SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Dünya hangi çağa girdi?

Şimdilerde siyasiler, toplum bilimciler, astrologlar ve öngörücüler başta olmak üzere herkes içinde bulunduğumuz ve sürüklendiğimiz çağı konuşuyor. Kimi doğru kimi yanlış tespitlerle…

Dünyanın yaşadığı olaylara bakınca Dünya’nın ve doğanın bizi istemediği düşüncesine kapılanlar; küresel ısınma, 5G ya da termikler gibi nüansların neticesinde artık sona yaklaştığımıza inanlar var. Bunlar biraz eksik kalıyor perdede.

Dünya’nın ve doğanın bizi istemediğini düşünebiliriz ancak dünya artık eteğindeki insanlardan ve yaşam modellerinden bazılarını silkeleme düşüncesinde ve bunun için de bir planı var. Yani bize “gidin sizi istemiyorum” demiyor. Yaşam artık hayrı olanları, akıllı ve faydalıları elekten geçirip yaşamın devamlılığı için korumaya ve fakat geri kalanların dökülmesine uyarlanmış durumda. Peki burada en büyük gerçeklik ya da sorun nedir derseniz bu seçimlerin şu an olmadığını derim!

Öyle bir çağa girdik ki şu an nasıl biri olduğumuzun nihai elenmede faydası yok. Uzun engelli bir koşu gibi düşünün, final çizgisine gelene kadar nasıl koştuğumuzun anlamı yok. O final çizgisine kadar gidebilenler ve gidemeyenler olacak, finale kadar çizilen yaşam sürecinde ise bu koşu her zamanki koşu gibi olmayacak.

Şimdi bizleri neler bekliyor?

Hukukçu kimliğimle hep konuştuğumuz şey cehennem azabının ve cezanın en büyüğünün “haksızlığa uğramak” olduğu idi. Aslında büyük darbe alabilen duygularımız şu an hedef noktalarımız, her birinin üzerinde keskin nişancıların kırmızı ışıkları olduğunu düşünün. En büyük açıklarımız ve işaretlenen duygularımız bunlar. Önce onlarla başladı ve artarak devam edecek. Bunu hem bireysel hem içinde bulunduğumuz coğrafyaya göre yaşamaya devam edeceğiz. Kalp kırıklarımız, başarısızlıklarımız ve yetinmeme duygumuzla sarmalanıp bunlarla boğuşurken ruh kapımızı coğrafyamızın ürünü duygu ve dürtüler çalacak.

Hazımsızlıklarımız, öfke ve tahammül duygularımız, dini inançlarımız, vatanseverliğimiz ya da umarsızlığımız, önyargılarımız ve ötekileştirmelerimiz, korku ve kaygılarımız, açlık-elektrik-su gibi yoksunluklar bizim sınav sorularımız, hedefe alınmış yanlarımız olacak.

Kadın erkek ilişkilerinde bir süre önce başladığı gibi tahammülsüzlükler, sığ güdüler, sorumluluktan kaçınma dürtüleriyle ilişki modellerimiz gitgide başkalaşacak. Neredeyse bilim kurgu filmlerindeki gibi sanal aşklar edineceğiz.

İş hayatına daha çok gömüleceğiz, ekonomimizi korumak üzere çalışma hayatı en önemli lokomotifimiz olarak devam edecek.

Yaşamımızı yaşarken duygularımızla sınanmaya başlayacağız. Daha çok öfkelenmemiz, tükenmişlik sendromlarına girmemiz, yoksunluk hissetmemiz, savunmasız ve korku duygusuna kapılmamız, toplumumuzun disosiyatif bozukluk yaşaması için yaşanıyor olacak olaylar. Bütün bu kötü duyguları hem kendimize hem sevdiklerimize hem insanlara hem de dünyaya yöneltiyor olacağız. Ve bütün bunların sonunda sınıfta kalıyor muyuz geçiyor muyuz göreceğiz.

Hep derim bilgi her yerde ve açıkta ama görmek de bir o kadar zor. İyi bakmak lazım ve en azından bakılınca görülebildiğini bilmek gerek. Kolay olan tek şey “istemek”, isteyince yol başlıyor çünkü. Mutlaka ayağınızı frende tutmak zorundasınız, dikiz aynasından bakmak zorundasınız, kim sizi nereye sürüklüyor diye görmeli ve sevk duygularınızı frenleyebilmelisiniz.

Sadece bu çağı tanıyın, hedeflenen açıklarınızı, zayıf yanlarınızı bilin ve gözünüzü 14 açın yeter.

