SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Sinopale ne tarafta kalıyor?

“Bu kente şaşırıp duruyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bu durum beni altüst ediyor. Oysa doğduğum kent burası. Uzun yıllarımı burada geçirdim, küçüklüğümden bildiğim yerler var ama yeterli değil bu akışa ayak uydurmak gerek yoksa en iyi bildiğiniz yeri bile tanıyamıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki üzerinden asma yollar, köprüler geçmiş, gökdelenler dikilmiş top oynadığınız çayırlıklara...”[1]

Orhan Duru, kentin değişimi karşısında şaşkınlığını ve duyduğu tedirginliği dile getiriyor.

Kent insanının, yaşadığı yerle hep böyle bir problemi var.

Ne kentin değişmesini kabul etmek istiyor ne de kentten vazgeçmek.

Başını alıp gitmek istiyor çoğu zaman.

Şaşkınlıkla birlikte sürekli isyan ediyor.

Ama ne yazık ki, kentin bu hızlı temposunda, sorular sorgularıyla birlikte yaşamını sürdürüyor.

Bunu daha çok ‘taşı toprağı altın şehir’ İstanbul’da yaşıyor.

Sürekli büyüyen İstanbul, çoğu zaman vazgeçilmez olmakla birlikte terkedilmeye de açık.

Şairin gözleri kapalı dinlediği İstanbul yok artık ya da Beyoğlu eski beyefendilerini çoktan kaybetti.

Kırdan gelen aradığını bulamazken, zaten kentli olan, kentin gidişatıntan memnun değil, hep şikayetçi.

Ama alışmak yok mu bir kere...

Her şeye bu derece yakın olmak elbette heyecan verici.

Dünyaca ünlü sanatçıların İstanbul’da konser vermesi, bir anda karşınızda bitiveren sokak sanatları, sanat atölyeleri, dans gösterileri, film, tiyatro, müzik festivalleriyle İstanbul kültürün ve sanatın biricik adresi olma görevini her daim sürdürüyor.

Kültür sanatın bu kadar canlı olduğu bir yeri bırakmak mümkün değil çoğu zaman, ama bu derece çok etkinliğin bombardımanı altında kalıp yetişememek ya da mecali olmamak da fena.

İstanbul’dan Sinopale’ye...

Tam bu noktada daha küçük kentlerde yapılan etkinliklere kayıyor aklım.

Büyük kentlerin bol reklamlı, yüksek bütçeli yapımları yanında Anadolu kentlerindeki kültür sanat etkinliklerinin değeri başka.

Mesela; Uluslararası Sinop Bienali, yani Sinopale...

Karadeniz kıyısındaki en eski şehirlerden biri olan, tarih boyunca birçok kültürü barındıran ve yüzyıllardır değişmeyen adıyla Tanrıça Sinope’nin kenti Sinop’ta kentte yaşayanların da üretim sürecine katılacakları bir sanat etkinliği düzenliyor.

Sinopale2006’da paylaşıma dayalı bir sanat üretimi modeliyle yola çıkıyor.

İki yılda bir gerçekleşen etkinlik, her yaştan bireyi kent sorunları üzerinde düşünmeye sevk ediyor.

Daha iyi bir sosyal alanda yaşamayı amaçlayan ve bunu da sanatla ifade etmenin derdi Sinopale’yi mayalandıran...

Bu sene 1 Ağustos – 12 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen 4. Sinop Bienali’nin kavramsal çerçevesi Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat.

24 Ağustos Cuma günü sergi açılışı, tarihte Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Refi Cevat Ulunay, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Osman Celal Kaygılı, Celal Zühtü Benneci, Sabahattin Ali, Necip Fazıl Kısakürek, Kerim Korcan, Osman Deniz, Zekeriya Sertel hapis ve sürgün olarak kaldıkları Sinop Tarihi Cezaevi’nde yapılıyor.

