SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Sessizlik Bir Kadının En Sesli Ağlamasıdır

Yolun kenarında taksi bekliyorum. Trafik sıkışık, ışık bir kırmızı oluyor, bir yeşil. Arabalar aynı yerlerinde duruyorlar.

Birden bire orta yaşlı bir kadın elindeki alış veriş poşetlerini fırlatıp, yolda bekleyen bir arabanın yolcu kapısını açıyor ve içeride oturan genç kıza vurmaya ve bağırmaya başlıyor.

- Kahpeee, sen benim kocamı nasıl elimden alırsınnnn?

Arabayı kullanan adam arabadan iniyor, genç kızı kadının elinden kurtarıyor ve birkaç tokat ve tekme ile yere seriyor. Korkunç bir manzara!!

Adam yerde yatan kadını tekmelemeye devam ediyor, insanlar kadını kurtarmaya çalışıyor. Arabadaki genç kadın, büzülmüş, nokta kadar kalmış. Adam bağırıyor;

- Karışmayın, karım değil mi!!!! İstediğimi yaparım, karışmayınnnn…..

Trafik açılıyor, adam arabasına binip sevgilisi ile birlikte oradan uzaklaşıyor. Kadın yerlere saçılmış alış veriş poşetleri ve gözyaşları içinde orada kalakalıyor.

Herkes dağıldıktan sonra yanına gidiyorum.

- Geçti, bitti, artık üzülmemeye çalış lütfen.

- Ama, ben onu seviyorum…… diye yanıt veriyor.

Aklımda binbir soru ile uzaklaşıyorum yanından, biz kadınlar ne bekliyoruz?

Sevilmek,

Değer verilmek,

Saygı görmek,

Yani özel hissetmek aslında….

Kimi kadın böyle veriyor tepkisini, bağıra çağıra, şiddetle,

Kimi söylene söylene,

Çok azı, çekip giderek,

Ama aslında en büyük tepkiyi verenler, sessiz kalanlar….

'Sessizlik bir kadının en sesli ağlamasıdır. Eğer bir kadın sessiz kalmaya başladıysa, onu çok fazla incittiğinizden emin olabilirsiniz.’ Anonim

‘Özel’ kalın…

Aşk’la…

Yazının devamı...

Sanırım Pek Normal Arkadaşım Yok Benim

Sözüm meclisten dışarı tabii...

Erkenden yatağa girdim. Saat 22.00, benim için oldukça erken sayılabilecek bir saat. Niyetim 23.00’a kadar facebook, instagram bakıp sonra da biraz kitap okuyup, uyumak. Hücrelerimizi yenileyen ve bağışıklık sistemimizi güçlendiren melatonin hormonu en çok 22.00 ile 02.00 arasında salgılanıyormuş, bu aralar çok ihtiyacım var.

Saat tam 22.30, arkadaşımdan bir whatsapp mesajı;

Arkadaş : Palamut ister misin?

Haydaaa, bu da ne şimdi? Ne palamudu? Bu saatte palamut yemeğe davet ediyor olamaz herhalde.

Ben : Tabi ya, ne güzel olurdu….

Gibi yuvarlak bir cevap verdim. Bir mesaj daha;

Arkadaş : İster misin, istemez misin?

Allah allah, ne demek istiyor acaba? Kelimelik oynuyoruz, orada bir sözcük mü kaçırdım… Kod adı ‘Palamut’ olan bir şey var ortada ama anlamış değilim.

Ben : İsterim.

Arkadaş : Sen mi gelirsin, ben mi geleyim?

Aaaaaaa, gerçekten ciddi!!!

Ben : Farketmez canım.

Arkadaş : Peki, sen gel o zaman.

Yatıyorum desene. Yok, olmaz, severim böyle şeyleri. Çıktım yataktan, eşofmanlarımı geçirdim üzerime. Arkadaşıma gittim.

Mumlar yakılmış, müzik açık, şık bardaklar, leziz atıştırmalıklar…. Bir sohbet, bir muhabbet, yine saat gece yarısını geçti. Her 15 dakikada bir, sabah 06.00’da kalkıyorum, gitmem lazım, diyorum ama nerede...

Neyse, tam yeter artık, bari bir kaç saat uyuyayım, deyip kalktım ki arkamdan koşturdu.

