SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Yaz sezonu, dopamin ve aşk

Yaz aylarının aşkla ne ilgisi var, aşk her mevsimde güzel tabi ama dopamin köprüsü yaz ile aşkı bağlıyor işte, gelin bunu konuşalım.

Soğuk kış aylarının aşkla ilgili motivasyonu başkadır. Dopamin reseptörleri kış aylarında sarılarak uyumanın sinyallerini çakar insana. Ancak kış ayları yine de yaz kadar dürtmez insanı aşk için. Çünkü havalar kapalı, ruhlar biraz miskinliğe meyillidir. Hatta kimi pijama-battaniye-film üçlüsünü yalnız yaşamayı bile seçiyor olabilir. Kış aylarındaki ilişki ve flörtlerin ise süresi yaz aylarının sıcak dürtüsüne rağmen yaza göre daha uzundur. Yani “hava soğuk, sarılmaya başlayacaksak kış uykusuna birlikte dalalım” der gibidir insan benliği.

Gelelim yaz aylarının nasıl bir dopamin salgıladığına. Dopamin reseptörlerimiz olmasa ne yapardık! İyi ki varlar kendileri, hayattan haz almak, serotonini alttan alta dürtmek ve aktiviteler için itikleyici gücümüzdür. Şimdilerde yaz göz kırpar kırpmaz sosyalleşme arzularımız, tatil planlarımız ve flört güdülerimiz bizi çoktan sallamaya başladı bile. Her duyguya, döneme ve mevsime göre bir motivasyon üreten dopamin reseptörlerimiz bizi daha keyifli bir yaza hazırlıyor, hayallerden hayallere atıp tutuyor. İyi tarafı bu elbette ki ama hipofiz bezi ve dopamin reseptörleri açlık boyutunda sinyal veriyorsa acelecilik ve mutsuzluk yaratabilir. Yani hemen tatile gitmek, sevgili bulmak gibi acele duygularınız varsa biraz dizginleyip beyin dürtülerini doğru ayara getiriniz :)

E yaz gelince güneş daha çok hayatımızda yer ediyor. Güneş, doğa, hava güzelliği bir kere tek başına serotonin yükseltiyor, serotonin yükselince insanda dopamin reseptörlerinde motivasyon artışı başlıyor ve başka istekleri daha güçlü bastırıyor. En türkçesi “kanımız kaynıyor”. Vücut ısısı yükseliyor ve vücut esniyor, böylece hipotalamus daha pozitif ve cesur komutları ileri sürüyor bu motivasyonla.

Hava sıcaklığının bizi aşka itebilecek etkide olması ne büyük şakacı gerçeklik değil mi? Ancak yaz aylarının kış aylarına göre aşk enerjisini artırması daha yüksekken flörtlerin süresi ve evreleri kış aylarına göre pek parlak sonuçlar vermiyor. Sanki kış uykusuna yatmış ruhlar ilişkiler konusunda kilitli kaldığı yerden çıkmışçasına daha büyük açlıkla hareket ediyor ve tek odakta kalamıyor. Yaz tatilini biriyle geçirme isteğinin ilkel güdüsü, birden fazla seçeneği değerlendirme ve en iyi adayı bulma arzusu (mükafat sisteminin bize emri), serotoninin doğal yükselişi ile gelen bireysel özgürlük arzusunun da baş kaldırışı biraz işleri zorlaştırıyor.

Aslında tüm bunların içinde ve dışında ilişkiler konusundaki genel enerjilerimiz sonuçları belirliyor. Genel olarak ilişkiler konusunda nasıl biriyseniz, yaz aylarının getirdiği dopamin motivasyonu, serotonin yükselişi sizi diğerlerinden ayıran etkileşimi verebilir. Aç mısınız tok mu, çok mu güneş yediniz başınıza, yoksa gölgede mi kalmayı seçiyorsunuz, kaçmak mı güdünüz yoksa aşk mı arzunuz, buna göre şezlonglarda yerinizi alabilirsiniz?

Geriye bir tek pandeminin yorgunluğundan biraz çıkmak, daha güvenli sosyalleşebilmek ve tatil isteğinizi belirler gibi ilişkiler konusunda gerçekten ne istediğinizi belirlemek kalıyor. Neden mi diyorum, siz belirlemezseniz dopamin ve serotonin güzel şeyler yapıyorum derken kafanızı karıştırabilir. Her şeyi beyninize bırakmayın, o tek başına ultra zeki değil. Bu yaz onunla birlikte planlar yapmaya ve ortak akılla hareket etmeye ne dersiniz?

Güneş kalbinizi en güzel sıcaklığıyla öpsün ve aşkı kondursun dileğiyle…

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Evrenden nasıl aşk isteyeceğiz?

Geldiğimiz çağda yalnız olanların işi kolay değil. Doğru insanı bulmak bir yana, ilişkilere dair ne isteyeceğine, nelerden vazgeçmesi gerektiğine ve nasıl bir ilişki muhatabı olabileceğine dair herkesin kafası çok karışık. Bir paylaşım görmüştüm “öyle de olmuyor böyle de olmuyor” diye ve gerçekten şimdilerde “olduramamak” revaçta.

