SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

''Hayır'' Demeyi Öğrenin

Oscar Wilde ''Sadık Arkadaş'' adlı hikâyesinde zengin bir değirmencinin en yakın arkadaşı talihsiz bahçıvan Hans’ı anlatır. Zavallı bahçıvan, değirmencinin kölesiydi aslında. Değirmenci ''rica'' ile durmadan bir şeyler talep eder, ''hayır'' cevabını da kabul etmez. Eh, sonuçta Hans da ''hayır'' diyebilen biri değildir. Her şeyini değirmenciye verir, tüm hizmetlerini de görmektedir. Değirmencinin karısı ve çocuklarının da isteyecek bir şeyleri hep olur. Ama fırtınalı bir havada gene değirmenci için koştururken Hans’ın başına bir sürü kaza gelir. Ve ölür. Kıssadan hisse: ''Hayır'' diyememek öldürmese de süründürür. Doktorunuza, sevgilinize, eşinize, patronunuza ve başkalarına “hayır” demekte zorlanıyor musunuz? Yalnız değilsiniz. Bu bir sorun; hem de en yaygınlarından biri.

''Hayır'' diyememek birçok insanın çok sık görülen özelliklerinden birisidir. Başkalarına hayır diyememek nazik bir davranış gibi görülse de aslında bir çeşit korkudur. ''Hayır'' demek yerine karşısındaki insanın beklentisine cevap vermek zorunda kalmaktır. Karşımdaki insan beni sevmezse ! ya da ilişkimiz biterse ! ya da aramız açılırsa, ya da bana kırılır ve arkadaşlığımız zarar görürse şeklinde bir tedirginlik duyulur.

Toplumumuzda başkasını kırmamak için, kendi istek ve gereksinimlerini ihmal ederek, başkalarının isteklerine ''hayır'' diyemeyen çok sayıda insan bulunmaktadır. Çoğu zaman ''hayır'' demenin karşıdaki insanı kıracağı, üzeceği, onu yok saymak anlamına geleceği, ilişkileri zedeleyeceği, karşıdaki insanın istekleri yerine getirildiğinde ilişkilerin daha iyi yürüyeceği düşünülür. Oysa kendi istek ve gereksinimlerinden kolayca vazgeçerek, sürekli karşıdakinin istek ve gereksinimlerini karşılamak, kısa vadede ilişkilerde olumlu etki yarattığı gibi, uzun vadede ilişkileri olumsuz etkilemektedir. Böyle durumlarda karşımızdaki insan veya insanlarla sınırlarımızı koruyamadığımız için bir süre sonra sürekli vermek, karşımızdakiler için en doğal hak haline gelir.

''Hayır'' demeye başlamadan önce, neden her daim ''evet'' demek zorunda kaldığınızı anlamalısınız. Muhtemelen çocukluktan bu yana size söylenenleri yapmak zorunda kaldığınız için, kendinizi evet demeye mecbur hissediyorsunuz. Çocukluktan bu yana, bireyler sosyalleşmelerini hayır demek üzerine değil; paylaşma, birlikte hareket etme gibi güdüler doğrultusunda evet demek üzerine kuruyor. Hayat da bu temel üzerine inşa edildiğinden, özellikle bazı insanlar için talepkar olmak zorlaşıyor. Aynı zamanda, başkaları tarafından beğenilme güdüsü de bu tutumda oldukça etkili oluyor. Genel istatistiklere göre de kadınlar bu konuda erkeklerden daha fazla evet demek zorunda kalıyor. Dahası, hayır diyemeyen insanlar, hayır demeyi bir uyumsuzluk göstergesi olarak algılayarak negatif bir tutum olduğuna kanaat getiriyor.

Hayır deme korkusu, sadece beynimizde olan bir durumdur. Eğer nasıl hayır demeniz gerektiğinden emin değilseniz, duruma göre aşağıdaki farklı ''hayır'' deme yollarını kullanabilirsiniz:

''Hayır'' Demenin Yolları
- ''Hayır'' demeniz gereken durumlarda ''hayır dersem en kötü ne olur?'' sorusu ile olabilecekleri düşünün. Örneğin; yakın arkadaşınızın sizi dışarda bir ortama sohbet etmeye çağırdığı bir günde; ona hayır derseniz size alacağı tepki, göstereceği kızgınlıklar gibi gerçek sebepleriniz olabilir.

- ''Hayır'' kelimesini doğru zamanlarda kullanın. Yine örneğimiz arkadaş olsun. Arkadaşınızın her sohbet isteğine sınır koymamalısınız tabi. Ancak gerçekten koymanız gerekli durumlarda ''hayır'' kelimesini kullanarak gerçek durumunuz ne ise sakince ifade edin.

- Ben dili kullanın. ''Hayır'' kelimesinin içinde bulunduğu bir cümlenin en yumuşatıcı hali ben kelimesi ile buluştuğu andır. Sizi dışarıdaki bir ortama sohbete çağıran arkadaşınıza ''üç gün önce buluştuk ve görüştük'' demek yerine, ''nasılsın'' kelimesini duyduğunuz anda gerçek durumunuzu yansıtan ''eşimle ve çocuklarla ilgilenmem gerekiyor'' gibi cümleler ile maça bir sıfır önde başlayın.

- Düşüncelerinizi susturmak ''hayır'' demenizin en kolay ancak uygulaması da bir o kadar zor yoludur. ''ben hayır dersem…'' ile başlayan ve diğerlerinin ne söyleyeceği ile biten cümleleri karşısında yine geri adım atmak istemiyorsanız düşünmeyi bırakmalısınız. Artık kendinizi düşünmenin vakti geldiğini ve kendini düşünmenin de en kolay sözcüğünün ''hayır'' olduğunu artık biliyorsunuz.

- ''Hayır, yapamam.'' cümlesini kullanın ''Hayır'' demenin en net hali. ''Hayır'' demek için çok fazla düşünmeyin ve bazen de direkt olarak ''hayır'' demeyi deneyin. Bunu yaptıktan sonra, karşılaştığınız tepkinin aslında hayal ettiğinizin yarısı kadar olmadığını bile göreceksiniz.

- Dürüst, açık, net ve kararlı olun. Yalana başvurmadan durumunuzu anlatarak net bir şekilde hayır deyin.

- Beden dilinizle de hayır deyin. Gözleriniz, duruşunuz ve ses tonunuz söylediklerinizle uyumlu olsun.

- Zaman isteyin. ''Önce biraz düşüneyim, sonra sana cevap veririm.'' Bu cümle, ''hayır'' demekten çok, ''belki'' demek anlamına gelir. Eğer size teklif edilen şey ilginizi çekiyorsa ama henüz ''evet'' demek istemiyorsanız, bu cümleyi kullanabilirsiniz.

- Liste yapın. Geçen hafta kaç kez ''evet'' dediğinizi listeleyin. Tamam dediğiniz şeylerden ötürü kendinize kızgın mısınız? Darılmış, gücenmiş ya da içerlemiş hissediyor musunuz? Maddi ya da manevi kayıplarınız var mı? Değerlendirin.

Instagram: instagram/volkanpelenk

Yazının devamı...

Evliliği Bitiren Nedenler

1- YALAN: Güven duygusu, insanın en temel duygularındandır. Sağlıklı bir evlilikte eşlerin birbirine karşı güven duyması ve dürüst olması oldukça önemlidir. Eşlerden birinin yaptığı hatadan dolayı dürüst olup bunu en başında ifade etmesi o an için problem oluştursa da karşılıklı iletişim ile çözülebilir ancak hataların yalanlarla devam etmesi, söylenen yalanın ortaya çıkmasıyla birlikte ilişkide güven problemini ortaya çıkaracağından dolayı telafisi mümkün olmayan bir sürece çiftleri sokabilir ve evlililiği çatırdamasına sebep olabilir.

