SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Değişmek istiyor yapamıyorsan...

Çoğunuz kendine dair çoğu şeyi çözmüştür ama bunun tam olarak çözüm getirmediğini de düşünmüştür. Ne olunca cesaretinizin kırıldığını, hangi durumlarda kaçmak istediğinizi ya da neyi düşününce korku hissettiğinizi kolay ya da üzerine biraz çaba gösterdikten sonra bulmuşsunuzdur. “Ben galiba şu sebeple evlenmekten korkuyorum.” “Ben bence biri bana böyle davranınca şöyle düşünüyorum” demişsinizdir.

Daha geçen gün şu hayatın en cesurlarından biri sandığım şahsımın bazı konularda riski çok göz önünde tutup cesaretini geri plana attığını fark ettim. Ardından aşkta tam cesur, para konusunda risk sensörlü olduğum sonucuna vardım. Çünkü hepimizin nöral tanımları ve bu tanımlardan dolayı dürtülmesi farklı; yani aşkta başka ailede işte ya da parada bambaşka modelleriz.

Buradan bakınca da hangi alanda ve zamanda ne yaptığımızı, neler olduğunu çözmek oldukça zor görünüyor. Buna rağmen zaman içinde ufak ufak çözüyoruz, nelerimiz var, nelerimiz bozuk, nelerimiz sistem hatası veriyor.

Gel gelelim çözmek yetiyor mu?

Çözmek, fark etmek ya da görmek hiç yoktan büyük bir kazanç tabi, çünkü hatalı yanını algıda seçicilik sayesinde fark etmeni sağlıyor ama keşke fark ettiğimiz anda çözülüverse her şey. Hatalı bir davranış ya da düşünceni çözüyorsun ve biliyorsun, ardından bir gün aynı hatayı yine yapıyorsun ama bu hatayı yine yaptığını ya fark etmiyor ya da fark ediyor ama bununla ilgili bir şey yapmıyorsun. İşte tam olarak çözmenin yetmediği yer burası, bildiğin şeyin tekrarını görmemek ya da geç görmek ve belki de çözümsüz durmak. Kaçtığın, korktuğun, çekindiğin ya da yanlış düşündüğün ne varsa bunun ne olduğunu bulduktan sonra ne yaptın, ne kadar çözüldü, bilmek neye yaradı?

Bu yüzden görmek ve çözmek yetmez, gerçek çözüm onun doğrusunu içine yerleştirmek ve özümsemektir. Yanlışını görmek, doğruyu bilmek yetmiyor; doğruyu zorlamak ve yanlıştan da kötü hissetmemek gerek. Ne yapıyorsun mesela yakaladığın yanlışınla veya sorununla ilgili? Kitap okumak veya seans almaktan daha öz bir şey soruyorum: içinde bu konuda savaşın ne alemde?

Yani kendinde olanları çözmüş olabilirsin ve hatta çocukluğunun neresinden ne gelmiş ya da bunda ailenin etkili yanlarına kadar sondaj yapmış da olabilirsin. Bütün bunlar bir yana temelde sorununu bulmuşsan hemen önce girişeceğin bir şey var: DOĞRUSUNU ÖZÜMSE VE ÇABALA. Gözün üzerinde olsun, sadece yanlışını hatırlatacak, kendine hata payı vererek merhametli olacak ve benliğin için çözümler üretip ona uygulatacaksın.

Bazen yorucu gelse de iç dünyamda her gün sıklıkla bir konunun doğrusunu yanlışını çözüyorum, sırf bu yüzden bunun hiç kolay olmadığını ama şahane de bir şey olduğunu biliyorum. Herhalde tek ve en bozuk model ben değilimdir:) Pamuk gibi bir insan oldum daha ne olsun:) Şaka bir yana, içimde sürekli konuşan bir ben “Betüş bak şu durumda şöyle yapıyorsun bunu etme” vs. vs. diyor. Delirmek sanılan kendinle konuşmanın delice şahaneleşmenin şifresi olduğundan eminim. Kendini telkin et, teşvik et, tebrik et…

Bir arkadaşın kahve içerken içini döktü sana ve dedi ki “böyle böyle yapıyorum, bu bana zarar veriyor”, ona çözüm yolları söylersin ve dersin ki “Bak ne güzel fark etmişsin hatanı, onu yapma, kendini zorla ve şöyle yap”

Bugün kahve içerken kendine dök içini ve karşı koltuğa geçip otur, aynı cümleyi kendine kur: “Öyle yapma, diren başaracaksın :)”

Betül Yergök

Yazının devamı...