Kadın ya da erkek, değişen ilişki dünyası yüzünden iletişimsiz olmayı dert etmezmiş ya da ilişki istemezmiş gibi davranıyor, deniyor ve olmuyor. İyi niyet prim yapmıyor diyerek olumsuz değişime sürükleniyor. İstekler karşılık bulmuyor diye isteklerden vazgeçiliyor. En kendini ifade ettiğini düşünen ve enerjisini açık sanan bile böyle. Dil “aşka açığım” dese de kaygılar ya da yaşanan hikayeler kişiyi koruma kalkanıyla kapatıyor. Bütün bunların ve benzerlerinin sonunda olanı söylüyorum:

Belki de dünya değişiyor diye değişmek doğru değildir. Aşk bunu kaldırmaz ve aşk kandırılmaz! İşin en kötü yanı da zorlama değişimler yüzünden evrenle frekansımız uymuyor, enerjimiz negatif sonuçlar doğuruyor.

Bir örnekle evrenin diline, algısına ve çalışmasına bakalım. Bunun için de en sevdiğimiz yerden tutalım, aşktan! Bir ilişkiniz yok ve fakat ilişkiniz olsun istiyorsunuz, sözünüz kalbiniz dile geliyor:

1. İstek ve istememekte emin olacaksınız: Aşk dünyası, isteklerimizi ve kırmızı çizgilerimizi sürekli karıştırmaya müsait bir alandır. Bu yüzden normalde kabul edemeyeceğimiz şeyleri bir duygu uğruna görmeyiz ve ardından çok üzülürüz bazen. Nasıl bir ilişki/kişi istediğiniz ve neleri istemediğinizden emin olacaksınız. Şimdinin pozitif dili “ne istemediğini bil” gerçeğini yok ediyor. Oysaki ne istemediğini bilmek isteklerimizin çevresini belirler ve içindeki isteği güçlendirir. Ne istemediğini bilmek bir dilek enerjisi değil, kişinin kendine dair enerjisinin net ve oturması, hatta dengeli hale gelmesidir.

2. Kendinizi bileceksiniz: İlişkilerde uyumlanmak, niyet ve istekle uyumlanmak için kendinize dair artı ve eksileri iyi bilmeli, hangisine sahip çıktığınızdan hangisinin kırmızı çizginiz olduğundan, hangilerinden vazgeçebileceğinizden ve hangilerini değiştirmeyi çok istediğinizden emin olacaksınız. Uyumlanmak ya da değişim için vazgeçmeye çalıştığınız şey kendinizde sevdiğiniz ve özünüzde sahip çıktığınız bir özellikse içsel bir vazgeçiş oluşmaz, sonuç da başarısız olur. Bu nedenle kendinizi değiştirmek istiyorsanız bu bilinçli bir süreç ister, bunu yapmazsanız da karmaşık bir enerjiye girersiniz ve evren tüm istek ve söylemlerinizi anlayamaz hale gelir.

3. Yapamayacağınız şeyi zorlamayacaksınız: Yeni düzenin en karmaşık sonucu bu. İlişkiler dünyası karışınca insanlar yeni modellere uygun‘muş’ gibi davranmaya başladı. Özgürlük severmiş, iletişimsiz kalırmış, ilişki şart değilmiş gibi türlü türlü model değişimi zorlamaları çoklukta. Örneğin daha sakin olmaya niyet etmişsinizdir ve yeni flörtlerde bunu deniyorsunuzdur ama bunu deneyimleyerek değiştirme kararı yoksa bu ancak “mış gibi” olacaktır ve kısa sürecektir. Dilinizin söylediği, enerjinizin karşı geldiği, aklınızın karıştırdığı ve dış enerjinizin baskıladığı her cümlenin içinde seçimsiz kalır evren.

4. Sözünüzü kalpten hissedeceksiniz: “Nasıl bu kadar şanslı oldum, oldu oldu oldu, nasıl mümkün” gibi prosesleri söylemeniz ya da rakamlarla aşk davetiniz karşılık bulduysa ne mutlu size. Bulmadıysa nedeni kalbinizdedir. Bir olumlamanın söylenmesi veya ne kadar söylenmesi değil nasıl söyleneceği önemlidir. Nasıl mı, hissederek, kalben ve inançla.

Aslında her sorunun cevabı ve her çözümün kök noktası belli bu konuda: “içindeki seni bil ve içerden yaşa” İçindeki seni sev, onu değiştirmek istiyorsan bunu birileri için değil yine bizzat onun için yap. En önce onunla uyumlan ve onun mutlu olacağı şeyi yap. Onu görmezden gelme aşk uğruna, çünkü sen bunu yapsan da o kendini gösterecek sana da muhatabına da bir gün nasılsa…

Betül Yergök

Yazının devamı...

Zihnimizi nasıl terbiye ederiz?

Hazır nefis terbiyesinin en derin hissedildiği Ramazan ayındayız, biz de korku ve kaygılara ya da olumsuz durumlara neden olan zihnimizi nasıl terbiye edebileceğimizi anlatalım.

