SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

7 günde Havana esintisi

Çok az sayıda sinemada gösterime giren (sadece 3) Havana’da 7 Gün filminden söz edeceğim. Yedi ayrı yönetmenin, yedi ayrı filmi.

Kısa filmleri oldum olası çok severim. Festivalleri hep takip ederdim. Kısa sürede anlamlı bir şeyler anlatmak, bir tat bırakmak zordur.

Havana’da 7 Gün isminden de anlaşılacağı gibi müzikleri, kadınları, dansları, denizi, rüzgarı, renkleri ile bir esinti şeklinde beyazperdede yer alıyor. Yedi filmin genelinde Havana esintisi ortak olsa da, tüm filmler için aynı hisle sinemadan ayrıldığımı söyleyemem.

Yedi ayrı yönetmenin Havana’ya yaklaşımları çok farklı olmasa da, bıraktığı his farklıydı bende.

Benicio Del Toro’nun bu kez yönetmen olarak karşımıza çıktığı ilk kısa film Havana’ya giriş niteliğinde.

Biz de, bu egzotik şehre bir yabancının, sinema festivaline gelmiş Amerikalı’nın gözünden bakıyoruz. İlk filmin dışarıdan bir gözle anlatılması isabet olmuş. Tam da “öyle” bir yer bizim gözümüzde Havana.

Bir yabancı olarak kısa sürede tanıyabilmek için şehri, adeta saldırıyoruz. Daha çok eğlencesini, danslarını, müziğini dinleme ve görme fırsatı bulduğumuz bu ilk film ile Havana’ya hızlı bir giriş yapıyoruz.

İkinci filmde bu kez yönetmen olarak tanıdığımız Emir Kusturica, oyuncu fakat kendisi olarak karşımızda. O da Havana’ya film festivaline konuk yönetmen olarak geliyor ve biraz kişisel bir hikaye ile karşımıza çıkıyor. Havana’da onu gezdiren şoförüyle diyaloguna ve dostluğuna tanık olduğumuz bu filmde Havana’dan çok Kusturica gerçeğiyle baş başa kalıyoruz. Müzikler elbette bu filmde ön plana çıkıyor.

Sonraki film artık Havana’nın gerçek yaşamına ya da diğer yüzüne tanıklık ediyor. Bir aşk hikayesi ve yoksulluk savaşı çok ince detaylarla anlatılmış. Kısacık filmde yoğun bir acı ve sevgi bir arada. Hikayenin devamı yine başka bir yönetmenin daha sonra izlediğimiz filminde ince bir bağ ile düğümleniyor.

Elia Suleiman’ın hem yönetmen hem de oyuncu olarak yer aldığı (kendini canlandırdığı) film diğer filmlere göre biraz daha deneysel nitelikte. Bir hikayeden çok, gördüklerimiz üzerine yoğunlaşıyoruz. Unutmadan yönetmen Fidel Castro'ya da selamını eksik etmemiş.

Geri kalan filmlerde daha çok kültürel öğelere rastlıyoruz. Kıyafetler, evlerin içi, yaşam şekli, müzikler, danslar ve ayinler Havana’ya dair derin izler bırakıyor.

Josh Hutcherson ve Daniel Brühl gibi oyuncuların da yer aldığı bu yedi film, Pazartesi keyifle ve şaşkınlıkla başlıyor, Pazar günü bir yoğunluk, kısmen de yorgunlukla bitiyor. Yedi günü birbirinden ayıran yönetmenlerin tavrı olabilir. Yedi günü birleştiren ise filmler arasında hissedilen ince bir bağ.

Kimi zaman belgesel hissi de veren Havana’da 7 Gün’ü izlemenizi tavsiye ederim.

Keyifli bir Havana günü dilerim.

Yazının devamı...

Amin Maalouf evimize geri döndü

Üstüste kitap tanıtımı olacak ama bu kez bir kavuşma anını aktarmak istedim.

Üniversite yıllarımın elimden düşmeyen kitaplarıydı: Afrikalı Leo, Semerkant, Doğunun Limanları…

Çok iyi bildiği Asya Akdeniz çevresini okuyucularına aktarırken sade dili kendine ait üslubuyla keyifle okurdum..

