SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Anlaşıldıkça gelişen beceri: Self regülasyon nedir?

Ailelerle olan sohbetlerimde “self regülasyon” kavramına değinmeden süreci planlamanın ve uygulamanın çok mümkün olmayacağını ergoterapist olarak öngörebiliyorum. Ergoterapide özel olan bu kavramı her telaffuzumda düşünceli, biraz derin, bazen nötr bakışlarla karşı karşıya kalıyorum. Yabancı olduğumuz bu kavramı kullanırken aslında “kendini sakinleştirebilme becerisi”nden bahsederiz. Sakinleştirebilme becerisi günlük yaşantımızın şüphesiz her alanında duygu, düşünce, davranış, duyusal sistem ve aktivitelerimizi derinden şekillendiren bize ait her şeyi barındırır.

Bebek doğum itibariyle ilk üç ay içinde ebeveynlerinden zorluk anlarında onu anlamalarını, ihtiyaçlarını karşılayarak sakinleşmeyi öğretmelerini bekler, böylelikle “self regülasyon” yaşamın ilk aylarında gelişmeye başlar. Sakinleştirme deneyimlerimiz bizim için çok önemlidir; yaş aldıkça ve koşullarımız/problemlerimiz yön değiştirdikçe stratejiler geliştirip alanımızı genişletmemiz ya da ne kadar genişletebildiğimiz hakkında bilgilenmemiz bu deneyimlerle şekillenir. Günlük yaşamda bebekler/çocuklar için birçok zorluk ortaya çıkar ve 2 yaşla birlikte birey olarak kendilerini ortaya koymaya başladıklarında, bu sürecin ebeveynler ve çocuklar arasında birtakım davranışsal zorlukları getirdiğini klinik ortamda gözlemlemekteyim. Anahtar bilgi şu ki: ebeveyn olarak kendimizi regüle etmeden, çocuğumuza bu konuda yardımcı olamayız. Ancak anlaşıldıkça ve anladıkça regülasyonu ortaya koymak mümkündür. Unutmamalıyız ki, bebek/çocuk o an zor bir duyguda (kaygı, korku, öfke, utanç) sıkışmış ve evet, size ihtiyacı var. Kendini sakinleştiremeyen ve ağlayan bir bebeğin/çocuğun karşısında ebeveyn olarak her zaman durumu anlamak, gözlemlemek, dikkat kesilmek, çocuğun farkındalığını uyandırmak sabırla istediğimiz gibi ilerlemeyebiliyor çünkü o an duygularını kontrol edemeyen kişi yalnızca çocuklarınız değil, sizlersiniz de.

Çocuklar yeni bir duyguyla ya da bir eylemle karşılaştıklarında stresi yönetmekte , planlama yapmakta kaygılanabilirler. Bu kaygıyla ne yapacağını bilemeyen çocuk, ağlama davranışını gösterebilir; bazı çocuklarda ise hırçınlık, şiddet gibi daha davranışsal sorunlara da dönüşebilir. Böyle anlarda duygu regülasyonunuza dönüp baktığınızda zorlandığınızı düşünüyorsanız bunun en güzel ispatıni inceliyor olmaktır. Değişmeyen davranışlar görüyor; ulaşamamazlığı hissediyorsak diye dönüp kendimize bakmamız gerekebilir. Regülasyon sinir sistemi tarafından duyusal, fiziksel, bilişsel ve psikolojik yönlerimizle doğrudan senkronizasyonumuzu etkilediğinden, regüle olamadığınız anların yaşamınızda yarattığı zorluğun farkında olarak bu durumu dengelemek istiyorsanız siz ebeveynlere iyi gelen, duyusal sisteminizi istek ve ihtiyacınıza uygun anlamlı uyaran, kendinize ait özel zamanlar ve anların peşinden gitmelisiniz. Ruhun ve bedenin bütün olduğunu unutmadan gevşeme halini yaşayabileceğiniz her türlü eylem ve aktivite size özel planlanmalı ve sınırınızı/ kendi güvenli alanınızı yaratabilmelisiniz. Bu anlar yoga, egzersizler, müzik dinlemek, hobi edinmek ... olarak kişi merkezli çeşitlenebilir. Yaşamın her yerinde ve her bireyde olan regülasyonu geliştirmek kendimize yaptığımız en güçlü yatırım olacaktır. Çünkü bilişsel olarak dikkati ortaya koymak işte, evde, okulda her alanımızda olan ve regülasyonun bize kazandırdığı özel bir beceridir, dikkatle birlikte gözlemlemek sonrasında gelen farkındalıkla aydınlanıp davranışı ortaya koymak aslında duygumuzu daha anlamlı sunmamıza olanak tanır ve bu durum sadece çocuğumuzla olan iletişimimiz için değil; sosyal iletişimimiz için de büyük bir aydınlanmadır.