2- ALDATMA: Evlilik birlikteliği içerisinde eşlerden birinin gizli bir ilişkisinin ortaya çıkması yani sadakatsizliği evliliği bitiren en önemli sebeplerdendir. Bu süreç eşler arasında ciddi bir krize yol açar ve kriz iyi yönetilmezse güvensizlik ve kuşku çift ilişkisinin içine girip sonsuza kadar orada kalabilir ve boşanmaya zemin hazırlayabilir.

3- CİNSEL PROBLEMLER: Evlilikte cinsellik herşey değildir ama çok şeydir. Eşlerden birinin cinsellik konusunda isteksiz oluşu veya yaşanılan cinsel problemler sonucu tedaviye yanaşmaması evliliği temelinden etkiler ve ilişkiyi boşanma sürecine sürükleyebilir.

4- AŞIRI KISKANÇLIK: İlişkilerde dozajında olan kıskançlık ilişkiyi canlı tutar ve çiftleri birbirine yakınlaştırır. Aşırı derecede kıskançlığın en önemli sebebi eşler arasındaki iletişim problemleridir. Kıskanan eşin ''beni gör, seni kaybetmek istemiyorum'' çağrısına kıskanılan eş olumlu cevap veremezse suçlamalara ve sürekli kavgaya dönüşür. Kıskanılan eşin de ''bana güvenmiyor'' algısına sebep olarak gizliden gizliye evliliği yıpratır ve boşanmaya sebep olabilir.

5-ŞİDDET VE AŞAĞILAMA: Eşlerin herhangi bir durumda sürekli birbilerini küçük gören söz ve davranışta bulunması, ayrıca evlilik sürecinde oluşan problemlerin iletişim ile çözülememesi ile birlikte oluşan öfke patlamaları ve şiddet evlilik sürecini derinden etkiler ve boşanmayı tetikler.

6- EKONOMİK NEDENLER: Eşlerden birinin işsiz kalması, maddi beklentilerin altında kalan evlilik yaşamı, işsiz kalan eşin iş aramadaki isteksizliği ve sorumsuzluğu çiftler arasındaki gerginliği tetikleyerek boşanmaya sebep olabilir.

7- İLGİSİZLİK: Evlilik yaşamında eşlerden birinin sürekli başka hobilerle uğraşması, iş yaşamına daha fazla vakit ayırıp evine özen göstermemesi, arkadaşlarıyla eşinden daha fazla vakit geçirmeye çalışması; güvensizlik, kaygı ve buna bağlı olarak kurgusal düşüncelere sebep olarak evlilik kurumunu temelinden sarsabilir.

8- PSİKOLOJİK PROBLEMLER: Çiftlerden birisinde varolan veya sonradan ortaya çıkan psikolojik rahatsızlar, tedavi olmaya yanaşmaması diğer eşin ondan uzaklaşmasına neden olarak boşanmaya yol açabilir.

Instagram: instagram/volkanpelenk

Yazının devamı...

Çocuğumuzu Cinsel İstismardan Korumak İçin Neler Yapabiliriz?

ÇOCUK CİNSEL İSTİSMARI NEDİR?

Çocuğun cinsel istismarı; çocuğun fiziksel ve ruhsal bütünlüğü bozacak şekilde mahremiyet içeren bölgelerine (genital bölge, anal, göğüs vb), zorla ya da ikna edilerek dokunma, öpme, okşama, pornografik cinsel görüntüler çekme, zorlayarak cinsel içerikli görüntüleri izletme, teşhircilik ve cinsel birleşme yaşama veya zorlama gibi çeşitlilik içeren süreçleri kapsamaktadır.

ÇOCUĞUN İSTİSMARA HAZIRLANMA SÜRECİ

İstismarcının, çocuğu cinsel olarak istismar niyeti ile, çocuğun güvenini ve sevgisini kazanmak için çabaladığı bir süreçtir. Bu hazırlama sürecinin zaman içerisinde dozu gittikçe artar, hatta; haftalar, aylar, yıllar sürebilir. Buradaki amaç istismarcının, hem çocuğun hem de çevresinin güvenini kazanarak, dikkat çekmeden hedefine ulaşmasıdır. Çoğu zaman, ailenin güven ve sevgisini kazanmakta başarılı olan istismarcı, şüphe unsurunu ortadan kaldırır. Bu nedenle aile; tehlikenin en yakınından geldiğini fark etmez.

İstismarcı çocuğu cinsel istismara hazırlama sürecinde, çocuk ile cinsel istismarı gerçekleştireceği güne kadar sahte bir duygusal bir bağ kurar, aile ile yakın ve samimi iletişim içerisinde bulunur. Çocuğun, ilgisini çekebilecek sevgi sözcükleri (prenses, yakışıklım vb). , davranışları (kucağa otutturma, saçını okşama) ve objeler kullanarak (oyuncak, şeker, çikolata, hediye vb). çocuğun kendisini sevmesini ve ona güven duymasını sağlar.

Ailenin ve çocuğun güvenini kazanan ve samimi ilişkiler kuran istismarcı, çocukla baş başa zaman geçirebileceği ortam ve şartları oluşturur. (Çocuğu parka götürme, aile yokken bakım veren rolünü üstlenme, eve sık sık girip- çıkma, çocuğa gereksiz ilgi gösterme vb.) İstismarcı, hemen sapkın davranışa geçebileceği gibi, davranışı sık sık gerçekleştirmeyebilir.

Ve sonunda, istismarcı uygun ortamı yarattığında, çocuğu fiziksel ya da sözlü olarak istismar etmeye başlar.

ÇOCUK CİNSEL İSTİSMARI NASIL ALGILAR?

Çocuklar, ilk olarak istismarcının davranışlarını sevgi gösterisi ve oynanan oyun olarak algılar. İstismarın boyutu ve şiddeti artmaya başladığında, çocuk bir şeylerin yanlış gittiğini anlamaya başlar. Fakat cinsel istismarcı ile kurulan bağ sebebiyle, çocuk nasıl davranacağını bilemez, istismarcının davranışını olumsuz olarak anlamlandıramayabilir.

İSTİSMARA DAİR YANLIŞ İNANIŞLAR

- Çocuklukta cinsel istismar nadirdir.

- Çocukların çoğu yabancılar tarafından istismar edilir.

- İstismarcılar şüpheli görünür.

- Çocuklar hayal güçlerinin zenginliği nedeniyle cinsel istismarı uydururlar.

- Yaşanmış bir iki olay önemli değildir.

- Olayı provoke eden, şirin ve cazip kız çocukları, evden kaçan çocuklar ve ihmal edilmiş çocuklar potansiyel kurbanlardır.

- İstismara genellikle yoksul ailelerde rastlanır.

- Sadece parklar, genel tuvaletler, karanlık sokaklar, karanlık yerler tehlikeli yerlerdir.

CİNSEL İSTİSMAR SONUNDA ÇOCUKLARDA YAŞANAN RUHSAL SORUNLAR

- Tekrarlayıcı, rahatsız edici düşünceler,

- Uykuya dalma güçlüğü,

- Olayla ilgili kabuslar,

- Öfke patlamaları ve saldırganlık,

- Konsantrasyon güçlüğü,

- Suçluluk ve utanç duyma,

- İçe kapanma, depresif belirtiler,

- Aileden uzaklaşma, evden kaçma,

Yazının devamı...

Ruhsal Travma

Travma, deprem, sel gibi doğal afetler, savaşlar, cinsel ya da fiziksel saldırıya uğrama, çocuklukta yaşanan cinsel taciz ve tecavüzler, trafik kazaları, bireyin fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne yönelik; gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi içeren olayları yaşaması, ağır yaralanması ve ya bu tür durumlara tanık olması, ailesinden ve yakın çevresinden birilerinin beklenmedik, ani ölümleri, şiddet ve şiddet dolu yaşantıların, ihmal ve istismar gibi yaşamı tehdit eden doğrudan yaşadığı aşırı derecede örseleyici durumların kişide yarattığı ruhsal etkilenmişliği ifade eder.