Tarihi roman okumak isteyenler için birebirdir. Olayları, gerçekleri , kültürleri aktarırken bir başka dünyada bulursunuz kendinizi. Sürüklenir gidersiniz.

Amin Maalouf evimize geri döndü.

Uzun zamandır okumamıştım.

Yeni çıkan kitaplar listesinde görünce bir anda hatırladım.

Kitaplarını arka arkaya okudum döneme gitti aklım, heyecanlandım.

Uzun zaman önce okuduğu kitapların yazarının yeni kitabını rafta gördüğünde, bir kavuşma hissi yaşar, sevinir.

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf'un yeni romanı Doğu’dan Uzakta bana tam da bu hissi yarattı.

Belli yine bir gerçeklikten yola çıkılmış, belli ki yine bir serüven okuduğumuz. Bu kez olaylar bir dönüş hikayesiyle bize anlatılıyor.

Oldum olası sevmişimdir dönüş hikayelerini, hissedilen burukluk, özlem, acı daha da ötesi yüzleşme!

Doğu’dan Uzakta, gençliklerini bir arada geçiren bir grup arkadaşın, ülkelerindeki iç savaştan sonra farklı yerlere dağılışını ve yıllar sonra, içlerinden birinin cenazesi dolayısıyla tekrar ülkelerine dönmesinin hikâyesini anlatıyor.

Tam bir eve dönüş hikayesi…

Elbette gitmek kadar dönmek de kolay olmayacaktır.

Dönüşte yaşananlar ve kaybettikleriyle yüzleşme ağır olacaktır.

Çarpıcı anlatımı ve içten yaklaşımıyla, Amin Maalouf bir kez daha edebiyatına hayran bıraktı.

Onun anlatımıyla Doğu bir başka anlamlı oluyor.

En çok bildiği şeyi yine en iyi şekilde yapıyor.

Keyifli okumalar diliyorum…

Yazının devamı...

Remzi Ünal'la henüz tanışmayanlar için...

Yoğun iş temposu, yorgunluk, bitkinlik...

Vücudun yorulmasının yanı sıra, beynin yorulması, konsantrasyon zorluğu, iş dışında başka şeylere vakit ayıramadan günlerin öylece gelip geçmesi...

Bazen öyle zamanlar oluyor ki kolunuzu kıprdatmaya mecaliniz kalmıyor, dostlarınızla buluşamıyor, sinemaya gidemiyor ya da en kolay şey diye düşündüğümüz kitap okumak için bile haliniz olmuyor.

Ama halbu ki okumak zor iştir. Okumak için de enerjiye ihtiyacınız var, okuduğunuzu anlamak için, kafanızı boşaltmanız gerekir. Bazı yazarlar vardır bunu sizin için yaparlar, size öyle bir dünya yaratırlar ki, okudukça rahatlar ve sürüklenirsiniz.

Polisiyeye merak sardım son zamanlarda.

Zor iş polisiye yazmak diye düşünüyorum. Okuyucuyu sürüklemek, bir yandan da gizem yaratmak.

Geçen sezonlarda severek takip ettiğim ”Bir Ankara Polisiyesi Behzat Ç.” bu sezonda bir takım hayal kırıklıkları yaratsa da (gününün değişmesi de izleme alışkanlığımı kırdı) ilgimi hala çekiyor.

Ele aldığı olaylar, konuşulmaktan çekinilen, genellikle yok sayılan konular olunca kolay kolay vazgeçilmiyor.

İzlemekle okumak arasında fark var elbet. Oyuncuların performansları ve izlenen şeyle aramızdaki pasif ilişki dikkat toplama, sürüklenme ve etkilenme durumunu kolaylaştırıyor.

Böyle söylüyorum çünkü, günün yoğunluğu arasında okumak hep özel bir çaba gibi geldi bana. Dolayısıyla okuduğunuz şeyin size çengel atması, sizi yakalaması şart.

Özel dedektif Remiz Ünal'ın maceraları tam da bu noktada çok başarılı.