Yetişkinler olarak ya da çocuklara nazaran sakinleştirme becerilerimizi daha iyi tanıyan bireyler olarak bir de davranışı bu pencereden sorgulamanızı istiyorum: Sizce birey ağlama davranışını bitirdiğinde gerçekten o duyguyla yüzleştiği için mi bitirir yoksa karşı tarafın bu iletişim şekline gösterdiği keyifsiz yanıtı sonlandırmak için mi ya da anlaşılmamak yorduğu için mi veya ağlaya ağlaya yorulunca susması gerektiği ona öğretildiği için mi ? İster yetişkin, ister çocuk ya da bebek, duygu-düşünce-davranış öz olsa da, tek yönlü bakılmaması gereken içsel bir döngüdür. Çocuklarınızın regüle olmadığı anlarda destekleme şekliniz regülasyonun da bireye özgü özelliğinden kişi merkezli detaylandırılmalıdır fakat en çok regülasyon destek aracı olarak söyleyeceğim bazı durumlar elbette olacak:

Çocuğunuzun self regülasyonda zorlandığını gözlemliyor ve siz ebeveynlerinde bu konuda zorladığını düşünüyorsanız bir ergoterapiste ya da bir psikoloğa başvurmanız doğru olacaktır.

Yazının devamı...

Serebral palside ergoterapi

Serebral palsi vücut hareketleri ve kas kontrolünün kaybı ile karakterizedir. Doğum öncesi, doğum sırası veya doğum sonrasında bebeğin beyninde meydana gelen hasar sonucunda gelişen hareket bozukluklarıyla birlikte zihinsel gerilikler, nöbetler, görme, işitme, konuşma, solunum bozuklukları, yeme bozuklukları,algılama, öğrenme ve davranış bozukluklarına da neden olabilen bir durumdur. Yaşla birlikte kritikleşen bir tablo değildir fakat sinir sistemindeki hasarla hayata adapte olması gereken bireylerin çevresel, ruhsal ve bireysel günlük yaşama katılım şekilleriyle değişiklik gösterir. Bu sebeple, erken tanı özellikle kalıcı fiziksel bozukluklara neden olmadan tedaviye başlanması için büyük önem arz eder.

Doğum itibari ile gelişen süreçte bebeğin davranışları iyi gözlenmeli ve doktor takibi muhakkak yapılmalıdır. Beyindeki hasarın konumu ve şiddetine bağlı olarak kaslarda aşırı kasılma ya da gevşeklikler meydana gelebilir. En belirgin ve serebral palsiyi düşündüren semptom ise, bebeğin dönme, oturma, emekleme, yürüme gibi gelişimsel süreçlerinin normal gelişim gösteren bir bebeğe göre oldukça yavaş ilerlemesidir. Serebral palside tedaviler, deformiteleri engellemek veya oluşacak sorunları en aza indirgemek için uygulanır. Bireylerin evde ve toplumdaki rollerini arttırmaya odaklanılır. Hekimlerin (nöroşirürjiyen, nörolog, ortopedist, psikiyatrist...), ergoterapist, fizyoterapist, dil konuşma terapisti ve ortotistin yer aldığı multidisipliner tedavi ekibinde her hizmet alanı kendi tedavi yöntemi için belirleyici olmaktadır.

Serebral palsili bireylerde rehabilitasyon hizmeti bağımsızlığa ulaşabilmeleri için ihtiyaçtır. Rehabilitasyon merkezlerinde ulaşabilirliği mümkün olan ergoterapi ve fizik tedavi için özellikle sizlerin zihnini kurcalayan, bununla birlikte iki bilim arasındaki farkı anlamayı kolaylaştıracak ve “yakınım neden ergoterapi almalı, neden fizik tedavi almalı?” sorularınıza yanıt bulabilmeniz adına bazı içeriklere yer vermek istiyorum:

Sürecinizde,

Fizyoterapi ve rehabilitasyon yaklaşımlarının hedefleri; normal gelişimi, özellikle motor gelişimi desteklemek, kas tonusunu geliştirmek, kas-iskelet sistemi deformitelerini engellemek, solunum bozukluklarını ele almak, nöromotor değişiklikleri düzenli kontrollerle izleme olarak sıralanabilir. Ergoterapi yaklaşımlarının hedeflerinde ise; duyusal-motor gelişimi desteklemek, günlük yaşam aktivitelerine bağımsız katılımı ve bireyselliği arttırmak, aile eğitimi vermek ve özsaygıyı arttırmak önemlidir. Pediatrik ve yetişkin rehabilitasyonda yaklaşımlar farklılık gösterecektir çünkü istek ve ihtiyaca uygun şekillenen bir tedavi planı ergoterapide mühimdir. Bazen oyunlar muhteşem bir araç iken, bazen egzersizler ve uygun aktiviteler önemli bir araç olabilmektedir.

Ergoterapi terapötik bir yaklaşımdır. Terapinin hedefi bireyin, evde, okulda, toplumda ve çalışma alanlarında performansını maksimum katılımla gösterebilmesidir. Ergoterapi bağımsız, üretken ve öz alana teşvik etmektedir. Ergoterapistler, günlük işlevlerde serebral palsinin etkilerini anlamaları için danışanlara, ailelere veya topluluklara yardımcı olur. Sınırlandırmaları azaltmak ve bağımsızlığı/ iyilik halini arttırmak için yollar geliştirmek amacıyla hizmet veren ergoterapistler , bireyi birey yapan tüm yönleriyle (bütüncül), gelişimi kucaklamaktadırlar. Fizyoterapistler ve ergoterapistler meslek sınırlarını koruyarak sürecinizde adaptif cihaz kullanımında, yeme bozuklukları tedavisinde, motor becerileri geliştirmede ve egzersizlere terapilerinde yer verebilir.

Bu değerli günde, oldukça önemli olduğunu düşündüğüm ve her 1000 bebekten 2'sinde rastlanıldığı ortaya konan serebral palsiyi konuşmak istedim. Hayatlarımıza dokunan, duygu ve düşüncelerimize farkındalık katan tüm sağlık personellerinin tıp bayramı kutlu olsun. Daha çok değer göreceğimiz ve sevgiyle kucaklanacağımız yarınlara...

