SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Aşkın heykelini yapabilir misin?

Gözlerini gözlerinden ayıramadığı, nefesini kendi nefesinde soluyan, kalbini yerinden çıkacakmış kadar şiddetle attıran, ruhunu bedenine dar getiren, coşkusundan çılgınca mutlu olunan bir aşk için gerekli olan aşığın heykelini yaptığını söylese birisi bize onunla dalga mı geçeriz yoksa nasıl yapıldığını bize de öğretmesini mi isteriz?

diyenlere ufak bir hatırlatma: aslında zaten yapıyoruz! Hem de oldukça ustaca. Hadi, -hepimiz yapıyoruz- gibi iddialı bir laf yerine -çoğumuz yapıyor olabiliriz- diye mütevazıca bir seviyeye taşıyalım lafı.

Adı üstünde değil mi zaten, "Hayalimdeki Aşk" başlıklı bir senaryoyu gerçek hayatımızda sahnelemeye başlarsak neler yaşarız?

Yıllarca hayalini kurduğumuz, tüm detaylarıyla senaryolaştırdığımız aşk, karşılaştığımız ile biraz olsun benzerlik içerdiğinde

diyenlerden mi yoksa

diyenlerin grubundan mısınız? Konu başlığımız gereği bu son grubun üyelerinden biri olduğumuzu anlamak için yapmamız gereken test; beklemeye ne kadar sabrımızın kaldığını ya da ne kadar daha umutlu olduğumuzu ölçmemiz yeterli olacaktır.

Bu oranlar gerektiğinden az miktarda çıkıyorsa sizde usta bir heykeltıraş oldunuz ya da adaysınız demektir.

Aşkın heykelini itinayla yapıp ona aşık olabilirsiniz.

Elbette ilk bakışta keyifli gibi görünüyor ancak zamanla -kendi senaryomuzu sahneleyen- ile iletişim halinde olduğumuzun farkına varıyoruz. Bu farkındalık da, farkında olmadan kendi var ettiğimiz heykele, bizim tasarladığımızın dışında davrandığını için kızmamıza sebep oluyor.

Bizim senaryomuzun dışında bir harekette bulunması, o sahneyi yeniden çekmemize imkan olmadığı için "hayal kırıklığı" yaşamamızı sağlıyor. Aslında haksızlık yapıyoruz. Bizim tasarladığımız kostümü, bizim yazdığımız senaryoyu, bizim ürettiğimiz hayali canlandırması için o karaktere biz hayat verdik. Şimdi "kendi gibi davrandığı" için beğenmiyor olabiliriz.

Hepimiz aşkın heykelini çok da güzel yapıyoruz aslında!

Ancak bir kısmımız zamanla heykel yapmadaki ustalığımız kadar o heykeli canlandırma konusunda yeteri kadar mucizevi bir yeteneğimiz olmadığını da keşfediyoruz.

Hepimiz mitolojideki heykeltıraş Pygmalion kadar şanslı değiliz; yaptığımız heykel Galatea'ya aşık olup öperek hayat verecek kadar.

Öpsek de, sevsek de, sevişsek de, deliler gibi aşık olsak da canlandırmada sorunlar gördüğümüz zaman hırçınlaşıyoruz ama bunun da bir faydası olmuyor herhangi bir hayat belirtisine sebep olmadığı için.

Elimizde çok seçenek yok. Gerçeğimizdeki aşk için sahip olduğumuz ilişkiye hayalimizdeki aşk filtresinden bakmamayı becermeliyiz.

Sevdiğimiz; bizim beğenerek kusursuzca tasarladığımız kostümü giydiği için değil beğenmekte zorlandığımız sahip olduğu kusurları olan kostümüyle sevdiğimiz olmalı.

Yoksa ne kadar usta olursak olalım o yapmaya çalıştığımız heykel bir gün başımızda paralanır. Bilindiği kadarıyla Afrodit'in her heykeltıraşa aynı kıyağı yaptığı görülmemiş, -mitolojide bile!-

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Savaşla sevişmesek olur mu?

Sabahları alarm gerilimiyle değil, güneşin doğuş huzuruyla uyanmayı alışkanlık edinenler muhtemelen bilmezler ama genelde sabahları sinir harbi yaşanır: Patlamayı bekleyen afyonlar, uyandırana karşı şiddet eğilimi, soğuyamadan içilmek zorundaki sıcak sıvıya öfke, kavgayla aşılan yol hikayeleri gibi.

Hangimiz; böyle bir ortamın başrolünde olmasak bile, figüranı olmaya zorlanmıyoruz?