Travma yaratan olaylar, yaşamı ve fiziksel bütünlüğü, kişinin dünyadaki yeri ile ilgili ve kendisi hakkındaki değerlerini tehdit eder. Bu çerçevede kendini değerli ve güvende hissetme, dünyayı anlamlı ve kabul edilebilir görme, diğer insanları iyi ve yardımsever bulma, kırılmazlık ve incinmezlik gibi duygular tehdit altında kalır. Oluşan travma nedeniyle çocuk ve yetişkinlerin normal yaşam süreci engellenmekte ve kesintiye uğramaktadır. Bir çocuk ve yetişkin toplumda travma/travmalarla karşılaştığında güvenli ve şefkatli bir ortama her zamankinden daha çok gereksinim duyar. Zihni korkutucu ve kötü imgelerle dolar ve karışır. Bazen bu durum onlarda içe çekilme, pasifleşme ve sosyal yalıtıma neden olur. Bazen de kendilerini koruma ve yaşama adına aktif saldırganlığa döner.

Travma sonrası dönemde bazı ruhsal belirtiler gelişebilir:

Kaygı Tepkileri

Travma sonrası stres tepkisi temelde bir kaygı tepkisidir. Bu tepki sırasında çocukların ve yetişkinlerin bedeni ve zihni sanki bir tehlikeye maruz kalmış gibi tepki verir. Çocuklar ve yetişkinler travmatik bir olaydan sonra, aşağıda belirtilenler gibi, belirgin olmayan kaygılar geliştirebilirler:

- Sosyal yaşam ve gelecek gibi alanlarda ortaya çıkan sürekli bir kaygı hali.

- Avuçların terlemesi, titreme, mide sorunları, baş ağrıları, kas gerginliği gibi fiziksel uyarılmıştık belirtileri.

- Karanlıktan, belirli hayvanlardan ve başkalarının önünde konuşmadan aşırı korkma.

- Sevilen birisinden a yrılma korkusu.

Bunların yanı sıra travma sonrası stres bozukluğuna özgü kaygı belirtileri de izlenebilir:

- Hatırlatıcılar; travmaya ilişkin anıları tetikleyen ipuçlarıdır ve kaygının ortaya çıkışına neden olurlar. Örneğin, deprem sırasında bulunulan binanın görüntüsü, tacizi hatırlatan herhangi bir düşünce veya duygu hatırlatıcı olabilir. Travma tepkilerinin ortaya çıkmasında hatırlatıcıların etkilerinin bilinmesi önem taşır ve onların travma tepkileriyle daha kolay başa çıkmalarına yardımcı olur.

- Aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme belirtilerinin eşdeğeri olarak dezorganize ya da huzursuz davranışlar sergileyebilirler.

- Travmayı konu alan oyunların tekrar tekrar oynanması biçiminde yeniden yaşantılama belirtisi ortaya çıkabilir. Travmatik olayın sık sık sıkıntı veren bir biçimde rüyalarda görülmesi, çocuklarda içeriği tam anlaşılamayan korkunç rüyalar şeklinde kendini gösterebilir.

Depresyon ve Yas

Kayıplardan sonra şiddetli üzüntü tepkileri vermek ve kaybedileni özlemek normaldir. Bunlar, çocuğa ve yetişkine rahatlama duygusu veren ve diğer kişilerin desteğini almak için harekete geçmesine yol açan sağlıklı tepkilerdir.

Travmatik yaşantı sonrasında normal kabul edilen bazı depresif tepkiler şunlardır:

- Çökkün ya da sinirli bir ruh hali.

- Tüm etkinliklere duyulan ilginin azalması ve bunlardan haz alamama

- Diyet yapılmadığı halde bariz şekilde kilo kaybı veya artışı

- Kaybedilen kişiyi özleme

- Sevilen birinin kaybını 'kabullenmeme

- Uykusuzluk ya da aşırı uyuma

- Aşırı huzursuzluk

- Aşırı yavaşlık

- Enerji kaybı/azalması ve derin bir yorgunluk hissi

- Değersizlik duygusu

- Aşın ya da duruma uymayan suçluluk duyguları

- Konsantre olmada ya da karar vermede zorluk

- Tekrarlayan ölüm düşünceleri

- Hayatın yaşamaya değmediğine dair tekrarlayan düşünceler

YAKINLARINA ÖNERİLER:

- Yakınlarınıza yardımcı olabilmenizin ilk koşulu sizin duruma hakim, sakin, güven verici, tutarlı bir tutum içinde olmanızdır.

- Travma içindeki bireyin sizin yakınlığınıza her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğunu unutmayın (bedensel yakınlığı, elini tutmayı, sarılmayı ihmal etmeyin).

- Öte yandan bu yakınlığınızı aşırı bir koruyuculuğa dönüştürmeden sürdürmelisiniz. Çocuklarınıza yaşlarına uygun ve yapabilecekleri işler, sorumluluklar vermenizin onların yararına olduğunu akılda tutun.

- Travma sırasında ve sonrasında yaşadıklarını anlatması yönünde ona destek verin anlatmaya yüreklendirin.

- Korku, kızgınlık gibi duygularını ifade etmelerine izin verin hatta yüreklendirin, ağlamalarını önlemeyin, tekrarlayan sorularına yanıt verin.

- Yaşadıklarının son derece doğal olduğunu, bir hastalık olmadığını anlatın. Rahatlatmak için "Geçti." ya da "Bir şey olmaz"demek yerine olası olumsuz durumlarda yapması gerekenler konusunda bilgi verin.

- Travma içindeki bireyin yanında travma ile ilgili konuları konuşmaktan kaçınmayın. Travmadan ya da sıkıntıdan korumak için olanları gizlemek doğru değildir. (Çocuklara anlatırken onların anlama düzeylerine uygun bir ifade kullanmanızda yarar vardır.)

- Güven içinde olduğu ve yalnız olmadığına dair çocuk ve yetişkin rahatlatılmalıdır. Çocuk ve ergenin duygularını ifade etmesine izin vermelidir (çocuklar duygularını sözcükler kadar, davranışlar, oyun ve resim gibi yollarla da anlatabilirler),

- Anlattıkları dinlemeli, duygularını anladığını belirtmelidir. Yakınları kendi duygularını, korkularını, kaygılarını anlattıklarında travmaya uğrayan çocuk ve yetişkinde kendi korku ve kaygısının normal olduğunu düşünerek rahatlayabilecektir.

- Travma içindeki kişinin olay yerinden uzaklaştırılması, daha sonra uyum sağlamasını güçleştirir. Mümkünse alışık olduğu yerde kalması, ancak yaşam şartlarının bir an önce normale döndürülmesi çok önemlidir.

- Yakınları zor günlerle baş etmek için yaptığı planları kişiyle paylaşmalı, ve eğer yaşı büyükse onun da fikrini almalıdır.

- Becerebileceği işlerde çocukların da yardımı istenmelidir. Bu onun kendine güvenini arttıracak ve çaresizlik hissini aşmasına yardımcı olacaktır.

- Yaşanan zorlukların aşılacağına dair umut aşılamak, geçmişteki güzel anıları konuşmak ve tekrar güzel günler yaşanacağını hatırlatmak yararlıdır.

- Kaybı yaşayan kişilerin duygularını göstermeleri gerekir. Sürekli mantıklı olmak ve hiçbir şey olmamış gibi davranmak, çocuğun veya yetişkinin kendi içinde birçok duygusunu bastırmasına neden olur ve iç huzursuzluğuna yol açar. Duyguların ifade edilebileceğini görmek kişiyi rahatlatır.

Belirtileri ne zaman ciddiye alalım?

Travmatik bir olaydan sonra yetişkinlerin ve çocukların büyük bir kısmının birkaç ay boyunca bu tip tepkiler göstermesi son derece normaldir. Ancak bu tepkiler altı aydan daha uzun sürerse ve altı ay içerisinde azalmaz, git gide artarsa, günlük yaşamda uyku bozukluklarına; iş, aile ve okul yaşamında güçlüklere yol açarsa, profesyonel bir yardım alınması gerekir.

instagram/volkanpelenk

Yazının devamı...