Yazının devamı...

DEHB ve Ergoterapi

Çocukluktan başlayıp yetişkinlikte de devam edebilen, dikkat eksikliği ve hiperaktivite olarak iki farklı durumu içeren bu bozukluk, üç farklı türü barındırır. Türler:

-Kombine DEHB (en yaygın),

-Dikkat ve konstrasyon eksikliğinin ön planda olduğu DEHB,

-Dürtüsellik-hiperaktifliğin ön planda olduğu DEHB, şeklinde ayrılmış olup toplumda çok yaygın görülen tablolardır.

Klinik ortamda anamnez alırken “okul sürecine girene kadar fark edemedik.” bilgisiyle çok sık karşılaşmaktayım. Buna istinaden siz ebeveynlere kılavuz olabilecek bazı önemli noktaları aydınlatmak , özellikle erken çocuklukta gözlemlemeyi kolaylaştıracak bazı belirtilere değinmek istiyorum. Gözlemleme oldukça önemli çünkü belirtiler aslında okul öncesi dönemde kendini göstermeye başlıyor. Erken çocuklukta ve okul çağı çocuklarında belirtiler başlıca :

-Fazla konuşma,

-Konuşurken konudan konuya hızlı geçişler,

-Sessiz oynamada ya da bağımsız boş zaman aktivitelerine katılımda zorlanma,

-Sürekli kalkıp etrafta gezme- koşma- tırmanma isteği,

-Otururken kıpır kıpır olma,

-Masa başı aktivitelerine katılmakta zorlanma,

-Sabırsızlık,

-Sorular bitmeden cevap verme,

-Sıra beklemede zorlanma,

-Etraftaki eşyaları görmüyor gibi çarpma ve kazalara açık olma,

-Sonucunu düşünmeden tehlikeli aktivitelerle uğraşma,

-Tepkileri geciktirmede zorluk,

-Günlük yaşam aktivitelerini öğrenmede ve uygulamada zorluk,

-Detaylara dikkat etmede zorlanma, okuldaki aktivitelerde ve diğer aktivitelerde sıklıkla hata yapma eğilimi,

-Bir işe nereden başlayacağına karar vermede, planlamada ve uygulamada zorlanma,

-Uyaranların dikkatini kolaylıkla dağıtması ve düzenli olarak devam eden çalışmaları başkalarını rahatsız eden sesler ve olaylarla bölmek,

-Ev ödevi gibi birçok verilen sorumluluğu bitirmede zorlanma,

-Bir işi bitirmeden diğerine geçme,

-Oyalanma,

-Uyumsuzluk,

-Dürtüsel hareketleri dizginleyememe,

-Davranışsal sorunlar,

-Sosyal sorunlar,

-Düzensiz çalışma alışkanlıkları,

-Günlük rutinleri unutma,

-İletişimde kalmada zorluk/ karşı tarafı dinlemede zorlanma ve karşı tarafı sıklıkla yanlış anlama şeklinde çoğunlukla kendini göstermektedir.

Bu semptomların çoğu ara sıra gençlerde de görülebilirken, yetişkinlerde işte ve sosyal alanlarda belirginleşebilir. Çocuklar, en az iki farklı ortamda ve sıklıkla, aylar boyunca bu belirtilerden bazılarını ya da hepsini sergiliyorsa beklemeden hekime başvurmalısınız.

DEHB tedavisi çok yönlü olup ilaç tedavisini, terapileri veya her ikisini de içerebilir. En etkili tedavi yaklaşımı multidisipliner yaklaşımdır. Bu yaklaşım birbirlerini destekleyen ilaç tedavisi (hekim) , ergoterapi ve diğer terapiler, eğitimci katılımı ve ebeveyn katılımını içerir.

Ergoterapiyle çocuk, günlük becerileri evde, okulda ve sosyal alanlarda yerine getirmeyi öğreniyor. Ergoterapistler,

-Çocuğun evde, sosyal alanda ve okuldaki görevlerini yerine getirme ve katılım becerilerini belirler.

-Fiziksel, davranışsal, duygusal, duyusal, zihinsel ve sosyal etkileri ele alan bir terapi müdahalesi önerir ve çocuğun özgüvenli, başarılı ve bağımsız olmasına yardımcı olacak hedefleri belirler.

-İşitsel, dokunsal ve görsel uyarımların neden olduğu dikkat dağıtıcılığı azaltacak şekilde çevreyi düzenlemek için duyusal entegrasyon müdahalesi kullanır.

-Ebeveynleri bilgilendirme, çocuklarının zayıf ve güçlü yönlerini anlama, tutarlı olmalarına ve çocuğun becerilerine odaklanmalarına destek olmaktadırlar. Süreçte geribildirimler oldukça mühimdir.

Yazının devamı...

Bipolar bozukluk ve ergoterapi

Günümüzde psikiyatrik bozukluklar arasında en sık karşılaşılan vakalardan biri haline gelen bipolar bozukluklar, belli bir düzen olmadan ve farklı şekillerde seyreden duygudurum bozukluğu ile karakterize, kronik seyirli ; Kişinin mesleki, ailesel ve sosyal alanlarında işlevsellikte belirgin bozulmaya yol açan bir tablodur.

