2010 programına bu sergi dahil değilse ne dahil?

Haberin Devamı

Hani birçokları çocuk sahibi olma isteğini insanın geriye bir şey bırakma, bir nevi ölümsüzlüğü yakalama arzusu olarak yorumlar. Fakat çocuk sahibi olmak bu anlamda herkesi kesmez. Kimileri eylemleri veya eserleriyle tarihe yazılmak ister. İşte bunlardan biri 60 yaşındaki Nahit Kabakçı. Sanat çevreleri onu tanısa da belki birçoğunuz ismini ilk kez duyuyorsunuz. O kendine “misyoner koleksiyoncu” diyor. Hakikaten de öyle. Çok sağlam bir çağdaş Türk resim koleksiyonu var ve bu koleksiyon ile tarihe mal olmak istediğini söylüyor; “Amacım para değil” diyor.
O bu işi yatırım amaçlı yapanlardan değil. Malum Türk resim piyasası tuzaklarla dolu. Manipülasyonlarla bir takım ressamların balonu şişiriliyor ve daha sonraki yıllarda bu ressamların orijinal olmadığı, dönemin gerisinde olduğu veya birilerini taklit ettiği anlaşılıyor ve balon sönüyor. İşte Kabakçı bu tuzakların üzerinden seke seke ilerliyor ve başarıyı yakalıyor. “Bugüne kadar hiçbir resmi para için satmadım, kurtulmak için sattım” diyor.
(Kabakçı’nın “balon ressamlar” listesinde olanları duysanız kulaklarınıza inanamazsınız. Eğer bunlardan birinin resmine sahipseniz verdiğiniz paralara yanarsınız.)
1990’da Kabakçı’nın elinde 2500 resim vardı. Dünyanın en ünlü üç müze müdürünün jürilik yaptığı bir yarışma düzenleyip koleksiyonunu değerlendirmeden geçirdi ve resimlerin 2460 tanesini elden çıkardı. Sonrasında çok bilinçli bir şekilde, emin adımlarla koleksiyonunu genişletmeye başladı.

“Misyonum yurtdışında sergi açmak”
Kabakçı, Türkiye’deki müzelerin hep yabancı sanatçıları ülkemize getirdiğinden ama Türk resmini dışarıya taşımadığından şikâyet ediyor; misyonunu yurtdışında sergi açmak olarak belirliyor. 2010’da kızının adını verdiği Hûma Kabakçı Koleksiyonu’nun Türkiye orijinli ressamları kapsayan birinci bölümünü Avrupa’da üç ayrı ülkede dört ayrı müzede sergilemeye hazırlanıyor. Koleksiyon 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ruhr sergi programına alındı ve tanıtım çalışmalarına başlandı. Bir diğer kültür başkenti Pecs şehri de 2010’da Kabakçı’nın sergisini üstlendi. Kabakçı tabii ki 2010’un üçüncü Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul’da da programa dahil olmak üzere başvurdu ama başvurusuna cevap bile verilmedi. Buna şaşırdık mı? Şaşırmadık. Biz artık bu ülkede bu tür şeylere şaşırmıyoruz, yanlış mı?
Her neyse; zaten bu saatten sonra olumlu cevap alsa dahi Hûma Kaymakçı Koleksiyonu’nun İstanbul 2010’a katılması mümkün olmayacak çünkü serginin programı tamamlandı. 2010 organizasyonunun başındakiler otursunlar dertlerine yansınlar.
İnsan “Bu koleksiyon bile İstanbul’un kültür başkentliği programına dahil olmadıysa ne dahil oldu acaba” diye düşünmeden edemiyor. Bekleyip göreceğiz.


Bize bunlarla gelmeyin
“Altın Kızlar” fiyaskosunun ardından şimdi de “Sex and the City”nin yerli versiyon filmi çekilecekmiş. Bir gün de bir şeyin yerli versiyonunu yapmayalım, kendi orijinal yerli malımızı üretelim.
Bence taklitçilik artık genlerimize işledi, gerçekten. Ya eski romanların bugüne uyarlanmış dizilerini izliyoruz ya da en az 10 yıl önce Batı’da popüler olmuş işlerin yerli taklitlerine sığınıyoruz.
Neden bir gıdım yaratıcı olamıyoruz? Bu kadar mı tıkandık kaldık?
Bir de dünyayı takip eden insanları salak yerine koyduklarını düşünüyorum.
Merak etmeyin, biz Batı’nın iyisini izliyor, takip ediyoruz. İyinin kötülerini, yerli versiyonlarını görmek istemiyoruz.
Bize daha iyi ve özgün fikirlerle gelmenizi bekliyoruz. Çünkü bunu hak ediyoruz.


Bayan değil kadın, eşim değil kocam
Mağazalarda “Kadın bölümü yukarıda mı?” diye soruyorum. Satış görevlileri “Bayan bölümü yukarıda” diye düzeltiyor.
Bildikleri doğruymuş gibi bir de kalkıp beni düzeltiyorlar.
Kadınlıktan utanması gerekenlerin toplumunda kibarlık kisvesi altında bu “bağyaaan” lafını pompalıyorlar. Bu sözcükten rahatsız olanlar sokakta terbiyesiz muamelesi görüyorlar.
Şimdi bir de “kocam” ve “karım” sözcükleri “ayıp” sınıfına dahil edilmeye başlandı. “Eşim” gibi saçma bir sözcük yaygınlaştı. Birinden kurtulamadan başımıza bir de bu çıktı.