SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Ebeveynlikte İletişim Nasıl Olmalı?

Çocuklarla konuşma tarzı
Kadın: Kocacığım doktorumuz ne dedi?
Erkek: Hangi doktorumuz?
Kadın: İşte sabah gittiğin KBB’ci canım...
Erkek: Haa, doktorumuz deyince sen, anlamadım, birlikte gittiğimiz bir doktor düşünüyorum...

Melis: Akşam hiç uyuyamadık değil mi? Evde çalışmayı da hiç sevmiyorum.
Tayfur: İyi de sabaha kadar çalışan benim, sen bütün gece uyudun???
Melis: Eh ben yorgunum tabii çocuk bakıyorum herhalde!!
Tayfur: Tamam bir şey demedim de, o zaman niye uyuyamadık diye çoğul konuşuyorsun, onu anlamadım.

Ayşe: Ay bu aralar iştahımız kaçtı. Hiçbir şey yemiyoruz.
Ahmet: Senin maşallahın var karıcığım.
Ayşe: Ben emziriyorum, gözün mü var yediklerimde?!
Ahmet: Yoook yanlış anladın, afiyet olsun, ondan demedim de niye iştahımız diyorsun?

Nil: Bu sene kırkımıza basıyoruz! Çok büyük bir partiyle kutlamalıyız yeni yaşımızı.
Bora: Aşkım sen daha otuz beşsin.
Nil: Tamam işte sana parti verelim diyorum.
Bora: Hayır, sana parti verelim demedin, kırkımıza basıyoruz dedin. Sanki yaşıtmışız gibi...

Yukarıdaki diyaloglar size nasıl geldi? Biraz garip değil mi? Böyle bir karı-koca gördünüz mü? Sanmam. Peki bir de şimdiki anne monologlarına bakalım... Bu konuşmalar da diğerleri kadar saçma gelecek mi?

Anne konuşuyor...
- Diş çıkarıyoruz da, o yüzden geceleri uyku yok!
- Bugün doktor kontrolümüz var.
- Biz bir olduuuuk!
- Çok tembeliz, bir popoyu kaldırıp, emekleyemedik.
- Ek gıdaya başladık da iştahımız yok, hiçbir şey yemiyoruz.

Nasıl? Normal değil mi? Günlük kullandığımız cümleler...

İşte ne kadar iki büyük arasında geçen konuşmalar günlük hayatımızdan uzaksa, çocuğumuz için kurduğumuz cümleler de bir o kadar hayatımızdan çıkmalı. “Siz” diye bir şey yok, çocuklar-bebekler ve ebeveynleri var. Hep birlikte bir yaşınıza basmıyorsunuz, bebeğiniz birine giriyor, siz sadece kutluyorsunuz. Bir arada diş çıkarmıyorsunuz. Dişini çıkaran çocuğunuz, siz sadece onun diş çıkarma zorluklarında yanında oluyorsunuz. Onlar size bağlı bireyler değil. Siz onlara bağımlı olmamalı ve onları öyle yetiştirmemelisiniz. Çocukların da tıpkı hayatımızdaki tüm kişiler gibi bizden bağımsız kişilikler olduğunu unutmadan davranmalı ve cümlelerimizi ona göre seçmeliyiz.

Çocuklara takındığımız tavır
Ebeveyn konuşuyor...
- Sana kaç kere söyledim, hava esiyor montunu giy!
- Ama hastalanınca hiç bana gelme.
- O yemek bitmeden masadan kalkamazsın.
- Şimdi o koltuğun tepesinden düş, bir de ben döveceğim seni.
- Bin beş yüz kez hatırlatmama rağmen unuttun, değil mi? Pes!
- Bir kere de laf dinle!
- Söylediklerim bir kulağından giriyor, diğerinden çıkıyor.

