SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Ne aşık ne maşuk, sadece Aşk olsam olur mu?

- Yerimde gözün var galiba.
- Var! Aşk olmak istiyorum.
- Nasıl olacağını da düşünmüşsündür mutlaka.
- Evet! Sen, Ben olacaksın, Ben de senin yerine geçip; Aşk olacağım.
- Bu kadar kolay mı olacak?
- Bu yüzden 'olur mu?' diye sordum.
- Olmaz elbet.
- Niye? Sen bende isen, Ben niye Sen olamıyorum. Aramızda ayrı gayrı mı var? Benim olan senin ise, Aşk niye Ben olamıyorum?
- Ben duyguyum, sen ise duygulu.
- Tamam işte, ben bir duyguya aidiyet eki olmak istemiyorum. Kendisi olmak istiyorum.
- Neyin değişeceğini düşünüyorsun ki?
- Duygu; duyguyu yaşayacak bedenin duygusu ile sınırlı.
- Bu durumda sen de uçamadığın için kanat olmaya karar verdin!
- Hayır havadaki Aşk olmak istiyorum, soluduğumuz oksijen gibi. Bedensizce, bedelsizce, bensizce, sessizce, sakince!
- Durdurun dünyayı inecek var der gibisin.
- Merak etme hiç inesim yok, tam tersi dünya ile dönmek, hayat ile dolmak, sevgi ile olmak, huzurla coşmak, sevinçli kalmak istiyorum.
- Aşık olarak da bunları yapabilirsin. Arada ne fark olucak Aşk olursan?
- Aşık olduğunda midende kelebekler uçuşur ya, işte ben o uçuşan kelebek olmalıyım.
- Ömrün uzun mu geldi? Koca bir ömür aşık olarak yaşamaya karşı, niye anlık olanı seçiyorsun.
- Senin için söylemesi kolay. O an dediğin; benim için, gelip geçene kadar süren zaman parçası. Üstelik her geçiş bir bedel ödetiyor. Kısa ya da uzun sürmesinin önemi yok, her koşulda sonunda hep acı var. Oysa sen; sürekli o güzel anlar oluyorsun. Torpilli olan kim sence?
- İyi de sen de sürekli Aşık oluyorsun, güzel sese, güzel göze, güzel öze ve güzel olan her ne görüyorsan ona. Ayrıca geçirdiğin bir güzel saati; bir saniye sürmüş gibi görürken, kötü geçen tek saniyeyi; bir saattir acı çekiyormuşsun gibi gördüğünü ben değil, Einstein söylüyor: senin göremediğine Görelilik diyerek. Üstelik; senin kısacık bulduğun 'o her güzel an' sonrası sürekli yenilenip tazeleniyorsun, ömür boyu acı çekiyorum diyemezsin. Hele de onca Aşk acısı çekip sonra da Aşık olmaya yelken açanların bolca yaşadığı bu gezegende sana engel olan mı var?
- Var, engel olan Maşuklar!
- Hah şöyle, çıkar baklayı ağzından. Aşk acısı çekiyorsun diye Aşk olucaksın. O zaman acın mı hafifleyecek sanıyorsun. İstersen gel Aşk olmak yerine Acı olmayı seç. Belki daha rahat edersin. Hatta acı çekmekte sınır da tanımazsın. Olmadı öfke olursun. Baktın bu da işe yaramadı, bi ara da kendin olmayı denersin. Elbet bir gün fark edersin; Sen zaten onlarsın, tamamısın, bütünlerisin. Aynada yansıyan görüntünü olmak isteyeceğine, kendin ile tanış.
- Neden hissedemiyorum peki?
- Sürekli nefes almak istediğin için olabilir. Her aldığın nefesi geri verdiğin sürece, yeniden nefes alabildiğini söylemek; teknik olarak biraz garip olsa da sanırım hatırlatmak zorundayım. Bak işte buna Hayat deniyor. Sürekli nefes alamazsın, ciğerlerinden geri geleni dışarı üflemedikçe.
- Hep acı çekmek zorunda mıyım?
- Bu bir zorunluluk değil, sadece yaşam! Mutlu olmak yerine mutluluk olmayı istiyorsun. Mutlu olmayı içine çektiğin nefes olarak düşün, mutsuzluklar da verdiğin nefes olsun. Mis gibi oksijeni ciğerlerine cekip, karbondioksit gibi kendine bile zararlı bir gaz halinde geri vermekte bir sakınca görmüyorsun ama kokladığın mutsuzluk olunca gezegende hiç mutluluk kalmadı sanıyorsun. Hala ısrar ediyor musun, hava değilim hava olsam diye. Farkında bile değil gibisin sonsuz Aşk tüm hücrelerinde, varlığında, ruhunda. Bir düşünsene; Aşk sende olmasa, Sen nasıl aşık olacaksın? Hala Aşk olsam mı diyorsun?
- Ordan bakınca burası öyle mi görünüyor.
- Benim nasıl gördüğümün önemi yok, asıl senin kendi içini görmen gerek. Aşık olduğunda sana mutluluk kapılarını açan bir şifre verilmiyor! O kapılara giden yolun aydınlanıyor. Nasıl gideceğin, yolda kalacağın ya da kaybolacağın ve sonsuzluğunun sende ne kadar süreceği özünde saklı. Sen daha Aşk olduğunu bile bilmiyorsun, benim akıl dolu bir ömürlük bedenine sonsuz Aşk'ı sığdırmaya çalışan varlığım. Unutma da bi ara Çengelköy'e simit almaya git.
- Ben diyorum; Aşk olayım, sen diyorsun; Simit alayım?
- Simit midendeki kelebekler için, asıl niyetim gitmişken Çengelköydeki 800 yıldır hayatta olan çınar ağacını ziyaret etmen.
- Ne görücem ki orda?
- Sen görmeyeceksin, çınar seni görecek; önünden gelip geçen bir kelebek olarak.
- [...]



Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Sevgili Aşk, bu Karga çok mu kara?

- Bukalemun intikamı mı bu soru?
- Aslında evet ama intikam değil. Çok renkli olmak ile hiç renkli olmamaya takıldım.
- Doğal olarak da soluğu bende aldın, cevap için!
- Başka soracağım duygum mu var?
- İyi de, Karga'nın karalığından sana ne?
- Bu güzelliğe beyaz daha çok yakışmaz mı? Baksana bi, haksız mıyım?
- Çok çok eskilerde, rivayetlere göre zaten beyazmış. Ancak kendine göre beğenmediklerini gidip Apollon'a şikayet edince; bedelini kara kargaya dönüşerek ödemiş.
- Bu bana bir uyarı mı oldu şimdi? Sanki, bende beğenmediğimi değiştirmek istersem, kendim mi dönüşürüm başka bir şekle?
- Hayır ama ısrar edersen değiştirmek ile ilgili, değişmeyecek olanları; ortaya çıkacak direnç yüzünden boşa harcayacağın güç ve zaman seni dönüştürebilir.
- Sevdiğimin daha güzel olmasını isteyemez miyim?
- Sevdiğin; zaten senin için yeterli bir güzelliğe sahipmiş ki sevmişsin! Ne diye renk ayarlarıyla oynuyorsun!
- Daha güzel olsun diye!
- Kendin için mi, sevdiğin için mi?
- O değişirse; daha iyi hisseder, daha çok mutlu olur, daha rahat eder.
- "Bana göre" diye eklemen gerekir bu isteğine.
- Ona verdiğim değere göre aslında, yoksa banane! ister gece karanlığı olsun, isterse gün aydınlığı.
- Bir de kabullenme seçeneğin var, sanırım göremediğin!
- Kabullenirsem değişmeyecek ki!
- Değişimi senin kararın değil, kendi kararı olmalı.
- O halinden memnun, yoksa çoktan beyaza büründürmüştüm.
- Sevdiğin senin için aşksesuar değil ki; dilediğin şekilde dilediğin zaman uygun olsun.
- Kendim için istiyorsam namertim!
- Tamam o halde mertliğini kabullenmek için kullanabilirsin. Sen değiş demesen bile, değişmesini istediğini belli ettiğin anda; Sen için değişmeye zorlamaya başlamış olacaksın. Her sevdiğini, sevdiğin için, istediğin şekle dönüştüremezsin. Bu dönüşüm onlar için cezaya bile dönüşebilir.
- Sadece daha iyi olur diye görüyorum.
- Sen görüyorsun, Sen analiz ediyorsun, Sen karar veriyorsun, Sen talep ediyorsun ama Sen değişmiyorsun!
- Değişmesi gereken ben değilim ki!
- Okuduğun kitapta sorun var diye matbaaya gidip "yeniden basın bunları... okunmuyor!.." diyorsun. Basılıyor, yüz sayfalık kitap sen okuyamadığın için beşyüz sayfaya çıkartılarak. En sonunda ağır gelmeye başlıyor elinde ve her sayfada beş on cümle yer alıyor; senin için 'okunabilir' hale getirilen kitap.
- O kadar da değil! Sevdiğin için değişmesini istemek bu kadar yük getiriyor olamaz.
- Haklısın olmaz. Ancak; değişim kendi'liğinden olursa yük getiriyor olmaz.
- Bari harflerin karakterini değiştirseydik!
- Belki de senin gözlük takma zamanın gelmiştir, çünkü; kendin değişmemekte ısrar etmezsen; başkasını değiştirmeye ihtiyaç duymayabilirsin!
- Yine bana mı kesildi fatura?
- Karga'nın karalığını şikayet eden sensin!..
- [...]



Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Aşk sordu; bu-ka-le-mun-laş-tır-dık -la-rım-dan mısın?