Yazının devamı...

Düşmanlık ve öfke bilinci sorunu

İçinde bulunduğumuz yangınları ve acıları her an konuşuyoruz ve sanki hepimiz sürekli yanık çığlıklar atıyoruz. Canımız ülkemizin bir an evvel bu zorlu günleri de aşacağına inancımız ve isteğimiz tam. Bu haftanın yazısı gözün gördüğü acıyan yanlarımızdan biraz uzaklaşıp gözlerin ısrarla görmediği kanayan yaramıza dair olsun istedim: düşmanlık bilincimiz.

Her ne olursa olsun toplumumuzu ilgilendiren bir konuda sesler aynı yerden yükseliyor. Aşıyı konuşuyoruz olmayanların sınırdışı edilmesini istiyor neredeyse sözler. Bir afet yaşanıyor, sosyal medyada normal bir şey paylaşana “defolsun gitsin” ile başlayan bin türlü hakaret. Parası olana beddua, ünlüsüne soru yağmurları ve hainlik suçlamaları, siyasileri söylemiyorum bile. Öfke, öfke ve öfke. Diyeceksiniz ki haklı değil miyiz? Haklı değilsiniz ama haksız da sayılmazsınız. Azra’nın başına gelenler, Şahin’in şehitliği, canlarımız, yuvaları, hayvanlarımız ve ormanlarımız… Bunca şey oluyorken üzülmemek ve öfkelenmemek elde değil elbetteki. Ama sadece buradan bakayamayız. Peki bunlar olmasaydı öfke ve düşmanlık bilincimiz pasif mi oluyor? Hayır!

En yakın arkadaşınızla küsüyorsunuz ve mutsuz olması için takip ediyorsunuz adeta, çünkü onun mutsuzluğu sizi bu küskünlükte haklı çıkaracak. Sevgilisi olmasın, evlenmesin, yükselmesin ve kimseyle arkadaşlık edemesin… Ayrıldığınız kadın ve adamın yerlerde sürünmesini istiyorsunuz o atarlı şarkılardaki söylemlerle, “ipe ipe gelsin, batsın bitsin gebersin” oluyor o aşk duyduğunuz insana dair yeni duanız. Kötü ayrıldınız diye onlarca işçiye gelir kapısı olan şirketin hemen yarın iflas ettiğini duysanız lokma dağıtırsınız. Kızınız boşandı diye utanç duyar, komşunun kızı koca dayağı yediğinde içinizi soğutursunuz.

Çünkü kirlendik, öfkelerimizle, ötekileştirme güdülerimizle, düşmanlık bilincimizle kirlendik. Geri dönüşü zor bir yoldayız artık. Bizi saran en büyük yangın bu ve sönmeyecek gibi de görünüyor.

Kinimiz, insanların kendileri, yaptıkları ve olanlarla derdimiz bitmiyor. Bu bilinç içinde de yorulmaya başlıyoruz. Ardından şu sözler paylaşılıyor her türlü mecrada “tükendim” “dayanacak gücümüz kalmadı”! Çünkü kin ve düşmanlık bilinci içerden ağır bir güçle tüketir insanı. Ülkeni sevmezsin, alıp başını gitmek istersin, kimseye güvenmez ve her şeyden memnuniyetsiz hissetmeye geçersin. Duyarsızlaşır, bencilleşirsib ya da duyguların erozyona uğrar. Sana senden bile hayır gelmez artık o raddeden sonra.

Duygusal yıkımlara sebebiyet veren ağır dönemlerden geçiyoruz ve psikolojimizi iyi tutmak kolay değil. Derdimiz psikoloji de değil aslında! Dünya nereye gidiyor, payımız ne ve ne yapmalıyız sorusunun cevabını cidden ama en yalın haliyle duymak gerekiyor. Yangını çıkaran mı söndürmeyen mi, gelmeyen ve gitmeyen, susan ve spekülatif konuşan dahil her bir birey, her olay için sorulması gereken en üst akıl soru bu: “neyi öğrenmeliyiz bu durumdan?”

Lanet okumak yerine hikayeyi okumalı ve öğretiyi almalıyız. Her şey bir yana düşmanlık bilincinden çıkmalıyız ivedilikle!

Afetlerde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza rahmet, yakınlarına başsağlığı; tüm insanlarımıza geçmiş olsun diler, her bir can hayvanlarımız ve ağaçlarımız için dinmeyecek yas duygumu paylaşırım.

"Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler kişileri konuşur."Hyman G. Rickover

Yazının devamı...

Stresi yok etme, onu yönet

Yeni dünyamızın en önemli sonuçlarından biri stres seviyemiz ve şeklimizin de değişmiş olması. Yine aynı şekilde aşkta, iş hayatında ya da kişisel dünyamızda strese giriyoruz ama artık daha fazla ve daha farklı. Dijital çağın getirdikleri karşısında kıyaslamaları daha çok yapıyoruz, mahrumiyet duygularımız, takipçilik dürtülerimiz gibi birçok yeni duygu ve güdü bizi hem duygusal yönden hem de kişisel yaşamsal faktörlerden yana strese sokuyor, hem de eskiye göre çok daha fazla.

Biz de onlar gibi gezil tozmak, güzel yerlerde yemek yemek ve o kıyafetleri giymek istiyoruz. Ünlü olmak ya da bir video ile viral olmak istiyoruz. Çabuk ve çok para kazanmak istiyoruz. Bir iş kurup çabuk zengin olmak, zengin biriyle tanışıp evlenmek, icatlarımızı ispatlamak, fiziksel olarak daha zayıf ve alımlı olmak istiyoruz. Dış güzelliğimizden içe, zenginliğimizden başarıya, ünden konfora her konuda hedefler ve hayaller büyüyor, bizi bir heyecan sarıyor ama stresi de artıyor hayatın.

Birileriyle, zamanla ve kendimizle rekabete giriyoruz aslında tüm bu detaylarda. Bu duygu ve dürtülerde beynimizdeki nöronlar hipofiz bezini etkinleştirir, yükseltir. Böylece kortikotropin sinir sistemi vasıtasıyla bedende dolaşır, aktive olur: kortizol, adrenali ve böbreküstü bezi tetiklenir. Adrenalin ile nabzımız yükselir, kaslarımız harekete geçer; kortizol ile dopamin ve kan şekeri artar ve güç gelir. İşte bu yüzden normalde iyi gibi görünse de bu duyguların etkileşimi, bunun sürekli olması bedeni ve beyni yanlışa sürükler.

Yani normalde bir şeyler hedeflemek, hayal etmek, istemek ve bu istekle strese girmek güzel; olumsuz stresler zaten kötü. Olumlu nedenlerle ürettiğimiz stresler güzel olsa da bunu sıklıkla yapmak da yanlış. Olumsuz odaklı stresler (olumsuz duygularla kendini yeme hali) ve olumlu sayılan hayalleri sürekli strese çevirme hali hipofiz bezinin çalışmasını bozar ve depresyona, kaygı bozukluğuna, panik atağa, sinir ve uyku problemlerine neden olur.

Stresi yok etmek gerekmiyor, onsuz da büyümez, olduğumuz yerde kalırız. Her pozitif ve negatif duygunun bir ihtiyaç seviyesi var. Örneğin aşırı pozitif dil de olumsuz etkiler doğurur. İşte bu yüzden artı ve eki duygu ve beyin izlerini olması gereken azami ve asgari seviyelerde tutmak gerekiyor.

Peki olumsuz stresler ile olumlu amaçlı sıklaşmış stresleri doğru yönetmek için ne yapmalı?

1. Güdülerini fark et. Genelde duygu ve düşüncelerimizi fark etmeyi farkındalık sayarız, ki öyledir ama aslında kontrolde zorlandığımız daha temel şey güdülerdir, düşünceyi ve duyguyu oluşturan güdüler. Bu yüzden nelere güdülendiğini ve hangi güdülerin seni daha stresli duygulara, düşüncelere ve hayallere sürüklediğini fark et. Fark etmek azaltmanın başlangıcıdır.

2. Otopilotlarını devre dışı bırak. Bu konuda uzun uzadıya bir yazı yazmıştım, dilerseniz onu okuyabilirsiniz ama beden ve beynin rutin olarak girdiği döngüsel davranışları kırmanız hayatınızı güzelleştirecek en temel çözüm. İster fark ettiğiniz güdülere teslim olmayarak isterseniz de sabah evden çıkarken mutlaka taktığınız olmazsa olmaz takıyı takmayarak deneyimleyebilirsiniz bunu.

3. Dış dünyayı filtrele. Dış dünyada olan şeylere açıklığın, etkilenme seviyene bak ve onları kısıtla. Örneğin sosyal medya seni mutlu yaşam arzusuna sürüklerken mutsuzluğa gömüyorsa orada geçirdiğin zamanı azalt ya da etkilenme düzeyine kafayı tak.