Bienal kapsamında; Pervane Medresesi, Sinop Müzesi, Sinop Üniversitesi, Dr. Rıza Nur Kütüphanesi, Buzhane Binası kapılarını açarken, açık alanlar görsel sanatların ahengiyle başkalaşacak.

Ayrıca, bianel boyunca “Sinopale Akademi”, “Sinopale Forum”, “Sinopale Residency” kuram ve uygulama atölyeleri, uluslararası toplantı ve açıkoturumlar da birbirini izleyecek.

İstanbul’daki etkinliklere güçlü bir alternatif olarak Sinopale ile Sinop, tarihsel süreçte sanatla ilgisini tekrar tartışmaya açarak geçmişiyle de yüzleşiyor.

Karadeniz’den gelen bu güçlü esintiyle biraz savrulmaya ne dersiniz?

Yazının devamı...

Tünel'den festival geçti

Yaz günlerinde İstanbul'da kültür sanat etkinlikleri, konserler, festivaller, şenlikler her yerde…

Bu kez sanat sokağa taşındı.

Yurt dışından önemli isimlerin konserlerinin yanında sokağın ritmi de oldukça hızlı.

Bilirsiniz, Taksim'de İstiklal Caddesi’nde her köşe başında kendi halinde müzisyenlere hep rastlarız. Bazen durur dinler ilginç gelirse, biraz daha fazla vakit geçiririz.

Ama bu kez farklıydı.

Hafta sonu yine bir İstanbul akşamında biraz hava almak, biraz yürüyüş yapmak, bir şeyler içmek, arkadaşlarla sohbet, keyifli birkaç saat geçirmekti amaç.

Festival varmış dediler koştuk gittik.

Tatile de gidemeyince, bari İstanbul’un tadını çıkaralım dedik.

Organize bir şekilde müzisyenler, gösteriler tam anlamıyla şenlik bizi sokak başlarında, çeşitli kafe, bar ve mekanlarda karşıladı.

Tünel Caz rüzgarının etkisi altındaydı.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Caz Festivali çerçevesinde kendi tabirleriyle “festival içinde festival” gerçekleştirdi. Yeni değil 3 yıldır gerçekleşiyor bu şenlik.

En güzel tarafı caz severlerin yanı sıra sokakta olan herkesin Tünel Şenliği’ne keyifli katılımıydı.

Kimisi bilinçli bir şekilde şenlik haritasıyla etkinlikten etkinliğe geçerken, bir kısmı da kendini müziğin akışına bıraktı.

Sokak sokak devam eden "Şenlik" farklı grupların katılımıyla caz rüzgarı estirdi.

Tünel Ana Sahne ve Galata Ana Sahne’deki konserler ücretsizdi .

Katılımın yoğun olduğu bu sahnelerde dünyaca ünlü isimler de yer aldı.

Hollandalı Eric Vloeimans, trompetiyle kalabalığı coştururken, alternatif müzik sahnesinin en güçlü gruplarından Gevende için biraz ileride, Galata Kulesi altında hazırlıklar devam ediyordu.

Galata Kulesi’nin tam altına kurulan sahnede Gevende’yi dinlemek kadar mekanın tarihi dokusu da büyüleyiciydi.

Özellikle tatile gidemediğiniz, hafta sonu şehirden kaçamadığınız zamanlarda yaz günleri şehrin müzik rüzgarına kapılmanızı öneriyorum.

Hangi sokaktan festival çıkacağı belli olmaz.

İstanbul Caz Festivali devam ediyor.

Keyifli, müzikli günler dilerim…

Yazının devamı...

Zaman durdu şimdi ne olacak?

Bazen insan çok sevdiği, kendini bulduğu, hatta keşfettiği yerleri pek de anlatmak, paylaşmak istemiyor.