- Gözlerime inanamıyorum! Sen de mi sorgulamaya başladın?
- Sadece bir soru sordum.
- Emrin olur, ne demek! İçimdeki Aşk; lütfetmiş bana kadar gelip soru sormuş, buyur şöyle geç. Dağınıklığın kusuruna bakma. Geleceğini hissetseydim ortalığı toplardım. Bu aralar duygular yoğun, içimle pek ilgilenemedim.
- Gerek yok, büyütme! Soruma cevap ver gideyim.
- Dur şimdi, ani oldu, böyle küt diye soru ile ilk darbeyi alınca, ne sorduğuna bile bakmadım.
- Basit; sen de bukalemunlaştırdıklarımdan mısın?
- Tekerleme mi çalıştın? Bi çırpıda okuyamadığımı, sürekli tekrarlayabiliyorsun.
- Açıklama bekliyor olamazsın heralde.
- Ya n'olur kusura bakma. Lakin, sanırım anlamadım. Şaşkınlığıma ver. Açıklasan daha bi bilinen türden yaratıklarla. Kedi, kuş, köpek gibi sık rastlananları kullanarak.
- Senin sorularındaki saçmalıklara bu kadar uzun laf etmiyorum.
- O zaman bi tur dönsek de ben sana sorsam!
- Anlaşıldı anlatmadan anlamıycan. Daha soruyu çözemedin cevabı nasıl bulucan.
- Oh, ben de bi içten azarlansam diyordum.
- Bak şimdi. Sevmeye başladığında kendin olabilirken, sevmeye devam ettiğinde de kendin olarak kalabilmekten bahsediyorum.
- Ben kendime bi çay alsam iyi olucak galiba, demli!
- İçindeki sevgi tüm ışıltısıyla parlamaya başladığında birisine karşı, bu sevginin gücüyle yavaş yavaş sevdiğin kişi için şekil değiştirmeye başlıyorsun.
- Buna benzer bişi demiştin daha önce; sevdiğimize hayalimizdeki kostümü giydirip olmadığı bir kimlikle sevebiliyoruz diye. Bu da ona benziyor.
- Birisi; onu olduğundan farklı görmek, diğeri; kendi olduğundan farklı görünmek.
- Bi de sert bi kahve mi alsam, çay demini almamış galiba!
- Sevginin güzel gücü, sevdiğin için hayatını bile değiştirmeni sağlarken, onun istediği gibi biri olmanı da sağlayabilir.
- Bunun neresi kötü.
- Bunu kim istiyor senden? Sevdiğin kişi için, sevdiğini düşündüğün her şeye ve her şekle bürünmeni senden isteyen mi var, sen mi karar veriyorsun onun yerine.
- İlişki dediğin gerektiğine onun yerine de karar vermek değil midir?
- Gerektiğinde onun istediğini düşündüğün şekilde sevgili olmaktan bahsediyorum. Sen şekil değiştiriyorsun. Üstelik onun yerine karar vererek. Bunu sürekli sürekli yapar hale gelebiliyorsun bir süre sonra. Sarı göründüğünde gözüne, sararıyorsun ya da yeşil gibi göründüğünde, yeşeriyorsun.
- Mutlu olduktan sonra, sorun nerede?
- Mutlu olduğun için yapmakla, mutlu olmak için yapmak arasındaki farkta.
- İyi de senin söylediğin gibi davranmazsak da mutsuz olacaksak, neden çabalamayalım.
- Çabalarken bukalemunlaşmak zorunda mısın?
- Belki de; besin olmak ile besin bulmak arasındaki fark yüzünden? Yoksa ya aç kalırız ya da yem oluruz!
- O zaman "Aşk; Sen'i de bukalemunlaştırmış!"
- Bu kadar da keskin evet diyemiyorum. Ben olmak isterim elbet, hatta her iki tarafın da kendisi olmasını beklerim. Buraya kadar tamam. Sevdiğimin; düşündüğüm gibi olduğunu görmem ile olduğumu istediğini düşündüğüm kişi gibi görünmem aynı değil mi?
- Anladın, aferin!
- Niye sevinemedim acaba bu aferine! Zira bu aydınlanma görmek istemediğimi görmemi sağlayabilir.
- O zaman çabalaman doğru olur. Hazır aydınlık olmuşken su koyduğun kabın etrafına bir bak, çatlaktan sızdırıyor olmasın! İlişki kabını Aşkın saf suyu ile doldurmaya kilitlenmişken, kaba döktüğün su, düşündüğün kadar içilemiyor olabilir.
- Anlaşılan diyorsun ki; testiyi kırmadan ve suya tatlandırıcı katmadan şöyle bi güzelce etrafını izolasyonla.
- Sızıntıyı dışına sürdüklerinle engelleyemezsin, içten yapman lazım.
- Bukalemun ile girdik, cephe kaplama ile devam ediyoruz. Sen bi de tarif ver ocakta pişirip macun yapabileceğimiz, tam olsun.
- Sevgi!.. Tarife de gerek yok çünkü güç zaten saflığında. Macun ise sızıntıya sebep olan çatlağı öğrenişin olsun.
- [...]

Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Aşk'a sordum; Suç musun, Ceza mısın?