“Kafayı tak” dediğime takıldınız mı? Yok etme odağında kafayı takmak iyidir, kiloya ya da birine takmak gibi saplantı yaratmaz değişime yönelik kafayı takmalar; aksine gözüne sokar ve vazgeçmeyi arzulatır.

Betül Yergök

Yazının devamı...

Duygu ve düşünce zehirlenmesi

Yediğimiz yemekten zehirlendiğimiz gibi bazen ve çoğunlukla ruhumuz, zihnimiz de zehirleniyor. Bu zehirlenme kimi zaman kendi bilinç akışımızla olduğu gibi kimi zaman da dış faktörlerden, bilhassa başka insanlardan kaynaklanıyor. Hayatımız akıp giderken minik minik binlerce zehirlenme yaşıyor olabiliriz. Pozitif düşünce ve duygular hariç her türlü olay, kişi, an, düşünce bizi kirletiyor, zehirliyor.

Beyni hep anlatıyorum, çok zeki olmayabiliyor ve mekanik hatalara çok açık. Bu yüzden kendi olağan sisteminde bile hata veriyorken bizim ve dış dünyanın da katkısıyla neler olabileceğini siz düşünün. Buna bir de gelişen dünyanın hızlı erişim ve iletişimlerini, sosyal medyayı, telekomünikasyonu, insan cehaletini ya da davranışsal bozuklukları eklersek gözlerimiz korkuyla açılabilir: “Nasıl yani böyle çok zehirleniyorum o zaman ben!!!”

Değişim dönüşüm çabaları, yoga ve meditasyonlar bu yüzden sükse yaptı. Çünkü aldığımız ve yarattığımız olumsuzlukları benliğimizden atamıyoruz. Eski ve yeni yaşamımızdaki enerjimizi anlatmak için şehirler iyi bir örnek. Kalabalık şehirlerdeki oksijen azlığını düşünün, İstanbul’dan kaçıp dağa bayıra kendimizi vurmamız da bu yüzden. İşte kendi beynimizin ve bedenimizin de aynı bu şehirler gibi olduğunu düşünün, yaşadıkça doluyor ve kirleniyor. Statik elektrik, enerji, bunlarla yazılan duygular, düşünceler, davranış ve tepkiler…

En belirgin zehirlenme modellerimizi söyleyip çözüme geçelim:

-İnsanların yanlış davranışlarını görmek ve yargılar oluşturmak. Güvensizlik, yalan, sadakatsiz olma, kıskançlık gibi… Bunu çoğunlukla flört, sevgili, arkadaşlık ilişkilerinde yaparız. Bilhassa bu ağır yanlış davranışlara maruz kaldığımız için zehirleniriz. Kimi zaman çevremizdeki insanların birebir bize yönelmiş bir yanlış davranışı olmasa bile çok fazla yargıladığımızı, beğenmediğimizi ve yorulduğumuzu hissederiz. Örneğin bir arkadaşımızın egosunun tavan yaptığı ya da yerle bir olduğu zamanlardaki sohbetinde veya işyerinde insanların hırsından ölecekleri bir süreçte alıp başını gidesin gelebilir.

-İnsanların gündemimize yaklaşımından boğulmak. Genelde duygusal bir konuda arkadaşlarımızın hepsinin birer yorumu vardır. İş, seçimler ya da en basiti sosyal medyaya koyduğunuz bir fotoğrafa bile insanların fikir beyanı oluyor. Hatta bazen “ağzı olan konuşuyor” diyecek kadar yoruma maruz kalabiliyorsunuz. İşte tam bu fazla fazla maruz kalma hali zehirlenme oluyor.

-Bir de zaman zaman egosal dengesizlikler yaşayabilir, hayallerimizle boğulabilir ve enerjimizi yitirebiliriz. İşte bu enerji yitimi sonrasında beyin sürekli negatif duygu ve düşünce üretmeye başlıyor. Eskileri yanlış yorumlarla getiriyor, isyan ve imkansızlıklar aşılıyor. “Neden bu hayalim olmuyor!” diye kafamızı kuma gömmek istiyoruz. Üstelik bu aşktan ya da maddiyattan sebep olabileceği gibi hafta sonu sosyalleşmek için bile bu dürtüye kapılabiliriyoruz.

İnsanın kendine yapacağı en güzel şey “kendine iyi bakmak, dikkat etmek”.

1. İnsanları yargılamaya başladığınız, eleştirdiğiniz, yorulduğunuz, düşüncelerinizin ve duygularınızın kirlendiği zamanlarda biraz sosyal mesafe uygulayın.