Bu cümleleri arkadaşınıza söylediğinizi düşünsenize... Yapabilir misiniz? Peki, arkadaşınıza takınmaktan çekindiğiniz tavrı, bu hayatta en sevdiğiniz kişi olan evladınıza nasıl takınabiliyorsunuz? Arkadaşımızı incitmek istemiyorsak, çocuğumuzu üzmekten daha fazla korkmalıyız. Onlar bizim en değerlimiz sonuçta. Arkadaşınıza sinirlendiğinizde, onunla konuşma tarzınız, çocuğunuzdaki kadar agresif, kırıcı, itici oluyor mu? Eğer çocuklarımızla aramızda uçurumlar açmak istemiyorsak, onlara en az arkadaşımıza duyduğumuz kadar saygı duymamız, konuşmadan önce boğazımızdaki boğumları kullanmamız, sinirlendiğimizde tepki göstermeden yutkunmamız-düşünmemiz, ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması gerekiyor.

Genellikle bu hataya çok düşeriz... Hayatımızın birinci çemberini oluşturan kişileri-en sevdiklerimizi-en çokta çocuklarımızı üzmekten çekinmeyiz, ‘‘Kırıyor muyum?’’ diye düşünmeyiz. Ama dış çemberimizde onan insanlara daha özenli davranırız, bir sınır vardır aramızda ve o çizgiyi geçmeyiz. Uzağımızdakilere hakaret etmeyiz, bağırmayız, kişilik haklarına müdahale etmeyiz, seçimlerine saygı duyarız, onları birey olarak görürüz. Aslında çocuklarımızla iletişim kurarken, seçtiğimiz kelimeler, yüzümüzdeki gülümseme veya gerginlik, beden dilimiz, anlayışımız veya tahammülsüzlüğümüz dışarıdaki herhangi bir kişiye göstereceğimiz yüzümüzden çok daha anlayışlı ve sevgi dolu olmalıdır. Bu şekilde davranarak onlara kendilerini sevmelerini, kendilerine saygı duymalarını, kendi seçimlerine güvenmelerini sağlarız; özgüvenlerini besleriz. Gelecekte de yaşamaktan mutlu olacakları bir hayatın temellerini atmış oluruz.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Bebeklerde Ek Gıda

Küçük oğlum, Atlas’ın altı aylık olmasıyla beraber ikinci kez ‘ek gıda’ serüveni hayatıma girdi. Mir Kaya’da çok okumuştum bu konu hakkında. BLW sisteminden (bebek önderliğinde ek gıda), burnunu tıka-ağzı açılsın-ağlatarak ağzına sıkıştırmalara kadar, doğru-yanlış her yöntemle ilgili bilgi edinmiştim. Aradan sadece iki yıl geçmesine rağmen unutmuşum gitmiş... Sudan çıkmış balık gibi buldum kendimi. Etrafa soruyorum, ‘‘Ne zaman, ne yediriyorduk ya? Peki neler yasaktı? Ne tarz bir sistem izlemeliydim?’’

Çocukların doktoru Doç. Dr. Sinan Mahir Kayıran ilk olarak şu cümleyi kurdu: ‘‘Unutma; adı üstünde ‘ek gıda’. Emzirmeyi kesmek yok, sadece öğünlerden hemen önce emzirme; iki saat öncesinde emzirebilirsin veya yemeğini yedikten bir-iki saat sonrasında ve geceleri her istediğinde...’’ (Bu geceler konusu derin; uyku eğitimi vermek veyahut vermemek... Ben vermeyenlerden olarak, gece uyanırsa emziriyorum. Bu durum sizin tercihinize göre değişir.)

Bebeğiniz, bir yaşlarına kadar tuzsuz, yağsız ve şekersiz beslenirse ilerideki sağlık problemlerini biraz olsun aza indirgemiş olabilirsiniz. Annelerimizin bize ‘‘İçmezsen uzamazsın bak!’’ diye dayattıkları inek sütü de minimum bir yaşına kadar önerilmiyor, tercihen iki yaşına kadar uzak durması gerekiyor. Aslında sütü, bizim bağırsak floramız tolere edemediğinden süt yerine, her zaman kefir-yoğurt-ayran tercih etmenizi söylüyorlar.