Hayatımız; huzuru sağlamak için mücadele etmek zorunda kalmaya başladığımız andan itibaren -yani çocukluğumuza veda eder etmez- buna benzer bir tür savaş hali almadı mı?

Farkında bile olmadan savaşla sevişerek şiddetleri doğurmuş olabilir miyiz?

En yakınımızda olan 'çok sevdiğimize' bile hoş görülü olmak için uğraşıyor muyuz, hoş görünmek için uğraştığımız kadar?

Severken koklamadan, sevilirken ışıldamadan tüketiyor olabilir miyiz sevgiyi?

Aynı gezegeni paylaştığımız bir neslin; "Savaşma Seviş" önerisindeki özneyi 'Savaşma' olarak mı anladık yoksa?

Bu kadar çok sorunun, cevaplarının da içimizde bulunduğu tartışılmaz. Dikkatimizden kaçan minik bir ayrıntı bizim aslında kolayca sahip olduğumuz huzuru zor kullanarak kaçırdığımızı görmemizi sağlayabilir.

Günü sinir harbine çeviren tüm sebeplerin yok olmayacağını ve görmezden gelemeyeceğimizi bilecek kadar yetişkinleştirildik. Belki savaşlarımızdaki öfkeyi, sevişmelerimizdeki sevgiye bulaştırmamayı başarabilirsek dengeyi koruyabiliriz.

Sakince durup bir göz atmak lazım!

Sabah yine alarm çalacak hiç kuşkusuz, yapılması gereken işler, gidilmesi gereken yerler, tüketilmesi gereken saatler için.

Gülümseyelim !..

Sabahın ilk ışığına, o ışığı gören güzel gözlerimize, o gözlerin bebeği olan sevdiğimize.

Zaten gün boyu istemesek de dışımızdaki sinir savaşlarının içinde olacağız, bari gücümüzün kaynağı olan içimizdeki güzelliklerin etkisini duymazdan gelmeyelim.

Sahip olduğumuz ya da sahip olmak istediğimiz güzellikler için mücadele ediyorsak eğer, yine özneyi karıştırıp bu kez de mücadeleyi baş tacı etmeyelim.

diyerek ayrıcalıklı olarak kendilerine özel savaş modeli entegre edildiğini iddia edenler de, en azından huzur veren en güçlü kaynağa karşı ayrımcılık yapmayı deneyebilirler, çünkü;

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

İki durak arası mutluluk mümkün mü?

Tıklım tıklım bir tramvay. Herkes kendi halinde, yüzlerinden düşen bin parça. Suratsızlık, mutsuzluk, sıkıntı, huysuzluk dolu tüm yolcularda. Gidiliyor tıngır mıngır. İnenlerin yüzlerinden düşürdüğü bin parçaları eze eze yeniden binenlerin mutsuzlukları daha da tıklım tıkış yapıyor tramvayı. Arada birisi telefonda -- duyanların; refleksle bakışlarını sesin geldiği yöne çevirmesi dışında hiç bir duygu belirtisi yok, koca kalabalıkta.

Kahkaha sesi çınlıyor. Hem de tek sefer değil? İki durak geçildi, hala kikir kikir gülüşmeler, arada kahkaha sesleri resmen cıvıl cıvıl renkli boya saçıyor tramvayın içindeki tüm kararmışlıklara.

Kime göre nasıldır bilemem ama tramvaydaki kararmışlıkların içindeki iki orta yaşın üzerindeki hanım önce refleks olarak istemsizce gülümsedikleri eğlenceli kahkaha seslerine anca iki durak tahammül edebildiler. Yüzlerindeki gülümseme,iy karanlığa öyle çabuk gömüldü ki, bir birlerine yetiştirip, eğittikleri çocuklarının nasıl böyle edepsizlik yapmadıklarını anlatmaya başladılar. Yetmedi, duyulmasını istedikleri bir tonla;

diyerek indiler.

Orta yaş üstü, olsa olsa 50-60 yaş arası, çok değerli çocuklar yetiştirmiş olduklarıyla övünen iki hanımefendi. Hiç şüphesiz doğduklarında hayatın kararmışlıklarına direnen rengarenk insanlar vardı çevrelerinde. Fakat şimdi kendileri genç kızların en içten eğlenceli kahkahalarına iki durak arası tahammül edemiyorlar.

Tramvayın içindeki tek ışıltı, güneş gibi parlayan genç kızların yankılanan gülüş sesleri. Kim bilir neye takıldılar, neyi evirip çevirip kendilerine eğlence yaptılar.

