari Hazretleri, Emeviler İstanbul’u kuşattığında (670) ordularla gelmiş İstanbul’a. Çok yaşlıymış. Aynı yıl içinde göçmüş dünyamızdan. Ver derler ki, İstanbul’un fethinde yol gösterici olmuş. Ölümünden 800 yıl kadar sonra bir rivayete göre Akşemseddin’in (Fatih’in hocası) gördüğü bir rüyası sonucu mezarı bulunmuş. Asıl kahramanımız Hz. Halid Ensari. Cami onun adını taşır bildiğim kadarıyla, semtin anıldığı ad ise Halid’in oğlu Eyüb’e aittir. Hatta kimi kaynaklar Hz Halid Ensari’den “Oğlunun adıyla ünlenen yatır” diye söz eder. Çocukluğumda annemle “Eyüpsultan’a, Hazreti Halid’i ziyarete giderdik.”

İstanbul deyince aklıma Muhsin Ertuğrul gelir. Hemen ardından, Tepebaşı’nda, gayet zarif, aynı zamanda şirin, ahşap bir konak olan ‘Darulbedayi Dram Tiyatrosu’... Ve de tiyatroya ilk kez gidecek olan küçük kızın heyecanı... Piyesin adı ‘Hamlet’. Hamlet rolünde de Türkiye’nin en büyük artisti Muhsin Ertuğrul varmış. Aradan geçen bunca yıla karşın, özellikle Muhsin Ertuğrul kimi jestleri, hatta mimikleriyle, belleğimin en aydınlık köşelerinden birinde yaşayıp durmaktadır.

İstanbul deyince aklıma Bebek Körfezi gelir. “Körfez’deki dalgın suya bir bak, göreceksin/Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde” der Yahya Kemal. Bakarım, görürüm de... Ne ki ‘geçmiş geceler’ öyle çoktur ki hatıra zengini Bebek Koyu’nda; hangisi Yahya Kemal’in gecesidir, hangileri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, hangileri benim? (...) Ve Bebek deyince ‘Nazmi’ gelir aklıma, mutlaka gelir. Nazmi’nin yarı salaş lokantası mı demeliyim? Meyhanesi mi? Hele bahçesinde çay, kahve falan da içilebilirdi, içki de... Nazmi’nin asıl önemli ve güzel gecelerinde ne yazık ki ben çok uzaklardaydım. Yahya Kemalli, Tanpınarlı, Kutsi Tecerli ve tabii şiirli, edebiyatlı, felsefeli akşamlarına katılamadım. Ama Nazmi, onlardan bir kaçının fotoğraflarını asmıştı toplandıkları köşeye.