Modern tıpta bilindiği üzere bipolar bozukluğun tek tedavisi ilaçlar değildir. Süreç kişinin düşünce, duygu, davranış, sosyal, bilişsel, fiziksel ve günlük yaşam becerilerini düzenleyen ergoterapi; bununla birlikte psikoterapi yaklaşımlarını da içermektedir. Bipolar bozuklukla başa çıkabilmeyi kolaylaştırmak için disiplinler arası işbirliğinin önemi büyüktür. Ergoterapi, psikoterapi ve ilaç tedavisiyle birlikte uygulandığında, danışanlara ve yakınlarına destek, eğitim ve günlük yaşam becerilerinde rehberlik sağlamaktadır. Örneğin, durumun kontrolden çıktığını ve acil müdahale yapılması gerektiğini gösteren davranışlardan biri olan kendi öz bakımını sağlayamama noktasında süreci yönetmek ve başa çıkmaya yardımcı olmak için ergoterapiste danışılmalıdır. Ayrıca ergoterapistler durum buraya gelmeden psikoterapist işbirliğiyle, gelişmekte olan bozukluğun erken belirtilerini saptamaya yardımcı olarak danışana müdahalede bulunur.

Ergoterapinin rolünün daha da anlaşılması adına bipolar bozukluk tedavisinde akut tedavi ve koruyucu tedavi olmak üzere iki basamak üzerinde durulduğundan söz etmek istiyorum. Akut tedavide öncelik güvenliğin sağlanmasıdır; olası riskleri önlemek ve ruhsal dengeyi oturtmak için etkili yöntemlerin izlendiği bir tedavi olup ağırlıklı olarak ilaç tedavisi uygulanan dönemdir. Koruyucu tedavi ise daha çok ergoterapist, psikolog gibi sağlık personellerinin rol aldığı yeniden semptomların nüksetmesini engelleme amacı taşır. Erken başlanan tedavilerde olası krizlerin önüne büyük ölçüde geçildiğini biliyoruz; bu sebeple hekimlerin, sağlık personellerinin ve ailelerin ergoterapi işbirliği için geç kalmamaları gerektiğinin altını çizmekte fayda var. Koruyucu tedavi noktasında bipolar bozuklukla ilgili en çok bahsedilen durum

Bipolar bozukluğu anlamak çok değerlidir. Semptomların nüksettiği ve semptomların olmadığı dönemlerde kişiye destekleyici yaklaşmanın önemi büyüktür. Motive edici olmak, kişinin dinamikliğini sağlaması yönünde olumlu yaklaşmak iyi hissetmeyi kolaylaştıracaktır. Destek her zaman olduğu gibi burada da çok kıymetlidir fakat bunu yaparken gerçeklerden uzaklaşmanın kişiye zarar verebileceği unutulmamalıdır. Geçici bir süreç, zamanla düzelir diyerek kişiyi tedavisiz bırakmanın iyi sonuçlar doğurmayacağı bilinmelidir.

Yazının devamı...

LGBTİ çocuklar vardır!

"Sen kimsin?" farklı dinamikleri olan bir soru. Bazen hızlı, bazen düşünerek, bazen ise zorlanarak yanıtladıklarımızdan... Ben kadınım, ben çocuğum, ben terapistim, ben anneyim gibi birçok kimlik ekleyebiliriz kendimize... Yaş aldıkça kimliklerimiz de artmaya başlıyor. Yeni kimlikler ekleniyor fakat kimi kimliklerimiz de değişiyor, hatta bazıları kayboluyor. Peki size kimlik gelişiminin önemli ve değişmeyen tek noktasının cinsel kimlik olduğunu söylesem? Kendini "erkek" olarak tanımlayan çocuğun erkek olduğunu algılaması, bunu kabullenmesi ve erkek davranışları sergilemesinin ardından bu tanımı yaptığını onaylarız.

Günümüzde toplumsal cinsiyet rolü beklentileri ile uyuşmayan kimliklerin geliştiğini görüyoruz. Bu durum cinsiyetin, cinsel kimliği belirlemediğini ortaya koyar nitelikte. Günümüze kadar yapılan birçok araştırmada cinsel yönelimin bir hastalık ya da bozukluk olmadığı, varoluşsal bir durum olduğu yönünde. Bu yönelim, ten renginiz saç renginiz gibi doğuştan getirdiğiniz ve kesinlikle değiştiremeyeceğiniz, her insanın cinsel gelişiminde olduğu gibi şekillenen bir oluş biçimi. Hayatımıza teknolojinin girmesiyle artık daha küçük yaşlarda bu farkındalığa ulaşılsa da maalesef her bireyin cinsel yöneliminin farkına varması aynı koşullarda sağlanamayabiliyor. Buna en büyük etken toplumsal baskılar oluyor. Çoğu kesim hayatını şekillendirmede ya da fiziksel olarak "ben de varım" deme noktasında gecikmeler yaşıyor.