2. İnsanların sizin özelinize yorumları kararlarınızı kirletmeye başlarsa o konuyu size özel olacak şekilde kapatın ve soğumaya bırakın.

3. Enerji yitimine uğrayıp kendinizi daha kötü hissetmek için beyninizin olayı abartmasıyla karşı karşıyaysanız bunu fark edin ve enerji yükseltecek şeyler yapın.

İnsan ruhu gezip dolaşarak ve eğlenerek enerji yükseltir, kendisiyle birebir kaldığında ve düşüncelerden biraz uzaklaştığında da enerjisini temizler.

Kendinize bakmayı ve zehri atmayı bir süre sonra unutursunuz. Bu yüzden kendinize bir hatırlatma koyabilirsiniz. Mesela öyle anlarda zehri atmak için bir kaşık yoğurt yiyin:)

Betül Yergök

Yazının devamı...

Seni durduran şey...

Olsun istediğin iş olmuyor, terfi gelmiyor, aşk kapıyı çalmıyor bazen. Hedeflediğin ağaca tırmansan da sıçrayamıyorsun, sıçrasan da varmak istediğin yere varamıyorsun. “Neden?” deyip duruyorsun diline dökmesen de içinden. Çoğu insana göre oldukça fazla emek harcadığından, kalbinin temiz olduğundan ve elde etmek istediğin güzellikleri hak ettiğinden de eminsin üstelik!

Kader ve kısmet gerçeğini bir an için kenara itelemek isterim bir başka gerçeği kovalamak uğruna. Yoksa kaderde ve kısmette olanı yaşıyoruzdur çoğu zaman elbette. Ancak tekrarlanan engeller, sürekli olan bozulma ve kısmetsizliğin “senden ötürü” olan sebepleri de var hani!

Kaderden başka insanı durduran ve engelleyen yegane şey kendisi ve bunu da onlarca türden yaratmayı da başarıyor ilginç ki!

Dilin, kalbin ve aklın bir şey olsun istiyor, ister aşk ister iş ya da bambaşka bir konu. Beynin bunu düşünürken veya isterken, küçücük hazne içinde pankartlarıyla gelen bir sürü nöron olur olmadık ne varsa ortalığa döküyor. Mahallenin dedikoducusu da muhtarı da emekli albayı da orada. Daha önce başına gelenleri sayıp dikkat nutukları atanlar mı dersin, sağlama alman için kurallar yağdıranlar mı yoksa yargılar dağıtanları mı ararsın, hepsi meydanda.

İşte tam o anlarda arzun, hayalin her ne ise ona dair şartlar ve kurallar ya da kaygılar doğuyor. Beynin yeni bir iş hayali kurarken işsiz kalma korkunu, para olgusunu yüzüne vuruyor; ilişkin yoksa yalnızlığı, bir girişimde başarısızlığı…

Beyninin yarattıklarının bu kadar belirgin olması da gerekmiyor, daha ufak detaylarda kendinize devasa duvarlar ördüğünüzü gördüğünüzde nasıl sinirleniyorsunuz değil mi? Çok saçma olacak cümlelerle örneklendirelim:

Hepsi ve daha fazlası gün içinde onlarca kez kurduğumuz cümlelerden ya da benzerlerinden…

Zamanın hiç yokken ve çok yoğunken muhteşem bir aşkın gelmesine “hayır” diyorsun, belki giriştiğin işte hemen çok büyük paralar kazanıp sonra devam etmen gerekmeyecekken kazancı uzun vadeye planlayıp mühürlüyorsun. Mutluluğu bir şehre ya da gitmeye ya da birine bağlıyorsun. Tamahkar ve mütevazilik iyi ama az ile yetinip hiç büyümeyi istememek sana da yanlış gelmiyor mu? Bir ilişki için şekil planlıyorsun, kadın ya da erkek modeli, çıkacağınız yemeğin detayı ve sohbetin niteliğine kadar şartların var hani! Ne bileyim yani, evren istediğin şeyi tam yapacakken sıraladığın şartların hepsini olduramadığından hayalini de olduramıyor olabilir mi?

İpleri komple beynine bırakmış olman ve onun yaptıklarına da hiç karışmaman. Bu ne itaatkarlık böyle! Her karmaşasıyla karışmaya razısın yani!