Bunu iki benzetme ile göstermek isterim. İlki “nefis/nefs terbiyesi” olacak. Ramazan ayında sahurdaki niyetle akşam ezanına kadar yememe iradesini sınar insan dünyamız. Aç kalmayı deneyimler, açlığı anlar, başarabildiğinde gücünü hisseder ve ruhunu olgunlaştırır. İşte tam buradan baktığımızda “açlık duygusu” yerine her türlü duygu ve düşünceyi koyabileceğimizi anlayabiliriz en önce. Üstelik açlık duygusuna direnmeyi 30 gün boyunca başarabilen insan varlığı, bize bu dirençlerin başarı vaat ettiğini de verir ve bu iyi bir motivasyondur.

O halde gereksiz merak duygumuz, melankolimiz, kaygımız ve korkumuz gibi birçok olumsuz düşünce ve duygumuzu buraya koyabilir ve ona direnç gösterebiliriz. Bunun için en önce niyet gerekir, yani bu duyguyu direnerek kırma ve gücünü zayıflatma isteği. Bu niyetlenme için bir süre belirleyebilir ve bu süre boyunca oruca niyetlenir gibi niyet edebiliriz.

Kişi oruç tutarken bile zaman zaman niyetli olduğunu unutur ve bu unutmanın dini olarak affı var denir. Dolayısıyla bir düşünce ve duyguyu terbiye etmek istediğiniz zaman, bu iradeyi ve isteği arada unutabilmeye kabulünüz olmalı ama niyetinizi unutmama gayretiniz olmalı. Bu yüzden bu direnç için niyet iradesinden sonra niyeti unutmama iradesi gerekir. Yani kendinizde kaldırmak ya da değiştirmek istediğiniz duygu ve düşünce için nasıl bir değişim istediğinizi belirleyecek, buna istekli olacak, bu isteği unutmayacak ve bir gün değil uzun bir süre terbiye etmek için direnç göstereceksiniz.

Diğer ele alacağım benzetme de avukat yanımla “nefsi müdafaa” olacak. Meşru müdafaa dediğimiz bu hukuki deyimde, kişinin kendisini korumak için orantılı bir güç kullanmasından bahsedilir. İşte buradan da kendimizi korumak için direnç kırmak için gerekli oranda güç kullanmamız gerektiğini öğreniriz. O halde kendimizi korumak yerine kendimizde değiştirmek istediğimiz düşünce ve duygu için de onu değiştirmeye yetecek oranda güç uygulamamız halinde başarabileceğimizi anlayabiliriz.

İşte az evvel dediğim gibi düşünce/duygu terbiye etmek için niyetlendiğimiz bir süre boyunca gerçek ve önemli bir direnç gerekiyor. Bu direnç de “karşı güç” olmalıdır. Nefsi müdafaa olayında bize karşı yönelen bir eylem, Ramazan ayında ise bizi zorlayacak bir açlık duygusu vardır, bunlar da beyne önemli bir güç uygular. Bir duygu ve düşünceyi değiştirmek için onun bizi mağdur edişi bize tek başına yüksek motivasyon vermez. Bunun için motivasyon olacak şekilde karşı güç uygulamamız gerekir.

Değişim zaman ister ve bu zaman da safi zaman değildir, bu zaman boyunca çaba şarttır. Bu yüzden değişim için belirli bir niyet koyacağız kendimize. Bu niyete sahip çıkıp inanacağız. Bu inancı kendimize unutturmayacağız, bu unutturmama sürecinde kendimize o duygu ve düşüncenin zararını ya da tersinin yararını karşı güç olarak anlatıp duracağız.

Örneğin terkedilme korkumuz var. Bu korkuyu yenmeye niyet ettik ve irademizle bu korkuyu terbiye edeceğiz. Ramazan ayında açlığı deneyimlemek ve açlığın mümkün olabileceğini anlayabilmek gibi terkedilmenin hayatın olağan ihtimallerinden biri olduğunu kendimize anlatacağız. “Terk edilebilirsin ve bu durumda ölmezsin, terk edilmeyebilirsin de. Terk edilmek diye bir gerçeklik var” diyeceğiz. Bunun için kendimize zaman vereceğiz ve bu zaman boyunca bu cümleyi ve yenme arzumuzu kendimize hatırlatacağız. Bu hatırlatma güçlü olacak, çok içten ve yüksek bir inançla yapacağız hatırlatmamızı. Onu yenebileceğimize inanacak, kendimize inanacak ve başarmak için azimle direneceğiz.

Sıramız belli: niyet et, iradene seslen, zaman belirle, hatırlatıcı bir güç yarat, direnç göster, ara düşüşlere affını unutma ve tekrar iradene dönüş yapıp devam et.

Betül Yergök

Yazının devamı...

Doğru davranma ve niyet modeli

Mahabharata destanının bir parçası olan Bhagavad Gita’ daki “eylemde eylemsizliği, eylemsizlikte eylemi bulan kişi tüm insanlardan daha bilgedir” aktarımını çok severim, özgür ve mutlu bir insan olmanın da yolunu verir içinde.

Eylemlerimizde duygulara kapılmadan, içsel bir arzunun eylemini gerçekleştirir ve bu eylemin akışını sadece seyretmeyi seçersek bu eylemin sonucu önemsizleşir ve hazzı kişiyi donatır. Bunu neredeyse çokça yazımda uzun zamandır yazdım ve bugün kitabında tekrar karşıma çıkan bu yolu okudum. Savunduğum ve anlattığım bu izleme ve serbest bırakma modelinin aynı zamanda karma için “akarma” niteliğine dönüşüp onun eylemsiz kalmasına neden olduğunu okumak bana keyif verdi. Yani duygulardan ve bağlı düşüncelerden arındırdığımız eylemler aynı zamanda bizim için bir karma oluşturmuyor. Nedenini anlamak kolay, aslında eylemlerimizin karmasını yaşamayız; davranışlarımızdaki niyet ve duygularımızın, bunların etkilerinin karmasını yaşarız.