Yeni yıl ve zaman heba etmek

Düşündüm de bir yılın bitmesiyle ilgili olumsuz hisler neredeyse yılın ilk yarısı bitince başlıyor, “Bu yılda böyle geçti, yıl bitiyor” gibi sitemkar sözlerimiz akıyor dilimizden. Başlangıçların enerjisi ise ona kıyasla ne kadar kısa. En erken kasım ayının sonunda başlıyoruz yeni yıl sözlerine ama ikili bir enerjiyle. Tam olarak pozitif başlangıç enerjisi neredeyse Aralık ayının yarısında başlıyor ve yılın başında uçuveriyor, nereden baksan 15 gün kadar kısa.

Çünkü biz olmayanlara daha çok kafa yoran, bitişleri daha çok sorgulayan ve geçen zamanın dolusuna değil boşuna negatif anlam yükleyen insanlar olduk epeydir. Beynin limbik sistemi hep fitne fücur içinde hayatımıza karşı sanki:)

Çok muhteşem bir yıl geçmiyorsa ama öyle bariz muhteşemlikler yoksa hasatsız sayıyoruz mevsimi. Çünkü ruhsal olarak nereye evrildiğimiz ya da kişisel olarak hangi kimliğe geçtiğimiz falan umurumuzda oluyor gibi olsa da gerçekten en önemli konumuz olmuyor.

Yeni yılda evrene ilettiğimiz dilekler yılın ilk yarısında hatta belki ilk çeyreğinde olmamışsa kalanından umut da kalmıyor değil mi, bunca zaman olmadıysa daha da olmaz diye düşünüyoruz. Sanki bunca zaman ile kalan zaman arasında fark varmış gibi, o da 6 ay diğeri de 6 ay oysaki.

Hele ki bazı yılları çöpe atasımız geliyor misal maskeli virüslü geçti diye, bizi en çok büyüten yıl olduğu halde.

Ne yapmak istediğimizle ve ne yapmamız gerektiğiyle ilgilenmemiz az, bize beklentilerimizin yağmur gibi yağmasını bekleyişimiz daha çok zaman alıyor. Yani durmak ve beklemek eylemleri bekleme eylemine konu hayaller için koşmak karşısında zafer yazıyor çoğu seneye hatta.

“Kendime ne kattım, bana ne kattı” demek yerine “bana ne vermedi” diyoruz yıla, zamana, karşımıza çıkan insanlara.

Bir flörtte flörtün ya da duygunun başlayışı da kısa sürüyor, şöyle tadıyla cilveleşmiyoruz kalbimizdeki duyguyla. Hemen karşımızdakinin bize karşı yanlışlarını kovalıyor, bitmesi ya da kaybetme ihtimalini gündeme alıyor, olmayanlara dair tırnaklarımızı kemiriyor ve hislerimizle ilgilenmiyoruz. Kötü gittiği halde bile isteye zaman heba edip bittiğinde hayıflanıyor, öfkemizde boğuluyoruz. İyi gidip gitmediğiyle değil yanılma ihtimaline binaen gardımızı almakla meşgul oluyoruz ve sevmek değil sevilmek savaşımız oluyor. Heba heba heba…

Yıllar biterken ve başlarken kağıtlara evler, arabalar ve kalpler çiziyoruz. Para, mülk ve aşk gelsin istiyoruz. Onun yerine “kendimi zengin, mutlu, sağlıklı, huzurlu ve pozitif aşk dolu hissedeceğim bir yıl” diye niyetlenmiyoruz. Çünkü bize bu duygular için eşyalar, paralar ve insanlar lazım, hep araç lazım hep veren olmalı ve olursa kesin her şey iyi olacak!

Kendisiyle, kendine ait duygu ve düşüncelerle yakından ilgilenen insanın zamanla tek derdi iyi kullanamadıysa oluyor. Onun dışında zamanın içinde kendini görebiliyor, kendi duygularını ve düşüncelerini görebiliyor, mutlaka aldıklarını görebiliyor ve hazzını içinde var edebiliyor.

2021 çoğunuza göre benim için “felaket” olarak tanımlanacak düzeyde görülebilirdi, neler oldu neler. Ama ben her şeyine rağmen geldiğim mevsiminde şahane bir zaman diyorum, benliğime ve varlığıma kazandıklarımı yok saymayarak. Yeni yıl heyecanım da yok, yıl bitiyor telaşımda. Çünkü eşya, para ve aşk değil, zaman kendimi daha iyi hissetmek için kullandığım en iyi araç ve her koşulda onu bu amaca hizmet etmesi için zorlarım.

