SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İyi şeyler olur

Hızlı bir yıl geçiriyoruz hep beraber ve artık iyice biliyoruz ki birbirimize görünmeyen bağlarla bağlıyız. "Aman canım ondan bana ne?" kısmını geçmemiz gerektiğini sanırım evren bize bir bir anlatıyor. Pandemiden birkaç ay önce ofiste oturup sosyal medyada dolaşırken o kadar çok bunaldım ki…

Başlıklar şöyleydi:

Kötü haber geldi!

Ayrıldılar

Aldattı

Eziyet etti

Geceyi yıkan fragman

Bir kötü haber daha

İntikamını aldı

Acı haberi sosyal medyadan duyurdu

vb.

Birbirinden rahatsız edici bir sürü başlık… Ağlayanlar, hastalık ve cenaze görüntüleri, birbirlerine laf yetiştirmek için paylaşılan videolar, bağıran çağıran, kavga eden, şiddet içeren, duygu sömürüsüne açık paylaşımlar. Birçoğunu hiç görmeseniz, okumasanız da kendi hayatınızda hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ama moralinizi bozacak, içinizi karartacak içerikler. Zaten bu tarz haberlerden kaçmak için yıllardır televizyon izlemiyorum, haberlere bakmıyorum ama işim gereği sosyal medyayı takip etmek durumundayım. Ama gelin görün ki bu sefer de kötü haberlere sosyal medya üzerinden maruz kalıyorsunuz…

İşte yazının başında bahsettiğim o gün, "Yahu hiç mi iyi bir şey olmuyor bu dünyada" diye isyan ettim. Şöyle güzel haberler, hayata dair pozitif paylaşımlar olsa, moralimiz düzelse...

Ekipçe "Biz yapalım o zaman bunu" dedik. Toplayalım iyi haberleri, olumlu şeyleri. Tam harekete geçtik, iyi şeylerin peşinden hevesle koşmaya başladık, pandemi patladı!

Yıldık mı? Hayır. Biliyoruz ki kötü şeylere karşı bu dünyada iyi şeyler de oluyor. Düsturumuz bu oldu. Bizim gibi iyi haberler duymak isteyen iyi şeylerin peşinden gidenlerle, dünya için iyi şeyler dileyenlerle birlikte olmak, hep birlikte iyiliğin sesini daha çok duyurmak ve bir kelebek etkisi yaratmak istiyoruz. Şimdilik 2000 kişi olduk ama biliyorum ki sayımız çoğaldıkça iyi şeyler de yayılacak.

Siz de gelin. Olumlu, güzel şeyleri birlikte paylaşalım, birbirimize bağlı olduğumuz o görünmeyen bağ ile ruhumuzu karartan haberleri değil, güzel şeylerin hafifliğini, iyileştiriciliğini birbirimize bulaştıralım.

@iyiseylerolur 'da buluşalım.

İyi şeyler hep olur...

Yazının devamı...

Markan seninle her yerde!

Birçok kişi ve işletme sahibi, sunduğu ürün veya hizmet her ne ise, markasının o ürün/hizmet üzerinden temsil edildiğini düşünüyor. Ne büyük yanılgı…

Küçük bir markadan kurumsal bir markaya kadar hepsinin temsilcileri ile her an karşılaşabiliyoruz. Düşünün bir yerden bir şey satın almışsınız, gayet memnunsunuz. O yaz tatilinde gittiğiniz o barda bir adam kavga çıkarıyor, sonra ortaya çıkıyor ki alışveriş ettiğiniz firmanın bir çalışanı. Toplantıdan tanıdığınız x firmasının bir müdürü, sevgilisi ile AVM ortasında uygunsuz hareketleri var... Yemek yiyorsunuz, yan masada iki kişi tartışıyor, suçlamaların tonu diğer masalara ulaşıyor. Sizinle iş yapmak isteyen x hanım değil mi o? Geçenlerde de bir firmanın kurucu ortağının, sosyal medyadan kendisine ulaşıp bir soru soran gence, nasıl bencilce ve üstten bakan, ukala bir üslup ile cevap verdiği haberi vardı, yazdığı mesajları okurken ben utandım.

Sonuç olarak markanız, sadece ürün/hizmetiniz ile sınırlı olan, tek boyutlu bir durum değil. İşin üzücü yanı şu ki birçok kişi bunun ya farkında değil ya da önemsemiyor. Önemsemeyen, “Aman canım bu benim özel hayatım” diye düşünüyor. Aynı anlayışı sosyal medya platformlarında da devam ettirme ihtimalini dikkate alarak, birlikte iş yapacağım kim varsa önce bir sosyal medya hesabına bakıyorum, neler paylaşmış? Nasıl bir yaşam tarzı var? Aslında kendi markasını doğru bir şekilde temsil ediyor mu? Tanıdığım birçok kişi de böyle yapıyor.