- İkisinden birini seçmek zorunda değilim.
- Bilinen hikayelerinde üçüncü bir seçeneğe pek sık rastlanmıyor.
- Bu senin bilmediğin hikayeler de var anlamına gelir.
- İnatla ne Suç olmayı ne de Ceza olmayı kabul etmiyorsun.
- İnatla kabul ettirmene rağmen, evet, kabul etmiyorum.
- Bu kadar ısrar etmenin sebebi daha kötü bir seçenek olduğu için mi?
- Aşk olan yerde kötü ne arar?
- Yok artık, o kadar da değil. Sen bende yaşıyor olabilirsin ama ben senle birlikte bu gezegende yaşıyorum. Nasıl söyleyebilirsin bunu? Bu kadar kötü... Hadi yumuşatayım; bu kadar "" nasıl kötü olan bir yerde olmadığına ikna olayım.
-İki sebepten dolayı, ilki; Aşk olduğu düşünülen bir yer kötüyse zaten orada yoktur, ikincisi; kötü bir yerde Aşk olduğunda orası zaten iyileşir.
- Bu biraz pazarlama sloganı gibi geldi bana.
- Peki, o zaman bir sürahi kap gel, pazarlama gösterisi yapayım, beğenirsen alırsın.
- Boş mu olsun?
- Hayır, içinde Sen olucaksın.
- ???
- Bedeninin yaklaşık yüzde yetmişbeşi su olduğuna göre, çoğunluğunu bir sürahiye doldurabilirsin.
- Eee?
- Masada yer aç çünkü bu gezegendeki her insan için de bir sürahi olacak!
- Sanırım bu sürahiyi boşuna getirttin bana, biraz geyik mevzu var gibi.
- Elbette yok, şimdi o içinde SEN dolu sürahiye, saf su olarak Aşk katalım, ortalama bir ömürlük.
- Ve?
- Şimdi, kimya bilgin hiç olmasa bile, cevaplayabilir misin; SEN ile karıştığında, saf olarak mı kaldı yoksa sana mı bulandı, içine dökülen bu saf su?
- Tamam, burada belli bir ölçüde saf suya müdahalem olmuştur, kimyasallarımla. Diğer insanlar için sürahiye ne gerek vardı?
- "Yedi milyarı geçkin insan yaşayan bu gezegende, herkesin tıpkı parmak izi gibi kendine özel bir kimyasal yapısı vardır" dersem; abarttığım düşünülmez sanırım. İşte bu saf suyu kime katarsan kat, aynı oranda katılmış bir başkasından daha farklı kimyasala dönüşecektir. Doğal olarak da her bedende farklı tepki verecektir.
- Bu dediğinle Aşk beni değil, BEN aşkı değiştiriyorum.
- Ve bu değişimi; kendi içinde karışan kimyasallarınla yaşıyorsun, sonra da bana çamur atıyorsun. Saflığını Senleştirdiğin sudan çıkartıp.
- O kadar da masum olmasan gerek, yoksa mükemmel kimyasalı olan beden var da, bi ben mi değilim?
- Kendine haksızlık etme, temiz yada kirli kimyasal olmaktan bahsetmiyorum. SEN ne kadar taşlaşmışsan dökülen sıvı üzerinden o kadar hızlı akar gider, içine çekmen çok zaman alır. Ne kadar topraksı bir dokun varsa dökülen tüm suyu içine doldurursun; saflığın tüm değerli mineralleriyle.
- Yine de saflığın yeterince güçlü değil demek ki, taşı bile süngere dönüştüremediğine göre.
- Dönüşmez demedim ki, çok zaman alır dedim.
- Hala çok ikna olamadım, yeteri kadar sevmediğim için mi yoksa senin de bir limitin olduğu için mi, bunun çok sürmesi?
- Sadece zaman ve miktarı sınırladığın için ters düşünüyorsun. Katılan saf su Senleştiğinde daha fazla bu saf suyu katabileceğini görmüyorsun.
- O zaman benim kimyasallarım BEN olmaktan çıkmaz mı?
- O zaman SEN saflınağa kavuşmuş olmaz mısın, böyle yoğun bir sevgi ile dolu sürahinin içindeki AŞK ile?



Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Aşk'a sordum; Hidroelektrik Santralı mısın yoksa Dinamo mu?