Ergoterapistler olarak özellikle çocukluk çağı ve ergenlik dönemlerinde bireyleri gözlemlemeyi, bireyi ve aileyi eğitmeyi, toplum bilincini arttırmada katkıda bulunmayı, okul-ev- sosyal ortamlarını geliştirmeyi ve günlük yaşamda var oluşlarını desteklemeyi önemseriz. Ebeveynlerin bu durumla ilgili kaygılarıyla karşılaşıyor olmak, toplumsal baskılar ve günlük yaşamdaki bütünsel gelişim paydasında danışılan taraf olmam sebebiyl  LGBTİ çocukların sürecini anlamamıza katkı sağlayacağını düşündüğümden daha açık ve net ifadeler kullanarak bu yazıyı paylaşmam gerektiğini düşündüm. Var oluşsal bir durumdan bahsederken temele inmek ve anlamak sağlıklı olacağından Freud’un Psikoseksüel Gelişim Evreleri teorisi üzerinden çocuğun, yaşamın çeşitli evrelerinde birbirinden farklı cinsel gelişmeler gösterdiğini aktarmak değerli olacaktır. 5 evreden oluşan bu dönemlere göz atacak olursak;

-Oral Dönem

-Anal Dönem

-Fallik Dönem

-Latent Dönem

-Genital Dönem şeklinde olduğunu görürüz.

Oral Dönem psikoseksüel gelişimin ilk basamağıdır. 0-12 aylık süreci kapsasa da bazı çocuklarda 24 ay süren bu dönem tanıma, keşfetme, gereksinimleri ifade etme, doyuma ulaşma noktasında destekler.

Anal dönemin görüldüğü (genellikle 12.-36. aylar arası) süreçte çocuğun oral döneminin bitmesinin ardından dış dünya ile olan ilişkisi artık vücudunun başka bir bölgesi tarafından sürdürülüyor. Yeni doyum kaynağı artık anüs oluyor ve bu süreçte tuvalet alışkanlığını kazandırma aşamasına geçilmek uzmanlar tarafından uygun görülüyor. Bu dönemle birlikte çocuğun tamamen kendine yöneldiğini, tuvalet eğitimi ve bununla beraber banyo aktivitesi sırasında kendini keşfetmeye ve dokunmaya başladığını gözlemleriz.

Bu dönemi takip eden fallik dönemde (3 yaş sonu-6 yaş ) ise cinselliğe ilgi artar. Keyif alınan bölge artık cinsel organlardır. Bedenini tanımak isteyen çocuk, cinsel organına dokunabilir. Bu dönemde sadece kendi bedeni değil, başkalarının da bedeni tanınmaya başlanır. Daha çok sembolik oyunlara (evcilik oyunları) yer verilen bir süreçtir. Ebeveynler olarak bu dönemde oyuncağın cinsiyeti olmadığını bilmelisiniz. Her çocuk arabayla, bebekle, kız ya da erkek oyunu diye ifade etmeden tüm oyunları oynayabilmelidir; oynasın ki günlük yaşam içerisinden birçok deneyimi kazanabilsin ve girdiği rollerle benlik gelişimine katkıda bulunabilsin. Bahsettiğimiz yaşam içerisinde değişen rollerimize bir yenisi eklendiğinde bununla başa çıkabilmesi kolaylaşsın. Burada bir kız çocuğunun araba tamir etmesi ya da erkek çocuğunun bebekle oynaması tek bir durumun göstergesi değildir. Bu durumun ebeveyn tarafından cinsel sorun olarak görülmesi olasıdır fakat size, çevrenize ya da kendine zarar vermediği sürece bu durum sorun olarak kabul edilmez. Şayet bu durum cinsel yönelimle ilgiliyse bunu değiştirmek mümkün olmayacaktır.

Latent dönem diğer adlarıyla "gizli/uyuklama dönemi" fallik dönem bitişinden ergenliğe kadar uzayan bir dönem olup cinsel dürtülerin/etkinliklerin durgunlaştığı ve bilinç dışına itilmesiyle karakterize bir dönemdir. İşte bu evrede çocuğun belirli bir cinselliğe yatkınlık bulgusu yoktur. Çocuk, karşı cinse ya da hemcinse yönelik "olgun cinselliği" arama çabasına girer. Ruhsal gelişimin önemli bir aşaması olan bu dönemde eşcinsel yaklaşımı deneyimlemek ya da farklı davranışlar sergilemek olasıdır. Bu aslında akıntının yoğun olduğu nehirde düşüp kalkarak ve engelleri aşarak nehrin karşısına geçmeye benzer.

Genital dönem ise sonuncu evre olup ergenlik ile başlayan ve ergenlik süresince olgunlaşarak "erişkin cinselliği" tattıran süreçtir. Kişi, cinsel organından zevk almaya başlar ve yönelimlerinin artık farkına varmaya başlar. Aileden bağımsızlaşan birey, sosyal ilişkiler kurmayı öğrenmeye başlayacak ve cinsel gelişimi tamamlamış olacaktır.

1900’lü yıllarda Freud’un cinsel yönelimle ilgili iddia ettiği ve o dönemin ufuk genişletici birçok yorumu bulunmaktadır fakat bilim öyle hızlı gelişiyor ki bazı iddialar çürüdü, bazılarının üzerine birçok şey inşa edilerek bugünkü halini aldı ve gelişmeye de devam ediyor. Bu süreç o yıllarda gelişimsel bir sorun, cinsel gelişimin uygun tamamlanmamış olması ya da ruhsal bozukluk olarak tanımlanırken günümüzde DSM-5’te (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) tanı olarak kaynaklarda dahi yer almayan durum haline gelmiştir. Dünya Sağlık Örgütü tarafından eşcinselliğin akıl hastalığı olarak DSM’den çıkarılışı 17 Mayıs 1990’dan itibaren her yıl Uluslararası Homofobi, Transfobi ve Bifobi Karşıtı Gün olarak kutlanmaktadır.

Yazının devamı...