İstesek de istemesek de sosyal ve özel yaşantımızda yaptıklarımızla markamızı temsil ediyoruz. Markamız bizimle birlikte uyanıyor, yemek yiyor, iletişimde bulunuyor. Bizimle birlikte her yerde. Ve biz oradan ayrıldıktan sonra da…

Yazının devamı...

Hayat akıp giderken ne biriktirdiniz?

Zaman zaman bu soruyu kendime ve danışanlarıma sorarım. Bazıları para, bazıları dost, bazıları öfke ve kin, bazıları harika anılar biriktiğini söyler.

Eğer biriktirdiklerinizden memnunsanız sorun yok. Ama şu an bulunduğunuz durumdan şikayetçi iseniz ya da geçmişe bakıp sürekli ‘keşke’ diyor, yaptıklarınıza veya yapamadıklarınıza hayıflanıyorsanız belki de birikiminizden memnun değilsiniz. Bundan 10 yıl sonra da hayattan topladıklarımızdan pişman olmak istemiyorsak hadi bugün küçük bir alıştırma yapalım.

Son zamanlarda en çok pişmanlık duyduğunuz, “keşke yapsaydım/keşke yapmasaydım” dedikleriniz neler? Peki, şu an sizi mutlu eden şeyler ne veya neler?

Bu soruların yanıtlarını yazıyoruz. İçimizden cevaplamayalım, mutlaka kağıt üzerinde görmemiz gerekiyor. Bu iki sorunun yanıtlarını yazdıktan sonra sıra şu soruda: “Bugünlerde neyi farklı yapsanız sonuçları farklı olur?”

Ben kendime bu soruları yönelttiğimde beni en çok güzel anıları hatırlamak mutlu ediyor diyorum. Ama iş, güç, koşturmaca içinde aslında çok daha fazla mutlu anılar biriktirebileceğimi görüyorum. Beni en çok yoranlar ise gereksiz streslerim ve kaygılarım... Gelecek için kaygılanmak özünde o kadar saçma bir kaygı ki yarın yaşayıp yaşamayacağımız bile belli değilken bilmediğimiz bir sürü şey için kaygılanıyoruz. Üstelik kaygı duysak da duymasak da gelecek gelecek.

Bugünlerde kendi adıma güzel anlar, anılar biriktirmeye çalışıyorum. Şimdiye kadar hiç yapmadığım ama mutlaka yapacağım güzel şeylerin listesini çıkardım, yavaş yavaş onları hayata geçiriyorum. Beni mutlu eden güzel şeyleri…

Hem, ileride torunum olursa sıkıcı bir anneanne olmak istemem. Anlatacak güzel hikayelerim, neşeli anılarım olsun!

Yazının devamı...

Önce kendini ikna etmek

İnsanın aklına hayata geçirmek istediği bir fikir, bir proje gelirse ya da başarmak istediği bir amacı varsa genelde en yakınlarından onay bekler. Kendi hayatımda bolca deneyimlediğim bir durumdur. Ne zaman “Acil konuşmamız lazım” cümlesini duysam, devamında beni ikna etme çabaları gelir.

Siz o fikrin başarılı olacağına inansanız da karşınıza fikirle gelen kişi, sizin onu ikna etmenizi bekliyor. Oysaki anahtar cümle; başarılı olacağına önce kendin inan.

Bazıları zihnindeki projeyi tam anlatmaz ya da anlattığı kişi sayısı çok azdır. Bazıları ise her önüne gelene anlatır, bir türlü kendi projesine kendi ikna olamaz.

Benim tercihim ise aklımdaki proje ile ilgili bütün detayları vermeden, özet olarak anlatıp bir iki kişinin fikrini almak ama sonuçta yine kendi bildiğimi yapmak…

Bırakalım projeyi, hayatlarında herhangi bir konuda küçük bir adım atmak için bile onaya ihtiyaç duyanlar var. Telefona sarılır, bütün detayları ve yapacaklarını anlatır, sonra da “Değil mi ama?” diyerek onaylanmayı bekler.

Tam da bu noktada kişi önce kendini ikna etmeli. Kendisi inanmıyorsa başkası nasıl inanacak onun fikrine, planına? Projesinin tutacağına inananların başarılı, diğerlerinin ise genellikle başarısız olduğunu görüyoruz. Her şey bir yana, bir işe başlarken inancın tam olması en önemli konu bence...