Remzi Ünal kim mi?

Celil Oker’in kaleme aldığı Çıplak Ceset, Kramponlu Ceset, Bir Şapka Bir Tabanca, Yenik ve Yalnız kitaplarının özel dedektif kahramanı.

Remzi Ünal alkol yüzünden işten çıkarılmış eski bir pilotdur. Uçmak bir tutku olarak hala içindedir, bu yüzden zamanının büyük bir kısmını uçuş simülasyonu oyunuyla geçirir.

Genellikle pizza yer.

Uykusu geldiğinde yatar, düzensiz bir yaşamı vardır ama düzenli olarak aikido çalışır.

İstanbul’un her türlü mekanını iyi tanır. İstanbul'u onunla birlikte yaşarsınız, sokakları arşınlar ve tanırsınız.

Mekanarı gerçektir, canlanır gözünüzde, hayal edersiniz onunla birlikte siz de...

Bir de Remzi Ünal'ı hayal edersiniz, ben yazarın kendisinden sevglili Celil Hocam'dan etkilendiğim için midir bilmem ona benzetirim biraz da Remzi Ünal'ı.

Ama herkesin Remzi Ünal'ı kendine göredir. Boyu posu, kilosu farklıdır.

Ama huyu suyu alışkanlıkları bellidir.

Tavsiye ederim, okuyunca anlayacaksksınız Remzi Ünal da okudukça gönlünüzde yer edinir.

İnsanlarla olan ilişkileri, olaylara yaklaşımı, sakin tavrı, kendine özgü araştırma teknikleri ile şahsına münhasır bu özel dedektifin tüm maceralarını okumak isteyeceksiniz.

Çünkü Celil Oker’in kitapları arasında bu karakterin devamlılığı vardır. Uzunca bir filmi izlemeye başlamışsınız gibidir.

Kitapları ince bir bağ ile birbirine bağlı fakat herhangi birini alıp okuyabilecek kadar olaylar bir o kadar farklı o yüzden hangisini okumak isterseniz özgürsünüz.

Ben yeni bir Remzi Ünal macerasını sabırsızlıkla bekliyorum.

Sizlere keyifli okumalar diliyorum.

Yazının devamı...

Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu

Bir yüzleşme dönemi yaşıyoruz.

Acılarımızla, hatalarımızla, geçmişimizle yüzleşmek için karanlık taraflarımızı aydınlığa çıkarmak üzere tüm medya araçları farklı yöntemlerle bir arayış içine girdiler.

Son dönemlerde çekilen filmler ve dizilerin birçoğunun konusu yakın tarihimize ayna tutar nitelikte.

Konuşulmaya başlanması, hatta tartışılması, üzerine filmler yapılması, yazılıp çizilmesi acıları azaltır mı bilinmez ama en azından yüzleşmek bir aşamadır diye düşünüyorum.

DEPO, Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu isimli belgesel bir sergi ve konuşma dizisiyle kendi sezonunu açıyor ve geçmişe, Türkiye’nin 60'lı yıllarda yaşadığı dönüşüme naif bir dokunuşta bulunuyor.

Öyle ki sergi ve konuşmalar zaten Sweet 60s (Tatlı 60’lar) projesi kapsamında düzenlenmekte.

Sweet 60s, Batı dışı coğrafyalarda, 60'ların büyük anlatısına dahil edilmemesi sebebiyle bilinmeyen, azımsanan ve saklı kalan bağlam ve sınırları güncel, sanatsal ve teorik bakış açıları aracılığıyla inceleyen uluslararası bir araştırma projesi.

14 Eylül’de açılışı yapılan serginin küratörlüğünü Roll, Express ve Bir+Bir dergilerinin yayın ekibinden Derya Bengi üstleniyor.

Müziğin ayak izlerini takip ederek 60’lı yılları anlamayı hedefleyen sergi 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 arasında olup bitenin sazlı sözlü muhasebesi niteliğinde.

60’ların melodilerinden sergi mekânına yayılacak bir derleme, plak kapakları, arşiv fotoğrafları, gazete kupürleri, kartpostallar, notalar, afişler, müzikli Yeşilçam sahneleri ve dahası sergiyi oluşturuyor.