Seni durduran şeyi düzeltmeye isteğin varsa eğer, isteklerinle ilgili nöronların pankartlarıyla ortalığı karıştırırken itaati bırakıp düşüncelerini denetle, sözlerini izle, dilini düzenle, gerçeğini unutma! Duygularına, düşüncelerine ve sözlerine iyi bakmayı unutma! “Yöntemi ne” diye sorma bana, 007 Bond bakışı değil bu, bakmak dikkat etmektir işte :)

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Duyuları ve bedeni geliştirmek

Yıllar evvel yolculuğuma çıkarken duyulara takmıştım kafayı, hem de henüz bu dünyayı çok bilmiyorken. Kendimce onlardan aldığım verileri geliştirebileceğime inanmıştım, beyni incelemeye başlamış ve duyu yetileri geliştirme yolları düşünmüştüm.

Geldiğim noktada zaman ve mekan tanımadan duyularımla algılama yeteneğimin muazzam keyfini yaşıyorum. Araştırıp da çıkmadığım, tamamen hislerimle girdiğim bu yolun geldiğim yerinde “Yeni duyu eklenebilir mi?” konusunu anlatan David Eagleman, beni yine benden aldı. Hayatımda ve yolculuğumda kitaplarıyla yeri çok önemliydi; altyapısız biçimde yıllar içinde gerçekleştirdiğim deneyimlere dair duyuları değiştirme/ekleme olasılığını anlattığı videosu karşıma çıktı. (Daha doğrusu söylemiş, ben yeni dinledim)

İlginç olan, o bunun için bir yelek yapmıştı laboratuvarında test etmek üzre, bense sadece saatlerce gözlerim kapalı oturuyordum. Beyni bu konuda bir cihazla çalıştırabilmek mümkün ve kolay, cihazsız oturup odaklanmak da olası. Beyin her durumda çözmesi ve işlemesi gereken konuyu çözüyor ve işliyor. Hangi organ ve duyu buna hizmet ederse onunla yapıyor evet.

Çünkü duyularımız yaşama dair her şeyi algılama seviyemizi yükseltebiliyor. Zaman ve mekan tanımadan gerçeklikleri algılamak, yüksek bir bilinçle çılgın bir beden içinde yaşamak mümkün hale geliyor.

Beden ve beyin bütün hikayeyi titreşim dalgalarıyla alıyor, duyular bu titreşimleri alıp beyne aktarıyor. İlk başta duyularla başladığım bu deneyime bir zaman sonra da bedenin tamamını eklemeyi başardım ben. Bedenin beyinle birlikte çalıştığını, algılama ve kaydetme yerleri yarattığını tespit ettiğimde bu bölgeleri de bu işe kattım. Kalçaları kararlar için, alt sırtı para ya da dizleri cesaret için kullanmaya ve alıcı/verici görevlerini beslemeye çalıştım.

Eagleman’ın yaptığı yeleğin sırt bölgesinde sinyal alıcı ve vericiler vardı, yani tam da dediğim gibi bedenin başka noktaları da duyular için görev görebiliyorlar. Alnımızla, avuçlarımızla, kalbin altındaki alt kalp hücre bölgesiyle de görebiliyoruz; boyun, bacak ve dirsek üstü ile de duyabiliyoruz mesela. Üstelik bunu kendimizde geliştirip kullanabileceğimiz gibi karşımızdaki insanların da beden bölgelerinden duygu ve düşüncelerini anlayabilirsiniz.

Artırabiliriz. Bunu yaparsak zamanı önceden algılayabilir, arkamız dönükken görebilir ya da hiç olmadığımız yerde olup bitenleri kısmen de olsa titreşimlerle okuyabiliriz. Buna şimdilerde “durugörü” diyoruz ama bu aslında beyin ve bedenin yetilerini geliştirmekle mümkün olan bir devrim.

Yeter ki beyni ve bedeni öğren ve sınırlarını zorla!

Buna erişmek yelek giymeden de mümkün. Sadece baş koymak gerek ve en önemli kural bu. Ve ardından:

Otur. Gözlerini kapat ve otur, saatler boyu ve her gün. Duymayı, görmeyi, koklamayı, tatmayı, hissetmeyi her yerinle yapmayı zorla, dene ve yaşa. Bu kadar.

Betül Yergök

Yazının devamı...

İlişkilerde "gaslighting" sorunu

İlişkiler gündemine aniden oturan ve Türkçe karşılığı olmayan “Gaslighting” nedir ve ilişkilerde nasıl karşımıza çıkıyor, gelin birlikte bakalım ve ilişkiler konusunda kendimizi daha güçlü hale getirelim.