Günümüzün En Yaygın Sorunu: Stres!

Stres, bireyler üzerinde etki yapan ve onların davranışlarını, başka insanlarla ilişkilerini etkileyen bir kavramdır. Stres, durup dururken ya da kendiliğinden oluşan bir durum değildir. Stresin oluşması için insanın içinde bulunduğu ya da hayatını sürdürdüğü ortam ve çevrede meydana gelen değişimlerin insanı etkilemesi gerekir.

Stres, aslında günlük yaşamın bir parçasıdır. Günümüzde çoğu insan, farkına varmasa bile yoğun bir stres yüküne sahiptir. İyi ya da kötü ne olursa olsun yaşamımızdaki zihinsel değişiklikler, stresli durumlardır. Günlük rutin yaşamımızda değişikliğe neden herhangi bir şey, stres vericidir. Vücut sağlığımızda meydana gelecek bir değişiklik de strese yol açar. Zihinsel değişiklikler de gerçek, somut değişiklikler kadar strese yol açarlar. Günlük hayatımızdaki şahit olduğumuz iddialar, yorumlar, anlaşmazlıklar ve çatışmalar da stres yaşamamıza neden olurlar.

Stresin Belirtileri

Stresin kendine özgü bazı belirtileri vardır. Bu belirtiler; gerginlik hali, sürekli endişe duyma, aşırı derecede alkol ve sigara kullanımı, uykusuzluk, işbirliğine girmede yaşanan zorluklar, yetersizlik duygusu, duygusal dengesizlik, sindirim sorunları, yüksek tansiyondur

Stresle ilgili belirtiler, fiziksel, duygusal, zihinsel ve sosyal olmak üzere dört grupta

toplanabilir:

1. Fiziksel Belirtiler: Baş ağrısı, düzensiz uyku, sırt ağrıları, çene kasılması veya diş gıcırdatma, kabızlık, ishal ve kolit, döküntü, kas ağrıları, hazımsızlık ve ülser, yuksek tansiyon veya kalp krizi, aşırı terleme, iştahta değişiklik, yorgunluk veya enerji kaybı.

kazalarda artış.

2. Duygusal Belirtiler: Kaygı veya endişe, depresyon veya çabuk ağlama, Ruhsal durumun hızlı ve sürekli değişmesi, asabilik, gerginlik, özgüven azalması veya güvensizlik hissi, aşırı hassasiyet veya kolay kırılabilirlik, öfke patlamaları, saldırganlık veya düşmanlık duygusal olarak tükendiğini hissetme.

3. Zihinsel Belirtiler: Konsantrasyon, karar vermede güçlük, unutkanlık, zihin karışıklığı, hafızada zayıflık, aşırı derecede hayal kurma, tek bir fikir veya düşünceyle meşgul olma, mizah anlayışı kaybı, düşük verimlilik, İş kalitesinde düşüş, hatalarda artış, muhakemede zayıflama.

4. Sosyal Belirtiler: İnsanlara karşı güvensizlik, başkalarını suçlamak, randevulara gitmemek veya çok kısa zaman kala iptal etmek, İnsanlarda hata bulmaya çalışmak ve sözle rencide etmek, haddinden fazla savunmacı tutum, bir çok kişiye birden küs olmak, konuşmamak.

Stresle Başa Çıkmak İçin Öneriler

- Düzenli beslenin.

- Alkol-sigara ve uyku ilaçlarından uzak durun.

- Egzersiz yapın: Düzenli sporu/ yürüyüşleri yaşam şekliniz haline getirin.

- Gevşeme egzersizleri yapın: Vücut kaslarınızı germe ve sonrasında rahatlatma egzersizi. Yoga, Meditasyon

- Günlük Tutun: Olumlu duygulara yoğunlaşarak, neşe ve huzurla bağlantılı ağlar oluşturun.

* Bugün şunun değerini anladım……………………….

* Bugün şunun için şükrettim…………………………...

* Günün en çok keyif aldığım anı………………………

- Davranışsal Kendini Kontrol: Bireyin kendini strese maruz kaldığında başından geçenleri kaydederek hangilerinin kendisini olumsuz etkilediğini, duygu ve davranışlarını ne derece değiştirdiklerinin envanterini hazırlarlar.

- Zaman Yönetimi: Yapılacaklar Listesi oluşturun. Acil yapılması gerekenleri ve önemli ama bekleyebilir olanları not alın.

- İşinizi ertelemeyin: Molalar vererek işi zamanında yapın.

- Kendinize bilişsel terapi yöntemleri uygulayın:

Çarpıttığımız Düşüncelerimiz;

* Hep ya da hiç düşüncesi: Mükemmelliyetçilikten güç alır.Uç noktalar vardır. Ya siyah ya da beyaz. Hatasız kimse yoktur.

* Aşırı Genelleme: Hata yapmış olabilirsiniz fakat bu her zaman hata yapacağınız, başarısız olduğunuz anlamına gelmez.

* Zihinsel Filtreleme: Depresyondayken ya da stresli bir durumda karşılaştığımızda olumlu her şeyi filtreleyen bir gözlük takmış gibi oluruz. Buna zihinsel filtre diyoruz.

* Meli,-Malı tarzında Cümleler: Örn: Başarılı olmalıyım yerine başarılı olmak istiyorum.

* Büyütme-Küçültme: Bu çarpıtmada ise başarısız olduğumuz konuları, olayları gözümüzde abartacak, bir felaket gibi görüp aşamayacağımızı düşünürüz. Başarılı olayları ise küçümseriz.

Şunu unutmayın ki; yaşamın beş alanı vardır. Bunlar düşünceler, ruh halleri, bedensel tepkiler,davranışlar ve çevredir. Bunların hepsi birbiriyle etkileşim halindedir. Düşüncelerimiz her şeyin başlangıç noktasıdır…Düşüncelerimizi değiştirerek, farklı bakış açıları geliştirebiliriz.

instagram/volkanpelenk

Yazının devamı...

Çağımızın Vebası Narsisizm

Kernberg narsisizmi kişinin kendi benliğine karşı duyduğu hayranlık ve özseverlik olarak tanımlamaktadır. Kişilerde hem bireysel anlamda ruhsal problemlere hem de ilişkisel sorunlara yol açmaktadır. Narsizm kendini diğer insanlardan üstün görmekle, diğerlerini önemsememek/aşağılamak ve empati kuramamakla karakterize bir kişilik bozukluğudur. Tüm kişilik bozukluklar gibi narsizminde oluşmasını sağlayan pek çok faktör vardır. Yapılan araştırmalara göre narsizmin oluşma nedenleri; genetik faktörler, kültürel etkiler, anne-baba tutumları ve çocukluk yaşantıları olarak belirlenmiştir. Son dönemde bu listeye medya/sosyal medya etkisi de eklenmektedir. Zira medya/sosyal medya aracılığıyla iletilen narsistik mesajlarda en az anne-baba kadar çocukları etkilemektedir.

Narsizmin izleri çocukluk yıllarına dayanır ancak erişkinliğin erken dönemlerinde belirgin hale gelir. Yaygınlığına bakıldığında erkeklerin kadınlara göre daha yüksek oranda narsistik yapılanmada oldukları görülmektedir. Özellikle bizim toplumumuzda erkeklere atfedilen tüm güçlülüğün ve liderlik rolünün erkeklerde narsizmi beslediği düşünülmektedir. Diğer yandan son dönemde bu rolden (erkek egemen toplum yapısı son yıllarda değişmektedir) kadınlarda pay almakta ve kadınlarda da narsizm artış göstermektedir.

Narsistik kişiler dışarıdan bakıldığında son derece nazik, etkileyici davranırlar. Başkalarının takdirini çok fazla önemsedikleri için tanışma sürecinin ilk dönemlerinde karşı taraf kendini çok mutlu hisseder, çok iyi bir ilişkileri olduğu yanılsamasına kapılır. Ne yazık ki bu dönem çok kısadır ve bir süre sonra narsizm ilişkiyi bozmaya başlar. İlişkide olan kişi narsist benliği tatmin etmeye çalışırken kendi kişiliğini korumakta çok zorlanır, narsist kişiyi memnun etmeye çalışarak onun egosunu besler ve uğradığı suçlamalar, aşağılık duygusu artarak devam eder.