Sergisüresince DEPO'da Emin Alper, Mehmet Ö. Alkan, Tanıl Bora, Ömer Madra ve Taner Öngür'ün katılacağıbir konuşma dizisi düzenleniyor.

Belgesel niteliği çok ön plana çıkan sergiyi 60’ların tatlı melodileriyle gezerken, bir Yeşilçam filmini yazlık sinema dekorunda izleyebiliyorsunuz.

Sergiyi gezmek, 60’ların müzikleri eşliğinde her yıl için yazılanuzun metinleri okumak, o yıllara ait önemli olayları hatırlamak, görselleri incelemek için biraz zamana ihtiyacınız olabilir.

O yüzden geçerken uğramak yerine, gününüzün belirli bir kısmını ayırmanız gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Merak etmeyin 24 Ekim’e kadar zamanınız var!



DEPO
Tütün Deposu
Lüleci Hendek Caddesi, no. 12, Tophane, İstanbul
Ziyaret saatleri: 11:00 - 19:00 (Salı - Pazar)
Tel: 212 292 39 56
www.depoistanbul.net

Yazının devamı...

Palamutbükü Hatırası

Yazın sonuna geldiğimiz şu günlerde, hala tatil fırsatı olanlara Datça hatta Palamutbükü'nü şiddetle öneriyorum.

Aslında anlatmaya yolculuğun başından başlamak daha doğru olacak. Datça’ya Türkiye’nin neresinden gelmeyi düşünürsünüz bilemiyorum ama Bodrum üzerinden gitmenizi tavsiye edebilirim. Aksi halde Marmaris yolu da mevcut fakat çok daha karayolu ve viraj çekmeniz gerekebilir.

Bodrum’dan sabah 9:00 ve akşamüzeri 17:00 feribotlarından biriyle Datça’ya yaklaşık 2 saatte geçebiliyorsunuz. Gayet keyifli bir feribot yolculuğu olduğunu söyleyebilirim. Eğer çok rüzgar yoksa tabi.

Gelelim Datça’ya. Datça’da aslında bir gece kalıp, oranın da güzel mekanlarını keşfedip,yolculuğa devam etmek akıllıca olabilir fakat ben koylara doğru yol almanın cazibesine kaptıranlardandım.

Datça’da feribottan inenleri karşılayan bir otobüs, büklere giden dolmuşların oraya sizi bırakacak zaten. Sonrası size kalıyor.

İster direkt Palamutbükü dolmuşuna binin isteseniz ondan önceki koy olan Hayıtbükü dolmuşuyla keşfe başlayın.

Bu söylediklerim tabi arabası olmayanlar için geçerli. Ben de bunlara dahilim. Önce Hayıtbükü’ne gittiğinizde oradan Plamutbükü’ne geçmenizin zor olduğunu da belirtmekte fayda var.

Yürümek pek akıl karı değil, zira 8 km sıcakta ve yokuşu bol olan bir yolda yürümek pek de kolay olmayacaktır.

Ya bizim yaptığımız gibi bir ekmekçi arabasıyla yolunuza devam edeceksiniz, ki o da şanslıysanız, hem bu çok işe de yarayabiliyor ekmekçi amca aradaki “camping” alanlarına, diğer küçük yerleşim yerlerine ekmek dağıttığı için daha çok yer görme şansınız oluyor.

Şimdi gelelim Palamutbüküne, Can Yücel’in pek sevdiği mekana, sıcakkanlı insanlarına, onların keyifli muhabbetlerine…

Palamutbükü küçük ev pansiyonları, halkı, minik cafe restoranları, buz gibi denizi, bademleri sadece tatil için değil ömür geçirilecek bir yer olarak aklımda kaldı.

Fazla detaya girmeme nedenim de bu sanırım. Keşfe açık bir yer olarak size yüzeysel olarak bahsettiğim bu yerin tadına bizzat yerinde bulunarak varabilirsiniz.

Ha bir de bu koyların en ucunda Knidos Burnu var ki, buranın keşfini size bırakıyorum.

Yazının devamı...