Arkadaş : Dur bir dakika, palamutlar!!!!

Meğer o gün balığa çıkmışlar. Denizden taze taze çıkmış bir sürü palamut var dolapta. Yani kod adı falan değil, bayağı bildiğimiz, palamut…

Sanırım pek normal arkadaşım yok benim…

Seviyorum size deli arkadaşlarım…

Yazının devamı...

Bir Dur, Nefes Al, Yavaşla

Dün gece bir rüya gördüm…

Dünya Mimarlık Günü’nü kutlamak üzere Taşkışla’da buluşuyoruz arkadaşlarımla. Bir de ne görelim!!! Avludaki havuz doldurulmuş, bütün ağaçlar kesilmiş ve komple beton dökülmüş. Bir insan niye böyle bir rüya görür, üstüne üstlük bir de bu rüyayı neden mi anlatır? Bunu ancak mimar ya da bir mimar yakını olan anlar.

Mimarların kafası farklı çalışır.

Bir kere dört yıl boyunca sabaha kadar uyumadan çizim yapıp, ertesi gün de bütün gün eğitim aldıkları için hafif bir sürmenaj durumları vardır.

Uyku düzenleri alt üst olmuş, az uykuya alışmışlardır. Ömür boyu toparlayamaz, insomnia hallerinde yaşarlar.

Ergonomi bilirler, anatomi bilirler, sanattan anlarlar, psikoloji öğrenirler. Taşıyıcı sistem çözerler. Mekanik, elektrik, statik okurlar. Bunlarda başarılı olamazlarsa mezun olamazlar. Onları gördüğünüzde ‘Aman, biraz ukala galiba’ demeyin, ‘Vah vah yazık nasıl da doldurmuşlar kafayı’ deyin, geçin.

Genelde fotoğraf çekerler. Öylesine mükemmeliyetçilerdir ki, bir çoğuna sorarsanız, karanlık odada film banyo etmeyi bile öğrenmiştir nedense.

Hayatları boyunca ‘Sen mimarsın anlarsın. Akşama misafirim var, hangi renk örtüyü ne renk peçete ile kullansam acaba?’, ‘Şu renk bir araba sipariş ettim, deri döşemelerini ne renk yapsam?’ gibi sorularla karşılaştıkları için dekorasyon yapmayı da öğrenmişlerdir. Bu arada iç mimarlık okuyup, mimarım diyenlere hafif sinir olurlar. Dekorasyon kursuna gidip mimarım diyenler için ne hissettiklerini siz düşünün artık.

Gittikleri her yerde gözleri fıldır fıldır döner. Kıskançsanız olay çıkması işten bile değildir. Korkmayın, sadece detayları inceliyordur.

Olaylara büyük ölçekten bakar. Sonra yetmez, bir de detaya iner, öyle bakar, didik didik eder. Zordur hayatı, zor!!!

Hızlı düşünür, hızlı hareket eder. Ben, kendi küçük, etkisi büyük bir öneriyle çözümü buldum sanırım. Çok önem verdiğim biri dedi ki; ‘Harekete geçmeden önce bir dur, nefes al ve yavaşla.’ İşe yarıyor.

Eğer bir mimar eşiniz, dostunuz, arkadaşınız, sevgiliniz varsa korkmayın, sırtınız yere gelmez. Analitik bakış açısı, estetik kavramı, organizasyon yeteneği ve entelektüel birikimi ile her şeyi halleder, güvenin, keyfini çıkarın.

Tüm mimar arkadaşlarıma ve meslektaşlarıma selam olsun…

Yazının devamı...

Yuva iyi anıların biriktiği yerdir

Yuva, iyi anıların biriktiği yerdir….

Yazamıyorum, konu bulamıyorum, ne yazsam diye etrafıma bakınıp söylenirken, aylardır orada duran anahtar kutusu bu yazının ilham kaynağı oluverdi.

Yuva sözcüğünü özellikle kullandım. İngilizcede ‘house’ dendiğinde o bir binadır, ‘home’ dendiğinde anlaşılır ki orada yaşam var. Biz ev deyip geçiyoruz. Eve gidiyorum, evde unuttum…. Oysa yuva sözcüğü sıcacık değil mi?