Hayvanlarla büyüyen çocuklar

Hayvanlarla birlikte büyüyen çocukların duygusal ve sosyal gelişiminde birçok olumlu etkinin olduğunu duyuyoruz. Ebeveynler tarafından da en çok bu yönüyle ilgi çeken bir durum haline geldi fakat size zamanla alışan bir can olduğunu unutmadan sahiplenmek ve onları bir süre sonra yalnızlığa terk etmemek gerektiğinin bir kez daha altını çizmeden geçemeyeceğim. Çünkü bu durum duygusal olarak sahiplenen hayvana yapılan şiddettir; aynı zamanda çocukların gelişimi üzerinde istenmeyen etkiler yapabilir. Bir heves uğruna alınmayan ve hayvanlarla büyüyen çocukların kişisel gelişimlerinde ve iletişim becerilerinde ilerleyen süreçlerde olumlu etkiler gözlemleyebiliriz. Ergoterapistler olarak çocukların aktif, üretken, özgüvenli, hareketli, yaşlarının gerektirdiği becerileri bağımsız yerine getirebilmelerini önemsiyoruz. Bütün bu faaliyetler duyusal sistemin aktif hale gelmesiyle beyin gelişimini destekleyecek ve günlük yaşantıda çocukların birey ve bağımsız olduklarını daha çok hissetmelerine yardımcı olacağından belki de bu kadar çok önemsediğimiz bir durum...

Hayvanlar ile temas halinde olmak sandığımızdan çok daha fazlasını sağlıyor. "Bir çocuk neden bir hayvanla birlikte büyümeli" hakkında duyduğumuz çok değerli bilgiler mevcut fakat bu yazıda daha çok duymadıklarınızdan bahsedeceğiz.

Sevgili dostlarımız kedi ve köpek ile büyüyen bebeklerin bağışıklık sistemlerinin diğer çocuklara göre daha güçlü olduğunu biliyor musunuz ?

Özellikle siz değerli ebeveynleri çok kaygılandıran bir durum olduğunun farkındayım. Fakat Amerika’da yapılan bir araştırma bu kaygıların son bulması için önemli bir veri sunuyor. Ev tozları alınarak yapılan bu deneyde bazı evlerde kedi , bazı evlerde köpek ve bazı evlerde ise evcil hayvan bulunmuyordu. Sonuçlar analiz edildiğinde evcil hayvan olmayan evde çok daha az bakteri bulunduğu ortaya çıktı ve bu evde büyüyen bebeklerin çocukluk çağında bağışıklık sistemini kötü etkileyen astım gibi hastalıklara yakalanma olasılığının daha yüksek olduğu ortaya konuldu. Tam aksine köpeklerin ve köpekler kadar etkili olmasa da kedilerin bulunduğu evlerde bebek çok daha fazla bakteri çeşitliliğine maruz kaldığından ve bebek antikoru yeteri kadar üretebildiğinden vücut bu durumla başa çıkabilecek hale geliyor, astıma yakalanmaktan korunuyor. Böylece evcil hayvanların koruyucu olduğunu ve bu mikroplardan korunma sağladığını söylememiz mümkün oluyor. Türk toplumunda en çok korkulan nedene bilimsel bir açıklama ile artık bakabildiğimize inanıyorum. Öyleyse bir minik dostumuzu ailenizin üyesi yapma kararı aldığınızda neler olacağına bakalım.

Hayvanların duyusal gelişim için çok önemli olduğunu biliyor muydunuz?

Duyusal uyarılar dünyamızda neler olup bittiğini anlamamız, keşfetmemiz, deneyimlememiz ve öğrenmemiz için çok önemli, bunu biliyoruz. Duyusal bütünlüğün yoksa sen de yoksun aslında.

Her evcil hayvanın bebek/çocuk üzerinde önemli etkileri bulunur fakat başta kedi/köpek ile arkadaş olan birey , görsel olarak insandan farklı hareket edebilen bir canlıya tanık olacak. Mamasını isterken nasıl iletişim kurduğunu (miyavlama/havlama) işitecek. Ona dokunarak ne kadar yumuşak ve sıcak olduğunu hissedecek. Suyunu paylaşacak, mamasının bittiğini fark edip mama doldurarak kendine bir sorumluluk edinecek. Arkadaşıyla bağ kuran çocuk, onun ihtiyaçlarını anlayabilecek. Taklit edecek. Çoğu zaman ailece geçireceğiniz vakitlerin vazgeçilmezi olacak. Birlikte zıplayacak, koşacak ve atlayacaklar. En yakın arkadaşıyla hareket etmek ve yaramazlık yapmak o kadar hoşuna gidecek ki aslında tüm bunların sonunda çok güzel anılar kalacak. Tüm bu süreç gelişimin temelini oluşturduğundan psikolojik, zihinsel, fiziksel gelişimin de olumlu yönde temelinin atılması kaçınılmaz olacaktır.

-Bağışıklık sistemi diğer çocuklara göre daha güçlü oluyor.

-Duyusal sistemin gelişimi artıyor.

-Kendine saygıları ve özgüvenleri artıyor.

-Sosyal becerileri olumlu yönde gelişiyor.

-Empati gelişimi destekleniyor.

-Aile ilişkileri güçleniyor.

-Sorumluluk duygusu gelişiyor.