Farkında bile değiller; iki durak arası tahammül edilmeyen mutlulukları aslında çevrelerinin iki dudağı arasında son bulabilir.

Çünkü sadece iki hanımefendi değil bunu hoş karşılamayan. Sanki raylı toplum taşıma aracı olan bu tramvay birazdan bu kahkaha sesine karşı direnemeyip raydan çıkıp sağa sola savrulacak. Böyle bakılıyor rengarenk mutluluğun sağladığı o minicik gökkuşağı renklerine.

Hangi ara mutluluk hoş karşılanmaz oldu.

Burada hoşnut olmayanlar evlerinde eşleri, çocukları ya da yakınları mutlu olduklarında tahammül edemeyip onları mutsuzluğa mı davet ediyorlar.

Duraklar arası mutluluğa tahammül edemeyenler, dudaklar arası mutluluğa nasıl tahammül edebilirler ki?

Biz etrafımızda mutlu insan görmekten, kahkaha sesleri duymaktan "kim olurlarsa olsunlar" mutlu olmaz mıyız? Olmaz mıydık? ya da

iki durak arası bile mutlu olmayacak mıyız?

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Aşkolsun Limon!

Öyle mütevazı bir hali var ki; farkına bile varmadan hayatımızın içinde ona oldukça fazla yer ayırmış durumdayız.

Limon

Çaya, çorbaya, şifaya, susuzluğa, keke, pastaya, kokuya ve nerdeyse her derde deva Limon!

Şimdi tüm bunlar yetmezmiş gibi diyerek de bir ekleme daha yapalım:

Sıradan, dışı basit görünümlü, kullanım alanı geniş, etkisi yüksek bir malzeme, üstelik bulunması son derece kolay.

Fakat bir kötü yanı var: görünümleri hep aynı! Eğer seçerken iyisini anlamazsak bir damla elde edemeden bütün ömrümüzü tüketir limon. Öyle ki; o bir damla için, mutfak tezgahında limonu ne kadar ovalamaya mecbur kalındığını bilmeyen yoktur.

Oysa seçimimiz başarılıysa, öyle bereketli olur ki içindeki suyu; yarısından bile koca sürahi limonata yapılır, yetmez dışındaki kabuğu da katılmadık lezzet bırakmaz damağımızda, şifa katar ömür boyu huzurumuza.

İşte tam burada dikkat etmeli!

Artık eski limonlar yerine hazır şişelenmiş limon suları var her yerde. Gerçek limon tadını kaybeden ya da öğrenemeyen damaklar kimyasal aromalarla beslendiklerinin yanılgısıyla, huzursuzluklarının sebebini sorgulamaya başlayacaklardır bir süre sonra, aradıklarını bulduklarını sandıklarında.

Sevginin saf hali değil midir beslendiğimiz, beslendiğimizi düşündüğümüz, besleneceğimizden kuşku duymadığımız. Çünkü;

sevildiğimizi ya da sevdiğimizi hissetmeyi, öğretilmeye ihtiyaç duymadan biliriz,

içimizde doğamızda var olan bir duygu olduğu için. Tanırız saf halini sevginin ancak tercih hakkımızı kullanırız; ihtiyacımız hissettiklerimizi gölgede bıraktığında. O zaman stoktan huzur verip zaman kazanırız,

diyerek.

O halde hayat bizi doğrudan kadere bağlamasın diye seçimimizi yaparken hem ne amaçla limon aradığımızı sormak lazım kendimize hem de saf halini unutturmamak gerek damağımıza.

Limon şifası olsun derken, limon asidine maruz bırakmamak için aşkı.

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Hadi MUTSUZ olalım!

Sevdiğinizin gözlerindeki sevginin ışıltısından etrafı göremeyen gözlerinizin önüne, bir anda bunun sonsuza kadar sürmeyeceğini yazan fosforlu neon ışıklı bir tabela getirildi mi?

Endişelenmeyin dışardan değil doğrudan içerden servis ediliyor. Korku üreten çalışanlarımız boş durmuyor. Kızmayın onlara, bir şekilde hayatta kalmak zorundalar. Korku olmasaydı kendimizi güvende hissedebilir miydik?

Daha bir ilişkiye başlarken bile önümüzdeki beş yıllık korku planlarını da yapmadığınızı iddia edebilir misiniz? Bi soralım:

Korkun!

Korkulacak o kadar çok şey varki hayatta, hepsinden de tir tir titreyerek korkmamız gerekiyor. Çünkü bu yüzden korku var! Korkusuzluk; yaşamın dengesine katkı sağlayacak bir kazanım olabilir mi sizce?