Yıllara, aylara hedef koy, beklenti koy, anlam yükle ama Kasım’da aşk olmadı diye aşk bitmedi, yaz bitti diye içinde güneş yüzünü dönmedi ve hayallerin bugün olmadı diye yarın bitmedi. Sadece vazgeçmeyi unutma ve kendini kendi hayatında öne çıkarmayı ihmal etme; zaman dediğin şey koşarsan fırsatlara gebe ve durursan düşmeye bahane…

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Fedakarlık hatalarımız

Bir kadın ya da bir erkek için ne anlam ifade ettiğimizi ya da hangi misyonu edineceğimizi biz belirleriz ve çoğu zaman da bunu en başta ortaya koyarız.

Genelde flört ya da ilişkinin başında gösterdiğimiz davranışlar ile yüklendiğimiz sorumluluklar ilişki ve iletişimin devamında kimliğimize yerleşir.

Bir kadın ya da erkeğin sevgisini kazanmanın yolu “fedakarlık” değildir. Kalbe giden yol gerçekten mideden ya da cüzdandan yahut güç anlamıyla omuzdan geçmez.

Maddi olarak vericiliği yüksek tutarak sevgi kazanıldığını düşündüysek en büyük yanlışı yapmışızdır. Belki o adam ya da kadın bizi bırakmamış ya da geç bırakmıştır ama kalmasının tek sebebi ona maddi lokomotif oluşumuzdur.

Dün bir TV programında 700 bin lirasını bir adama yediren kadının isyanını izlerken adam gelse hala barışacağını görmemek de mümkün değildi. O, adamı tutmanın ya da kazanmanın yolu olarak görmüştü yaptıklarını belli ki. Geçenlerde bir kadın “bu adam bana borçlarını ödemiyor beni dolandırdı” dediğinde ve dosyayı incelediğimde adamın para istemediğini, aksine kadının durduk yere adamın sürekli borçlarını ödemeye çabaladığını bizzat gördüm.

Kadınlar da adamlar da birini hayatına katmanın, sevgisini kazanmanın yolu olarak tüm varlığını ona katmak olduğunu sanıyor. Çünkü biz “başlık parası” denen kültürden geliyoruz ve verici olmak bizim toplumsal genimizde var.

Bu gördüğümüz hikayelerden sonra da karşı cinse güvenmemeye başlıyoruz. Erkekler dolandırıcı kadınlar ise sömüren oluyor yanlış algılarda, hemen yaftalıyoruz tüm cinsi. Oysaki eden biziz ve her hikayenin kendi içinde gizliyiz.

Bir kadını ya da adamı kazanmanın yolu sanıyoruz para vermeyi, fedakarlık yapmayı, susmayı ve en önemlisi tolere etmek sanarak susmayı…

Tolere etmek, ufak davranışsal farklılıkları anlamaktır, yanlış geliyorsa söylemek ama bunu sorun etmemektir. Tolere etmek, birinin parasal ya da fiziksel olarak bizi kullanmasına razı gelmek ve susmak anlamına gelmez. Tolere etmek müşterek çocuktan dini inanışa kadar hiçbir sebep için şiddete sessiz kalmak demek değildir.

Üzerimize atılan yükleri atıldı diye taşımak ya da yolun başında “ben taşırım yeter ki benimle ol” demek doğru değildir.

İlişkilerin başında belirleriz karşımızdaki kişinin bizi nasıl göreceğini, bizi hangi konuma koyuyor ya da görüyorsa bunu en başta değiştirebiliriz. “Öyle değil” demezsek nasıl algılıyorsa öyle kalırız onun için ya da nasıl bilinmek istiyorsak “böyle” demeliyiz.

Bir ortamda “bundan hoşlanmıyorum” demek ya da bir tanışmada kendimizi tanıtmak kadar olağan bir başlangıçtan bahsediyorum. Karşı tarafa kendimizi doğru tanıtıp onun bizi nereye ve ne anlam ile koymasını istiyorsak onu ortaya koymalıyız ve illa aksini zorluyorsa da bu ilişkiyi zorlamamalıyız.

Çünkü hiçbir sevgi bir ruhtan bedensel ya da madden beslenmez, gerçek sevgi duygusal paylaşımların içinde kıymet aktarımını da içerir.

Çünkü gerçekten sevilmek için para harcamanız ya da saçınızı süpürge etmeniz gerekmez. Çünkü sevilmek bedelsizdir ve seven sevdiğinin saçının bir tek teline bile aşıktır.