Metnin sonlarına doğru gelirken "en şanslı olanlar köylerde büyüyen çocuklar" düşüncesini benimle paylaşıyorsanız; kesinlikle tuhaf değiliz. Çok haklıyız. Sınırlı bir alan olmadan, bütün bu keşif dönemini doğal yaşantıda yapabilme şansı olan çocuklar günümüzde çok az tanık olduklarımızdan, maalesef... Tavuğa kümeste yem vermek, ineğe ahırda saman vermek ya da sütünden faydalandığımızı anlatmak artık oyun kartlarında hayal ederek öğretilenler arasına girdi.

Ne üzücü değil mi?

Yazının devamı...

Beklenen an: Emekleme

Bebeğin doğumundan itibaren ailenin heyecanla beklediği en özel anlardan biri de şüphesiz emekleme dönemleridir. Emekleme dönemlerinin fiziksel gelişim için önemli bir basamak olduğunu bilen ebeveynler , emeklemeden yürüyen bebekler için gelişim kaygısı duyarak bizlerle iletişime geçebiliyorlar. Bu noktada terapistler olarak , bebeğin duyusal gelişimini de ön planda tutarak aslında emeklemenin her gelişimin bir parçası olduğunu özellikle praksis gelişimi için önemli bir basamak olduğunu fakat emeklemenin gerçekleşmediği bebek beyninde neler olduğunu/ ne düşünülmesi gerektiğini uygun bir dille ifade etmek gerekir.

Uzmanlar olarak emekleme dönemlerinin bebekler için çevreyi keşfetme fırsatı olduğunu vurgularız . Bebeklikte bağımsızlığın temellerinin atıldığı bir süreç olarak emekleme dönemi, ergoterapistlerin çok sevdiği ve anlamlı/amaçlı terapi programlarında da sıklıkla yer verdiği önemli aktivitelerden biridir ve bizlere gelişimle ilgili değerli bilgiler verir.

Emeklemeye geçiş için bazı fiziksel becerilerin kazanılması gerektiğini biliyoruz. Örneğin bebeğin başını dik tutabilmesi, karın, sırt ,bacak ve kol kaslarının güçlenmesi gerektiği...

Peki sizlere fiziksel becerinin duyusal gelişimin bir parçası olduğunu ve emekleme aktivitesinin duyusal uyarılarda büyük bir rolü olduğundan bahsetsem?

Sadece bebek gelişimde değil; klinik ortamda çocuklar için de çok fazla tercih ettiğimiz oyunlardan bir tanesi emekleme oyunlarıdır , diye belirtmiştim. Bu durumu duyusal sistem üzerinden ele aldığımızda:

Taktil Duyu (Dokunma) : Elleri, ayakları ve vücuduyla yere temas eden bebek zeminin sert, yumuşak, pürüzlü, pürüzsüz, sıcak ya da soğuk olduğunu hisseder. Emekleme aktivitesi esnasında keşfetmeyi sürdürürken dokunmak ve kavramak motor becerilerin (ince/kaba) gelişmesinde önemli olacaktır.

Proprioseptif Duyu (Vücut Farkındalığı): Emekleme esnasında bebek, yerçekimine karşı emniyet gösterir ve hareket esnasında kollarının ve bacaklarının uyumunu sağlar. Bebeğin vücudunu pozisyonlaması, beceriyi sürdürebilmesi için motor planlama yapabilmesi beyin gelişiminde son derece önemli olacaktır. Bu duyu sisteminin gelişimi vestibüler (denge) sistemi de geliştirecektir.

Vestibüler Duyu (Denge) : Emekleme esnasında bebek, yerçekimine karşı dengeyi korur ve hareketi bulunduğu fiziksel çevreye göre yönlendirebilme becerisini kazanır. Vestibüler sistem diğer duyu sistemlerinin öncüsü olarak bilinir ve sinir sistemi gelişiminde çok önemlidir. Bebeğin emeklerken kendini oturma pozisyonuna alabilmesi, sürünürken ellerinden ve bacaklarından güç alıp kendini emekleme pozisyonuna getiriyor olması ya da bir yere tutunarak kalkabilmesi bizlere hareket ve denge sistemi (vestibüler sistem) hakkında bilgiler verecektir.

Sadece emekleme pozisyonunu almak dahi bu üç duyusal sistemin varlığından söz etmemize neden oluyor. Klinik ve yapılandırılmış ortamlarda bebeğin/çocuğun ilgisini çeken ve gelişimine uygun oyunlarla görsel, işitsel, koku ve tat duyularına da yer verilerek duyusal ve sembolik oyunlarla istek ve ihtiyaçlarının karşılanmasına olanak tanınıyor ; bu sayede beyin aktivasyonunun arttırılması hedefleniyor.

Evet, emekleme önemli bir basamaktır fakat bu noktada duyusal öyküye ve gelişim basamaklarına bakmak gerekir. Her bebek bahsettiğimiz duyusal uyaranları aynı aktivite içerisinde almak istemeyebilir. Duyusal sistemin farkında olmak ve bu farkındalıkla gözlem yapmak ebeveynler/bakım verenler için kurtarıcı olacaktır. Emeklemenin zorunlu olmadığını bilmek ebeveynler için gerçekten çok önemlidir.

Bu bebeklerin yürümeye başlamadan önce geçmek zorunda oldukları bir evre değildir. Eğer bebeğiniz emeklemeye karar verdiyse bu harika bir şey ve eğer bebeğiniz dolaşmak için farklı bir çözüm bulursa ( popo yürüyüşü gibi) bu da harika bir şeydir ve eğer bebeğiniz biraz beklemeyi tercih edip ayağa kalkıp yürürse bu da kesinlikle harika bir şey olacaktır. Bebekler kendilerine göre gelişirler.