Fırından yeni çıkmış kekin kokusunun her yanı sardığı, masanın üzerinde duran vazoda tertemiz suyun içindeki taze çiçeklerin bulunduğu, kapısı açıldığında tatlı bir müzik sesinin duyulduğu bir mekana ev deyip geçilemez ki…

Bunları yapabilmek için motive olmak mı lazım, yoksa motive olabilmek için bunları mı yapmak lazım bilemiyorum ama…Bu yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan polemiğini kısa kesip konuya gireyim en iyisi.

İnsanı canlı tutan, ilişkileri ayakta tutan şeydir paylaşılan anılar. Çocukluk arkadaşıyla karşılanlara dikkat ettiniz mi? Sanki daha dün birbirlerinden ayrılmış gibi sohbet etmeye başlarlar. Okullar, mahalleler en çok anının biriktirildiği yerlerdir. Sonra asker arkadaşları, yıllarca aynı anıları konuşup dururlar :)) Seyahatler…. İnsanın aklının sadece yeme, içme, gezme ve görmeye programlandığı bu anlar, en keyifli anıların biriktirildiği zaman dilimleridir.

Peki ya yuvamız? Hani bir gün şömineyi yakmıştık, ateşin karşısında yerde oturup yemek yemiştik diyebiliyorsak… Ya da hani o beyaz çiçekler vardı ya, günlerce mis kokutmuştu evin içini diye hatırlayabiliyorsak… Saklambaç oynarken oyuncak sandığının içine saklanmış maymun, bulamadım dakikalarca, saatler gibi geldi, yüreğime iniyordu, diye anlatabiliyorsak… İşte orada bir yaşam vardır, yaşanmışlık vardır. Yaşlı insanlar bu nedenle evlerinden başka bir yerde rahat edemezler. Çünkü yaşanmışlıklardır onlara hayat veren.

Yaşanmışlıklarınız bol, güzel anılarınız sonsuz olsun….

Aşk’la

Yazının devamı...

Aşk her şeyi çözer

Hafta sonu İzmir’de yapılan bir evlilik törenine katıldım. Katolik nikahı neymiş anladım, ayrılmak yok, kesinlikle yok. Bir saat süren bir törendi, din görevlisi evliliğin, yuva kurmanın ne denli ciddi bir iş olduğunu öyle bir anlattı ki, iddia ediyorum bizim resmi nikah törenlerinde böyle bir konuşma olsa, bir çok sevgili nikahtan döner. Daha da şaşırdığım, öncesinde on saat ders almışlar. Ne dersi, diye sordum. Yaşanabilecek tüm konuları masaya yatırmışlar. Bütün bunlara rağmen hala emin misiniz, diye defalarca sorulmuş kendilerine.

Düğün hazırlığı, gelinlik, nikah şekeri, kim kiminle otursun, çiçekler ne renk olsun, hangi şarkılar çalınsın, dans ederken gelinliğin kuyruğu çıksın, yorulanlara düz ayakkabı dağıtılsın ile geçen aylar…

Sonrasında, balayına nereye gidelim, en romantik oteli bulalım…

Balayından döndük, hadi evin eksiklerini tamamlayalım. Şuraya bir çiçek lazım, buraya da loş bir ışık. Kanepenin rengine uygun bir de tablo bulmak lazım…

Bitti mi? Bitmez… Misafirler ağırlanacak. Yemek davetleri başlasın, ev ziyaretleri, gelin görmeler, ev görmeler. Bir telaş bir telaş…

Arkasından, hadi ama çocuk ne zaman? Hamilelik, emzirme, ilk bebek falan. Hemen arkasından, ama buna bir de kardeş lazımlar…

Eş olmak, anne baba olmak için harcanacak emek yerine, bir sürü çok gerekliymiş gibi görünen, gereksiz telaşlarla geçen yıllar…

Her şey için eğitim alıyoruz, kurslara gidiyoruz. Bisiklet kullanmak için, resim yapmak için, yoga yapmak için, vazoya çiçek yerleştirmek için :)) Ehliyet şart, diploma şart…

En önemli iki şey için eğitim gerekmiyor, evlilik ve çocuk sahibi olmak. Okullarda ders olarak okutulmalı bence. İlişki nasıl yaşanır? Kadın ne bekler? Erkek nasıl düşünür? Sevgi, saygı, anlayış , bağımlı olmadan bağlı olmak, anne-baba olmak, hepsi birer ders başlığı.