Ek gıdaya başlayan bir bebek için örnek bir menü yazmak gerekirse, şöyle söyleyebiliriz...

Sabah 07:30-08:00 arası kahvaltı: Yumurtanın sarısı, beyaz peynir veya labne peyniri, zeytin, pekmez veya ev yapımı şekersiz reçel
Kahvaltıyla ilgili dikkat etmeniz gerekenler:
- Sinan Bey, ‘‘Bir ömür okula, ardından işe gideceği için vücudu erken kalkmaya alışmalı.’’ der.
- Yumurtanın beyazı bir yaşına kadar yasak!
- Yumurtanın sarısını ilk günler mercimek büyüklüğünde, daha sonra nohut, ardından sarısının yarısı ve bir hafta-10 gün sonra tamamı olmak üzere vücudunu alıştıra alıştıra vermeniz gerekiyor.
- Beyaz peyniri bir gece önceden suya koyarak, tuzunu ve yağını almanız gerekiyor.
- İlk kahvaltı öğünü yumurta ve peynir olmak üzere, iki gün sonra zeytin, bir sonraki gün pekmez, bir başka gün reçel eklenerek gidebilir.
- 8 aydan sonra mevsimine göre domates, biber, salatalık, maydanoz eklenebilir.
- Peynir ve yumurtayı, sağdığınız sütte ezerseniz daha lezzetli olur. Sütünüz yoksa biraz ılık suda da ezip, karıştırabilirsiniz.
- İlerleyen aylarda, karışıma yulaf ezmesi ekleyebilir veya tam buğday ekmeyi yedirebilirsiniz.
- Bir yaşına kadar bal verilmemesi gerekiyor.
- Bir yaşına kadar siyah çay içmemeli.
- ‘‘Kahvaltı ve diğer tüm ürünleri yarım saat yedirmek için uğraşabilirsiniz ama baktınız ki yemiyor o zaman bir-iki saat aynı öğünü yedirmeye çalışmayın.’’ diye uyarmıştı oğlanların doktoru Sinan Bey, ben de size ileteyim dedim.

Öğle yemeği 12:30 civarı – Akşam yemeği 19:00 civarı: Çorba ve sebze yemeği
Yemeklerle ilgili dikkat etmeniz gerekenler:
- Çorba artı sebze yemeği olmak üzere gıdaları dönüşümlü olarak yedirebilirsiniz. Mesela, öğlen yemeğinde tarhana çorbası ve patates yemeği yediyse, akşam yemeğinde de kabak yemeği tercih edebilirsiniz.
- Tarhana çorbası (Kimi doktorlar tarhananın içinde domates olduğundan, 8 aydan itibaren önerseler de, Mir Kaya da, Atlas da 6 aydan itibaren tarhana çorbasına başladılar. Ev yapımı, bildiğiniz tarhanadan yaptığınız çorba bir çok besini içerdiğinden, vitamini bol- çok faydalı bir öğün.) Domates, yoğurt,sebze gibi ev yapımı çorbaları tercih edebilirsiniz.
- Mevsimine göre, taze-doğal sebzeleri yedirmeniz gerekiyor. Kabak, bezelye, havuç, patates, enginar, kereviz, pırasa vs. Konserve kesinlikle yok!
- Sebzeleri öncelikli olarak tek tek vermemiz gerekiyor. Burası önemli: Öncelikle bir sebzeye başladınız, iki-üç gün aynı sebzeyi verecek ve üç günün ardından yeni bir gıda ekleyeceksiniz. Birden hem çorba, hem sebze, ardından akşam başka bir sebze değil. Vücudu-bünyeyi alıştıra alıştıra... Sonradan sebze karışımlarına da geçebilirsiniz.
- Sebzeleri buharda veya suda haşlayabilirsiniz, içine biraz zeytinyağı (temel kullanılması gereken yağ; zeytinyağı) koyabilirsiniz. Ardından ezerek veya blenderdan geçmiş olarak yedirebilirsiniz.
- Sekizinci aydan itibaren et ve salça-soğan yemeklerinize dahil olabilir. Köfte, rosto ileriki ayda antrikot, pirzola...
- Onuncu aydan itibaren balık verebilirsiniz. Ama bazı doktorlar balık için bir yaşını beklemenizi önerir. O yüzden tüm gıdalar için önemli uyarı: Her bebeğin gıdalara göre toleransı değişebildiğinden, doktorunuza danışarak ilerlemeniz en sağlıklısı.
- İçindeki nikotin yüzünden bir çok doktor patlıcanı bebeklere önermiyor. Patlıcana ne zaman başlamanız gerektiğini doktorunuza danışabilirsiniz.
- Domates sekizinci aydan itibaren öneriliyor.
- Bir sebzeyi denediniz ve sevmedi mi, o zaman o sebzeye üç gün ara verin ve üç gün sonra tekrar deneyin. Belki bu sefer tadına alışacaktır.
- Havuç tatlı bir sebze olduğundan, diğer sebzelerle karıştırıldığında bebeklerin ilgisini çekebiliyor. Hiç yemediği bir sebzenin içine biraz da havuç ilave ederek deneyebilirsiniz.