- Böyle bir soruyu sormanı neye borçluyum acaba?
- Sevgi çok güçlü bir enerji kaynağı olduğuna göre, bunu cevaplaman zor olmasa gerek.
- Zorluğundan değil, niye rahat bırakılmadığımı merak ediyorum. Mantığın tatile mi çıktı?
- Sordum, tümden gelip tüme varırken içim geçmiş.
- Aferin, o geçmiş içini bana dökmeye karar verdin sen de!
- Evet, içimde senin gibi bir Aşk olduğu için çok şanslıyım, herkes senin gibi çenesi düşük olana denk düşmez sanırım.
- Hah! Kendi düşük çeneni de bana etiketledin.
- Sen ne isen, Ben de oyum, güzelcim.
- Kendi aşkın ile konuştuğunu hatırlatırım.
- Sen de bir sorum olduğunu hatırlıyor olmalısın, eğer dinamo gibi sadece hareket enerjisi ile elektrik üretiğin için, kullanılmadığında unutmuyorsan!
- Nükleer santral diyebiliriz. Ancak uranyum yerine, zenginleştirilmiş benlik olacak.
- Hadi canım !.. Bendeki mi yoksa herkeste mi böyle.
- Ayrıcalığın yok, ne yazıkki herkeste böyle.
- O zaman niye mutlu edemiyor, bu nükleer santral bizi, bunca gücü olmasına rağmen?
- Duvardaki prizleri görüyor musun?
- Evet!
- Birisine uzatmayla dört makine bağlı, diğerinde ise bir minik şarj aleti var.
- Eee?
- Hepsi aynı enerjiden faydalanıyor di mi! Sen birini sevdiğinde de küçük bir şarj ünitesi ile bağlantı kuruluyor.
- Hah, elektrik almak bu o zaman!
- Ne yazık ki herkes önce almak ile ilgili. Oysa alan da bir güç kaynağı, yani bir enerji santralı. Başkasından aldığını kendi gücüne ekleyip bağlı olanlarına dağıtımını sağlıyor.
- İyi de niye anlatışında bir sorun var gibi görünüyor? Enerji dağıtımı serbest rekabet kurallarına mı aykırı yoksa?
- Arıza çıkarttığınız için! Zira sevdiğinden şarj olmaya başladıktan sonra, elinde ne kadar elektrikli alet varsa hepsini, bu yeni güç kaynağına takmaya başlıyor sevilen. Yetmiyor, daha önceden aile, arkadaş, dost, komşu, ahbap, akraba ve daha ne kadar kaynak kullanımdaysa, zamanla hepsinden çıkartıp sevdiğinin santralına bağlıyor. Tıpkı sevdiğin bir kişinin, hayatındaki herkesin yerini doldurması gibi. Tek bir kaynağa bu kadar yüklenmek ise o santralın kapasitesini zorlamaya başlıyor.
- Hani nükleer enerji vardı?
- Santralda var, sorun dağıtıcılarda! Aklı almıyor, canı istemiyor, bencillik çağırıyor, çalışmak zor geliyor, mesai yoruyor, tembellik istiyor ve santral şalter indiriyor.
- Kolay değil sevmek güç ister!
- Fakat sevilmek de sadece güç tüketmek değil ki, alınan gücü yeniden sevgiye dönüştürerek ona güç vermek. Eğer sevmediği tarafından sevilen birinden bahsetmiyorsak, sevilmeyi tek taraflı düşünme. O da seven için bir santral! Sırf sevdiği için bile beslenebilmek de bu yüzden. Mutlu eden, mutlu ettiği için mutlu oluyor.
- Enerji nakil hatları pek bi karıştı.
- Hayır, çok basit. Kaynak pürüzsüz ve sorunsuz. Doğanın kaynaklarını çılgınca tüketmek, nehirleri kurutmak, havayı kirletmek gibi yok edici özelliklerden kaynaklanan, sevilirken alınan enerjinin dağıtıcılarını umursamadan ya da bencilce aşırı yüklenme yapılabilir. Hatta alınan bu enerji sadece tüketilip hiç üretilmiyor bile olabilir, konfor keyifli geldiğinden. Seven kişi hiç şüphesiz ki tüm kaynaklarını kullanacaktır. Fakat bir gün gelir de voltaj düşmeye başlarsa, bir kontrol etmekte fayda var; biz santrala nelerle bağlıyız, santral bize nelerle bağlı?

Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Düşünüyorum, o halde Aşığım!

Sevmek dokunmaktır, sarılmaktır, fizikseldir diyene 'Hayır, öyle değildir!' denilmez. Sadece, bir de dokunmadan, sarılmadan hissedilen sevgi için ne düşündükleri sorulabilir. İkna etmek ya da bir değişiklik yapmak için değil, suyun sadece bardakta değil nehirde de olduğunu göstermek için.

Bardak gibi herhangi bir kap; sınırlara, sınırlandırmalara ve en önemlisi tükenmeye sebep olan düşünceler üretecektir, kendi sevgimiz için bile.

Oysa sadece düşünürken bile hissettirecek kadar güçlü olan sevgimizi, niye bir su bardağına sığdıralım ki? Nehir olmak varken!

Kimse kızmasın, birine dokunmadan sevmek olur dediğim için. Biraz uzaklaşalım kaplarımızdan ve kalıplarımızdan, düşünelim. Sevgiyle dokunduğumuzda ne oluyor? Hadi biz dokunduğumuzu bilemeyiz, başkası adına konuşmayalım, kendi hissettiklerimiz varken deyip, kendimizi denek olarak kullanalım.

Sevgi ile dokunulduğunda hissettikletimizi sayalım. Dokunan kişiye olan sevgi bağımız nasıl ise huzurla başlangıç yapıp, bedenimizdeki ilgili tüm kimyasalları bizi iyi hissettirecek şekilde çalıştırarak devam eder. Adına ne dersek diyelim, sevgi ile dokunulduğunda, bedenin hem sinir sistemi hem de metabolizması aynı düzende çalışacaktır.