Örneğin aşkla gelen birine iki ayrı insan hayır demiş olsun, eylem aynıdır ama bu kişilerin “hayır” cevabındaki duygu, düşünce ve niyet farklılaşır ve belki de biri kendisi için bir karma yaratır.

Karmayı daha önce anlatmıştık, onu geçiyor ve eylem-ruh dengeleme önerilerini yazıyorum:

Her eylemin mutlak sonucunu bilemez ve buna göre hareket etmeyi seçemeyiz. Bu yüzden bir davranış ve hamle için beklentilerden ve emin olma halinden arınmak gerekir. Bu arınma için ise en önce buna karar vermek ve istekli olmak önemlidir.

Eylemlerimizin karşı eylemlerine bakmak davranışlarımızın bize hissettireceği haz ve gücü görmemizi engeller. Örneğin hoşlandığımız birini aramayı düşündüğümüzde ya da aradığımızda hemen onun ne yapacağını da düşünürüz. Kendi eylemimiz değil, muhatap olduklarımızın eylemi bizi ilgilendiriyor olur. Ancak özgür eylem hazzı kişinin bizzat kendi yaptığı eylemden gelir, görürsen senindir, karşındakinin eylemine bağlarsan lütuf beklersin.

Ben her zaman içimden gelen eylemi yapmaya gayret ederim ve bu eylemlerin hepsinin tek nedeni vardır “ruhum, kalbim istiyordur”. Bunu yapmak ve başarmak kolay değildir. Kalpten gelen arzuyu gerçekleştirirken kalbin beklentisini susturmak zordur ama güzeldir, çabayı hak eder. Eylemlerimizin bize getirecekleri, sonuçları, kazançları ve kayıp olasılıkları değil, arzu eden “ben”in arzusuna kavuşması değerlidir.

Bu da zor olsa da inanılmaz güzel bir yaşam biçimidir. Ekranda sürekli sen vardır, seyir koltuğunda da bir sen. Hayat hikayeni, her saniyenin hikayesini dışarıdan izleyebilmek önemlidir. Bazen dışarıdan izlediğinizi düşünürsünüz. İzlediğiniz şeyle ilgili duygularınız aktive ise holistik (kuşbakışı) değildir o izleme ve içindesinizdir hikayenin. Ayrıca taraflı bir seyirci olmamak da önemlidir. İlk defa, hiçbir bilgimiz yokken bir film izler gibi her hikayemizi dışarıdan da seyredebilmeliyiz yani.

Niyetlerimizi ya tam belirleyemez ya da yanlış ve fazla detayla belirleriz. Yaptığımız çalışmalarda niyetler hep elle tutulur halde tarif edilmiştir, sahil kasabasına yerleşmek, iş değiştirmek, ev değiştirmek… Bunlar hayal ve hedeflerdir ama “niyet” nedir? Gerçek t, kişinin ulaşmak istediği “duygu” ve “ben hali”dir. Kurduğunuz hayaller, belirlediğiniz hedefler, eylemler ve çıktığınız yollar için hangi size ulaşmak niyetinde olduğunuzu bilmelisiniz. Çünkü evren niyetinizi gerçekleştirir. Siz huzuru şehir değiştirmeye bağlamışsınızdır ve hedef yerine niyetinize odaklanırsanız şehir değiştirmeden de niyetinize kavuşabilirsiniz. Evren niyetinizi duyar ve ona hizmet eder, niyet için gösterdiğiniz bir yol varsa ona bakar, yol uzunsa yol uzar ama niyeti öne çıkarırsanız kestirme yol varsa sizi niyetinize daha çabuk ulaştırır.

Yani işin özü bedenimizin içindeki bizi düğüm düğüm düğümlediğimiz yaşam biçimimizde, içimizde olan biteni biraz serbest bırakmak ama onu hep seyretmek, niyetlerimizi ve hangi “ben” olma halini seçtiğimizi iyi bilmek, eylemlerimizi başka unsurlara bağlamadan sadece “ben” için yapmak iyi yaşama sanatıdır.

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Kadın ve erkek - Alfa ve beta

Kadınlar ve erkekler alfa ve beta olarak değerlendirilmeye, hatta ilişkisel seçimlerde bu özelliklere göre tercih edilmeye başlandı. Terminolojik izahlara girmeyip kısaca kullanılan nitelikleri özetleyelim:

Alfa: Güçlü, savaşçı ve baskın bir yapıyı temsil eder. Beta: Kendine güveni çok yüksek değildir, başarısız olma kaygısı olur ve alfalarla uyumlanır. Gamma: İçine kapanık, mantıkçı ve soğukkanlıdır, aşık olunca beta olurlar. Omega: Alfanın tam zıttı denebilir, sakinlik sever, kendisinin lideridir, zekidir ama bireyseldir. Sigma: Hakimiyeti sevmez ama güçlüdür, zeki ve özgüvenlidir, sessiz ama manipülatiftir.