Hayat her iki karşıtı da içinde barındırdığı için doğum/ölüm çizgisinde cambazlık yapıyoruz.

İyilik ile kötülük arasında, ne etliye ne sütlüye dokunmadan koşar adımlarla yaşayarak. Korkmak bize güvende olmak için, ağlamak; gülmek için, sevinmek; üzülmek için, mutlu olmak; mutsuz olmak için gerekli.

Sağ elimizde mutluluk, sol elimizde mutsuzluk olduğunu var saysak. Sürekli sağ elimizi kullandığımızda sol elimiz yok olmuyor hatta çoğu zaman farkında bile olmadan karpuzu taşımamız için el atıveriyor ya da dengemizi kaybettiğimizde ait olduğu bedeni korumak için kendini feda edip zarar görmemizi bile engelliyor.

Hor görmemek lazım garibi.

Bu yüzden karanlığa saygı duymamız gerekir en az onu yok eden aydınlığa duyduğumuz kadar. Çünkü aydınlığa olan hayranlığımızı karanlığa duyduğumuz huzursuzluğumuz çoğaltıyor.

Mutsuzluğa öfkelenmek yerine varlığını kabul edip yok saymayarak, hem sağ hem sol kısaca iki elle sevdiğimizi kucaklamak daha dengeli bir ilişki kurmamıza sebep olabilir belki de.

Hem demez miydi büyüklerimiz;

ikisi de bizde, ikisi de bizden, ikisi de bizim parçamız, ikisi de çocuğumuz.

Denge şart;

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Mutluluk hormonu nasıl çoğaltılır?

Sirkeci vapur iskelesi önü. Her zamanki kadar kalabalık ve hareketli. Vapura yetişmek için koşanlardan biri; kaçırdığı vapura mı yoksa soluk soluğa kaldığına mı dertleneceğine karar veremezken, iskelenin sol köşesinde çok tanıdık bildik ve ne yazık ki alışık olunan bir görüntüye takılır gözü.

Yedi belki sekiz yaşında bir çocuk yere bağdaş kurmuş önüne atılacak paraları bekliyor.

Hikayesi, kimliği, nedeni ömür boyu tartışılabilecek kadar uzun ve hüzünlü olabilir ama on saniyeliğine çantadan çıkartıp bir paket sütlü çikolata uzatıldığında tüm bu konular ipleri kesilmiş renkli balonlar gibi gökyüzüne uçuveriyorlar. Gerçeklerden hızla uzaklaşan balonları takip eden gözler, tekrar yer yüzünün kızarmayan suratlarına geri dönene kadar.

Döndüğünde görülen ise çocuğun bağdaş kurduğu yerde yırtılmadan, zarifçe ve yapışkanlarından -itinayla- açılmış, buruşturmadan bırakılmış çikolatanın boş ambalajı oluyor.

Çocuk ?

Yok, gitmiş. Oturduğu yerde açtığı kesin paketi.

Hepsini bir çırpıda yedi mi? Paylaşmak için sevdiği birisine mi götürdü? Sevindi mi? Beğenmedi mi? Tahmin etmek imkansız.

Yeniden aynı yere gelir mi? Tahmin etmek zor değil!

Gelemez !

Çünkü çocukluk uzun sürmüyor. Hayatın ilk tanışma sürümü konuyu kavrayamayacak kadar kısa.

Hayatın gelişkin versiyonlarını kullanmaya başladığımızda ise; içinde hangi yeni özellik olmalı diye beklentiler içine girerken, bedelsiz elde edilen özelliklere ilgisizleşiyoruz.

Kimseye haddim değil şunu yapın bunu yapın demek. Fakat çikolatada mutluluk veren endorfin var ya işte o; aşık olduğumuzda bedenimize sevinç salan kimyasallardan biri. Mutluluk hormonu olarak da biliniyor.

Çoğaltmak için aşık olmayı beklemenize gerek yok diyebilirim sadece.

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Sevgi denizinde boğulmak mümkün mü?

Hayatın en güzel renkleri gökkuşağındaysa eğer, gökkuşağının en güzel tonları da sevgiye ait olan damlalardan oluşmuş olabilir.

Ne de olsa sevgi yüzünden gözyaşı dökmemiş kimse yoktur, kahırdan da olsa, mutluluktan da olsa.

İşte bu damlalar kocaman bir denizin parçaları; sevgi denizinin.

Yüzmeyi bilen için muhteşem, bildiğini sanan için tehlikeli olan sular.