Bu yüzden rahatlamanızı ve bebeğinizin harika gelişimini izlemenin tadını çıkarmanızı isterim.

Ek olarak, gelişim basamaklarına baktığınızda bebeğiniz;

-Başını tutmakta zorlanıyor

-Emmekte zorlanıyor

-Nesne takibi yapmıyor

-Dönemiyor

-Desteksiz oturamıyorsa

en yakın zamanda çocuk nöroloji doktoruna başvurmanızı öneririm.

Bununla birlikte, pediatrik ergoterapist ve pediatrik fizyoterapistten sağlık hizmeti alarak tedavi planı hakkında görüşüp nörogelişimsel süreçle ilgili bilgi almalısınız.

Bu süreçte iki şey bebeğinizin sağlığı ve gelişimi için çok önemli olacaktır:

Farkındalık ve kabullenme!

Lütfen çevrenizin yorumlarını değil, iç sesinizi dinleyin. Keşke dememek için ertelemeyin.

Yazının devamı...

Pandemi ve Ergoterapi

İçinde bulunduğumuz süreç, Türkiye’de ve dünyada geniş çaplı birçok önlem alınmasına neden olmuştur. Toplum sağlığını korumak adına alınan bu önlemlerden biri olan karantina, bazı ruhsal-fiziksel bozuklukların/sorunların varlığını konuşmamıza neden olmaktadır. Sevdiklerimizi görememek, onlara dokunamamak, sosyal faaliyetlerimizin bir anda elimizden alınması, ekonomik kaygıların artması, sürecin belirsizliği, sürekli evde bulunmaktan ötürü zamanla yaşadığımız aktivite yetersizlikleri, fiziksel hareketin kısıtlanması gibi durumlar ve daha pek çok neden sorunların yaşanmasını açıklayan niteliktedir. Bu süreç içerisinde ve sonrasında psikoloji - fizik tedavi bilimi ve psikiyatri tıp dalının yanında multidisipliner ekip üyesi olan ergoterapi bilimini de konuşmak oldukça önem arz ediyor. Çünkü sorunların kaynağına baktığımızda günlük yaşam alanlarında bağımsızlığın kısıtlanması durumu doğrudan ergoterapi yaklaşımı içerisinde yer verilen önemli bir tanımdır ve ergoterapistler, bütüncül yaklaşım ile bireysel/ toplumsal bağımsız katılımı amaç edinip terapi yaklaşımında bulunurlar.

Ergoterapiyi, psikoloji - fizik tedavi ve diğer sağlık mesleklerinden ayıran okupasyonel bakış açısı, bireyin gün içerisinde ve hayatı boyunca yaptığı aktiviteleri ve görevleri ilgilendirir. Okupasyonel yaklaşımlar tamamen kişi merkezlidir ve bireylerin iyilik halini korumasının esası olarak kabul edilir.

Pandemi süreci bu kavramın anlaşılması için güzel bir örnek niteliği taşıyor diyebilirim. Pandemi sorunları motivasyonumuzun azalmasına yol açıyor. İçsel motivasyonu azalan bireylerin, dış dünyasına bu durum kaçınılmaz olarak yansıyor.

Okupasyonlar, insan sisteminin merkezi boyutu olup bu sistem davranışların niteliği ile şekillenmektedir. Dolayısıyla bizler okupasyonel davranışlarımızın ne kadar farkında olursak vücudumuz da o kadar sağlıklı yanıtlarla bizi ödüllendirir. Bu farkındalığı kazanmamız günlük yaşam içerisindeki rollerimizi, rutinlerimizi, değerlerimizi, ilgimizi, kapasitemizi, duygu ve düşüncelerimizi yorumlamamıza olanak tanıyacaktır. Özümüze inip kim olduğumuzu, nelerden keyif aldığımızı ve kendimiz hakkında merak ettiğimiz daha birçok şeyi araştırmak , özellikle yoğun tempomuz olduğu dönemlerde cevap vermeyi ve düşünmeyi ertelediğimiz birçok soruyu yanıtlamak ve kendimize karşı dürüst olmak, geleceğe umutlu bakmak bu süreci en iyi şekilde atlatmamızı kolaylaştıracaktır.

Günlük yaşam aktivitelerinde bağımsızlığa ulaşmak için danışanlarının okupasyonunu geliştirmek adına; nerede engel olduğunu görmek, istek ve ihtiyaca uygun terapi programını geliştirmek, becerileri geliştirmek, var olan beceriyi korumak , yeni beceriler kazandırmak ve aktivite düzenlemeleri yapmak yer alırken danışanın özelliklerini kullanarak terapi programını oluşturmak, geliştirmek ve uygulamak bu süreç içerisinde ve sonrasında, hayatınızın her alanında yaş ve cinsiyet ayırmaksızın ergoterapistlerin müdahale yaklaşımlarından olacaktır.

Dileğim, insanlığın iyilik halini koruyarak bu süreci en iyi şekilde atlatmasıdır fakat bu bazılarımız için çok da mümkün olamayacağından sizlere çok uzak olmadığımızı hatırlatarak konuşmamı sonlandırmak istiyorum. Kuşkusuz ergoterapistler yaşamlarınıza dokunmayı bekliyor olacaklar...

Sağlıkla kalın.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.