Skorer Spor yazarları

Spor yazarları

09.11.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Spor yazarları

Spor yazarları

Duygu Asena

Spor Yazarları'nı özel olarak tanımlamama gerek yok. Onlar da herkes gibi işte. İçlerinde bir bilim adamı kadar araştırmacı, incelemeci olanlar var, bir tarihçi kadar saygın ve tarafsız olanlar var, bir sokak serserisi kadar hırt olanlar var, bir alkolik gibi durmadan içenler var, zeka düzeyi belli ki 90'ın bile altında olanlar var, dünya tatlısı, dünya akıllısı olanlar var... Eh, gerisi okura kalmış, kim kimdir anlasın, ona göre okusun... Ama çoğunun bir ortak özelliği var, maç boyunca durmadan "dırdır" ediyor, durmadan eleştiriyorlar. "Şu Romenlerin kellesinin gitmesi lazım... Bunlar bozdu bu takımı... Fatih, çıkart şu Hakan'ı... Hayırlı bir kısmet bulsam da şu Hakan'ı eversem... Filipescu dul kadınlar gibi... Gideyim mi gitmeyeyim mi, günah yazar mı yazmaz mı... Kontratakları kim yapacak... Savunma yapmayı bilmeyen iki adamı yanyana koymuş..." Bir söylenme ki sormayın.
Birisi söyledi, adını unuttuğu bir İngiliz demiş ki; "futbol eleştirileri, yazma bilmeyenlerin okuma bilmeyenler için yazdığı yazılardır." Kızmayın hemen, kızmayın, böylesi de vardır... Ya da futbol eleştirilerini stadyumdan telefonla bildiriyorsunuz ya, bu da "yazı" olmuyor doğal olarak, üstelik bazı sözcükler, dinleyen tarafından da yanlış anlaşılırsa, ortaya acayip bir yazı çıkabiliyor... Adam bunları düşünmüş olabilir.
Bana sorarsanız, bu iyi oynadı, bu kötüydü'den çok, bir yorum, bir öneri getiren ve espri içeren eleştirileri seviyorum.
Futbol yazarlarıyla Milano, Parma, Amsterdam, Utrecht, Prag gezileri yaptım. Bazıları beni olumsuz yönde çok şaşırttı, kimileri de olumlu yönde.
Örneğin THY uçağı Amsterdam havaalanına konduğu anda telefonunu açan ve iki dakika sonra telefonu çalan Z.Ş.'nin bu davranışını hiç unutamıyorum. Şaşkınlık içinde gelip, onları uyaran hostesle dalga geçen, üç saat boyunca şişe şişe viskiyi devirmiş "öteki"leri de.
Artık duayen olmuş, aziz arkadaşım Doğan Koloğlu ile konuşuyorum. Futbolculardan söz ederken, birdenbire, örneğin İngiltere'nin tarihine atlayıp konuşmayı sürdürmek yeteneği olduğu için, konuşmalarımızı uzun uzun ayıklayarak, özetliyorum... Diyor ki;
-Gazetecilerin ilk dışarı açılanları spor yazarları oldu. Örneğin 48 Londra olimpiyatlarına Tahsin Öztin gitti. Hürriyet'in lider gazete oluşunda, bu büyük etkendir. Sonra o zamanki Akşam gibi fikir gazetesi bile bu yolla tiraj aldı. Spordan gelenler lisan bilmeseler bile yükselmeye başladı. Nezih Demirkent, Abdi İpekçi, Necmi Tanyolaç, ben... Sonra spor yazarlığı şekil değiştirdi. Televizyonun çıkmasıyla küresellik aşaması yaptı. Naim dünyanın her yanında tanınır ama Çiller tanınmaz. Bu bir çarpıklığı getirdi, bağnazlık başladı. Çocuklar bile çok fanatik, bu sporun temel ilkelerine ters. Spor o kadar popüler ve evrensel oldu ki, artık yayınlara yazar yetişemez oldu. Sadece teknik yazarlık yetmiyor, bir kompleks ortaya çıktı, dürtüler halinde kontrolsuz gelişiyor. Nasıl yararlı olunur düşünülmüyor.
"Yabancı maçlarda galibiyet alır almaz, tarih yazmamız doğru mu sizce?"
-İnsanların topluluğunu yüceltmeye ihtiyacı var. Türkiye otomobili, uçağı ile övünemiyor. İnsanın kendi kökeninden gelen bir şeyle onur duyması lazım. O zaman spor ortaya çıkıyor. Spor özellikle kimlik arayışı içinde olan ülkelerde önemli oluyor. Gelişmiş ülkeler sanatçılarını yüceltir, az gelişmiş ülkeler sporcularını.
"Neden basın herşeyi bu kadar abartıyor?"
-Türkiye'nin bölünmesi için fanatizmin ve aşırılığın oluşması lazım. Brizinski (eski ABD Dış İşleri Bakanı) 'Avrupa ikiye bölünecek, Avrupa Topluluğu ve onun dışında kalanlar -Sarayevo Grubu-, burada anarşi pompalanacak. Bu bölünme ilkesi Türkiye'de de uygulanıyor, spor da bunun kamçılayıcısı.' diyordu. Avrupa buna karşı çıkabilmek, fanatizmle mücadele edebilmek için bir karar alıyor, 'bir takımda 11 yabancı futbolcu bile oynar' diyor. (AB'ye dahil olanlar) Futbolcular işçi muamelesi görüyor. Eskiden kulüp zihniyeti vardı, yarar düşünülürdü, şimdi ticari amaçlı oldu.