Gerçi eğitim olsa ne yazar, onların da bir sürü modeli çıktı. Klasik evlilik, modern evlilik, özgür evlilik, helikopter ebeveynlik, demokratik anne babalık…. Üniversite eğitimi lazım, hatta yüksek lisans!!!

Sonunda geldiğim nokta şudur ki, bir tek aşk lazım, gerisi boş. Aşk her şeyi çözer.

Aşk’la

G.

Yazının devamı...

Hayat sana güzel

Hey ne oldu, çalışmıyor musun sen?

Yoksa işi mi bıraktın?

Hayat sana güzel!!!

Ardı arkası gelmeyen kinayeli yorumlar, ön yargılı yaklaşımlar, sorular, sorular….

Aslında kimse haksız sayılmaz. Ben de beni tanımasam, sadece sosyal medyadan takip etsem sürekli bir tatil, sürekli bir keyif, eğlence tadı alırdım herhalde. Çoğumuz aynı şeyi yapmıyor muyuz? En keyifli anlarımızı, en güzel fotoğraflarımızı paylaşıyoruz çoğu zaman. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var. Buyurun efendim, benim madalyonumum öbür yüzü…

Üniversitenin ikinci yılından beri, yani yaklaşık yirmi yıldır çalışıyorum, aralıksız. Bebek beklerken bile boş durmadım, ikinci yüksek lisansımı yaptım. Kendimi çok iyi tanıdığım için sabit bir mekanı olan, sabit iş saatleri olan bir meslek yerine kendime göre planlayabildiğim bir iş seçtim. Yazları ofisimi Bodrum’a taşıyorum. Yeni koleksiyonlarımı burada hazırlıyorum. Mis gibi havayı teneffüs ederek, limon çiçeklerini koklayarak. Tasarımcıyım ben, ruhum beslenmezse üretemem. Tam bir yaz insanıyım, güneşle, denizle şarj oluyorum. Ayrıca oğlumun alerjisi var, nemli havada rahat nefes alamıyor. Bütün bir kış kortizon kullandıktan sonra ancak burada bırakabiliyor ilacı.

Neden günah çıkarmak zorunda hissediyorum ki kendimi? Herkesin hayatının kendine ait bir dinamiği var. Ama ben böyleyim işte. Fazla hassas, fazla duygusal. Yanlış anlaşılmaktan hep çekinmişimdir. Başkalarının ne düşündüğünü umursamadan yaşayanlara hep imrenmişimdir. Ama böyle yetiştirildik çoğumuz. Tipik Türk aile yapısı, aman el alem ne der?

Geçenlerde yurtdışından gelen bir arkadaşımı havaalanına bırakmak için evden çıkarken Ali’de takıldı peşimize. Yataktan fırlamış gelmiş, külot ve atletle. Atladı o da arabaya. Dönüşte ne zamandır istediği bir kitap vardı, onu almak için durmak istedi. Sonra başladı kendi kendine söylenmeye. ‘Ama külotlayım, herkes bana bakar. Ya dalga geçerlerse benimle…’ Küçücük yedi yaşında bir çocuk. Üzerindeki baskıya bakar mısınız? Doğru mu yaptım yanlış mı bilmiyorum ama, boş ver, dedim, atletin uzun zaten, külotun gözükmüyor. Önce arkama saklana saklana yürüdü, sonra rahatladı. İstediği kitabı aldık. Arabaya geri döndüğümüzde çok mutluydu. Dedi ki;

‘Kitabıma kavuştum sonunda, hem kimse de tuhaf tuhaf bakmadı bana.’

Küçüğüm….

Yazının devamı...

Hayat en güzel hediye

Uzun gibi gelen yakın bir zaman önceydi. Bir aynanın üzerine yapıştırılmıştı. Dudaklarıma parlatıcımı sürerken gülümsetmiş, mutlu etmişti beni. ‘Hayat en güzel hediye…’ İşte bu kadar net, yalın, yeterli…

Geçenlerde Paşabahçe’de evin bitip tükenmek bilmeyen eksiklerini tamamlamaya çalışırken kasanın yanında rastladım bu minik çıkartmalara. Kasadaki güzel gülüşlü kız bunun bir fotoğraf yarışması için belirlenen tema olduğunu anlatmaya başladı. Ben de cümlenin çağrışımları ile uğraşıyordum o sırada. Nasıl oluyor da bazen bir koku, bir şarkı, bir cümle insanı alıp bir zaman yolculuğuna çıkmışçasına başka bir ana taşıyabiliyor? Nasıl o an hissettiklerimizi yeniden hissedebiliyoruz? Kesin uzmanlar beynin içindeki nöronlar arası bilgi, anı transferi, elektrik akımı gibi bilimsel bilimsel açıklıyorlardır bunu da.