Bu durumu kıskançlık olarak tanımlamamak lazım. Sadece tekrar gittiğinde aynı yere, her şeyi yerli yerinde bulma isteği ve oranın kıymetini bilmeyecek insanlar tarafından öğrenilip bozulmasına karşı bir önlem olarak algılanmalı.

Ama yine de dayanamayıp Selimiye’den bahsetmeden duramadım.

Orda bir köy var uzakta.

Hiç şüpheniz olmasın orası bir köy.

Buraya kadar her şey normal.

Aslında anlatmaya yolculuğun başından başlamak daha doğru olacak.

Biraz tatil anlayışımızdan ve tatil ihtiyacımızdan…

Koşuşturmacadan, hayatın kentte ıskalanmasından ve bir yıl boyunca işte tam da bu günler için çalışıp dinlenme hayali kurduğumuzdan…

Köyden kente göçün, ters bir hareketle nasıl kentten köye göçe dönüştüğünden ya da bu isteğin kent insanı için nasıl yoğun olarak yaşandığından da bahsetmek gerekebilir aslında.

Duymuşsunuzdur, bu planları.

Hep bir istek vardır, Ege ya da Güney kasabalarına gidilecek, ufak bir mekan açılacak, huzurla yaşanılacak.

Aslında tam da öyle oluyor mu emin değilim, ruha bir şekilde ticari kaygı girdiğinde köyün asıl sahiplerinin yaşadığı hayat aynen yaşanılabiliyor mu sormak lazım.

Yoksa ruha girmiş olan hız, ilişki şekli, bakış açısı, yaşam standardı bu küçük kasabaya rağmen sürdürülüyor mu?

Biz tatilciler için ise yeni mekanı keşfetmek, kentten gelip yerleşenin sunduklarıyla kurduğumuz bağla mı sınırlı kalıyor?

Öyle olmasın diye bu yazıyı yazıyorum..

Balığı nerede yiyeceksiniz? Nerede kalacaksınız? Nerede tatlı yiyeceksiniz? Nereden tekne turuna gideceksiniz hepsi zaten gitmeden önce küçük bir Internet araştırmasıyla kolayca bulunabilir.

Ben daha çok köyün ritmiyle ilgileniyorum. Haziran’da gitmiş olmamızın etkisi de elbette var.

Ama köy halkı ve mekan sahipleri en güzel zamanda burada olduğumuz konusunda hem fikirler.

Marmaris’e yaklaşık 1 saat uzakta olan Selimiye, başıyla sonu arasında yürümenin 20 dakika sürdüğü ufak bir yer.

Dağın eteğinde, denizin kenarında yer alan köy birbirinden uzak yapılanmış köy evleri ve bahçelerinde elbette inekleri, keçileri, tavuklarıyla pek bir sakin.

Balıkçılık en önemli geçim kaynağı.

Deniz kenarına indiğinizde ise biraz çehre değişiyor, sıra sıra yerleşmiş pansiyon ve restoranlarla köy turizme de açılmış.

Pansiyonların deniz kıyısında yer alması inanılmaz bir rahatlık. Kaldığınız yerde iki adım ilerleyip yemek yiyorsunuz, iki adım sonra da denize giriyorsunuz.

Deniz akvaryum gibi ve açılabildiğiniz kadar açılın derim.

Açıldıkça köyü daha net görüyorsunuz.

Dağın eteğinde yer alan Selimiye’nin 10 km ilerisinde Bozburun yer alıyor. Mutlaka gidilmeli derim.

Oraya kadar gitmişken Bozburun’da denize girmeden, Kızkumu’nda denizde yürümeden,

Turgut Şelalesi’ne görmeden olmaz.

Bir de antik bir bölge olan Karyalılar‘ı da unutmamak lazım.

Aman dikkat Selimiye’ye hızınızı getirmeyin.

Zira köyün ritmi oldukça sakin.

Adı üstünde orası köy.