Bunu sağlayan nedir? Dokunanın özel bir gücü var ve bedenimizde bir etki sağlıyor olamaz.

Sadece dokunuyor ve biz iyi hissediyoruz.

Üzerimizdeki bu etkiyi sağlayan; dokunma anında duyduğumuz sevgi sözcükleri de olamaz heralde çünkü söylemese de bizim hissettiklerimiz özünde değişmiyor. İlave olarak daha iyi olmamızı sağlıyor. Ancak canımız şımartılmak istediğinde, ekstra beklentilere doğru yol alıp, günlük sevgi sözcükleri kotası bile koyabiliyoruz. Eksik çıkarsa sevmediğine karar vermek üzere kullanmak için ve haddini bildirmek için.

Oysa fark edilmesi gereken en önemli ayrıntı; bize dokunan için ne 'düşündüğümüz'!..

Düşüncelerimizde dokunan kişi için var ettiğimiz ve sürekli güncellediğimiz bizi iyi hissettiren düşünceler. Bize yamuk yapıp üzdüğü bilgisiyle güncelleme yaptığımızda da aynı kişinin dokunmasından hoşlanmadığımız an gelene kadar.

O halde güç bizde! İyi hissetmemizi sağlayan da bizim düşüncelerimiz, kötü hissettiren de. Saygısızlık yapan, onur kırıcı ve kötü davrananlara karşı güncelleme yapmayıp, yanında duran kişileri de gördüğümüzde şaşkınlıkla -kendine gel- derken; görmeleri gerekenleri görmezden gelmeyip, güncelleme yapmalarını ve o kişiye karşı "düşüncelerini" değiştirmesini öneririz. Böyle birine aşık olunacağını kabullenmeyiz. Sonra da 'Aşk bu ota da konar ..." diyerek kabullenme evresine geçeriz; ilgili kişinin değiştiremediğimiz "düşünceleri" karşısında.

Sadece düşüncelerimizin gücü, yaşadığımız Aşk için gerekli büyülenmeyi sağlayacak kadar etkili ve başarılı olacaktır. Gerçeklerden uzaklaşmamızı sağlayacak kadar hayalperest ya da gerçekleri göremeyecek kadar kör olmamızı, yine bizim kendi düşüncelerimize borçluyuz.

O halde en muhteşem Aşk için de, en fiyasko Aşk için de düşüncelerimiz sayesinde diyebiliriz. Karşımızdaki karakteri yok saymadan ancak varlığını düşüncelerimizle şekillendirdiğimizi de gözden kaçırmadan.

Düşüncelerimizin nehir olduğun varsayarsak, bu nehirden doldurduğumuz bardakdaki su ise düşündüklerimiz olur.

Kendi nehrimizden doldurduğumuz bir bardak suda fırtına koparmadan önce, nehrin güldür güldür akan suyundaki muhteşem gücü fark etmek iyi hissettirebilir.

Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

"Aşk dediğin rafine edilmeli" diyenlerden misiniz?

Bugünlerde birbirine sarılıp heykel gibi donmuş çiftler var sokaklarda. Etraflarından geçerken gördüklerinden dolayı taşlanmasını dileyecek kadar nefret dolu olanlarla, taçlanmalarını dileyen sevgi dolu olan insanların tam ortasında, öyle duruyorlar, dondurdukları zaman içinde, sonsuz bir anlığına.

Hiç kuşku yok, o an, içinde bulundukları an, nasıl yoğun bir sevgi doludur. Yaşları; yaşamın öğretileri kadar çok olmasa bile,

yolculuklarının şu anki durağında Aşk molası vermişler.

Bizler ise onların dondurdukları zaman diliminin dışında kendi anlarımızın içinde, o anlarının durağından geçerken sevgilerine tanıklık ediyoruz. Varlığını hissettiğimiz sevginin nasıl güçlü bir sesi olduğunu duyarak içimizdeki keyifle ya da nasıl berbat bir ses bu diye sinirlerimizi bozdukları için öfkeyle.

İstanbul hakkında bilgi sahibi olanların hemen hatırlayacağı bir kahve satış noktası vardır. Baharatların satıldığı Mısır Çarşısı yakınında. Her zaman kalabalık, her zaman gürültülü ve hep kokuludur. İçinde olduğunuz an tüm duyularınız aktif olur. Yolda sadece kendisi olduğuna inananlar tarafından itilip kakılmalar, baharatlardan gelen binbir çeşit kokular, satış için bestelenmiş şarkılar, daha önce hiç görmediğiniz ve muhtemelen de bir daha hiç görmeyeceğiniz yeni pazara çıkmış nesneler, belki de ömrünüz boyunca

diyeceğiniz tatlar bulunan bir alandır. Kalabalığın yoğunluğuna oranla kısacık ya da bitmek bilmeyen uzun bir sürede içinden geçerken; aynı anda kaç yaşanan ana tanıklık edeceğiniz sizin alıcılarınıza bağlıdır.