Bu minik kırmızı üzerine beyaz yazılı daireler sayesinde yeniden oturabildim klavyemin başına. Yazacak bir şey buldum sonunda. Son zamanlarda güneşten mi, dolunaydan mı, Merkür’ den mi bilinmez, her şeyden onları sorumlu tutar olduk ya, çevremdeki herkesin kendi küçük dünyasında fırtınalar kopuyor. E ülkemde de kopuyor, dünyada da…

Ne yapacağız, ne olacak, ne yapsam soruları ile uğraşıp duruyoruz. Sol beynin rasyonel analizleri yetmezmiş gibi, bir de sağ beyne soralım, bakalım o ne diyecek acaba duygusal bağlamda!!!

Derken, küçücük bir şeyin getirdiği mutluluğu fark ederek Cern’ de atom çekirdeğini parçalamış gibi oldum. Tamam kabul, bu biraz fazla iddialı oldu. Ona yakın diyelim :))

Şimdi diyorum ki sevgili beynimin sağ yarım küresi ve sen de lütfen sol yarım küresi, sürekli analiz yapmayı bırakın. Sakinlik, huzur ve mutluluk içinde yormadan, yorulmadan yaşayalım. Küçücük şeyler, kocaman mutluluklar getirsin, herkese, hepimize...

Şimdi izninizle parlatıcımı süreyim yeniden… Ayna neredeydi?

Yazının devamı...

Hadi Alarmı Buldun, Ertele Seçeneğini Koyup Neden Kafa Karıştırıyorsun

Instagramda @bahoofficial hesabını takip ediyor musunuz? Ne kadar zekice tesbitler, en büyük sorun haline getirdiğimiz günlük sorunlara nasıl esprili bir bakış açısı, bayılıyorum.

Yıllar önce verdiğim bir karar var; yaz aylarını İstanbul dışında geçirmek. Seçtiğim meslek sayesinde ve kendi işimi yapıyor olmamın verdiği özgürlükle yapabiliyorum bunu tabii ki. Ancak böyle şarj olabiliyorum bir sonraki İstanbul yılı için. Oğlum için de mecburum aslında, alerji sorunu var, nemli havada rahat nefes alamıyor. Yaz ayları İstanbul onun için yaşanmaz oluyor. Çocuk bütün bir yıl kortizon kullanıyor, burun damarları incelip kanamaya başlıyor. Deniz suyu ile iyileşiyor.

Tabii burada ‘’Ohhhh, hayat sana güzel…’’ sedaları yükseliyor fonda. Bir de madalyonun öteki yüzü var. İş devam ediyor. Ve her yaz bilgisayar, fatura, irsaliye, dosyalar vs vs toparlanıp, taşınıyor. Evin bir köşesi ofis haline getiriliyor. Zamanı iyi planlamak gerek. Sabah kimse uyanmadan kalkılacak veya gece herkes uyuduktan sonra çalışılacak ve işler bitirilecek ki ufaklık denize götürülebilsin. Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymuyor. Sabah erken saate alarm kuruluyor veeeee o da ne; ERTELE seçeneği!!! Hafif tatil modu ya, uyumaya devam ediliyor. Çünkü bu bıdık garip garip saatlerde uyuyor, garip garip saatlerde uyanıyor. Anne her daim uykusuz!!!

İşte tam böyle sıradan gün, alarm ertelenmiş, uyumaya devam edilmiş, işler kalmış, tatil desen tatil değil, iş desen iş değil bari biraz sosyal medyaya bakayım derken BAHO diyor ki;

‘’Hadi alarmı buldun, ertele seçeneği niye koyup kafamızı karıştırıyorsun…?’’

E ben sonunu yazamadım tabii...

Keyifle,

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.