İstanbul ve salıncakları

Çocukluğumun bayramlarıydı beni dönme dolaplarla ve dönen salıncaklarla tanıştıran ne kadar çok istesem de bir türlü binemedim ve çılgınca dönemedim.

Bir çarkın etrafında dönmek fikri ne kadar ilginç olabilirdi ki? İzlerdim sadece, takip ederdim aynı kişinin tekrar önümden geçmesini kimi zaman bağıran, çığlık atan kişileri sayardım. O küçük boyumla bana devasa büyüklükte gibi gelen salıncakların dönmeye başladığı o an her şey biterdi sanki hızlanır hızlanırdı ve ben izlerken küçülürdüm onun gölgesinde...

Her dönüşünde bir kez daha heveslenirdim binmeye ama durduktan sonra, inenlerin sarı yüzleri ürkütürdü beni, vazgeçerdim.

Onlar, benim çocukluğumun lunaparkındaki salıncaklardı ya da herkesin bildiği büyük, heybetli ve biraz da, her nedense ürkütücü dönme dolaplar.

Devasa büyüklükte olarak belleğime yerleşen salıncakların minyatürünü görmüştüm o an.Bir an inanamadım ama gerçekten biniyordu küçük çocuklar hem de gülerek eğlenerek...

Ürkütücü değildi bunlar... Kuştepe'de rastladım ilk onlara, sonra Haliç kıyılarında yakaladım bir kaçını: Onlar özellikle eski İstanbul'un vazgeçilmezleri, seyyar salıncaklardı.

Geliş günlerini iple çeken çocuklar harçlıklarının bir kısmını çoktan onlar için ayırmışlardı. Hevesle koşup, salıncaklardan birini kapmaya çalışıyorlardı.

Salıncağın elle çevrilerek dönen bir düzeneği vardı merkezde duran adam sabırla sabahtan akşama kadar bu düzeneği çeviriyordu. Çoğumuzun karşılaştığı ve belki de dikkatini bile çekmediği bu salıncakları, İstanbul'un özellikle arka mahallerinde sabırsızlıkla bekleyen çocuklar vardı.

Belki bir zamanlar İstanbul'un vazgeçilmezleriydi bunlar ya da günümüzün ayrıntıları...

Hayretle bir süre izledikten sonra, salıncakçıya işiyle ilgili bir kaç soru sorduğumda bana, dededen kalma bir meslek olduğunu ve İstanbul'da bu işi yapan sadece bir kaç kişi kaldığını söyledi.

Başta çok zevkli ve eğlenceli gibi görünen bu işin,ne kadar zor ve yorucu olduğunu biriki saat sonra anlamıştım. Günde 100-150 çocuk biniyormuş salıncağa

"."

Mardin'den çalışmak için gelmişti İstanbul'a. Salıncağı Feriköy'de bir yaşlı ayakkabıcıdan aldığını anlatırken, geldiği günleri hatırlıyor ve yorgun gözlerle salıncağın etrafını saran çocuklara bakıyordu.

Çocuklar öylesine bir yarış içine girmişlerdi ki salıncakçının gelmesi onlar için mücadelenin başlamasıydı.

Salıncakçı mahallenin başında görünür görünmez hepsi bir anda evlerine dağılıyor ve annelerinden para almaya gidiyorlardı. Kimisi elinde parayla sevinçle dönerken, kimisi de salıncağın kenarından itmeye başlıyordu. Ta ki bu yardımlarının karşılığında salıncağa bedava binmeyi hakettiklerini duyana kadar.

Kimisi de bazı günler salıncağı sadece karşıdan seyredebiliyordu. Tüm bu bağrışların, çığlıkların, hatta zaman zaman elleri ya da kolları salıncağın zincirlerine kıstığı için ağlayan çocukların karşısında salıncakçı, önce duyarsızlık olarak algıladığım bir sakinlikle salıncağın kolunu çevirirken uzaklara dalıyordu.

Kartal'da sonbaharda başlıyordu serüven, İkitelli'deki kuzenleri ile beraber kaldığı bekar odasından sabahın erken saatlerinde kalkıp yola koyuluyordu.