Kapısında metrelerce kuyruk olunan kahvecinin etrafa yaydığı kavrulmuş kahve kokusunun içinden geçerken siz; 'bu bulutun hep içinde kalsam' keyfini sürerken 'of... ne iğrenç kokuyor bu kahve' diyen bir ses; ete kemiğe bürünmüş olarak önünüzden geçiverir. O an çok basit gördüğünüz bir beğeni seçeneğinizin bile sadece size özel olduğunu fark edersiniz.

'Sevmeyen, sevilmeyen size göre belirlenmez'

tabelasını gözünüze sokuverir karşınıza çıkan bir pano, tıpkı seven ve sevilen için de olduğu gibi.

Sevdikleri ya da sevmedikleri ile ilgili olarak eleştirirken başkalarını, kendi içimizdeki mutfağa göre davrandığımızı fark etme anıdır. Karşı masanızda sabah kahvaltısı eden anne, baba ve yeni yeni kendi yemeye başlamış bir çocukları olan aile gördüğünüzde yüzünüzde oluşan yumuşak bir gülümsemeyi; annenin çocuğunu, patates kızartmasını ketçapa batırmadan yediği için azarlamasına tanık olduğunuzda da tutabilir misiniz?

Eleştirebilir miyiz o çocuğu, yarın önümüzden geçerken buram buram içimize çektiğimiz kahvenin kokusuna laf ederse? Sevmeye zorlanarak oluşturulmuş bir duyu arşivi tarafından tasnif ederken tüm kokuları.

Beden kimyamızın neleri ne kadar sevdiğini öğrenmek için. Sevmeye zorlanmadan sevdiklerimizi. Sevmek zorunda olmadan sevdiğimiz ne varsa hepsini bildiğimize emin miyiz? Bedenimizdeki kimyasalların damak tadımızdan çok sağlıklı olmak ve kalmak için bizden talep ettiklerini duymayı denedik mi ya da başardığınızda farkı görebildik mi?



Belki de doğallıktan uzaklaştıkça, sevgiyi rafine etmeden kullanamaz olduk. Kızarmış patatesi ketçapsız yemenin doğruluğunu tartışırken, küçük bir çocuk tarafından kahvaltıda yenip yenmeyeceğini tartışmayı gözden kaçırmak gibi.

Elimizde, bedenimizde, içimizde, varlığımızda en güçlü etkiyi sağlayan muhteşem bir kaynak var:

Sevgi !

Saflığı ile tüm hayatımıza dalga dalga etki sağlamasın diye üstünü örtüp sonra da sevgi eksikliği çektiğimiz için araya araya gezmediğimiz market, bakmadığımız raf kalmadı diye şikayet eder miyiz? Duymaktan hiç hoşlanmadığımız şu laf yüzünden:




Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Nankörlük ve pişmanlık aşkın neresindedir?

Hayatın içindeki tüm sesleri; yaşantımız boyunca duyuyor, dinliyor, beğeniyor ya da beğenmiyoruz. Zaman zaman duymaktan yorulduklarımızı dinlemenin mecburiyeti altında huzursuzlaşıp, duymazdan gelmeye çalışıyoruz. Gürültülü ve yorucu hale geldiğinde de hiç bir şey duymak istemediğimizi söylüyoruz.

Bu söylediğimizi ilk duyan kim olabilir?

En yakınımızdaki, bizi bizden daha iyi tanıyan, aklımızdan geçeni dahi bilen, en çok anlayan, her dediğimizi dinleyen, hiç bir dediğine kulak asmasak da bize kulak tıkamayan, sürekli bizimle olan, işimize gelmeyenleri söylese de susturduğumuzda bize küsmeyen : ' BEN '

Çünkü tüm şikayetlerimizi ya da memnuniyetlerimizi ilk önce duyan; içimizde; kimine göre çenesi düşük, ukala, kimine göre arada bir konuşan, ağır başlı varlığımız, öz benliğimiz, en içten halimiz, iç sesimiz. Tüm düşüncelerimizi aklımızda canlandıran kendi sesimiz. Ağzımızdan çıkanı kulağımıza duyurmamayı başardığımızda bile mükemmel bir dublaj ile hiç atlamadan tüm düşüncelerimizi kendimize duyuran iç sesimiz.

İşte, BEN'den bir iç seslendirme :