Şimdi bakın bakalım hayatınıza. En çok hangi konuda bir şeyler yapmanız gerekiyor? Harekete geçmek istediğiniz şey nedir? Peki, o konu hakkında ne düşünüyorsunuz? İçsel inancınız ne yönde? Eğer başarısız olacağınızı düşünüyorsanız, evet başarısız olacaksınız çünkü bu inançsızlıkla başarılı olmanız neredeyse imkansız.

Diyorum ki, öncelikle içinizdeki o olumsuz duygunun kaynağını bulun. Bu inanmama durumunun sebebi ne? Eğer sebebi korkular ise öyleyse önce onları ortaya dökün, yüzleşin onlarla. Eğer kendinize olan güvensizliğiniz nedeniyle kendinize engel koyuyorsanız bu engelleri nasıl aşarsınız, ona çalışın.

Konu ne olursa olsun, yapabileceğinize önce kendinizi ikna ederseniz başkalarını da zaten ikna etmiş olursunuz.

Yazının devamı...

Hayaller biterse hayat biter…

Günlerdir hiçbir şey yapmak içimden gelmiyor. Güçlü ve kolay pes etmeyen bir yapım olmasına rağmen 15 gündür oldukça zorlanıyorum. Zorlanma sürecime anksiyetemin epey katkısı olduğunu da inkar edemeyeceğim.

İlk günler keyifliydim. Kızımla vakit geçirmek, mutfakta uzun saatler geçirip yeni lezzetler denemek, kitap, sanat, müzik… Türk filmlerindeki kadın karakterler gibi “Allahım ne kadar mes’udum!” diye şükrederek geçti. Ancak süreç uzamaya ve etrafımdaki insanların sağlık ve işle ilgili kaygıları arttıkça benim de endişelerim hızlıca yukarıya tırmandı.

Çözüm olarak aklıma gelenleri uygulamaya başladım, bozduğum beslenme şeklimi düzeltmek, iyi gelen müzikler dinlemek gibi. Ancak bir şey eksikti. Ne olabilir acaba derken, gözüme kitabımın kapağı ilişti: “Gerçekleştir Hayalini”. Tabii ya. Hayaller! Kendi kitabımın başlığı bana ilham verdi. Salgın haberleri gelmeye başladığından beri hiç hayal kurmadığımı fark ettim. Konuştuğum birçok insanın da hayalleri konusunda umutsuzluğa düştüğünü biliyorum. Bu çok bilinmezli denklemde insan nasıl hayal kurabilirdi ki? Oysa hayal kurmanın ne kadar önemli olduğunu en iyi bilenlerdenim.

Tüm bunlar olmasaydı işler düşündüğümüz şekilde gidebilecekken her şey bambaşka bir yöne gidiyor şimdi. Aslında burada biraz teslimiyet gerekiyor sanırım. Öyle ya, o gideceğin nokta seni mutlu edecek miydi? Belki de işler daha kötüye gidecekti? Etrafımda sürece teslim olmuş, anda kalmaya çalışan insanlar daha mutlu… Mükemmeliyetçi ve her şeyi kontrol etmek isteyenlerse bu süreçte daha zorlanıyor.

Peki, şimdi ne yapmalı?

Bence bu olaylardan çıkarmamız gereken dersleri çıkarıp, şu an yani bugün ne yapabilirim sorusuna cevap verip öyle ilerlemeli. İnsan içinde bulunduğu ruh halinde takılıp kalınca asla hareket edemiyor. Ancak dışarıdan kendine ve işlerine bakmayı başarabilirse yeni fırsat ve fikirlere kendini daha çok açmış oluyor. Gelecekle ilgili kaygı ve korku üretmek yerine zihni güzel anılar ve güzel hayallerle doldurmalı. O kadar doldurmalı ki kötü fikir ve senaryolara hiç yer kalmasın.

Hayaller ölünce insan ölüyor aslında. Birçoğumuz için bu süreç çok zor geçse de hayal kurmaktan vazgeçmeyin. Bir küçük ricam; güzel hayallerinize dünya için iyi şeyler yapmak ve düşünmeyi de eklemeniz.

Yazının devamı...

Neden bunu yapıyorsunuz?

Tüm dünya için zor bir dönemden geçiyoruz. Hepimiz endişeli ve gerginiz. Hâl böyle olunca neşemizi kaybediyoruz, umutsuzlaşıyoruz. Aslında virüsten daha hızlı yayılan şey, mutsuzluk ve umutsuzluk.