Dokuz günlük yazı dizisi, nihayet bitiyor. Futbol öylesine "kalabalık" bir konu ki, her şeyle ilgilenmek olanaksız. O yüzden "cımbızla" bir şeyler çektim ve yazdım.
Futbol'un ekonomik, sosyal, psikolojik boyutları var. Hepsi de birbirinden önemli. Ama iş, dönüyor dolaşıyor, ülkemizin her konudaki genel sorunu eğitimde bitiyor.
Futbol üzerine bilimsel bir araştırmaya sahip okurumuz Aziz Önder Torun, "ne kadar önemli noktalara değindiğinizin farkında mısınız?" dediğinde çok seviniyorum. Onunla da "eğitim" üzerinde birleşiyoruz. "Bütçesi yedi trilyon olan takım var. Nereye gidiyor bu paralar, nasıl saçılıyor. Bir tane futbolcumuz yok dünya çapında yetişmiş, yabancı kulüplerde oynayan..." diyor. Kulüplerin eğitimle daha fazla ilgilenmesi gerektiğini söylüyor.
Ben bu diziyi hazırlarken öğrenmenin yanısıra eğleniyorum da. Yabancı takımları izlemek, bir satranç hatta bir dans gösterisi gibi keyifli. Ama sakın Ali Sirmen'e Türk-yabancı kıyaslaması yapmayın. "Yabancı takımları gördükten sonra, bizimkilere nasıl tahammül ediyorsun?" diye soran bir kadın arkadaşına Ali şu yanıtı vermiş; "biz de sinemada Sophia Loren'i izleyip, eve dönüyoruz ama..."
Futbolla bu denli yoğunlaşırken farkediyorum ki, bir şeyi öğrenmek güven veriyor insana... Çalışmalarımın başındayken, Parma'da statda kaybolmamak için ürkek ürkek yazarların peşine takılıp, onlar nereye giderse gitsin, arkalarında dolaşan ve sonunda basın trübününe giriyoruz sanıp, hepsiyle beraber erkekler tuvaletine giren ben, stadların kalabalığından çekinip, Halil Özer'siz asla bir stada girip çıkamayan ben, yanımdaki spor yazarına dönüp, 'sekiz numara çok iyi değil mi' diye sorunca, 'daha çok erken' diye azarlanıp, köşeme çekilen ben, 'on numaranın adı ne' diye sorarken küçümsenmekten korkan ben, ofsaytın ne olduğunu öğrenmek isteyip de, adamlardan korkumdan, soramayıp, kendikendime bunu çözen ben, dizinin sonlarına doğru, stadlara kendikendine girip çıkan, asla erkekler tuvaletini basın trübünü sanmayan, aklına eseni korkmadan sorup, söyleyen biri haline dönüştüm... Ama yine de "ofsayt pozisyonu"nu anladığımda, sanki gol olmuş gibi "ofsayt ofsayt" diye sevinçle havalara sıçradım da, yanımdakiler garip garip baktılar. "Öğrendiğim için sevindiğimi" anlamamışlardı.
ilk başlarda "senin burada ne işin var" diye hafif küçümseyerek, dalga geçerek yaklaşanlar, son zamanlarda içtenlikle, "geçen maçta yoktun, nerelerdeydin" demeye başladılar. Kendi dünyalarına giren kadının içten ve ciddi olduğunu anlamışlardı sanırım.
Ama ne yazık ki, bu kadar futbolla içiçe olan ben, ortamı öyle benimsemişim ki, Parma'da, Fenerbahçe'nin Steau Bükreş'e yenildiğini öğrendiğimde Halil Özer'e telefon açıp, afedersiniz, "haşırt" deyip kapattım. Söz veriyorum futbol hayatım boyunca ettiğim ve edeceğim tek kötü söz bu olacak. Zaten sonra hemen Halil'e telefon edip, özür diledim ve bunu yapmam için Ali Sirmen ve Doğan Koloğlu tarafından zorlandığım yalanını uydurdum.
Geçen gün Ali Sami Yen'de rastladığım futbol yazarı Cengiz Alpman, dedi ki, "şimdi de futbolcu gözüyle kadın" diye bir dizi çıkacak ona göre... Eh, ilginç olur herhalde!
Her uzun şey biterken bir teşekkür faslı vardır. Ben de İhsan Topaloğlu'nun yönetimindeki Milliyet Spor Servisi'ne en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Doğan Bey'e, Kahraman Bey'e, Halil'e, Bilal'e, Hasan'a, Gürcan'a, Meriç'e, Cem'e, Serdar'a, Tankut'a, Turgay'a, Vedat'a, herkese sevgiler ve teşekkürler. Oraya bir yere masamı koyun, belli ki bu futbol işim pek bitmeyecek.