""

Levent'te yol kenarına zincirlemişti bu kez salıncağını.

"" derken güvensiz gözlerle etrafa bakıyor, sonra salıncağın zincirlerini çözmeye başlıyordu.

Teker teker çıkarttığı demir ayakları yerleştiriyor ve bir tarafından itiyordu. Ağırdı salıncak, iterken zorlandığı belliydi, her seferinde tekrar kurmak, zincirleri tekrar çözüp, demir ayakları tekrar takmak gerekiyordu ve ilerlemek için tekrar toplamak…

Bu işi yapmazsan ne yaparsın diye soruyorum:

Tüm İstanbul’un varos semtlerini, arka mahallelerini, ara sokaklarını geziyor, sonbahar kış ve ilkbahar geçtikten sonra yaz geliyordu.

Ve nihayet özlediği memleketi Mardin’e geri gidiyordu.

Belki İstanbul’da unutulmaya yüz tutan bir mesleğin ‘salıncakçılığın’ hikayesiydi bu, ya da sonu belli olan bir İstanbul hikayesiydi.

Kim bilir ne umutlarla İstanbul’a gelmiş, aradığını bulamamış, geri dönmeyi dört gözle bekleyen fakat dönemeyen, ne İstanbullu ne Mardinli bir salıncakçının hikayesi.

Yazının devamı...

Haydi ellerinizi bırakın!

Günlük hayatımızın bir parçası haline geldiğinde spor olmaktan çıkıp, bir tutkuya dönüşen bir aktiviteden hatta onun sinemayla buluşup bir festival olmasından bahsedeceğim: Bisiklet Film Festivali.

İki sevdiğim şeyi bir arada görünce duramadım yazmaya karar verdim.

İstanbul’da yaşayanlar için bisiklete binmek istisnalar haricinde imkansız.

Maalesef bisiklete binmeyi çocukluk aktivitesi olarak keyifle ve kısmen de acıyla hatırlıyorum.

Üç tekerlekli bisikletle başlar çoğu zaman, sonra iki tekerlekli bisiklette dengede durma calışmalarıyla devam eder.

Bir süre yardımcı yan tekerleklere ihtiyaç duyarız.

Cesareti toplayıp tekerlekleri çıkardığımızda, binebildiğimizi görmekse müthiş bir sevinç kaynağıdır.

Bazıları için bisiklet yakın bir dost gibidir.

Her yere onunla birlikte giderler.

Harçlıklarını aksesuara yatırırlar, bakımını sürekli yaparlar.

Hele ilk bisikletin hatırası başkadır.

İstanbul gibi bir şehirde bisiklete binmenin neredeyse imkansız oldugunu fark ettiğinizde çocukluğunuzu hatırlamakla yetiniyorsunuz.

Özellikle hızlanırken veya yokuş aşağı inerken rüzgarın yüzünüze çarptığını hatırlamak keyif veriyor.

Türkiye’ye Bisiklet’in Girişi isimli yazısında Gökhan Akçura, Refik Halit Karay’dan şöyle aktarıyor ve gülümsetiyor:

Bisiklet bazıları için tam bir işkenceyken bazıları içinse tutkudur.

Çeşitli doğa sporları yaparak büyüyen Brendt Barbur için de bisiklete binmek tam bir tutku.

Brendt Barbur, bundan 10-15 yıl kadar önce New York sokaklarında bisikletiyle dolaşırken bir otobüsün kendisine çarpmasıyla talihsiz bir kaza geçirir.

Kazadan sonra bisiklet sevenler ve ondan vazgeçemeyenlerle ilgili bir etkinlik düzenlemeye karar verir ve Bisiklet Film Festivali projesini geliştirir.

2001 yılından bu yana Moskova, Paris, Londra, Milano, San Francisco ve New York gibi onlarca şehirde düzenlenerek uluslararası bir etkinliğe dönüşen bu festivalin güzel bir tarafı da bisiklet tutkusunu moda, müzik ve sinema gibi farklı disiplinlerle birleştiriyor olması.