- Nankörlük ve pişmanlık aşkın neresindedir?
- Dışarısındadır.
- Nasıl bu kadar emin olabilirsin ki?
- Sen bunu Aşk'a sorduğuna göre, en net bilen aşk duygun olarak benim. Sen "İyilikbilmezlik" ve "Yaptığı bir işin veya davranışın olumsuz sonucunu görerek üzülmek" aşkın neresinde diye soruyorsun.
- Kütüphane yakınında galiba! Tamam, sözlük anlamlarına göre de evet, sorum bu!
- Benim olduğum yerde bu ikisi de olmaz.
- İyi de bütün aşk hikayelerinde nankörlük ve pişmanlık var, nasıl senle ilgili olmadığını söylersin.
- Hikayelerde okuduklarınla beni analiz edeceksen hiç konuşmayalım.
- Alınma hemen, ben gördüğümü söylüyorum.
- Sorun da tam burada zaten, beni; görmez hisseder aşık olan.
- Nankörlük ve pişmanlıkla ne ilgisi var?
- Aşık olan adına konuşabilirim.
- Tamam ben de nankör ve pişman olarak dinlerim.
- Aşk; sevginin yoğunlaşarak ele avuca, tene yüreğe, akla ruha, güne geceye bulaşması olduğuna göre, bunu var eden kaynaktan doğrudan sevilene ikram ediliyordur.
- Bu yeni bir bilgi değil.
- Peki, böylesi bir güzelliği sevdiğine ikram ettiğinde ya da sunduğunda bunun için bir karşılık mı bekliyorsun?
- Pek sayılmaz ama...
- Ne sayılır? Doğal kaynak suyunu para karşılığı satmak mı? Yoksa varlığında, içinde, tümünde üretilen bir duygu olan sevgiyi, senin sevdiğine bir armağan olarak sunmak mı?
- İyi de bu armağana karşı olan tutumu nankörlük içeremez mi?
- Niye, sen sevdiğine onu severek iyilik mi yapıyorsun ki; iyilik bilmez, iyilikten anlamaz olarak etiketliyorsun davranışına bakarak.
- Burdan bakınca haklı görünüyorsun ama ...
- Sevmek için doğru bir bakış açısı mı var? Sonuçta sevgiyi koşullandırdığında bir beklenti ve karşılık içermesi kaçınılmaz olur. Sevmek sadece sevgiyi sunma eylemidir.
- Sorduğuma pişman olucam gibi görünüyor.
- Demek ki; sen de sormaktan dolayı üzüntü duydun pişmanlığa yelken açıp ama ben pişman değilim seni cevapladığım için. Tıpkı sevdiğimden pişman olamayacağım için. Çünkü doğama aykırı. Sevgi başka ne için var olabilir ki, sevmek dışında. Baktığımda görme işlevi sağlayan gözlerime; görmemesi gerektiğini ikna etmeye çalışmam gibi bir saçmalık.
- Yine de Aşk; nankörlük ve pişmanlık ile ilgili.
- Elbette, biz de bu gezegen ile ilgiliyiz sonuçta. Dışımızda olanlardan dolayı sorumlu değiliz. Ancak dışımızda olanları da değiştirmek ya da kabullenmek ile sorumlu olabiliriz.
- O zaman nankörlük ve pişmanlık aşk ile ilgisiz diyemeyiz.
- Kendini haklı çıkartmak için zorluyor gibisin.
- Elbette hayır, sadece anlamaya çalışıyorum.
- Anlaman gereken sevginin sağladığı güzelliğin yeterli olup olmadığıdır. Nankörlük ya da pişmanlık olarak adlandırdığın bir tutum ile karşılaştığında, -eğer sevgin ile ilgili kuşkun yok ise-, sevdiğin ile kurduğun bağ üzerinde bir pürüz vardır. Göremediğin belki de görmek istemediğin. Sen seviyorsun diye dünya seni ayakta alkışlamaz. Sevdiğin için ödüllendirme bekleme.
- Şimdi ihale üstüme mi kaldı?
- Eh, suçlamayı sen yaptıysan eğer nankörlük diye, evet!
- Peki, pişmanlık?
- O hangi tarafa ait olduğuna bağlı olarak değişir. Sen isen, sevdiği için pişman olan, zaten sevmemişsindir. Çünkü sevmek pişmanlık içermez. Kesin bir pişmanlık hissediyorsan üstüne giydiğin bir kıyafetin pişmanlığıdır. Çünkü sevgi; tenin, ruhun, duygun, hücrendir. Fakat sevdiğin kişide bir pişmanlık varsa, sevginin onu herhangi bir sebepten dolayı beslemediği ya da besleyemediği gibi bir durum olabilir. Sahip olduğun sevgi yeryüzündeki herkesi mutlu edecek şekilde pastörize edilmiş bir halde sunulmaz. Öyle kendini pek yüceltme sevdiğin için. İyi insan oldum diye ödül beklemekten farklı değildir bu beklenti.
- Burdan pek sevindirici bir sonuç çıkacak gibi görünmüyor.
- Niye sevdiğin için pişmanlık duymak mı isterdin, günlerce acı çekmek mi hoşuna giderdi duvarlara eğri büğrü kırık kalpler çizip artık sevmeyeceğim diye yazarak.
- Sende de hiç mi üzüntü yok?
- Neden olmasın ki, sevgi tüm duyuları ve duyguları içinde barındırır. Sevinç olduğu gibi keder de vardır. Sadece sevgi; beğenilmedi diye acı çekmez. Taşı sevip yeşermedi diye kahrolmak gibi olur bu, "yeşermesi için mi seviyordun yoksa taş haliyle mi?" diye sorarım o zaman da ben sana!
- ...


Facebook sayfamda düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.