Sevgi eyleminde kullanılan şey zamandır, seve seve kullanırsın zamanı. İki sevenden biri diğerinin yorgunluğuna bile kıyamaz, teninden çok gözündeki ferden beslenir. Çünkü gerçek sevgi kazanılan değil karşılıklı hissedilen bir şeydir.

Sevgiyi eş değerde yaşarken birlikteliğe fedakarlık gerekebilir ve bunun dışında sevilmek için fedakarlık gerekmez, hele ki “feda etmek” asla!

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Tutulma kararı: Aşkta seni seç

Hazır bu hafta yüzyılın en uzunlarından bir tutulma olup etkileri derin derin bizi saracakken ilişkilere dair duruma el atalım hemen. Derler ki bol tutulmalı yeniaylı bu dönemde neye karar verirsen 2022 aslında ona hizmet edecek ya da öyle ilerleyeceksin. O halde belki bugünlerde biraz durup kendimize ilişkilerde yeni bir benlik yaratma zamanı gelmiştir. Bunu yapmazsak bugün geçmişten getirdiğimiz halimizi geleceğe taşıyor olabiliriz, iyi ya da kötü.

Hani gezegensel hareketlerde bırakmalar, kopmalar ve başlangıçlar söz konusu oluyor ya, işte kendimizde neleri bırakmak, hangi güdü ve düşüncelerimizden kopmak istiyoruz ve hangi benliğimizle yeni zamana başlamak istiyoruz buna karar verebiliriz mesela.

Bu tür durumlarda aklımıza hemen mevcut kronik flörtlerimizden vazgeçmemiz gerektiği geliyor ve ona henüz kendimizi hazır hissetmiyoruz. Bir kere konuyu şu an aklınızda olan veya sizi karıştıran olay ve kişilere yormayın. Vazgeçmeler, başlamalar ya da değişimler sizin özünüze ilişkindir ve öz değişince değişenler kişinin kendi doğru dengesiyle vardığı sonuçlardır.

Bence yeni dönemde artık ilişkiler konusunda aşırıya kaçan anlayışlı olma modelinden, anlam yükleme modelinden vazgeçip gözümüzün gördüğüyle beynimizin analitik düşünüp karar verebildiği benliğe geçebiliriz. İnsanları anlayabilir, empati kurabilir ve muhteşem bir insan olabiliriz ama ilişkilerde gerçekler açık ve düzdür, eşeleyip anlamaya çalıştığınız şeyler size hata yaptırır, bu eşelemelerden vazgeçebiliriz ay tutulmadan hemen evvel.

Konunun bizimle ilgili olduğuna dair “üzerime alınırım” modelinden zinhar uzak durmaya karar vermeliyiz mesela. Konu ne onunla ne bizimle ilgilidir aslında, tanışırsın olur ya da olmaz, sevgili olursun olur ya da olmaz. Seni istemediği, seni anlamadığı, yanlış anladığı gibi konular yaratıp bu konuları da “üzerine alınmanın” anlamı yok yani. Olmayan ve olan şeyler için payına bakmayı bilmeli ama meselenin tüm sorumluluğunu ve can sıkıcılığını üzerine alınmayı ve altında kalmayı bırakmak için doğru bir zamandayız dostlar.

Zaman denen şey çok kıymetli, neye ne kadar zaman ayıracağını bilebilecek beyin var hepimizde inanın. Bu yüzden hazır ayı tutup bırakacaklar, ondan hemen önce bu güçlü beynimizle eşleşme zamanıdır. Buradan sonra beklemenin ya da harekete geçmenin, vazgeçmenin ya da sabretmenin zamanlarını ölçebilme ve kararlarını verebilme yetimizi şöyle kucaklayıp atlayalım ay ortaya çıkınca derim ben. Ne istediğini bilmeyen adamları bekleyen kadınlar, şıpsevdi roller kesen kadınların şıpı olmaya çalışan erkekler ve sevgi-değer kazanmak için kendine hoyrat davranan tüm ruhlar bütün bunlar için ayıracağınız zamana bakabilmeyi ve ölçebilmeyi seçin derim.

Bir kere kime neye zaman veriyor olursanız olun, tüm eylem ve eylemlerinize dair zamanlar aslında kalbine verilmiş olsun. Kalbin seviyorsa onun sevmesine, üzülüyorsa hüznüne, kırılmışsa kırgınlığı yaşamasına, beklemek istiyorsa beklemesine müsaade edin ama ona öyle değer verin ki bunların zamanları kalbi yormayacak kadar olsun.

Hep derim kendinizi heder ettiğiniz yerden keder çıkar, kazanç değil.