Akşam üstü 16:00 civarı: Yoğurt
Yoğurtla ilgili dikkat etmeniz gerekenler:
Yoğurt, günlük sütten, ev yapımı mayaladığınız yoğurt olmalıdır.
Rondodan çok iyi çekilmiş olarak ceviz koyabilirsiniz.
Yulaf ezmesi ekleyebilirsiniz.

Yatmadan önce: Meyve
Meyvelerle ilgili dikkat etmeniz gerekenler:
- Elma, armut, şeftali, kayısı, kırmızı erik, avakado gibi meyveler yine öncelikli olarak az denenerek, altı aydan itibaren yedirilmeye başlanabilir.
- Turunçgiller ve kivi diğerlerine oranla alerji yapabilecek meyveler olduğundan - daha dikkatli denenmelidir.
- Muz kabızlık yapabileceğinden az az başlanarak bünyenin alışması sağlanmalıdır.
- Bazı doktorlar meyvelere 4. aydan itibaren başlanabileceğini söylerler, fakat yemeğe meyveyle başlayan bir bebeğin, sebzeleri sevme olasılığı düşebiliyor. Meyve tatlı bir gıda olduğundan, aroması daha ağır olan sebzeleri, bebekler tercih etmeyebiliyorlar.
- Meyve öğününe, ‘‘gece tok tutsun’’ derseniz, yulaf ilave edebilirsiniz.
- Dr. Sinan Bey der ki; ‘‘Meyvenin suyu kan şekerini yükselttiği için, meyvenin direkt kendisini öneriyorum. Lifli olarak yemesini istiyoruz. Filenin içine meyveyi koyup, vermek yerine, direkt meyveyi yedirin.’’

Son olarak, bir yaşından itibaren kendiniz tuzlu ve yağlı beslenmiyorsanız, çocuklarınıza ayrı yemekler pişirmek yerine, kendinize pişirdiğiniz yemeklerden yedirebilirsiniz.

Merhaba ek gıda, merhaba günde ek olarak beş öğün, merhaba taze pişir, yemezse dök, ertesi gün tekrardan taze ürün bulup, haşla ve yedirmeye çalış... Hepimize kolay gele. :)

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

#BenceKadınOlmak

#Bencekadınolmak Neşet Ertaş’ın ‘‘Kadın insandır, erkekler insanoğlu.’’ sözüyle, yalın, bir o kadar da derinlere işleyerek anlamını bulmuştur. Ve fakat, maalesef bizim ülkemizde kadın olmak Aysel Gürel’in cümleleriyle daha çok örtüşmekte... ‘‘Varmadan sekizine, ergin oldu Ünzile. Hem çocuk, hem de kadın. On ikisinde ana... Ünzile kaç koyun ediyor? Dayaktan uslanalı hiçbir şey sormuyor... Susar kadın Ünzile.’’ Her dinlediğimde burnumun direğini sızlatan, gözlerimi yakan, ruhumu gerçeklerle yüzleştirip, nefes almamı zorlaştıran yaşam biçimi bu topraklarda.