Eskimiş futbolcuları, kırpıp kırpıp yazar yapıyorlarmış. Ama çoğu yazmayı bilmiyormuş. Onlar notlar gönderir, bir başkası onu yazı haline getirirmiş. Hatta bir eskimiş futbolcu, maçın yarısında çıkıp, eksik bilgiyle yazı yazdırmaya kalkışmış da, gazeteden kovulmuş. Ama birkaç tanesi varmış ki, onlar hakkaten iyiymiş. Ama ağızlarıyla kuş tutsalar, asla birbirlerini beğenmezlermiş. "Miş miş" diye yazınca, iş benden çıkıyor, başkalarına mal oluyor, ne kolay bir iş değil mi?
"Büyüyünce ne olacaksın" diye sorduğum futbolcuların tümü, "yazar olacağım" dediler. Doğrusunu isterseniz, yaşlanmaya başlayan onlarca futbolcu yazar olursa, nerede yer bulacaklar bilemiyorum, evhamlanıyorum. Sanırım bu gidişle hepimizin köşelerine onlar oturacak. Acaba, Ali Sirmen, Yavuz Gökmen, Salim Alpaslan ve bendeniz bu gerçeği gördük de, işsiz kalmamak için mi futbola sarıldık?
Futboldan gelip de yazar olanların içinde başarılı diye nitelendiren birkaç kişiden biri, bizim kuşağın efsane adamı Turgay Şeren.
"Neden futbolcular yazar oluyor?"
-Gazete yetkilileri onların bekraundundan istifade etmek istiyorlar. Zamanla bunlar eleniyor. Haketmeyenler zaten ya kendileri bırakıyor ya da yazıların etkinliği kalmıyor.
"Spor yazarları arasında sert tartışmalar var. Hıncal'la birbirinize girdiniz, bakıyorum burada dostça konuşuyorsunuz."
-Böyle olmasa resmi gazete yayınlanırdı. Tabii ki görüşler değişik. Peşin hükümlü arkadaşlarla bazen savaşıyorum. Fikir ayrılığından çok, onların peşin hükümlülüğünden kaynaklanıyor kavga. Dün dündür, bugün bugündür mantıkları var. Önceki başarıları çabuk unutuyorlar. Bazen hadlerini bildirmek lazım. Evet Hıncal'la hem atışıyoruz, hem de böyle dostuz. Bazıları hep ters fikir yazarak konuşulmak, ünlenmek istiyorlar. Aleyhlerine de olsa konuşulmak hoşlarına gidiyor. Siyasetin içinden gelmiş köşe yazarlarından bahsediyorum.
"Ama çok fazla ağır eleştiriler olmuyor mu?"
-Eskiden Herrera diye bir antrenör vardı, onun kitabını okudum. Diyor ki; 'bir maçı kendi fikirlerinizle sahaya sürdünüz, kaybettiniz. Maçtan sonra on yaşında bir çocuk geliyor ve diyor ki, Niçin Ahmet'in yerine Mehmet'i oynatmadın? Bu çocuğa kızmayın, gidin bunu düşünün. Çünkü siz maçı kaybettiniz, futbolda inat olmaz. O inadın sonunda insan kendini yok eder. Futbolcu da, teknik adam da, gece olduğunda kendini eleştiriyor mu, ben şu hatayı yaptım diyor mu, o zaman başarılı olur.
"Ama teknik adam da diyor ki, bu benim işim, o bu kadar karışmamalı."
-Bunu ben biliyorum olmaz, herkes herşeyi biliyor artık. Kuralları en iyi kullanan, en iyi teknik direktördür.
"Bugünün futbolunu eski zamanla kıyaslar mısınız?"
-Bugün çim sana sayesinde sürat gerçekleşti. Metin Oktay pas verecekken önce stop etmesi lazımdı topu çamurdan çıkartmak için. Biz en çok çim sahaları kıskanıyoruz. Sonra defileye çıkar gibi giydikleri kıyafetleri. Biz de para kazandık ama, amatörce yürekten oynardık. Profesyonellik Türk futboluna umursamazlık getirdi. Nasıl olsa milyarderim diye, düşünmüyor. Soyunma odasında en çok konuşan en kötü oynayan oyuncudur, teknik direktör çok bağırıyorsa hatalarının eseridir.