Narsistlerin ilişki kurmasındaki asıl amaç karşısındakiyle paylaşımda bulunmak değil, sadece ne kadar mükemmel olduklarıyla ilgili onay almaktır. Narsistik kişi kendi mükemmelliğine o kadar inanır ki, çevresinden de aynı şekilde inanmalarını bekler. Yani narsist bir tanıdığınız varsa en temel göreviniz sürekli onu takdir etmek ve alkışlamaktır. Eğer bekledikleri takdir ile övgüyü almazlarsa yoğun bir hayal kırıklığı ve depresyon yaşarlar. Yaşadıkları hayal kırıklığını çok acımasızca yansıtırlar. Bu narsistik kırılma dönemlerinde karşı tarafa yöneltilen aşağılama ve suçlamalar daha da artar ve bir narsistle çok zor yürütülen ilişkiye devam etmek imkansızlaşır.

Narsistler ilişkilerinde asla ötekinin duygu ve düşüncelerini önemsemezler, kendi çıkarlarına göre bencilce davranırlar. Karşısındakinin duygusunu anlayamazlar, empati kurma becerisinden yoksun davranırlar. Karşı taraf kendi kırgınlıklarını, acılarını paylaşmak istedikçe narsist tarafından reddedilirler. Dolayısıyla ilişkiyi daha sağlıklı hale getirmek için sarfedilen tüm çabalar boşa çıkar, hiçbir zaman karşı tarafın istekleri, ihtiyaçları karşılanmaz. Bu durum ciddi boyutta yorgunluk, çaresizlik, üzüntü yaratır. Kısacası narsist bir kişiyle yaşamak yoğun aşağılık/suçluluk duygusuyla birlikte depresyona, kaygı bozukluklarına davetiye çıkarmaktır.

Narsisistik Kişilik Bozukluğu Dsm-V Tanı Ölçütleri

1- Büyüklenirler (örn. Başarılarını ve yeteneklerini abartır, gösterdiği başarılarla oransız biçimde üstün biri olarak görünme beklentisi içindedir.).

2- Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ya da yüce bir sevgi düşlemleriyle uğraşır durur.

3- Özel ve eşi benzeri bulunmaz biri olduğuna ve ancak özel ya da üstün diğer kişilerce ya da kurumlarca anlaşılabileceğine ve ancak onlarla ilişki kurması gerektiğine inanır.

4- Çok beğenilmek ister.

5- Hak ettiği duygusu içindedir ( özellikle kayırılacak bir tedavi göreceğine ya da her ne istiyorsa yapılacağına ilişkin anlamsız beklentiler içinde olma).

6- Kendi çıkarı için başkalarını kullanır.

7- Eş duyum yapamaz: Başkalarının duygularını ve gereksinimlerini anlamak istemez.

8- Sıklıkla başkalarını kıskanır ya da başkalarının kendisini kıskandığına inanır.

9- Başkalarına saygısız davranır, kendini beğenmiş davranışlar ya da tutumlar sergiler.

Bu tarz ilişkilerde neler yaşanabilir ve hissedilebilir?

İlişki içinde çok az sorumluluk aldıklarını görürüz. İlişkiye yönelik herhangi bir sorun çıktığında, kendilerinden kaynaklanabilecek olan problemi görmeyip, sorumluluğu tamamen karşı tarafa atabilirler. Bu durum da ilişkide sıklıkla suçluluk hissetmenize yol açabilir.

Herhangi bir tartışma esnasında duygularını belli etmeyebilirler. Böyle bir noktada, siz duygularınızı gösterdiğinizde "suçlu" konumuna düşebilirsiniz. Duygularınızı göstermek partneriniz tarafından size “zayıflık” gibi yaşatılabilir. Aslında bunu da bir tür 'psikolojik istismar' olarak görmek gerekir.

İlişki içindeki enerjinizin tükendiğini hissetmeye başlayabilirsiniz. Bu, büyük ihtimalle sürekli ilişkiyi ayakta ve canlı tutmaya çabaladığınız için harcadığınız enerjidir. Çünkü ilişki boyunca bütün düzenlemeleri siz yaparsınız, neredeyse bütün özürleri siz dilersiniz ve yanlış giden her şeyi siz değiştirmeye çabalarsınız. Aynı zamanda, ilişkiye dair kimi istekleriniz size “sanki çok şey istiyormuşsunuz” gibi hissettirip suçluluk uyandırabilir ve bu da enerjinizi tüketebilir.

İlişkide kendinizi her konuda haksız görme eğiliminde olabilir ve yaptığınız çoğu şey yanlışmış gibi hissedebilirsiniz. Bu duygular sebebiyle "sorun sizdeymiş" gibi görmeye başlarsınız. Yetersizlik ve değersizlik duygularıyla baş başa kalabilirsiniz. Bunun sonucunda, kendinizi önemsiz hissetmeye başlayabilirsiniz.

Neler Yapabilirsiniz?

Problemin sizden kaynaklanmadığı konusunda farkında olmanız gerekir. Hemen hemen hiçbir ilişkide bir taraf hep haklı, diğer taraf hep haksız olamaz. Yaşadığınız suçluluk duygularının aslında sizden kaynaklanmadığını; bunun karşı tarafın sizi ittiği bir duygu olduğunu anlayabilmek gerekir.

Yaşadığımız her lişkilde de sağlıklı sınırlar koyabilmek ve koyduğunuz sınırları koruyabilmek önemlidir. Atfedilen duyguların ne kadarının size ait ne kadarının karşınızdaki narsist kişiye ait olduğunun farkında olmanız gerekir. Kendi sınırlarınızı belirleyebilmek, hem suçluluk duygularınızı azaltarak kendinize güveninizi arttıracak; hem de sizi duygusal olarak koruyacaktır.

Eğer ilişkinin yapısının değişmediğini hissederseniz; yavaş yavaş kendinizi duygusal ve fiziksel olarak ilişkiden uzaklaştırmaya çalışabilirsiniz. Fiziksel olarak kendinizi uzaklaştırmaya çabalamak, sizde bu duyguları uyandıran kişilerle aynı ortamlarda bulunmamaktan geçebilir. Duygusal anlamda uzaklaşabilmek için ise öncelikli olarak bu tarz ilişkilerin neden size çekici ve yakın geldiğini düşünmekten geçer.

İlişkiye sağlıklı yürütebilmek, hayatta “yalnız kalabilme kapasitesini” arttırmak ile de ilişkilidir. Kendi başına durabilmek, kimi insanlar için kaygı verici, kimileri için ise keyif verici olabilir. Eğer bu durum sizde kaygı yaratıyorsa, bu kaygının nasıl bir kaygı olduğunu anlamak önemlidir. Bu kaygı ile baş edebilmek, sizi ilişkilerde daha özgür kılabilir.

Destekleneceğinizi hissedeceğiniz arkadaşlıklara ve ilişkilere yönelmek size daha iyi gelebilir.

instagram/volkanpelenk

Yazının devamı...

Boşanıyorum, Çocuğum Ne Olacak?

Boşanma, ailenin bölünmesine, dağılmasına yol açan, tüm bireylerini derinden sarsan ve hiçbir zaman istenmeyen yıpratıcı bir olaydır. Boşanma söz konusu olduğunda, en çok yıprananlar çocuklardır. Çocuklar için yaşamlarındaki en önemli olgu, anne ve babasıyla aynı ortamı paylaşmaktır. Ancak, ailedeki ilişkiler soğuk, gergin ve huzursuz bir hal aldığında, çocuğa boşanmadan daha fazla zarar verebilir. Boşanma, bazen çocuk ve ebeveynlerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyen aile içi iletişimsizlik ve çatışmalardan daha iyi bir çözüm yoludur. Boşanmanın, aile içindeki iletişimsizlikler sonucu çocukların uzun vadede olumsuz yönde etkilenmesini engellediği, yadsınamaz bir gerçektir. Yine de, ebeveyn ve çocuklar boşanmadan sonra psikolojik anlamda etkilenirler ve gerek kişilik özellikleri, gerekse içinde bulundukları sosyoekonomik koşullara göre boşanma olayına farklı tepkiler geliştirebilirler. Bazılarının olaylarla başa çıkabilme yetilerinin daha yüksek, bazılarının ise daha düşüktür.