Uzun uzadıya bir tatiliniz yoksa bile bir iki günlüğüne köye kaçmak size uzunca bir tatil yapmış hissi verecektir. İlk geldiğinizde adapte olmakta zorlanabilirsiniz.

Hatta benim gibi birkaç sefer üst üste saatinize bakıp zamanın durduğunu düşünebilirsiniz.

Yazının devamı...

Bu kez duvara yazıp çizmek yasak değil!

Geçtiğimiz günlerde çok eğlenceli ve renkli bir sanat etkinliğinin haberini aldım.

Bilirsiniz artık sanat sokağa taştı.

Pek de iyi oldu.

Sokak sanatları daha şenlikli, daha çekici gelir bana.

Hele hele havanın ısındığı şu günlerde sokakta olmak gibisi yok.

Açık havada sanat!

Bir yerden bir yere bile gitmenize gerek kalmayabilir çoğu zaman, birden karşınıza çıkıverir. Hatta bazen sanatçısı siz oluverirsiniz.

Tam da bu noktada bahsetmek istediğim etkinlik, katılımcı ruhunuzu öne çıkarabileceğiniz bir sanat projesi.

Çocukluğumuzdan bu yana bizlere sürekli olarak şu ya da bu sebeple yasaklanan duvarlar bu kez sanatınızı ya da sadece içinizden geleni anlatabilmeniz için araç olacak.

Kendinizi nasıl ifade etmek isterseniz duvarlar sizin!

Mottosu “Kendini ifade et

Proje aslında yeni değil, dünya çapında biliniyor: Wallpeople!

Barcelona’da ortaya çıkan Wallpeople, insanların sıradışı sokak işlerini kentin belirli bir yerinde sergilemelerine olanak sağlayan bir sanat projesi.

Geçtiğimiz yıl 20 şehirde 3.000 katılımcı, 7.000’den fazla eserle etkinliğin parçası olmuş. Bu verilerle “Gerçek Mutluluk Duvarı” yaratılması amaçlanmış.

Bu yıl etkinliğin 30’dan fazla şehirde gerçekleşmesi planlanıyor.

Projenin hedefi her geçen yıl şehir ve katılımcı sayısını artırmak.

Bu kez projeye İstanbul duvarları ve İstanbullular dahil oluyor.

Katılım şekli serbest; nasıl içinizden geliyorsa işte.

Zaten amaç da içinizden geleni yansıtmak!

Çizim ya da resim yapabilirsiniz ya da graffiti de olabilir.

Belki kumaş, karton ve kağıtlardan kolaj çalışması tercih edersiniz.

Ya da bir fotoğrafla ifade edersiniz kendinizi.

Yapmanız gereken tek şey 9 Haziran Cumartesi saat 18:00'de Beyoğlu İstiklal Caddesi Kartal Sokak'ta olmak.

Güzel olan bu kez duvara yazıp çizmek yasak değil!

Yazının devamı...

Belgeselin tadı değişiyormuş

Belge.

Belgesel.

Belgelerin bir araya gelmesinden oluşan film.

Gerçeği yansıtıyor mu?

Yok hayır! Yönetmenin gerçeğini yansıtıyor.

Ya da salt gerçeği izliyoruz.

Bunlar belgesel denilince akla gelenler.

Belgeselin ne olduğuna dair tartışmalar sürer gider.

Belgesel sinemayı tanımlamak gerekirse, İngiliz Belge Film Okulunun kurucusu John Grierson’un tanımı “gerçeğin yaratıcı bir şekilde işlenmesi, incelenmesi” yönünde, Pare Lorenty, ise “dramatik yapısı olan gerçekçi film” olarak tanımlıyor belgesli.[1]

Öyle ya da böyle gerçek olan şu ki belgesel sinema dünya çapında kabul gören sinemanın önemli bir türü.

Kökleri “Bir Trenin Gara Girişi”ne de dayanıyor olabilir.

İlk sinema ürünleri belgesel film niteliğinde sayılabilir.