Başkalarına emek vermekte üzerimize yok, kendimize sıra gelince zamanın olmadığı gibi. Oysaki belki de bugünlerde bir öğrenci gibi oturup bir deftere vazgeçmek istediklerini yazabilir, kararlarını yazabilir ve kendine arzu ettiğin “sen”i özetleyebilirsin. Bunu ritüel gibi düşünmene de gerek yok, insanız oturup yazarak duruma bakmak ruhumuzda var.

Ayı tutup salacaklarmış, sen de bırakman gereken huylarını tutup at ve kendini doğru bir benlikle geleceğe sal derim ben.

Sevgiler.

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Hayat ışığımızı biz büküyoruz

Bilimsel bir konudan yola çıkıp hayatımıza dair yarattığımız yanlışı göstermek isterim. Gelin hayat ışığımızı ve yaşamsal zamanımızı doğru bükelim ya da yanlış bükmeyelim.

Einstein’e göre uzayı çarşaf gibi düşünürsek eğer, bu çarşafa büyük kütleli cisimler yerleştirdiğimizde çarşaf aşağı doğru bükülecektir. Işık da uzayda bu çarşafta sabit bir yönde ilerlerken bu bükülmelerle yön değiştirir. Yani birleşen ya da büyük olan kütleler ışığı, zamanı büküyor, kaydırıyor diyebiliriz. Yeni oluşan yıldızlar uzaydaki büyük gaz bulutlarının bir merkezde dağılmaları ile oluşan kütle çekiminin etkisiyle bu merkezin içine doğru çekilirler ve toplanırlar. Bu kütle çekimi yüzünden hidrojen atomları normal şartlarda davrandıkları gibi davranmazlar. Bu çekim tablosu için “karadelik” tabiri kullanılır.

Nasıl ki çarşafa atılan büyük cisimler onu büküyor, uzayda ışık bile bükülüyor ise ve yıldızların kütle çekimiyle merkeze çekilip toplanması karadelik oluşturuyor ise hayatımızda yaşadığımız şeyler de bizim yolculuğumuzu büküyor ve karadeliklerimiz oluşuyor. Bunu hepimiz farklı yaşıyoruz. Bu fark ise yaşadıklarımızı ne kadar büyük kütlelere dönüştürdüğümüz, ne kadar toplayıp biriktirdiğimiz detayına göre şekilleniyor.

İşte tam olarak yaşam hikayemiz böyle. İlişkiler konusunda tüm geçmiş hikayemizi, bizden ari ailemiz ya da çevremizdeki hikayeleri alanımızda topladıkça ve büyüttükçe çekiyor ve bükülüyoruz. Bu bükme ve çekme kimi zaman karşımıza aynı tip olayları çekmemiz olarak çıkıyor kimi zaman da hikayelerin çekimine giriyor ve karadeliğe kapılıp gidiyoruz.

Aynı hataları yapıyoruz, aynı yerden yara alıyoruz ya da istemediğimiz otları burnumuzda yeşertiyoruz. Ailemizde gördüğümüz sevgi ve sevgisizliği, etrafımızda yaşanan yanlış ilişkileri ya da “kötü bir tesadüf” bile olabilecek birkaç yanlış seçimimizi alıp kaygıya dönüştürüyoruz. İlişkilerde güvenmiyoruz, korkuyoruz, egomuz çıkıyor, negatifliğimiz şişiyor, keskin yargılarımız ruhumuzu parçalıyor. Tüm yaşam ışığımız da yıldızlarımız da bükülüyor bu yüzden.

Kendimizi gerçekten uzay gibi ya da uzayda ışık gibi düşünelim ya da isterseniz hayatımızın yıldızı biz olalım. Gözünüzü kapatıp hissedin, öyle güzel bir kainatın tepesinde yıldız ya da ışıksınız. Şu an aklımızda, kalbimizde ve ruhumuzda tuttuğumuz tüm bu deneyimler, duygular, düşünceler; onlardan olma korkular, kaygılar, hüzünler, yargılar ve egolar bize neler yapmaz. Düşünsenize güneş kadar güzel bir şey yıldızı gölgeliyor ya da karadelikte yıldız görünmez hale geliyorsa bütün bu bile isteye sahip çıktığımız gereksiz konular bizzat hayatımızın yıldızı olan bize neler yapmaz.