Boşanmanın etkilerine hem çocuk yönünden, hem de boşanan anne baba yönünden bakmak gerekir. Çocuk yönünden baktığımızda üç temel sorun ortaya çıkmaktadır. İlki, boşanmanın çocuğun günlük yaşamına getirdiği etkilerdir. Çocuğun çevresinin zenginliği ve ana-babasıyla ilişkisinin miktarı ve türü, çocuğun yetişmesini etkiler. Çocuğun aile ortamı, boşanma sonucu önemli değişikliklerle karşı karşıyadır. İkinci sorun, çocuğun boşanma sonrasında kaç yaşında olduğuyla ilgilidir. Küçük yaşlarda iken ortaya çıkan bir boşanma, çocuğun gelişimini derinden etkilemektedir. Üçüncü sorun ise boşanmadan sonra çocuğun anne-babadan birinin yanında kalma zorunluluğudur.

Boşanma aşamasında çocuk;

- Boşanmayı inkar

- Bu durumu yaratan ortama kızma

- Anne ve babayı bir araya getirme çabası

- Depresyon

- Çaresiz bir şekilde boşanmayı kabullenme aşamalarından geçer.

Boşanmanın çocuğu nasıl etkilediği konusunda genellemeler yapmak olanaksızdır. Çünkü her boşanma olayı aslında, kendine özgü, karmaşık çok yönlü bir olaydır. Ancak çocuğun boşanma anındaki yaşına bakılarak onu nasıl etkileyebileceği konusunda bazı genellemeler vardır.

Cinsiyete göre çocukların boşanma olayından etkilenmeleri değişiklik gösterir. Kız çocuklarının en çok etkilendiği yaş beş-altı yaş civarı olarak gösterilmektedir. Bu yaş döneminde, kız çocuğunun babaya aşırı düşkünlük göstermesi ve boşanmadan dolayı babanın evden ayrılması çocuğun birçok psikolojik sorun yaşamasına neden olur. Erkek çocuğun boşanmadan en çok etkilendiği yaş ise ergenlik çağına rastlar. Bu dönem çocuğun, babası ile özdeşleşmesi ve paylaşımlarının çoğalması gereken bir dönem olduğu için, bu dönemde baba ile çocuğun ayrılması erkek çocuğunu olumsuz yönlerden etkiler. Kız ve erkek çocuklar ebeveynlerinin ayrılığına şu tepkileri verebilirler:

Çocuğun ayrılığa vereceği tepkilerden biri de öfke ve kızgınlıktır. Bu öfke, ayrılığın kendisine, anneye ve babaya karşıdır. Çocuk, öfkesini her ortamda dışa vurabilir. Evde anne ya da babasına, okulda öğretmen ve arkadaşlarına karşı agresif davranışları dikkat çeker. Bağırır, çağırır, nedensiz öfkelenir ve kavga çıkarır. Aslında öfke çocuğun yeni hayata uyum sürecinde yaşanması gerekli bir duygudur. Çocuğun bu özelliğini bilmeyen anne ya da babalar öfkeye öfke ile cevap verebilirler. Bu durum çocuğun duygusal boşalımına engel olur ve dışa yansıtılmayan öfke ve kızgınlık, çocuğun içine kapanmasına ve kendini toplumdan tecrit etmesine neden olur.

Anne babaların boşanması sonucu biten ilişkilerinde çocukların ruh sağlığını korumak amacı ile düzgün iletişimler kurarak çocuklarla ilgili alınan kararlarda öncelikle çocuğun ruh sağlığının düşünmeleri oldukça önemlidir.

Anna-Babalara Tavsiyeler:

- Ayrılık kararını anne baba olarak çocuğa birlikte açıklayın. Ayrılık nedenlerini detaylara inmeden anlatın, karşılıklı suçlamalardan kaçının.

- Çocuklar anne-babalarının boşanmaları konusunda genel olarak kendilerini sorumlu olarak görürler. Bu nedenle boşanmada sorumlulukları olmadıkları konusunda ikna edin.

-Çocuğunuzun ayrılığa vereceği tepkileri sabır ve anlayışla karşılayın. Çocuğun duygularını rahatlıkla ifade etmesine izin verin.

- Ayrılma sürecinde yardıma en fazla ihtiyacı olan çocuklardır. Bu nedenle sizler çocuğunuzdan yardım istemeyin, anlayış beklemeyin.

- Boşanmanın bir son değil bir başlangıç olduğunu çocuğunuza anlatın.

- Anne-baba olarak çocuğunuza sarf ettiğiniz cümlelerde tutarlı olun.

- Çocuğu taraf tutmak zorunda bırakmayın ve evi kademeli terk edin.

- Çocuk anne babasını ne zaman ve ne kadar süre göreceğini önceden bilmelidir. Çocuğu göreceği zaman konusunda anne ve baba titiz davranmalı ve verdiği sözü tutmalıdır. Söz verdiği gün çocuğunu görmeye ya da almaya gelmeyen anne- baba, çocuğunu ne kadar hayal kırıklığına uğrattığını tahmin edemez.

- Çocuğunuzu boşanma sonrası düzenli olarak görün ve kaliteli vakit geçirin.

- Çocuğunuzun eğitimi konusunda fikir alışverişi yapın, ortak yol izleyin.

- Ayrılmanın getirdiği suçluluk duygusuyla çocuğa sürekli taviz veren ve aşırı verici yaklaşımlardan uzak durun.

- Diğer ebeveynlerden bilgi almak ve onları incitmek için çocuğu kullanmayın.

- Diğer ebeveynleri tümüyle hayatınızdan çıkarmayın.

- Ara sıra boşandığınız eşinizle bir araya gelin. Çocuğunuzla birlikte beraber vakit geçirin.

- Eski eşinizi kötüleyen sözler sarf etmeyin.

- Boşanma olayını çocuğunuzla ilişkilendirmeyin.

- Çocuğun ayrılığa vereceği tepkiler bazen normal sınırları aşıp ruhsal anlamda sorun haline de gelebilir. Depresyon, kaygı bozuklukları, uyku bozuklukları, okul sorunları, davranış sorunları gibi geniş bir yelpaze içinde görülebilecek ruhsal sorunlarda mutlaka ruh sağlığı uzmanlarından yardım isteyin.

instagram/volkanpelenk

Yazının devamı...

İlişkilerde Ayrılık

Önemli bir ilişkinin bitmesinin ardından yaşanan acı ve kayıp duygusu sürecin doğal bir parçasıdır ve bu süreçte kişi, sevilen kişinin kaybına ilişkin “yas”ını yaşamalıdır. Çünkü, sağlıklı bir şekilde tamamlanan yas süreci, kayıp yaşantısının ardından kişinin yaşamının yeniden yapılanmasına ve doğal dengesine dönmesine imkan tanıyan bir süreçtir. Bu süreçte, sıklıkla kişilerin düştüğü hata, “çivi çiviyi söker” mantığı ile sırf o kişiyi unutabilmek veya yaşadığı acı ile başa çıkabilmek için kişi için önemi olmayan, günü birlik ilişkiler yaşamaktır. Bu durum, kişinin acısını dindirmeyeceği gibi suçluluk, pişmanlık gibi ekstra negatif duyguların yaşanmasına, daha da ötesinde kişinin dürtüsel bir şekilde kendine zarar verebilecek ilişki ağları içersine girmesine neden olabilir.