Barbur’ın New York’ta bisiklete binerken başına gelen kazadan sonra başlayan festivalin 11. yılının durakları arasında ilk defa İstanbul da bulunuyor.

13-16 Eylül tarihleri arasında yapılacak Festivalde, İstanbulluları bu kez sanat ve sporla dolu dört gün bekliyor.

Festivalin İstanbul programında kısa metraj bisiklet filmleri de yer alıyor.

Fotoğraf sergileri, bisiklet gezileri ve paneller festivalin diğer etkinliklerinden.

Dört günlüğüne de olsa İstanbul’da rahat rahat bisiklet binebilecek bir ortamın yaratılması ve bunun bir festivale dönüşmesi bana pek bir keyif verdi.

Haydi siz de ellerinizi bırakın!

Yazının devamı...

Dikkat performans çıkabilir!

İstanbul güncel sanat ortamlarına, bu alanda yeni açılımlara ve projelere ev sahipliği yapmaya başladı.

Elbette daha çok sahne ve gösteri sanatları odaklı işler karşımıza çıkıyor ama az da olsa disiplinlerarası performanslara rastlıyoruz.

Hatta performans sanatçılarına yönelik sanatçı rezidanslarının da açılmaya başlaması İstanbul için bir yenilik. Özellikle yurt dışından gelen sanatçılar atölyelere katılıyorlar hem de bu mekanlarda işlerini üretiyorlar.

Baştan sona bir yaratım süreci...

Bu ay performans sanatı üzerine İstanbul’da hatta Türkiye’de bir ilk daha gerçekleşiyor.

Yurtdışından İstanbul’a gelip performans yapmak isteyen sanatçıları IPA (International Performance Association) İstanbul ile tanıştırıyor, onlara üretim ve işlerini sergileme imkanı sağlıyor.

Etkinliğin işbirlikçisi “maumau sanatçı rezidansı” da tam da bu amaçla projede yer alıyor.

Berlin’den İstanbul’a performans sanatı...

IPA, 2006’dan beri genç sanatçıların biraraya geldikleri, deneyimli performans sanatçılarıyla çalıştayların yapıldığı yaz kampları düzenliyordu.

Bu kamplar, 6 yıldır Berlin’de yapılıyordu.

Bu yıl ilk defa Almanya dışına çıkıyor ve lokal ortağı Koza Görsel Kültür ve Sanat Derneği desteğiyle İstanbul’a geliyor.

Performans sanatını daha derinden öğrenmek isteyen öğrencilere açık yaz kampına 18 farklı ülkeden katılım oldu.

Şimdi ise katılımcıların işlerini sergileme zamanı...

Performans sanatı ile ilgilenen sanatçıların biraraya gelip diyalog kurabildikleri, performans sanatı üzerine tartışabildikleri etkinlik, sadece bir festival değil aynı zamanda bir eğitim projesi.

Etkinliğin katılımcıları arasında performans sanatının önde gelen isimleri yer alıyor: Lala Nomada, Jürgen Fritz, Nora Jacobs, Dominik Lipp, Manuela Macco, Manuela Centrone, Roi Vaara, Lynn Luu.

Üretilen işler ve performaslar ise SALT GALATA, Pasajist, Gallery NON, Pi Artworks ve DEPO’da seyircisiyle buluşacak.

İsviçre’den Klara Schilliger ve Valerian Maly, Almanya’dan Jürgen Fritz, İtalya'dan Manuela Macco, Finlandiya’dan Roi Vaara ve İngiltere’den Lynn Luu performans sanatıyla ilgili görüşlerini de festival kapsamında gerçekleşecek konferansta paylaşacak.

Elbette projenin Türkiye’den de katılımcıları var.

Festivalde İlyas Odman, Burçak Konukman, Güler Aşık, Itır Demir yer alıyor.

Bu aralar, İstanbul, Taksim özellikle de İstiklal Caddesi’ndeyseniz Festivalin tam da merkezindesiniz.

İzleyici olarak aktif yer alabileceğiniz performanslara hazır olun.

Sanatçılar bir anda sizi de performanslarına dahil edebilirler.

Keyifli seyirler diliyorum...

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.