Bu yüzden gelin kainatın tepesinde hep yeni oluşmuş bir yıldız gibi, geçmişin ve olanların yavaşlatmasına müsaade etmediğimiz bir ışık gibi, kütleleri olmayan yerçekimsiz özgürlükte bir hayat kaşifi gibi yaşayalım. Yaşadığımız her şey sadece bize söyleyeceğini söylesin ve gitsin, yaşattığı duygu içimizde bizi dönüştürsün ve görevi bitsin, etrafta gördüklerimiz bize bir gerçeği resmetsin ama hayatımıza fitnesi olmasın.

Bükülmeyelim ve sahip çıktığımız yanlışlar kütlesine çekilmeyelim, uzay boşluğunda arkamızda geçmişi bırakıp en güzel keşifleri yaşamaya çıkarmışçasına yere basan ayaklarımızla yaşamayı seçelim.

Bugün kafamızı kaldıralım ve gökyüzüne bakalım, gökyüzünde gördüğümüz bir ışık mı olmak isteriz, büküle çekile görünmeyerek sürüklenen bir cisim olarak mı yaşamak mıdır en güzel seçimimiz?

Betül Yergök

Yazının devamı...

Az konuş bilge ol

Geçenlerde telaş içinde bir yerden bir yere koştururken bindiğim takside taksici beyefendiyle kısa bir sohbet gerçekleştirdik. Her an aydınlanmaya ve her insan buna vesile olmaya devam ediyor, ne kadar güzel değil mi?

Kızılderililer ve bilgelik üzerine konuşurken Kızılderililerin az konuşarak çok şey anlattıklarının ve anlaştıklarının farkındalığındaydık. İşte tam o an kendi gerçeklerim üzerine size bir perde aralama fikri geldi çattı.

Hayatımın çokça uzun bir zamanında çokça fazla konuşma ve anlatma çabasında oldum. İyi bir aktarımcı olmak bir meziyet ve bundan memnunum ama kastettiğim bu değil elbetteki.

İnsan bildiğini yani kendince bilgeliğini anlatma çabasına düşüyor. Başarılarını, bakış açılarını, geldiği yolları, kurallarını, ahlak anlayışlarını vs. Kimi zaman alkışı almak kimi zaman onaylanmak ve kimi zaman da duygusal değeri kazanabilmek için. Saygınlık ya da sevilmeye değer olabilme güdüleri ile onaylanma arzusu evet, çoğumuzda var olan şey.

Kendini öven biri olmadım hiçbir zaman ama türlü nedenlerle insan değer yakalamak ya da değerini ortaya koymak istiyor, ben de istedim zamanında. Şahsım için geçmiş neden ve güdülerim bana kalsın, biz şimdi bunun sonrasına geçelim.

Kendini anlatma uğruna çok konuşma eylemselliği bir gün aniden bıraktığım bir bağımlılık gibiydi benim için, bir anda gerek görmemeye başladım. İşte bu aslında kendini sevmenin ve doğru bilgeliğe giden yolun başlangıcı oldu. Bilgelik bildiklerini göstermek, onaylanmak ve alkışı almak değildir. Kendini bilmek, bu bilgiyi içinde taşımak ve kendi değerini kendi ruhunda pişirmektir doğrusu.

Yanlış anlaşılırsın ya da yanlış bir davranışın olur açıklarsın, savunma sıran gelir kendini savunursun, anlatman gerekir anlatırsın ama bunlar gerçekten şartı vuku bulmuşsa olmalıdır. Çünkü bu zorundalık anları haricinde insan cam gibidir, bilinmesi ve ilk bakışta keşfedilmesi gereken topraklarını kendi kendine sergiler. Kaldı ki karşındaki insan seni göremiyorsa ya görmek istemiyor ya da görme yetisi zayıftır ve zorla göze sokmanın hiçbir lütfu yoktur.

Bir danışanıma yaptığım seansta ilginç bir detay yakalamıştım zamanında. Bedeninin neredeyse her bölgesinde pozitif açıklama güdüsü çıkmıştı ve tüm beyin beden denkleminde bu fazlalık, dolayısıyla da sorun veriyordu. Düşünsenize fazla pozitif olmak da fazla açıklayıcı olmak da bir sorun ve kemiklerinizden, organlarınızdan ve beyin matrislerinizden bu tespit edilebiliyor, hayatına etkisiyse cabası.

Evet, kendinizi çok anlatmanıza, her şeyi açıklamanıza, anlaşılma çabanıza, keşfedilme ilhamınıza inanın gerek yok. Cümlelerinizi azaltın, bu çabanızın altını kısın ve bırakın auranız sizi dışarıya sözsüz aktarsın. Bütün bu çaba sadece insanın kendine doğru olmalı. Kendinize açıklayın, kendinizi anlayın, kendinizi keşfedin, yaşadığınız ve taşıdığınız şeyler zaten sahnede sizi parlatacaktır.