Genel olarak bakıldığında, kişi için önemli bir ilişkinin bitmesi, kadın-erkek farkı olmaksızın, ilişkinin kişi için anlamına ve yaşanan ayrılığın şekline göre değişen yoğunlukta yas tepkilerine neden olabilmektedir. Bununla birlikte, kadınların bu süreçte daha çok duygularını gösterdikleri ve başkalarıyla paylaştıkları, erkeklerin ise, daha çok kendi içlerine kapandıkları gözlenmektedir.

Ayrılıkta yas tepkileri, kişiden kişiye ve ilişkiden ilişkiye değişmekle beraber, genellikle ilişkinin bitiminden sonraki ilk birkaç haftada çok yoğundur. Bu ilk birkaç haftanın ardından, ayrılığa ilişkin acı, üzüntü, kızgınlık gibi negatif duyuların azalması, kişinin yavaş yavaş normal yaşamına dönmesi, işlevselliğin artması ve sosyal rolleri ile denge kurarak, en çok 6 ay-1 yıl içerisinde yeni ve sağlıklı ilişkilerle hayatına devam etmesi beklenir. Bu sürecin uzadığı, kişinin ilişkisel kaybın yarattığı acının tamir edilemediği ve işlevselliğin kaybolduğu durumlarda “patolojik yas” kavramından bahsedilebilir. Depresyon ve kaygı bozuklukları, bu süreçte sıklıkla gözlenen psikolojik bozukluklar içerisindedir. Depresyon ve kaygı bozukluklarının yanı sıra, bu süreçte, alkol/madde kötüye kullanımı, takıntılı bir şekilde terk eden kişi ile ilgili sürekli bir zihinsel meşguliyet hali ve kendine zarar verici ilişki ve eylemler içerisinde bulunma gibi kişinin psikolojik sağlığını olumsuz yönde etkilen uyum bozucu zihinsel ve davranışsal örüntülere de sıklıkla rastlanmaktadır.

Terk edilmişliğin yarattığı olumsuz duygu durumun üstesinden gelebilmek için, yas sürecinin sağlıklı bir şekilde yaşanması ve tamamlanması gerekmektedir. Kayıp ve yas denilince aklımıza direk olarak kayıpların en büyüğü ölüm gelir. Ancak, ayrılık ta bir kayıptır ve tıpkı ölümde olduğu gibi kaybın ardından bir yas süreci başlar. Ölümün ardından verdiğimiz tepkilerle ayrılık ardından verdiğimiz tepkiler bazı noktalarda birbirinden farklılık gösterse de (ayrılıklarda karşımızdakinin hayatta olduğunu ve tekrar onu görebileceğimizi bilsek dahi), yaşanan süreç aşağı yukarı aynıdır. Her birey yas sürecini farklı şekillerde yaşar ancak genel olarak baktığımızda hepimiz 5 ana aşamadan geçeriz. Elizabeth Kubler-Ross’in çalışmalarına göre yas sürecinin ilk evresi 5 asamadan oluşmakta ve kayıplar ardından bu süreci yaşamak hem durumla başa çıkabilmemiz, hem de ilişkiye bir kapanış yapabilmemiz açısından büyük önem taşımaktadır. Yas sürecinin ilk aşaması 5 adımdan oluşan kriz evresidir

1) İnkar: “Hayır, bu bana oluyor olamaz”

Yas sürecinin adımları, zaman zaman duruma bağlı olarak yer değiştirse de, sürecin başlangıcı çoğunlukla inkardir. İnkar ilişki içinde de yaşanabilen bir durumdur. İlişkide birşeylerin yolunda gitmediğini hissettiğimiz noktalarda da devreye giren, olan biteni inkar etme, yaşanılan durumu kabullenememe sürecidir. İlişkinin kötü gittiği zamanlarda bunun geçici bir dönem olduğunu düşünmek, problemlerin nedenleri sormamak veya üzerinde konuşmamak, sadece bekleyip geçmesini ummak, ilişki içinde yaşadığımız inkara örnektir. Aldatıldığından şüphelenen biri bunu karşısındakine sormuyor, ve bu konu hakkında konuşmak istemiyorsa, muhtemelen alacağı cevaptan korkmakta, ve bu cevaptan sonra ilişki durumuyla nasıl başa çıkacağını ya da ne yapacağını bilememektedir. Bu örnekte olduğu gibi inkar sadece ayrılık sürecinde değil, ilişkinin içinde de yaşanan bir durum olabilir.

İlişkimizin bittiğini kabul edememizin çeşitli nedenleri vardır. Bazen ilişkiler sıkıntılı zamanlardan geçer ve biraz zaman geçmeden, gerçekten bitip bitmedigini anlayamayabiliriz. Bazen de ilişkimizde bazı şeylerin değişmesi gerektigini itiraf etmekten korkar, bu nedenle problemleri olabildiğince görmezden gelmeye çalışırız.

Kişiler ilişkileri noktalandıktan sonra dahi bir süre inkar durumu devam ettirebilir. Bu çiftlerin halen konuştuğu ve işleri yoluna koymak icin çaba sarfettikleri ya da konuşmadıkları halde zihinlerinde partnerlerinin arayacaği ve ilişkinin yoluna gireceğiyle ilgili beklentileri içeren bir dönemdir. Yas süreci boyunca, özellikle eski partnerimizle iletişim halindeysek, inkar evresinden tekrar tekrar geçebiliriz. Yas sürecinin ilerleyen aşamalarında “inkar” durumu zaman zaman yaşanabilse de, en yoğun olarak ayrılığın ilk döneminde hissedilmektedir.

2) Öfke: ''Neden Ben?''

Bir ilişkinin bitimi ardından yasanan yas sürecini işleyebilmemiz, ve bununla baş edebilmemiz için, öfke döneminden geçmemiz ve bununla halleşebilmemiz önemlidir. Çoğu kişi kendilerine ya da başkalarına öfke duymaktan korktukları için, sürecin bu bölümünü yaşamayı reddeder. Öfkenizi yaşamayı engellemek, iyileşmenin önüne koyduğunuz bir taştır. Bu taşı kaldırmamak, hislerinizi sağlıklı bir şekilde tamamlayamamanıza ve hayatınıza devam edememenize yol açabilir. Bu nedenle, ayrılıkla ilgili hissettiğiniz öfkeyi (kendinize, partnerinize veya başkalarına) yaşayabilmeniz ve bunu açığa çıkarmanız, ayrılıkla ilgili yaşadığınız acıyı ve yıkımı atlatmanıza yardımcı olacaktır.

Eğer kime öfkeli olduğunuzu bilmiyorsanız, durup bunu düşünmek için kendinize izin verin. Partnerinize, ilişkinin içinde yolunda gitmeyen veya ondan yapmasın istediğiniz fakat onun yapmadığı şeyler için öfkeli olabilirsiniz. İlişki içinde yapmış olduğunuzu düşündüğünüz hatalar nedeniyle kendinize öfkeli olabilirsiniz. Hayata, evrene ya da Tanrı’ya, eskiden yaşadığınız güzel günlerin artık geride kaldığını düşündüğünüz için öfke duyabilirsiniz. Eski ilişkilerinize, ailenize, arkadaşlarınıza, ilişkinin bitiminde oynadıklarını düşündüğünüz herhangi bir rolden dolayı kızgın ya da kırgın olabilirsiniz.

Duyduğunuz bu öfke sizin icin ürkütücü bir his olabilir, fakat unutmamak gerekir ki bu doğal yas sürecinin bir parçasıdır, ve bu dönemin tamamlanması gerekmektedir. Önemli olan öfkeyi hissetmemek değil, bununla başa çıkabilmek icin güvenli ve akılcı yollar seçmektir. Öfkenizi kendinize ya da başkalarına zarar verici bir biçimde yaşamak, sizi daha da çıkmaza sokabilir. Öfkenizi ifade edebileceğiniz başka yollar bulmak (sanatla uğraşmak, günlük tutmak, öfkeli olduğunuz kişiye göndermeyeceğiniz mektuplar yazmak, bir terapistle görüşmek), bu duygunun size ve başkalarına zarar vermeden yaşanmasına izin verir. Unutmayın, bastırdığınız öfke birgün geri gelip sizi beklemediğiniz bir anda bulabilir.