Gaslighting karşıdaki kişiyi algı ve akıl olarak kendini sorgulamaya, özgüven yitimine sevk eden bir manipülasyon ve taciz yöntemidir. Bu davranışlara maruz kalan kişi kendinden ve düşüncelerinden şüpheye düşer. İşin kötü tarafı da mağduru uygulayana bağımlı hale getirmesidir. Çünkü maruz kaldığımızı anlamayız, özgüvenimizi kaybeder ve akıl becerimizi kullanamaz hale geliriz, bir sarmal içine girip çıkamayız.

Maalesef yeni dünya ilişkilerinde en sık görülen davranış modeli olması nedeniyle hepimiz en az bir hikayede karşımızdaki kişinin bize bunu yaptığından emin olabiliriz. Yakın zamanda bir flört yaşadım ve bir gün bir konuda çok hızlı biçimde ağır suçlamalara maruz kaldım, o an fark edemedim ama neyse ki 1 saat sürmedi gasligting modeliyle karşı karşıya olduğumu anlamam. İnanılmazdı, “sen zeki kadınsın nasıl böyle düşünebilirsin” diye başlayan manipülatif suçlamalarla oldukça haklı görünüyordu. Çabuk anladığım ve finali gördüğüm için şanslıyım, sizi de benden yana çekmek isterim ve düşmeyin aman diyeyim:)

İnkar: Olayın sizin düşündüğünüz gibi olmadığı sanrısını dikte eder, hikaye değiştirir ve detayları siz unutmuşsunuz gibi davranır.

Küçümseme: Düşünceleriniz ve duygularınız konusunda zayıf olduğunuzu size hissettirir. Duygu ve düşüncelerinizi yönetemeyen biriymişsiniz gibi davranır ve kendinden emin davranışlarıyla, karşı koymasıyla sizi de aynı konuda kendinizi sorgulamaya iter.

Suçu ters çevirme: İstersek her davranışta bir hata bulabiliriz. İşte bunu kullanmayı iyi bilen insanlar siz haklıyken ve hakkınızı savunurken yaptıklarınız ve söylediklerinizde sizi suçlayacak bir şey bulur ve asıl suçlunun siz olduğu bir tabloda kendinizi bulursunuz. İlişki ve flörtlerde “tamam onu dedim de sen nasıl böyle yaparsın” benzeri bu tablolarda özür dileyen taraf olmaya başladığınızı görürsünüz.

Vazgeçme: Gaslighting kişisi sizi dinlemeyi reddeder ve genelde nedenleri de (güya) sizi asla anlayamadıklarıdır. Size uzaylı gibi davranırlar ve dinleyemeyecek kadar “aptalca” bir söz ve durum öne sürdüğünüzü size dikte ederler.

Yönlendirme: İyi bir manipülatif harekettir. Bunu iyi başaranlar sizi istedikleri şeyi düşünmeye çoktan sürüklemiş olabilirler. İlişki insanıyken ilişki istemiyor olabilirsiniz, kıskandığınızı söyleyemezsiniz ya da tam sizin bir şey isteyeceğinizi anladığı zaman yaptığı zeminler üzerinden kayar gider ve isteklerinizi söyleyemezsiniz.

Güç dengesini bozma: Kişi kendini daha güçlü hale getirir ve sizin gücünüzü, özgüveninizi kırar. Bir süre sonra muhakeme yeteneğinizi kaybedersiniz. Onun yönlendirmesiyle kusurlarınıza, duygularınızdaki bozukluklara odaklanır kendinize aklınızla ilgili sorunlar üretirsiniz.

Çok basit, kendimize kıymet verdiğimiz ve kendi seçimlerimize, duygu ve düşüncelerimize sahip çıktığımız zaman karşımızdaki insanların bize yönelttiği yanlış davranışları çabuk fark ediyor oluruz. Gaslighting konusunda karşımızdaki insanların davranışına bakmaya sevk eder birçok kişi ya da yazı. Ancak her zaman kendimizi bilmek kendimizde dışarıdan gelenle başlayan değişimi de hızlı fark edebilmeyi sağlar. Bir de sürekli özür dilemek zorunda kalırsanız, kendinizi davranış ve duygularınızı sıklıkla sorgularken bulursanız, anlatamayacağınızı düşünüp artık sorunları konuşmamayı düşünüyorsanız, bu ilişki ve iletişimin içindeyken kendinize olan güveninizi yitirdiğinizi görüyorsanız size bunu yapan ve dahasını yapacak o kişiden kaçıp kurtulun.