Bugün taksici beni caddenin diğer ucundan fark ettiğini ve arada biri el etse de bu taksinin benim şansım olduğunu hissettiğini söyledi. Tam ben şansı yanıma çağırdığım anlardı ve hiç konuşmadan tanımadığım biri tarafından çok uzaktan anlaşılmıştım hem evren hem de şansıma elçi taksici tarafından.

Yeterince konuştum, gerisini kalpten kalbe anlaşalım.

Sevgiler

Betül Yergök

Yazının devamı...

Çaresizlik ve belirsizliğe son

Bir süredir köşemi bensiz ve okurlarımı yazılarımsız bıraktım. Hayat biraz annemin sağlık sorunlarıyla bizi sınarken aklım tonca şey yazsa da aktarmak için zaman olmadı.

Dramatik duygulardan kaçınarak içinden geçtiğim sürecin iki sorgulatan kavramı oldu diyebilirim: “çaresizlik” ve “belirsizlik”

Hepimiz ne kadar çok gündelik hikayede belirsizlik ve çaresizlik yaşadığımızı düşünüp dururuz. Kimimiz netlik sevdasına yakalanır ve belirsizliklerden hoşlanmaz, kimimiz kendince yarattığı çözümsüz dünyanın içinde kalmaya devam eder ve hayıflanır.

Bu iki duygunun da çokça şeyde olduğu gibi kendi yarattığımız kavramlar olduğundan işte bugünlerde emin oldum. Hayatım boyunca belirsizliklerden hoşlanmadım ve çaresiz kaldığımı sandığım zamanlar da yaşadım. Şimdi dönüp bakıyorum ve yanılsama olduğunu görüyorum.

Behçet Necatigil’in şiirinde dediği gibi “Çaresizseniz çare sizsiniz” ve yine bundan yola çıkarak belirsiz olan her şeyi de belirleyebilirsiniz. Ve evet tam gerçekliğiyle belirsizlik ve tam gerçekliğiyle çaresizlik insanın başına gelen nadir anlardan ibaret. Yani her duruma yormamak lazım.

İçine düştüğümüz aşkta kavrulmak, birini sabırsızca beklemek, memnun olmadığımız işten ayrılamamak, parasal sorunlar yaşamak ya da istediğimiz hayatı bir türlü yaşayamamak çaresizlik ve belirsizlik değildir. Her durumun içinden kolay ya da çok daha zor biçimde çıkılabiliyor. Sadece bunu bilmekse çarenin ta kendisi!

İlmini okumuş doktorlar ameliyat sonrası kesin bir sonuç vaat edemezler, avukatlar da. İlmek ilmek öğrenmiş bilim insanları yarın havanın nasıl olacağını ya da hastalığı iyileştirecek ilacı kesin olarak bilemezler mesela. Bilinmezlik dediğin şey nedir ki! Hayatın kendi katrilyonlarca bilinmezden oluşan bir denklem zaten, sadece olanlara ilişkin çözümler bulabilmek mesele. Ve inanın o çözümler de insanın beyninde, bileğinde, ruhunda. Aşktan kavruluyor musun, bilirsin ki bitecek; o gelmiyor mu çözümün beklememeye karar verip kararla ruhunun iyileşmesine zaman vermek. Kendine iyi davranmaya meyilli olduktan sonra belirsiz her şeyi belirleyebilmek, çaresiz gördüğün her şeye iyi ya da kötü sayılabilir ama bir nihayet olacak çözümü bulabilmek mümkün.

Hukukta belirsiz alacak davaları vardır, belirsiz diyerek açarsın ve bilirkişi tespitler yaparak belirler. Yaşadığımız şey ne ise tespitler yapınca olabilir en iyi çözümü belirlemek mümkün yani.

“Elinden ne gelir?” diye sorsam bir cevap bulabildiğin her şey ve bulamadığını sandığın çokça şey çözülebilirdir. Gerisine de takdiri ilahi demiyorlar mı, işte o zaman da yine beklemekten başka çare olmadığını bilerek sabır limanına sığınabiliyorsun böylece.

İnanın kolay değil ve çok kolay. Bizzat yaşadım. Günlerce yoğun bakımın önünde tek zerre çare ve belirgin durum taşımayan cümleler duydum, çaresizliğin ve belirsizliğin ne demek olduğunu işte ben 38 yaşımda tam olarak ilk defa yaşadım. Şimdi diyorum ki Betül ve Betül’ün bu satırlarını okuyanlar, çaresizliğin ve gerçek belirsizliğin içine hiçbirimiz düşmeyelim ama onun dışındaki her şeyin çaresi de bizde belirleyebilme gücü de bizde. Şükürler olsun ki bu bilinmez denklem olan hayatın bize en güç veren hediyesi de bu işte!