Dolayısıyla kronolojik başlangıç Lumiére Kardeşler olarak alınabilir.

Louis Lumiére’in babası Antoigne Lumiére fotoğrafçıydı ve Louis Lumiere okulda teknik eğitim alarak babasının yanında çalışmaktaydı.

Sonraları okulu bırakarak babasının yanında fotoğraf tabakaları hazırlamay başladı, bu önemli buluşun ardından işleri daha da büyüyen Lumiére Kardeşler fotoğraf stüdyolarını sattılar ve Lyon’da fotoğraf tabakası imal eden bir fabrika kurdular.

Lumiére buluşlarını geliştirdi ve sinemotografı elde etti. 1895’te Louis Lumiére fabrikasından çıkan işçileri (La Sortie des Usines) ve bir trenin istasyona yaklaşmasını görüntüleyerek bir bakıma ilk belgeseli de belgelemiş oldu.[2]

Hatta bu tren izleyicileri öyle ürküttü ki, yerlerinden kalkıp kaçmalarına neden oldu.

Tabi ki tarihi süreçte çok şey değişti, hala hayrete düşüren, bilinmeyen gerçekleri anlatan belgeseller olduğu gibi sıradan insanı anlatan belgesel örnekleriyle de karşılaşıyoruz.

Zaman içinde belgeselin de kendi içinde türleri oluştu.

Gezi, doğa belgesellerinin yanı sıra daha gerçekçi bir yaklaşımla sosyal içeriği olan belgesel filmler de karşımıza çıktı. Hatta daha ileri gidip belgesel propaganda aracı olarak da kullanıldı.

Özellikle toplumsal, tarihi, araştırma, savaş belgeselleri televizyonda yayınlamak için uygun türler.

Peki biraz alışılmışın dışına çıkmaya ne dersiniz?

Çünkü “

1-6 Hazirantarihlerinde Documentarist İstanbul Belgesel Günleri başlıyor.

DOCUMENTARIST, 5. yılını kutlarken farklı türde belgeseller izleyicileriyle buluşturmanın yanı sıra önemli konukları, söyleşi ve panelleri ve atölye çalışmaları da içeriyor.

İlgilenenlere duyurulur.


Yazının devamı...

Bazen Hayat

Şu sıralar roman okuyamıyorum.

Aslında bu sadece benim sorunum değil sanırım.

Her şeyi o kadar hızlı tüketmeye alışmışız ki, okuma alışkanlığımız da bu yönde. Hemen okuyup bitirmek, sonunu getirmek istiyorum.

Fakat günün yoğunluğu, yorgunluğu dikkatimi toplamamı zorlaştırıyor.

İşte tam bu sırada Sine Ergün’ün ikinci öykü kitabı ’ı alıyorum elime.

Birincisinde dedi genç yazar ve hayatın tam da ortasından anlatmaya başlamıştı.

Sanki karşınıza oturmuş anlatıyor hayata dair gözlemlerini.

Öyküler kısa ve çarpıcı. Cümleler ağdalı değil, dili yalın, kelimeler özenle seçilmiş.

Ergün, hayatın sıradan, bilinen, tanıdık yüzlerine ışık tutuyor ve sizi de bu hayatlara davet ediyor. Her birinin sonunda size tuhaf bir duygu geçiriyor.

Sine Ergün'ün iki yıl aradan sonra gelen yeni öykü kitabı…

Can Yayınları’ndan çıktı. Raflarda yerini aldı.

Kapak tasarımı da ilgi çekici. İçeriye, öykülere tuhaf bir gönderme yapıyor. Anlatılanların hissiyatını vurguluyor gibi.

Öyküler kent insanının iç dünyasına dair, samimi bir anlatımla okurda tanıklık hissi yaratıyor.

Sine Ergün’ün diline dair önemli bir tespit de öykülerin öznesinin kendisi oluşu.

Peki kendisi kim?