Ben tüm bu kriterleri kullanmayı sevmiyorum, çünkü aslında gamma, omega ve sigma gibi diğer karakter tanımları da orantısal değişkenlikte alfa ve beta içeriyor. Bu yüzden hepimizde alfa ve beta özelliklerinin yüzdesel ayrımına göre ilişkilere yansımasına bakabiliriz. Hadi gelin karşımıza çıkan ve çıkacak insanların alfa ve beta yüzdelerini bilmeyi deneyelim:

1.Kategori: Bu kategorideki erkek ya da kadın baskın, düz ve savaşçı bir tip ise o kesin %90 Alfa’dır. Yüzde doksan Alfa (ya da sigma) kadın ya da erkeği genel olarak geçmiş yaşamında hayata dair ciddi eşiklerden geçmiş ve maddi-manevi alanda tek başına ayakta kalmayı çok deneyimlemiş olabilir. İlişkilere dair net ve düz davranır, kıvırmaz ve lafı dolandırmaz, numara yapamaz. Aslında baskın değildir ama hayat duruşu onu baskın ve otoriter gösterir.

2.Kategori: Bu kategorideki erkek ya da kadın baskın ve otoriteyi abartmış, beta özelliğini tamamen yitirmiş ve en az %100 seviyeyle alfa ve hatta %150 alfadır. Sanki sertlikte hep kaynama noktasındadır. Bu kadınlar dominanttır, eril enerjisi bedenine bile yansımıştır ve erkeği ezen bir yapısı vardır. Bu kategorinin erkeğinde nokta atışı olarak maçoluk ve kıskançlık seviyesini yüksek görebilirsiniz.

3. Kategori: Bu kategorideki erkek ya da kadın güçlüdür, kendi ayakları üzerinde duruyordur ama çok konuşarak kendini güçlü hissetmeye güdülü olduğunu ve aynı zamanda da yalnız olmayı sevmediğini görürsünüz. İşte bu kategoriye “alfa görünümlü beta” diyebiliriz ya da oranlarına %60 alfa %40 beta diyebiliriz. Bu kişilerin benliği aslında alfalığını yüzdesel olarak yükseltmek ister ve bu yüzden kendini kendine ispatlamaya ya da tatmin olmaya çabalar. Genelde sahip oldukları şeylerle ve özellikleriyle ilgili övündüğünü ya da övünmek istediğini açıkça fark edersiniz, mutlaka bahseder çünkü:)

4. Kategori: Bu kategorideki erkek ya da kadın en riskli gruptur. Manipülatiftir, mantıkçıdır ama kendi yanlış algısının hükümdarıdır. Bir ilişkide yetmediğini düşünür ama hemen kendini manipüle ederek sebebi kendi lehine değiştirir, hata karşısındadır ama inceliğinden de vazgeçmez. Kendine fazla değer vermekle hiç değer vermemek arasında hızlı geçişler yaşıyordur, duygusal dengesizliği vardır. Alfa ve beta oranları %50-50 bile diyebiliriz. Kurduğu üç cümlenin birinde alfa hemen sonrakinde beta olduğunu düşünebilirsiniz. Bu kategorideki kişiyi onun kendini nasıl gördüğüne bakarak ve hızlı değişkenliği görerek yakalarsınız.

5.Kategori: Bu kategori tam bir beta kategorisidir. Fazla ılımlı, sakin, iletişimli ve uyumludur. Bu kategori nedensizce “ezik” olarak tarif edilir ama öyle değildir. Beta olmak iyidir ama yüzdesel ve cinsiyet olarak fark ettirir derim. 2. Kategorideki gibi burda da beta olmayı abartan, en az %100 beta olarak yaşayan hem kadın hem erkek pek tercih edilesi değildir. %100’ün altında beta olan kişiler keyifli iletişim ve ilişki insanıdır. Ancak beta kadını erkekler tarafından çok tercih edilse de beta erkeği kadınlar için çoğunlukla yakın arkadaş görevini görürler.

Alfa erkeği kadınlar tarafından tercih edilir ama alfa kadını genelde erkekler tarafından hayran kalınan ama kendisinden köşe bucak kaçılan kişilerdendir. Yüzdesel abartıyla beta olan erkek ve kadınla olmak zordur. 3. Ve 4. Kategorideki insanlar en zor teşhis edilen ve ilişki yaşanan insanlardır, bence detaylarda yakalamayı tercih edin. Alfa ve beta oranları değişkenlik gösterir yaşam hikayelerimize göre ve dilersek uygun oranlara getirebiliriz. Doğru oran kadın için %60-70 beta %30-40 alfa, erkek için de %70-80 alfa %20-30 beta olmalıdır. Nasıl mı yapacaksınız, davranış ve duruşunuzu takip edin, fazlalıkları azaltmaya, azı arttırmaya gayret edin.

Betül Yergök

Yazının devamı...

İlişkilerde görünme çabamız

Hep bir biçimde, bir konuda ya da bir ortamda kendimizi gösterme çabamız dürtüsel olarak devreye girer. Olmaz demeyin olur!