Betül Yergök

Yazının devamı...

Yaşama ve yaşlanma modelin ne?

Bazen akmakta olan hayatımıza dair kararlar alıp durur ve onu uygulayamadan unuturuz. İşte şimdi dünya yeni bir çağda yuvarlana sallana giderken gelin gelecekten bugüne bakıp buradan da geleceğe yeni bir plan yazalım:

Nasıl yaşlanmak istersin ya da yaşlanma planın nedir?

Genetik yaşlılık planımız emekli olmak, çalışmamak, torun ve torba işleri üzerine. Şimdilerde geldiğimiz dünya çağı sahil kasabasına yerleşme hayallerini de kurdurmuyor sanki biraz! Ama daha derinden soruyorum ben, bastığımız dünya değil bakmadığımız beyninin yapılabilir planını soruyorum.

Hangi yaşta olursak olalım en temelde kendimizi “var etme” ve “buradayım” deme güdüsüyle hareket ediyoruz. Hep bir çaba, para, aşk, çocuk, evlilik, kariyer, başarı… Gün içinde beynimiz sürekli tonlarca şeyi hesaplıyor, ne giyeceksin, ne yapacaksın, iş planın, flört planın, çocuğun okulu, evlilik teklifi, yalnızlık…

Yaşlanmış insanlar daha genç insanlara yorucu gelir, bunun da nedeni işte tam burada. Çünkü yaşlanınca beynin gündemi azalıyor, hesaplaması, çabası, beklenti ve motivasyonları. Yaşlandıkça “kendimizi var etme” ve “yaşama amacı” konularında sorun yaşıyoruz.

Gözlemlerim sonucunda yaş ilerledikçe ruhumuz ve varlığımız etrafa “buradayım”, “ben de varım” deme çabasına giriyor. İş hayatında yaş ilerledikçe var olma çabamız, ebeveynliklerimizdeki davranışlarımız ve hatta evlat sahibi olma güdümüz bile buradan geliyor. Hem maddi hem manevi olarak varlık gösterme güdüsüne giriyoruz ve üstelik bunu bilinçli yapmıyoruz.

Bize sürekli nereye gittiğimizi soran, sitem eden anne ve babamızın bundan başka “buradayım” deme alternatifi kalmamış demek. İş hayatımıza ya da seçimlerimize karışmaları, anneliğimizi ya da babalığımızı bile sorgulamaları ve eleştirmeleri hep bu yüzden. “Ben yaşlandım ama biliyorum, hala yapabilirim” diyerek varlık gösteriyor yaş ilerledikçe insan.

İşte hepimizin planlı plansız yolu böyle gidiyor. Bırakırsan olağan yaşlanma modelin bu bilesin. Hele ki yaşadığımız yıllara, içine girdiğimiz yeni dünya çağına bakarsak global disosiyatif bozukluklarımız bu geleceği bile daha belirsizleştiriyor, kötüleştiriyor.

Peki o en sevdiğin “akışa bırakma” olayını burada da işletecek misin? Yani yaşlanma planın bu mu?

Japonların uzun ve mutlu yaşama sırrı (Ikıgaı kitabı) sürekli çalışmak, düşünmek, zihni ve bedeni çalıştırmak. Çünkü kendine o insanlar yaşlanmayı kabullenip sessiz “buradayım” deme çabası yerine yaşamayı seçmişlerdir. Üretmek, merak etmek, çalışmak ve zihni sürekli çalıştırmak gerek.

Henry Ford’un “insan öğrenmeyi bıraktığı gün yaşlanır” sözü çok kıymetli açılımlar taşıyor. Hangi yaşta olursan ol “tamamlanmışlık” hissi beynen ve bedenen yaşlanmayı başlatıyor. “Ben çok yaşadım gördüm” ahkamı en büyük zehir ve öğrenme arzusu gençlik sırrı. Daha daha öğrenmek, daha daha deneyimlemek, daha daha gezip görmek ve yapılmamışları yapmak, okumak ya da eğlenmek gençlik sırrı. Doğal yaşlanma akışına teslim olmamak yani, iyi bir plan değil mi?

Şimdiden kendini şuna alıştır “her an her yaş öğrenme arzusunda olacağım”. Çünkü asla bitmeyecek yakıt o.

Betül Yergök

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.