İşte o meçhul…

Bazen kadın, bazen erkek…

Belki de cinsiyeti yok.

Bazen sadece tanık, dinleyen sonra da aktaran.

Bazen söyleyecekleri olan biri…

Hatta belki de iç ses. Sadece kendine anlatıyor biz arsızlık yapıp gizlice anlattıklarını dinliyoruz.

Sine Ergün’ün her iki kitabı için de arsızlık yapmanızı şiddetle öneriyorum.

Elinizden düşüremeyeceğiniz bir çırpıda okuyacağınız öyküleri hayata naif dokunuşlarda bulunuyor.

Yazının devamı...

Dansla müziğin muhabbeti: Taksim Taksim

Son zamanlarda televizyonda, sinemada, görsel sanatlarda sıkça karşımıza çıkan Osmanlı motifleri hiç bir zaman popüleritesini yitirmeyecek gibi gözüküyor.

Osmanlı haremi, entrikaları, taht kavgaları dizilere, sinemaya konu olurken; Osmanlı yemekleri, Saray mutfağı, kıyafetleri, işlemeleri, mimarisi, edebiyatı, müzikleri farklı disiplinlerle sıkça karşımıza çıkıyor.

Osmanlı Saray eğlencelerine dair izlediklerimiz kaynaklara dayansa da gerçekte tam olarak nasıl olduğuna dair bir kesinlik yok.

Bizim gördüklerimiz elbette ki geçmişin izinde yorumlar.

Osmanlı Saray danslarını yorumlayanlardan birisi de Berrak Yedek.

Uzun yıllardır Prag’ta Duncan Centre Konservatuvarı’nda ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Alanı’nda eğitmen olan Berrak Yedek, Taksim Müşterek ve Mahrem isimli çalışmalarından sonra Taksim Taksim projesiyle yok olmuş ya da unutulmuş saray danslarını hayal etmemizi sağlıyor.

Bu bir düş projesi...

Osmanlı Saray danslarını düşlemek...

Dans müziği olarak bilinmeyen, Klasik Türk Müziği repertuarına dansıyla eşlik eden Yedek geleneksel Türk danslarını çağdaş bir sahnelemeyle seyircisine sunuyor.

Gösteri, Murat Aydemir, Salih Bilgin ve Berrak Yedek’in birlikte yaptıkları uzunca bir araştırmanın ürünü olarak ortaya çıkıyor.

Projeye Burak Yedek, Zeynep Öykü ve Türker Çolak da yorumlarını eklemiş.

Arpçı Zeynep Öykü, tanburi Murat Aydemir, neyzen Salih Bilgin ve perküsyonda Türker Çolak danslara eşlik ediyorlar.

Işık tasarımını Jan Komarek’ın yaptığı gösteride ışık ve gölge gösterinin önemli figürleri olarak karşımıza çıkıyor.

“Beden müzikle anlam, müzik ise dans ile can buluyor...”

Döneminin önemli ezgilerinden Nedim Ağa’dan Sultan-i Yegah, Tamburi Cemil Bey’den Çeçen Kız dinleyeceklerinizden sadece bazıları.

Dansla müziğin muhabbetine, müzisyenle dansçının uyumuna tanık olacağınızı vaadedebilirim.

Berrak Yedek’in keyif veren ve bir o kadar da duygulandıran gösterisinde, İngiliz Christopher Vinz’in tasarladığı kostümler oldukça göze çarpıyor.

İnce ince işlenmiş kıyafetler renkleri ve tasarımı ile Berrak Yedek’in dansına eşlik ediyor.

Yedek, kostümleri dansıyla öyle güzel taşıyor ki kendisini Osmanlı Sarayının bir parçası olarak düşleyebiliyorsunuz.

Öyle ki izlerken sizi var olduğunuz mekandan uzaklaştırıp saraya taşıyor.