Bakın çevrenize; eşiniz, aileniz, dostunuz, arkadaşınız, çocuğunuz, sevgiliniz ve daha fazlası ya da en azından bunlardan birisi sizi mutlaka seviyordur. Hatta zaman zaman belki de sizi sevmeyen tek kişi sadece kendiniz bile olabilirsiniz. Peki, bu kadar çok sevgi varken etrafınızda mutsuz olmak çok mu kolay? Daha azı var diye mutsuz olabilir misiniz?

Olamazsınız ama kendinizi mutsuz edebilirsiniz.

Çünkü sevmeyi tam olarak bilmiyorsanız boğulabilirsiniz bu koca denizde. Sevgiyi teraziye koyduğunuzda dengelere göre hareket edersiniz, dalgalara göre değil. Bir kaç kulaç sonra yorulur bedeniniz. Koşullar, beklentiler, ihtiyaçlar, korkular zorlar sizi, kramp olurlar. İsteseniz de suya giremezsiniz, karşılıksız sevmekten korktuğunuz için, beklentilerinizi beklediğiniz için, koşulları sıraladığınız için. Sadece ayaklarınızı suya değdirerek yüzemez, ancak kıyıda yürüyebilirsiniz.

Suyla yerçekimsizliği yaşadığınızda ise sevgi dengeniz olur sizi boğulmaktan korur. Dalga dalga gelen duygu fırtınalarında ne kadar açıkta olursanız olun sevginiz güç verir sizi korur. Öğrenin, öğrenmeye çalışın yüzmeyi. Size göre zor, bilenlere göre basit sırrını öğrenin sevmenin.

Korkusuz, beklentisiz, ihtiyaçsız, koşulsuz sevin. Aldığınız kadar değil, verebildiğiniz kadar sevin. Huzurunu içinizde hissederek sevin. Her kulaçta aldığınız nefesle sevin.

Dalgalarla dans ederek sevin. Yunus gibi sevin.

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

Sevmeye aç olan var mı?

Hayata ilk bakışı attığımız gün ile o bakışın son kez atılacağı gün arasında göz ucuyla görülmüş bile olsa hepimizin bir sevgi hikayesi mutlaka vardır.

Biri geçmişte çok çekmiştir, bir diğeri hala çok mutludur. Hiç birini bir diğeriyle kıyaslamadan tek ortak noktaları; sevgi olsun konumuz.

Önceliği ise çoğunluğun çok iyi bildiği sevilmeye verelim.

Çünkü sevilmek ile başlayan bir hayatımız olduğu tartışılmaz. İlk tanıştığımız sevgi türü -ne yazık ki- karşılıksız sevilmek. Geçen zaman bize bunun her ilişkide olmadığını kanırta kanırta öğretene kadar süren beleş mutluluk besini.

Sevmek ise sonradan keşfettiğimiz pek bir zahmetli duygu. Hem sevilmek kadar konforlu değil hem de çaba gerektiriyor.

Oysa ne güzeldi kapıya bırakılan bir paket gibi; alıyor, açıyor ve sindiriyorduk sevilmeyi, yapmamız gereken hiç bir şey olmadan.

Sevmek için ise üretiyor, paketliyor ve gönderiyoruz hem de adrese teslim kapıya. Alıcı memnuniyeti de cabası.

Bu yüzden daha zor görünse de herkes bilir ki; tek başına üretmek bile iyi hissettirir.

Sevin.

Çünkü üreteceğiniz tüm sevgi; sizin içinizde var olduktan sonra sevdiğinize geçer. Fakat önce içinize sindirir tüm güzelliklerini. Öyle geçer; zerresi ziyan olmadan geçmesini dilediğinize. Hani sevgiyle bakar ya gözleriniz sevdiğinize, işte o içinizde üretilen sevginin daha paketlenme aşamasında dışarıya sızan ışıltısıdır.

Sevilmek çabuk doyurur ve tok tutar, sevmek ise iştahı arttırır sevdikçe sevesiniz gelir. Eğer açlığınızı severek gidermezseniz, sadece sevilmek beslemez sizi tıpkı hazır gıdalar gibi. Mutfağa girin ve kendiniz için, içinizdeki güzelliğin ışıldaması için sevgi üretin.

Sevilmeyi beklemeden sevin. Sevilmeyi şart koşmadan sevin. Sevilmeyi istemeden sevin. Sadece sevin.

Hayat; sadece hayatı sevseniz bile güzelleşir.

Birol Boyacıoğlu
brlbo.com

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.