Gösteriş meraklılarını doğrudan es geçelim ama kendine en çok güvenen insanın bile kendini gösterme çabasına kapıldığını kabul edelim. Çünkü üstün insan modeli bile olsanız bu dünya mozaiğinde mozaiğin hangi parçası olduğunuzu belirtmek, fark ettirmek ya da ortaya koymak istersiniz. Bu rollerin gereğidir.

Sevdiğimizi ya da en ufak beğenimizi göstermek ve bazen de tam tersi hislerimizi belli etmediğimizi göstermek isteriz. Flörtün başında şaka yapıyorsa şakasına güldüğümüzü, esprili olduğumuzu; karşımızdaki insanı elit bulduysak elit olduğumuzu ya da sinemasever olduğumuzu, okuduğumuz kitabı veya en sevdiğimiz şarkıyı söylemek isteriz. Bazen karşımızdakiyle hiç de alakası olmaz yaptıklarımızın ve sadece onun ilgisini kazanmak için gösteriye başlarız. Çoğu zaman bu gösterme çabasından kaybederiz.

İlişkinin ilk zamanlarında ilgiyi, sahiplenmeyi, desteği, değeri verir, böyle biri olduğumuzu gösteririz. Çoğunlukla da karşımızdaki kişinin de bize aynısını göstermesini bekleriz. Cinsellikte marifetleri ya da tatminleri, fiziksel özellikleri ya da güzellikleri göstermek isteriz.

Şimdilerde ilişkilerde iki gösteri görüyorum, kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı. Erkeklerin bir kısmı yatağından çok kadın geçen, flörtöz ve çok istenen bir erkeği rol almaya meyilli. Diğer bir kesim ise ilişki istemeyen elit bir ıssız adam pozisyonuyla oturuyor masaya. Her iki örnekteki erkeklerin hepsi bunların prim yaptığından çok emin ve haklılar maalesef. Çünkü ulaşılmazı rol biçiyorlar. Kadınların bir kısmı bu erkek modellerine uyum sağlamak için genişlemiş kadın ruhunu yaratıyor, her şeye uyum sağlayabileceğini, ilişkisiz takılabileceğini iddia ediyor ve dahi zafer saydıkları adamların sevgisini değil bir gecesini kazanıyorlar. Diğer bir kesim kadın ise kendine uygun bir eş ya da sevgili bulmak için olduğundan farklı bir mazbut yapı ediniyor. Eğlenmeyi sevdiğini saklıyor, daha hanım hanımcık fotoğraflarla yansıtıyor kendisini. Bu her iki cinsin ikili örnekleri dışında kalan erkek ve kadınlar da işte normal doğru düzgün insanlar diyelim:) İyiler azınlıkta kalmış gibi oldu evet ama öyle. İşin kötü tarafı bu tespite bakınca her iki erkek modeli kazançlı çıkıyorken bu rollerden, her iki kadın modeli de kayıpla çıkıyor ve kadınlar kaybettikçe bu roldeki erkeklerin sayısı artıyor.

Filtrelerimiz bile bizi daha güzel kadın ve erkekler olarak gösterme gayesinde. Beğenilen ve görünen olmak istiyoruz her ortamda, ilgi peşindeyiz yani. Kimi egodan yapıyor, kimi olgunlaşmamaktan ve kimi var olma çabasından. İkili duygu dünyasında da karşımızdakinin bizi alkışlayıp sarılmasını ve aşık olmasını beklediğimizden gösteriye girişiyoruz maalesef.

Acı olan gerçeği söylüyorum, göstermeye ve göstermemeye çalıştığımız her ne varsa çoğu insan içeriği değil doğrudan bu çabayı görüyor. Yani herkes aslında bu rolleri anlıyor, farkında. Kandırdığımızı sandığımız insanlar bize uyum sağlamışsa anlamış ama uyum sağlamak işine geldiği için belli etmemiştir. Benim hayatta en çok utanacağım şeylerden biridir bu, ya sizin için? Açıkçası ben bir rol yaptığımda anlaşılması halinde utanırım, bu yüzden rol yapmamayı tercih ederim ve olduğumdan farklı gösterme çabasına girişemem. Ha bir de “olduğum halimi de göstermem, o da fazla geliyor; bırakalım biri gelsin ve sora sora beni bulsun ruhumda” derim.

Göster’i bitti aşkın, bu farkındalığı görebildiyseniz beni alkışlayın. Ne de olsa bunu da ben size gösterdim:)

Betül Yergök

Yazının devamı...

Aşka dair yanlış bildiklerimiz

Geçtiğimiz hafta boyunca birçok kişiyle aşka dair soru-cevap oyunları oynadık. Gerçekten aşka dair her türlü olumsuz sonuçları aslında aşka dair yanlış bildiklerimizden yaşadığımız kanaatine vardım.

Oynadığımız oyunlarda “Aşkta kalple mi mantıkla mı hareket edersin?” sorusuna “evet” diyen de oldu “hayır” diyen de. Bu iki cevap dışında aşkın mantık dinlemediği, bu sorunun zaten yanlış olduğunu savunanlar da oldu. Yine teyit sorusu olarak sorduğumuz “bekler misin, cesur mu hareket edersin?” sorusuna da bir önceki soruya kalp diyenler “cesaret”, mantık diyenler “beklemek” yönünde seçim dile getirdiler.