Bazı insanlar felaket tellallığı yapmaya bayılıyor. Peki, neden bunu yapıyorsunuz? Evet, karanlık günlerden geçiyoruz ama daha fazla detaylandırıp daha karanlık senaryolar çizmenin kime ne faydası var? Ve kesin olmayan bir şeyi etrafa yayıp kendi gerçekliğini oluşturmanın?

Toplum olarak psikolojimiz bozulursa bence en çok kayıp o zaman verilir. Bu ülke yakın tarihte, 1999 depreminde 17 bin 480 kişi kaybetti. Kurtuluş Savaşı gördü, veba gördü, terör saldırıları yaşadı ve daha birçok acı… Bir şekilde yaralar sarıldı ve bugünlere gelindi.

Şu an ne kadar kişinin öldüğüne odaklanmak, makarna depolamak yerine, “Bu krizde ne yapabilirim? Yaralarımızı sarmaya ne katkı sağlarım? Bundan sonraki hayatımda neler yapmalı, neler yapmamalıyım?” diye düşünmeli. Komplo teorileri üretip durumu, içinden çıkılmaz hale getirmenin kime ne faydası var?

Belli ki bir şeyleri yanlış yapıyoruz. Belki de artık hayatı daha farklı yaşamalıyız. Bu olan bitenin bize verdiği dersler var. Tüm bu olaylar başladığından beri o kadar bilgi kirliliği oldu ki… Biri çıktı, “Türkiye’de bu kadar salgın olmaz” dedi. Öteki “Bize bir şey olmaz” dedi. Sosyal medyada, orada, burada herkes bir şey söyledi. Ve rahat davrandı. Sonra bir baktık ki en çok da o rahat davrananlar “Çok şey olacak” demeye başladı. O kadar çok kendini felaket tellallığına kaptıran var ki!

Sürekli “Şu kadar kişi ölmüş”, “Sayı daha fazlaymış”, “Daha kötü olacakmış” mış mışlar dolu bir sürü kötü senaryo yazarak dolaşıyorlar. Sizden özel ricamdır, bana kötü senaryolarınızı, komplo teorilerinizi, hatta kötü haberlerinizi vermeyiniz. Ölü sayısını vs gerçek de olsa bilmek istemiyorum. Ben hiçbir zaman ne acıdan ne de kaostan beslendim. Beslenmeyeceğim de…

Birine bir haber iletirken “Acaba bu habere canı sıkılır mı” diye düşünüp çokça da söylemekten vazgeçtiğim olmuştur. Elbette korumak ve korunmak adına tüm önlemlerimizi alacak ve elimizden gelen her şeyi yapacağız. Ve içimizde sımsıkı tutacağımız bir şey olacak, adı umut. Nazım Hikmet’in dediği gibi ‘’Güzel günler göreceğiz çocuklar, motorları maviliklere süreceğiz”.

Hadi iyi şeyler konuşalım. Umutlu, güzel şeyler…

Yazının devamı...

Biri beni durdursun

Uzun zamandır yoğun çalışıyordum. Bu yılı kendime çalışma, üretme yılı ilan etmiştim. Ama ortaya çıkan son durum sonrası bende bir garip bir duygu durumu oluştu. Sanırım birçok kişide aynı durum var. Böyle durumlarda bende hemen radikal kararlar devreye giriyor. Mesela uzun zamandır İstanbul’dan gitmeyi düşünüyordum, bu kararımı hızlandırmaya karar verdim. Ve daha az çalışmaya, canımın çektiğini yemeye, daha az kafaya takmaya… Böyle travmatik olayların bana göre en önemli görevi hayatı o kadar da ciddiye almamak gerektiğini bize hatırlatması.

Gerçi hep hızlı kararlar alır ve uygulardım ama yıllar içerisinde kendime, fikrine güvendiğim bir A Takımı kurdum, arkadaş çevremden. Ne zaman ki bende duygular kontrolden çıkmış, hızlıdan öte, “fevri” bir karar vermek üzereyim; hemen A Takımı üyelerini tek tek arar, onlara “Durdurun beni” derim. Eğer beni frenlemek yerine “Mantıklı davranıyorsun. Arkandayız” diyorlarsa o zaman bildiğim gibi harekete geçiyorum.