Betül Yergök

Yazının devamı...

Hassasiyetlerimiz düşmanımız

Hepimizin hem genel hayata hem de ilişkilere dair hassasiyetleri hatta tabiri caizse tırnak çıkardığı durumlar var.

Hassas noktalarımızın kimi çocukluk gibi evrelerde kökleşen karakter hassasiyetleriyken kimisi de yaşanan hikayeler üzerine kişisel gard alışımız yani yargılarımız olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin değer konusunda fazla hassas bir karaktersindir, çocukluğunda bu kayıt oluşmuş ve bu senin kırmızı çizgin olmuş olabilir. Bundan başka, yakın ya da uzak bir geçmişte seni çok yaralamış bir ilişkide bu duyguyu tatmış ve bu tat ile de gardını almış olabilirsin. Tüm insanlardan saygı ve değer beklemek gibi bir huyun olabilir.

Bu durumun iki olumsuz ve gereksiz sonucu var. İlki adı üstünde gereksiz bir “hassasiyet” duymak. Algıda seçicilik gibi her hikayede ya da sözde bunu kasten arar gibi güdüleniyor beyin ve bu insanı yoran bir şey. Diğeri ise bu hassasiyetin karşılığının çoğunlukla yanlış olması. Çünkü yanlış anlamaya ve yorumlamaya meylimiz yüksek oluyor, “a” dese “bak böyle oldu” diyerek yargımızı ispatlamış gibi hissediyoruz. Çoğunlukla ilişkiler başlamadan bitiyor ya da başlayıp bitiyor ama bu hassasiyetler neticede kişiyi ya da ilişkiyi boğup bozuyor.

Kendime yaptığım ve yapmaya sürekli çabaladığım en önemli şey hassasiyetlerimi kaldırmak ve normalleşmek oldu. Bunu yaparken ne çok hassas nokta yarattığımı ve bundan zarar gördüğümü fark ettim. Hatta bir gün masaya yumruğumu vurup kendime hakaret edesim bile geldi, bu ne saçma yaşam şekli diyerek:) Hiç gülmeyin, en az benim kadar hassasiyet çıkartırım sizden, gelin beyninizi bedeninizi okuyayım:)

Bunların çoğu ilişkiler ve davranış üzerine. Kendimize yönelecek davranışlarla ilgili saygı, hitabet, akıl, dürüstlük, samimiyet gibi birçok modelle hassasiyet yaratıyoruz. İlişkiler konusunda güven, sevgi, değer, romantizm, cinsellik gibi birçok alanda hassas kodlarımız var, belki onlarca. Bir de aldığımız yaralarla kırmızı alarm verebilecek sert kodlar var duygu dünyamızda. Örneğin telefonu açmazsa bir haltlar karıştırıyordur, çiçek alıyorsa kusuru vardır, parfüm sıktıysa ya da toplantı dediyse yalan olabilir, iletişim kısıtlanırsa final görünüyordur gibi yargıların verdiği hassasiyetler de var. Bu hassasiyetlerle bu olaylara benzer bir durumun meydana gelmeye başlamasının ta başında kırmızı alarmlar çalıyor ve kişiyi hemen yargılarımızla yargılıyoruz.

Kendime yaptığım bu iyilikte en çok ne düşündüğümü size söylemek isterim: Ben hiçbir şeyin aynı olmadığına ikna ettim kendimi. Hiçbir gün ya da saat diğeriyle aynı değil; yıllar, aylar, yaşlar aynı değil. Her zaman şahane yaptığım irmik helvasını bugün berbat yaptım ve çöpe attım mesela, o bile aynı değil. Ben tüm hikayemdeki benle aynı değilim, koy oraya tüm evreleri (çocukluğu, gençliği ya da geçen seneyi, hatta dünü).

Hiçbir adam ya da kadın aynı değil. Bazen sözler aynıdır bazen anlar benzeşir, bazı insanlar aynı parfümü sıkar ya da siyah giymeyi severler. Bu benzerlikler gibidir benzeşen detaylar. Ama hiçbir şey bir diğer şeyle aynı değil. “Yeni” ve “aynı olmayan” bir hayat canlandırdığında ne eski hassasiyetlerini taşıyasın gelir ne de her şeyi birbirine benzetmek aklında durur.

Yalan değil bazen çok beziyor hikayeler ama ne yapalım benzerse benzesin neyse ki biz aynı değiliz!
 
 
Betül Yergök
İnstagram: @betulyergok
Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.