Aslında aşkın mantık dinlemediği yönünde aldığımız tepki haklıydı, aşk mantık dinlemezdi. Hepimiz için tanımlar farklılaşabilir, bu farklılıklar eylemsel seçeneklerimizle ilgilidir. Bekleme eylemini seçenler mantığını ön planda tutar, cesur hamleleri sevenler de kalbini duymayı seviyor demektir. Evet, en doğru şey aşkın mantıkla aynı yerde olamadığıdır. Kişilerin mantık veya kalp demesinde beis yoktur ama bu seçimler onların aşk denen duyguyla karşılaştıklarında yaşadıkları handikapları farklılaştırır. Aşkta mantığı seçenler, bu seçimle aşktan kurtulamamış mantığıyla da o aşkın içinde uzun aylar boğulmuştur kesin. Ne değişti ki! Kalbini dinleseydin de aynı sürede çıkacaktın bu işin içinden ve en azından duygularını dizginlemediğin çılgın bir dönem yaşayacaktın muhtemelen?

Aşkı sorduğumuz insanların sürekli “sevgi” ve “ilişki” tarifi yaptığını gördüm. Aslında tam olarak “aşk” duygusunu bilen kişi sayısı az. Aşk dediğiniz duygu karşımızdaki insanı tanıyarak oluşan bir duygu değildir, en azından çoğunlukla diyelim. Aşk anidir, kişiyi tanımaktan uzak, beynin ve bedenin bir başka beyin ve bedene ansızın çekilip onun yörüngesine saplanması halidir. Aşık olacağınız kişiyi tarif edemez, kriter belirleyemezsiniz.

“Ten uyumu” tabiri ile “çekim” tabirinin de çoğunlukla aynı sayıldığını da gözlemledim. Aşk, sevgi ve ilişkide “ten uyumu” iki bedenin tensel temasında hissettiği “uyum hissidir”, sanki iki beden de vanilya ya da her iki beden de kesme şeker gibidir:) Çekim dediğimiz şey “çekilmek” eyleminin karşılığıdır. Yani karşı cinsin gülüşüne, ses tonuna, zekasına, fiziğine ya da samimiyetine çekilebilirsin. Ten uyumu varsa onu tattıktan sonra daha da çekilirsin. Duygusal çekim dediğimiz şey “tensel, tinsel, bedensel ve zihinsel” olmak üzere bütün olarak çekilmek demektir.

“Affetmek” eyleminin aşktaki yerini de belirlemek insanlar için oldukça zor oldu. Aşık olduğumuz kişinin bize yaptığı hata için “affetmem” diyen de oldu, “aşk bu, her şeyi affeder” diyen de. Affetmemek denilen şey aslında hem duyguyu hem eylemi barındırır ve bu yüzden bunun cevabı zordur esasen. Aşk her olanı affetmemizi söyler ve duygusuyla bizi zorlar ancak duyguyu besleyen kalp ve zihin daha kırılgan olduğundan eylemsel olarak da affetmemek gerektiğini baskılar. İşte tam bu noktalarda eylemsel seçimlerimiz farklılaşır, hikayesine ve kişisine göre de değişir. Bu yüzden bu soruda asla şimdiden net ve tek bir cevap belirleyemezsiniz. Yani yargılı düşünceler oluşturup bunlara kendimizi bu düşüncelere bağladığımızı söyleyebiliriz.

Aşkın “kavuşamayınca” olduğunu savunanlar da çok oldu. Platonik aşk, imkansız aşk, saplantılı aşk gibi bir sürü tür belirleyebilirsiniz ama bu aşık olan kişinin aşık olduğu kişiyle olan sürecinin tanımlanışıdır. Aşk her türlü kavuşma ve kavuşmama sorucundan uzak korkunç ama masum bir duygudur:)

Aşkı konuşurken hep karşı taraf odaklı oluyor her bir ruh ve beyin. Ancak az kişiden duyduğum şey doğruydu: “aşk tek kişiliktir”. Çünkü aşk bir duygudur! Bir sevgiliniz varsa “biz aşığız” dersiniz “aşkız” demezsiniz, işte buradaki farktır aşkın duygu oluşu ve tek kişilik oluşu.

İnsanların aşık olduğu kişiyle evlenmesi gerektiği beklentisiyle karşılaştım. Hatta eşine aşık olmadığını söyleyenlerin garipsendiği bile bir gerçek. Aşk öyle her zaman, herkese ve çok kere düşebilecek bir hak değildir. Aşk “sonsuzdur” diyenler de olduğu için birleştirerek doğruyu bulalım derim. Aşk sonsuz değildir, ani ve kısa bir duygudur. Başlar, içinizi coşturur ve aşık olduğunuz kişiyle paylaşıma geçtiğinizden sonra şekil değiştirmeye başlar. Aşık olduğunuz kişiyle ihtimaliniz yoksa, o duygu imkansız ve platonik olarak büyüyebilir, saplantı olabilir. Aşık olduğunuz kişiyle ilişkiniz başlarsa aşk sönmeye mahkumdur ve onun söndüğü yerde ya sevgi duyguyu devralır ya da aşkın söndüğü yerde her şey söner ve ilişki biter. Aşk sonsuz değildir ama aşkın güzelliğine dair duygumuz sonsuzdur.