Amsterdam'da, o güzelim stadda Türkiye-Hollanda maçını izlerken farkettiğim bir şey oldu... Bizim futbolcular son derece centilmen ve sakindiler, aralarındaki yardımlaşma da inanılmaz boyutlardaydı. Sonra öğrendim ki takımın bir psikiatristi varmış... Acar Baltaş futbolculara "ders" veriyormuş. Bu çok akıllıca birşey, son zamanlardaki futbolcuların sinirli davranışlarına bakarsanız, tüm takımlara bir psikoloji eğitimi şart. Zaten futbolcular da bu uygulamadan çok memnun, Abdullah, "bu eğitim sayesinde kendimize inancımız arttı, çok şey farketti." Turan, "kafa yapım değişti, kendime güvenim arttı. Uzayda bile oynasam üstün olacağıma inanıyorum" dediler.
Acar Baltaş'la uçakta konuştuk, şunları söyledi;
-İyi bir performans ve uyum için üç şey gerekli. 1-Bireysel kalite, işini iyi yapan futbolcu demek değildir, o zaten gerekli, şimdi IQ'nun yükseltilmesi kastediliyor. 2-Ekip kalitesi, ortak bir değer sistemi varlığı ve birlikte çalışma becerilerinin öğrenilmesi. 3-Yönetim kalitesi, yönetici var olan ortak değer sistemine model olur. Adil ve objektif olarak bu sisteme uyan hareketleri ödüllendirir ya da uyarır.
"Profesyonellik ne demektir?"
-Profesyonelliğin içinde kontrol vardır. Biz, hakem, rakip takım, saha, hava ve şansı kontrol edemeyiz. Bunlarla kurban rolü oynamamalıdır. Kontrolu elde tutmak, amaca ulaşmaktır. Gayret ve becerimizi kontrol edebiliriz. Tüm dikkatimizi buna yoğunlaştırıp, çalışıyoruz. Kafamızı haksızlığa, havaya, şuna buna değil, kendimize yönlendiriyoruz. Nefes teknikleri yapıyoruz."
"Aslında güvenimizin kaybolması için çok neden var, şu Arena stadı bile futbolcunun üzerinde bir baskı yaratabilir."
-Evet, biz bu stad için bile bir özel konuşma yaptık. Kendilerini değerli bulanlar, hayata karşı olumlu, yapıcı, iyimser bakış açısı içindedirler. Mesele insanları dolduruşa getirip sahaya sürmek demek değildir. Ekibi ekip yapan özellikler, ortak bir amacın varlığına yürekten innamak, zor zamanda birbirine destek olmak, yeni gelene kucak açmak, birbirine güvenmektir. Güven işin temelidir. Kimin ipiyle kuyuya inersiniz diye sorunca, herkesin derler, bu bir ekiptir.
"Neden bizde futbol bu kadar önemli?"
-Futbol heyecan verici bir seyirliktir. Amerika'da futbol tutmaz çünkü süre uzun, sonuç kısırdır, sabredemezler.Orada hep skor olmalıdır. Futbol hayat stili ve dünya görüşlerine uymaz. Düşünebiliyor musunuz, 50 bin Amerikalı toplanıyor ve 90 dakika hiç gol diye bağrılmıyor, buna dayanamazlar.
"Entellektüeller futbolu küçümsüyor, futbol alt sınıflara özgü diye yorumlanıyor."
-Bu yorumlara gülüyorum. Ama Türkiye'de yazık olan iki şey var; bu kadar değer verilen bir konuda gençleri geliştirmek için hiçbir şey yapılmaması ve gerçek anlamda alt yapıya önem verilmemesi.