Geçen gün sosyal medyada bir kadının videosuna denk geldim, yazılanlardan anladığım kadarıyla birlikte olduğu adamın evinin önüne gitmiş, park edilmiş duran iki arabanın camını kırıyor. Bu olayın nedeni, arka planı, ahlaki yönü vs. kısımları beni ilgilendirmiyor. Aklıma şu soru geldi: “Bu kadının hiç dostu yok mu, bu hareketini danışacağı?” Hepimiz insanız, duygumuz kontrolden çıktı, yönetemeyeceğimiz bir hâl aldı. Hemen ara bir arkadaşını, öfken, kızgınlığın ne ise anlat, yardım iste… Bunu yapmadın ya da kimseyi dinlemedin, ne oldu? Bir anlık duygu patlaması, işine, gücüne, sosyal hayatına zarar verdi. Öfkeyle kalktın, zararla oturdun. İş hayatında en çok önemsediğim konulardan biri, duygu kontrolü. Zor olmuyor mu, benim gibi duygusal bir kadın için gerçekten çok zor… Geçenlerde böyle işle ilgili ciddi haksızlığa uğradım. Haklı olduğum halde karşılık veya yanıt vermedim. Güvendiğim bir arkadaşımı aradım, durumu ve duygularımı anlattım, onun da yardımıyla karşı tarafın cahilliğine verdim. Ve hayatıma devam ettim. İş hayatında duygulara yer yok iddiasını savunduğumu düşünmeyin, aksine duygularımı önemserim. Bence yapılması gereken en önemli şey duygu kontrolü ve sakin kalmaya çalışmak. Baktınız olmadı, siz de kendinize bir A Takımı kurup onlara danışabilirsiniz.

Benim A takımı, taşınmamla ilgili toplantıya bekleniyorsunuz…

Yazının devamı...

İtirazım var

Belki de bu yazı ile kendimi linç edilmeye hazırlıyor olabilirim. Ama toplumların gelişmesi için farklı seslere, düşüncelere de ihtiyaç var sonuçta.

Arkadaş ortamında konuştuğumuzda sıklıkla itiraz ettiğim bir söz var: “Kötü bir çocukluk geçirdim”. “Ama onun çocukluğu sıkıntılarla doluymuş.”

Konumuz gerçekten çok kötü zamanlardan geçerek büyümüş, bununla mücadele eden insanlar değil, küçücük bir zorluk karşısında “Ama ben çok kötü bir çocukluk geçirdim” diyerek bahane arayanlar… Ben de onlara şunu soruyorum: “Hangimiz mükemmel bir çocukluk geçirdik ki?”

İşin ilginci, gerçekten çok zor bir çocukluk geçirmiş kişilerin, bunun arkasına sığındıklarını ben görmedim. Tam tersi, küçükken zor zamanlardan geçerek olgunlaştıklarını, hayata daha sıkı sarıldıklarına tanık oldum.

Ayrıca iyi çocukluk kıstasları nedir? Babamı, sonra annemi kaybedip arada anne de olunca anladım ki zor iş, ebeveyn olmak. Ne çok şey bekliyormuş insan anne ve babasından…

Düşünsenize hem hayatlarını yaşayacak, çalışacak, üretecek, bazen üzülecek, hayal kırıklıkları olacak. Tüm bunları yaşarken küçük bir insanı koruyup kollayacak, büyütecek, ona yol arkadaşlığı edecek. Ve siz büyüyünce “Babam benimle az ilgilendi.” “Kardeşimi daha çok sevdi.” “Annem bana hiç kek yapmadı.” vb. deme lüksüne sahip olacaksınız.

İşte burada itirazım var. Biz anne ve babamızdan mükemmellik beklerken onların da acı tatlı bir hayatı deneyimlediklerini unutuyoruz. İnsan kaç yaşında olursa olsun hele anne babası hayatta ise aynı şımarıklığını devam ettirebiliyor. Ben de öyleydim. Ne zaman annemi, babamı kaybettim, ondan sonra büyüdüm. “Anne olunca, baba olunca anlarsın” sözüne “Anne babanı kaybedince anlarsın” cümlesi de eklenmeli bence.

Eğer anne ve babanız hayattaysa ve siz de yukarıda bahsettiğim yaklaşıma sahipseniz bırakın size hiç kek yapmadı diye annenizi, kâğıttan uçak yapmadı diye babanızı suçlamayı. Şimdi birlikte yapın o zaman… Ya da kim bilir, belki kek yapmayı bilmiyordur tıpkı benim gibi?

Başımız her sıkıştığında bir şeylere sığınmak, küçük bir çocuk gibi yatağın altına kaçmak kolay. Ama hayat bizi bekliyor. Zor çocukluk yıllarına dertlenmeyi bırakıp biraz da hayatın iyi yönlerini düşünelim. Ailemiz hayatta ya da değil… Onları anlamaya ve geçmişteki iyi şeyleri hatırlamaya çalışalım. Ben de gidip kızım için milyonuncu kek denemelerine devam edeyim…

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.