Aşk geliyorum demeden gelir, içine işler ve deler, asla bitmeyecekmiş gibi gelir ama biter.

Betül Yergök

Yazının devamı...

Kötü enerji ve duygu etkileri

Beynimizde ve bedenimizde duygularımızın, düşüncelerimizin kendi kendine çıkıp aktığı bir kapı yok. Daha doğru anlatmak gerekirse, içimizde uzun bir süre tuttuğumuz ve körüklediğimiz şeyi içeride mi bırakıyoruz yoksa dışarı mı akıtıyoruz, bu çok önemli.

Travmatik olaylarımızı, acı tecrübelerimizi, olumsuz düşüncelerimizi, ağır ve problemli duygularımızı sahiplenerek bedenimize ve beynimize mühürlüyoruz genelde. Bu mühürlemeden sonra zaman zaman ya da her zaman onun altını açık tutuyoruz, bazen ateşi kapatsak da ardından tekrar yakıyoruz. Bu olaylar, duygular ve düşünceler bir akıma giriyor, enerji olarak beyinde ve bedende çarpa çarpa dolaşıyor.

Bu anılar, duygular ve düşünceler vücuttan veya beyinden bir kapı bulup çıkamıyor, işte bu kötü. İşin bir diğer kötü tarafı bu enerjinin vücutta çıkış bulmaya çalıştığı zamanlarda bedene içten zarar vermesi. Yani hastalıklarımızın nedeni oluyorlar bir zaman sonra. Travmatik olaylarımıza, acı duygularımıza ve olumsuz düşüncelerimize sahip çıkma ve “iç yakma” eylemine göre değişiyor etkisi. Yani çok derin yaşayıp çok sahip çıkarsanız çıldıran bu koca enerji içeride büyük bir sarsıntı yaratacak ve o da daha mühim hastalıklara dönebilecek, biliniz.

Kesin bir bilgi ya da tıbbi bir iddia olarak söyleyemeyiz ama etrafımda çokça örnekte kanser vakalarında bu hastalığın ilk evresinin oluşmasından evvel, kişinin 1-2 yıl içinde travmatik bir olay yaşadığı ve buna çok derin üzüntülerle sahip çıktığını gözlemledim.

Derin bir acı ve üzüntüyü içeride tutmak, içi yakmak ve o ateşe bir süre sahip çıkmak, acı bir enerji akışı başlatıyor az önce anlattığımız gibi. Bunu yapan kişiler, uzun süre bu olayı atlatmıyor ve acısını derin yaşıyor; ardından 1,5-2 yıl sonra derin bir hastalıkla karşı karşıya gelebiliyor, o sahip çıkmanın bedelini ödeyebiliyor.

En üzücü gözlem ise bu kişilerin travmatik olayları atlatıp normalleşmeye başladıktan sonra hastalığın kapıyı çalmasıdır. Bu gerçekten çok üzücü. Düşünsenize bir süre bir konuda kendinizi üzüntülerden acılara atıp duruyor ama sonra atlatıyorsun ve toparlanıyorsunuz. Ardından mutlu günler başlamışken bir misafir kapıyı çalıyor ve kendinizi çok üzdüğünüz zamanların hediyesi olarak geldiğini söylüyor. Belki de o misafir gelmeden önce üzüntünüzü çoktan unutmuş bile oluyorsunuz.

Bu gözlemler ve yakından yaşadığım hikayelerin sonucunda bulduğum farkındalık yaklaşımını size vereceğim. En önce bu tespitlerde “en çok canınızı sıkan şeyin ne olması gerektiğini” belirleyelim. Nedir bu? Kesinlikle geçen acının mutlu günlerde bedelini hediye olarak göndermesi zorumuza gidecek şey olmalıdır.

Hayatta “zorumuza giden” konularda silkelenir ve kesin kararlar alırız, kendimize yemin ederiz. İşte bu yüzden mutlu günlerde fazla ve manasız acının bedelinin kapıyı çalması zorumuza gitmeli! Örneğin biten bir ilişkide kendinizi çok ağır bir acıya boğdunuz ve bir zaman sonra atlattınız, hatta tam da mutlu bir ilişkiye başladınız ama o eski acının hastalığı kapıyı çaldı.

İyi zamanımızda kötü zamanın acı hediyesiyle karşılaşma ihtimali zorumuza gitti, korkuttu ve bunu cebimize koyduk. Şimdi de “2 yıl” uyarısını beynimize kırmızı renkle yazalım derim.

Kendimize şunu söyleyelim: “bugün üzülüp atlatacağım bir şeyin asla 2 yıl içinde bana hastalık olarak dönmesine rızam yok”. Bu süre bir sembol olabilir, bilimsel kanıtı olmayabilir ama iyi bir bahane olabilir.

Acılarımızın, üzüntülerimizin, olumsuz duygu ve düşüncelerimizin biz çıkarmadıkça kendi kendilerine çıkabilecekleri bir kapı yok. Üstelik sadece kapı da yetmiyor, içeride onu büyük bir enerji topuna döndürüyorsak onu çıkarabilmek de zorlaşıyor ve bedenimize, ruhumuza çarpa çarpa bizi bizden ediyor olacak.

Ben kendime bu konuda söz verdim sıra sizde.

Betül Yergök

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.