3) Pazarlık Yapmak: “Eğer sen şunu yaparsan, ben de bunu yaparım”

Yas sürecinin bir diğer aşaması da pazarlık dönemidir. İlişkinin ardından, ilişkiyi geri kazanabilmek için partnerimizle, kendimizle ve hatta Tanrı’yla pazarlık yapma aşamasına geçeriz. Bu aşama genellikle yas sürecinin 3. asamasıdır, fakat inkar sürecinden cikmaya ve iliskimizi toplarlamaya çalışırken, öfke sürecinden önce de yaşanılabilir.

Bu aşamada bireyler, ilişkinin tekrar başlayabilmesi, ya da yaşadıkları acının dinmesi için çeşitli fedakarlıklar ve anlaşmalar yapmaya hazırdır. Mesela çiftler birbirlerinden uzak yaşıyorsa ve ilişki bu nedenle bitmişse, partnerler birbirlerine uzaktan ilişki yasamayı deneyebileceklerini söyleyebilirler. Bu süreçte partnerimize “eğer sen bunu yaparsan, ben de bunu yapabilirim ve bu ilişkiyi kurtarabiliriz”, ya da “senin rahatsız olduğun özelliklerimi değiştirerek daha iyi bir sevgili/eş olacağım” diyerek ilişkinin tekrar başlamasını sağlamaya çalışabiliriz.

Bazı durumlarda pazarlık yapmak ilişkinin kurtarılmasına da yardımcı olabilir. Bu süreçte, partnerimiz ve kendimizle uzlaşmaya varmak adına yapıcı çözümler bulabilir ve bunları uygulayabilirsek, ilişkiye yeniden daha sağlam bir şekilde başlayabiliriz. Fakat çoğu zaman bunun ilişkimizin bitimiyle yaşadığımız duygularla başa çıkma yollarımızdan biri olduğunu ve yas sürecinin bir adımını oluşturduğunu unutmamalıyız.

4) Depresyon: “Yaşananlar gerçek”

İnkar, öfke ve pazarlık süreçlerini yaşayıp, ilişkimizin bitmiş olduğunu kabullenmeye başladığımız noktada, yaşadığımız kayıpla ilgili kendimizi depresif, çaresiz, güçsüz ve üzgün hissetmeye baslarız. Bu dönemde bizi eski partnerimiz kadar mutlu edecek kimsenin hayatımıza giremeyeceğini, kimseyi onu sevdiğimiz kadar ve onu sevdiğimiz gibi sevemeyeceğimizi düşünürüz. O kişiyle birlikteyken yaşadığımız mutluluğu, yalnızken asla yakalayamayacağımızı, hayatımızın asla eskisi gibi olmayacağınız hissederiz.

Depresyon evresinde önemli olan şey kendimize iyi bakıyor olmamızdır. Bu süreçte duygusal olarak yıprandığımız için uykumuza, beslenmemize, egzersiz yapmaya ve sağlığımıza özen göstermeliyiz. Bu dönemde bize destek olacak aile bireylerine ve arkadaşlara ihtiyaç duyarız. Bizi seven ve bize değer veren kişilerle vakit geçirmek, bu süreçle daha rahat ve çabuk başa çıkabilmemize yardımcı olur. İçimizden gelmese dahi, kendimizi zorlamalı ve dikkatimizi ve enerjimizi ilgimizi çeken aktivitelere yönlendirmeliyiz. Arkadaşlarımızla dışarı çıkmak, spor yapmak, hobilerimize eğilmek, yürüyüşe çıkmak, bu süreçte kendimizi eve kapatmaktan ya da çevreyle ilişkimizi kesmekten çok daha fazla işe yarayacaktır.

Bütün bunları uygulasak bile, bu süreçte önemli olan şey duygularımızı kabullenebilmek, anlamak ve paylaşmaktır. Eğer ağlamamız gerekiyorsa ağlamalı, yaşadığımız üzüntüyü başkalarıyla paylaşmak istiyorsak paylaşmalıyız. Bu aşamanın ne kadar süreceğini, yaşadığımız üzüntünün ne zaman geçeceğini önceden kestiremeyiz. Ancak bildiğimiz ve unutmamamız gereken önemli birşey var: Üzüntü de bir duygudur ve hiçbir duygu sonsuza kadar aynı şiddetiyle kalamaz. Her duygunun etkinliği ve yoğunluğu zaman içinde azalarak kaybolur. Yaşadığınız depresyon ve üzüntü de sonsuza kadar sürmeyecektir. Tıpkı sonsuza kadar öfkeli kalamayacağınız gibi, sonsuza kadar üzgün de kalamazsınız. İlişkinin bitimine dair hissettiğimiz üzüntü ve depresyon da, diğer üç adımda olduğu gibi doğal yas sürecinin bir parçasıdır ve yaşanmasına izin verilmelidir.

5) Kabullenme:“Olan buydu”

Her ne kadar ilk ayrıldığımızda asla bu evreye gelebileceğimizi düşünmesek de, zaman içinde ayrılığı kabullendiğimiz ve hayatımıza devam edebildiğimiz bir dönem gelecektir. Yukarıda belirttiğimiz aşamalar arasında ne kadar gidip gelirsek gelelim, sonunda bu aşamalarla halleşip, kabullenme sürecine gececeğimiz bir zaman gelir. Kabullenme sürecinde ilişkiniz, partneriniz ve ilişkinin bitimiyle ilgili eskiden sizi öfkelendiren ya da üzen olaylar (eski partnerinizle veya onun arkadaşlarıyla karşılaşmak gibi) artık sizi etkilememeye başlar. Bu süreçte artık olanları değiştirmeye ve ilişkimizi geri kazanmaya çabalamaz, kendimizi ya da eski partnerimizi suçlamaktan vazgeçer, ve ayrılık durumunu kabullenmeye başlarız. Yaşananların geçmişte kaldığını idrak eder, her zorlu sürecin sonunda olduğunu gibi, bu bitişin ardından da öğrendigimiz birçok sey olduğunu, ve bunun bize kattıklarını anlamaya başlarız.

Ayrılık sürecinin başlarında her ne kadar “kabullenme” durumuna asla ulaşamayacağımızı düşünsek de, eğer yas sürecinin zorlu adımlarını geçebilir, ve yaşadığımız inkar, öfke, üzüntü, hayalkırıklığı gibi duyguları kabullenip, bunlarla basa çıkmayı öğrenirsek, kabullenme aşamasına gelip, yas sürecimizi sağlıklı bir şekilde tamamlayabiliriz.

Kriz evresini tamamladığımızda asıl önemli olan evreye adım atmış oluruz: İlişkiyi anıya dönüştürebilmek. Bunu yapabilmemiz için ayrılığın yasını yaşamalı, bu esnada bize destek olacak, hislerimizi paylaşacak aile bireyleri ve dostlarımızdan yardım almalı ve bunun sadece geçici bir dönem olduğuna inanmalıyız. Ayrılık ardından gelen depresyon, uyku bozuklukları, aşırı kilo kaybı ya da alımı, kaygı, üzüntü, öfke gibi durumlar 6 aydan daha süre devam ederse ve kişi kendine ya da başkasına zarar verici davranışlarda bulunursa, bu süreçle ilgili psikolojik destek alması önerilmektedir.

Şüphesiz, ayrılık ömür boyu yası tutulacak bir süreç değildir ve ömür boyu tutulan “yas” da, yas değildir; ancak bu süreçte kişi yaşadığı acının sağlıklı bir şekilde tamir edilebilmesi için kendine zaman tanıması ve bu süreci geçiştirmeye çalışmaması gerekmektedir. Bu ayrılık sürecinin, geçiştirilmeden, doğal bir şekilde yaşanması, kişinin, gelecekte sağlıklı romantik ilişkiler kurabilmesi açısından oldukça önemlidir.

Instagram:instagram/volkanpelenk

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.