Osmanlı’ya keyifli bir dokunuşla farklı bir deneyim yaşamak, dansla müziğin Muhabbet’ine tanık olmak isterseniz, 10 Mayıs Perşembe günü garajistanbul’da gösteriyi izleyebilirsiniz.

http://www.taksimtaksim.com/

Yazının devamı...

Senaristler Kralı Umur Bugay

Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı'nın birlikte düzenlediği 3. Antalya Televizyon Ödülleri sahiplerini buldu.

Ödül töreninde TV endüstrisinin farklı isimleri bir araya geldi.

Televizyonda da canlı yayınlanan ödül töreni, adaylar, jüri, organizasyon ve elbette ödüller hem sosyal medyada hem de basında fazlaca yer aldı.

Her ödül töreninde olduğu gibi beklentiler, hayal kırıklıkları ve sevinç iç içeydi.

Türk televizyon sektöründe yer alan, halkın beğenisini kazanmış kişilere verilen onur ödülü ise TRT ekranlarında 13 yıl yayınlanan Bizimkiler dizisinin senaristi Umur Bugay’ın oldu.

Umur Bugay anısına Senaristler Kralı Umur Bugay adlı kitap da yayımlandı.

Hatırlarsınız, karakterleriyle, mahalle, apartman yaşantısıyla, aile içi ilişkileriyle en çok da akılda kalan diyaloglarla dizi Türk televizyon tarihinde yer etmişti.

Cafer (Ercan Yazgan) “Buyruuuuun” diyerek açar apartmanın kapısını.

Apartman yöneticisi Sabri Bey (Mehmet Akan) merakla kapıya çıkmıştır bile.

Tam o sırada dışarıda bir gürültü patırtı kopar.

Horozcu katil Yavuz (Aykut Oray), çöp bidonlara vurarak arabasını park etmiştir.

Cafer koşar, yere düşen çöp bidonlarını toplamaya.

Katil seslenir "Kaldır şu pislikleri koçum, vatandaşa cart curt yok!"

O dönem apartman sakinlerinin hayatını anlatan dizi, gündelik yaşantımızın içine girivermiştir.

Elbette çok özel bir dizidir.

Ama Umur Bugay deyince nedense benim aklımda yer eden Çöpçüler Kralı’dır.

Pırıl pırıl güneş alan bir İstanbul sokağı, sabahın erken saatleri, elinde kendisine zimmetli süpürgesi ile Çöpçüler Kralı Abdi (Kemal Sunal)

Özdemir Erdoğan’ın müziklerinin eşliğinde film naif, ince ince işlenmiş çok özel karakterleriyle ve hikayesiyle ön plana çıkar.

1977 yapımı Çöpçüler Kralı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in yaptığı Türk sinema tarihinin unutulmaz dönem filmidir.

Güldürü türündeki filmin başrollerini Kemal Sunal, Şener Şen, Ayşen Gruda, İlyas Salman, Erdal Özyağcılar ve İhsan Yüce paylaşmıştır.

Duvarlardaki siyasi afişleri, çöpçüsü, komutan edalı zabıta memuru, esnaf komşu ilişkileri, mahalledeki kedileri besleyen teyzesi, her konuya muhalif olup gazeteye şikayet yazıları yazan penceredeki amcası, her sabah aynı saatte apartmanın önüne tüküren mahalle sakini, birbirlerinin hayatlarına bu derece müdahil olmuş komşularıyla Çöpçüler Kralı 70’lerin sosyal ve siyasal atmosferine ait keskin gözlemler içerir.

Çöpçüler Kralı,15. Antalya Film Festivali’nde Şener Şen’e En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazandırırken, senaristi Umur Bugay’a da En İyi Senaryo ödülünü getirmişti.

Umur Bugay’ın her biri titizlikle derinleştirilmiş karakterleri öyle yerinde, öyle samimi ki bir çırpıda zihne yerleşiyor ve hala yaşamaya devem ediyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.