"Sıkı taraftar"la konuşmak başlıbaşına bir keyif. Öyle komikler ki... Anlatıyorlar; "maça gittiğimde galip gelirsek, ondan sonra hep o gün giydiğim kıyafeti giyiyorum. Maç boyunca nasıl oturmuşsam, o oturuşu hiç bozmuyorum, heykel gibi oturuyorum, oram buram tutuluyor. Ayakta durmuşsam, sonraki maçta da ayakta duruyorum." "Hep aynı kapıdan stada giriyorum. "Eğer eşim ben maçtayken sinemaya gitmişse ve biz yenilmişsek, bu durum uğursuz diye, bir daha sinemaya gitmesini istemiyorum." "Sion-GS maçında evde pizza yemiştim. Sonra Beşiktaş'ın maçında da aynı pizzaları söyledim." İşte böyle taraftarın "uğur" meselesi çok önemli.
Futbolun içinde bir de seks meselesi var. Aslında çok uzun söz edilmesi gereken bir konu. Futbol ve seks için şunlar söylenebilir; yurt dışındaki maçları izlemeye giden beyfendilerin bir bölümü, maç bittikten sonra ne yapıyor dersiniz? Hele hele Rusya, Romanya, Moldavya, Çek Cumhuriyeti gibi yerlere gittiğinde? Bir kameraman diyor ki; "futbol maçları dışarıdayken bir seks furyası haline dönüşüyor. Birgün Moskova Cosmos Oteli'ndeyiz. Türkler lobiye doluşmuş, davullar çalınıyor, tezahürat yapılıyor. Tabii Türk'ler nedeniyle fahişeler fiyatlarını artırmışlar. Mesela 40 dolardan 200 dolara çıkmış. Pazarlıklar yapılıyor ama indirim olmuyor. Sonra onlar için özel sloganlar atılıyor;
HAYDİ HAYDİ ALLAHAŞKINA VERECEKSEN VER ARTIK 30 DOLARA...
Galatasaray'ın Moldavya'ya gidişinden sonra, taraftar ve basın durmadan Moldavya'ya gitmeye başlamış... Niyeyse?... Bu konunun devamı bir başka bahara... Ama kadınlar üzülmesinler, "hepsi" bunların peşinde değil. Bazıları da arta kalan zamanlarında tarihi ve turistik yerleri görmeye gidiyor. Ben şahidim.

BİTTİ....BİTTİ.... BİTTİ