Burada tek suçlu kadını, kendinden eksik gören, kendi kadar söz sahibi olmasına izin vermeyen, kadından tek fazlalığı fiziksel gücü olan ‘erkek’ değil. Daha ziyade bir kadının, hemcinsine yaptığı kötülüğü, başka kimse ‘kadınlığa’ yapamaz. Bir gün, bu toplum büyük bir adımla ilerleme hamlesinde bulunursa, bu yükseliş yine kadınlar sayesinde olacaktır. Kadının elinden, yine bir kadın tutarsa, o zaman doğru noktalara erişebileceğiz.

Anne-kız didişmeleri, kayınvalide-gelin çekişmeleri, görümce-elti kıskançlıkları, kız kardeş kavgaları bizi hiçbir yere getiremez. Unutmayın, bireyi biz yetiştiriyoruz; bir anne oğlunu bu topluma büyütüyor. Ama gözlemlediğim kadarıyla, daha çekirdek aileden başlıyor erkeğin üstünlüğü. Doğu-Batı fark etmiyor, İzmir’de de, Bursa’da da, Ordu’da da, Van’da da durum aynı. El ele bizlere-kadına saygı duyacak erkekler yetiştirebilirsek, işte o gün erkek üstünlüğü olan toplumumuz, ‘eşitlik’ ilkeleriyle yerini değiştirecektir.

Mesela, kız çocuğumuza toz almayı öğretiyoruz da, niye oğlumuzun ayağına bir bardak su getiriyoruz? Evde yemekleri niye sadece anneler yapıyor ve onlara kız çocukları yardım ediyor? Niye eşlerin ve erkek çocukların sevdiği yemekler pişiyor? Ve neden ilk onlara servis ediliyor? ‘‘Önce evin reisi.’’ deniyor? Peki, babalar evden uzaklaşırken, neden evi erkek çocuklarına emanet ediyorlar? Orada koskoca anne dururken, beş yaşındaki oğlan mı koruyacakmış ablasıyla-annesini? Bağda çalışıp, okulda ders verip, gündüz hamur açıp-satıp, hastanede hasta bakıp, sonra koşa koşa evlere gelip, yemeğimizi yapıyoruz, yetmiyor çamaşır yıkıyoruz-ütülüyoruz, bitmiyor evi temizliyoruz... Sonra (en azından Batı’da bazı hanelerde) bir söylem doğuyor, ‘‘Hayat müşterek.’’ Gerçekten sizin evinizde hayat müşterek mi? Kendinize bir sorar mısınız lütfen. Çünkü benim etrafımda kocalarından şikayet eden o kadar çok arkadaşım var ki; hiç yardım etmiyor diye... Bizim eşlerimizi anaları büyütüyor, ardından biz de annelerinin sistemini devam ettiriyoruz evliliğimizde.

Bir de sözlü, fiziksel şiddet mevcut. Kadın üniversitede çok saygın bir öğretim görevlisi ama evde kocasının kölesi. Kadın çiftçi-mimar-mühendis-aşçı-temizlik görevlisi-doktor-ev hanımı-anne ama eşinin işçisi. Yeri gelince sinirini çıkaracağı boks torbası, yeri gelince sözle rencide edip-rahatlayacağı atış tahtası...

Biz daha sevgili damadımıza, kız yetiştirelim... Ama gelinler el çocuğu, kimse onlara eş yetiştirmesin! Erkeklerimiz kıymetli. Aman elleri sıcak sudan, soğuk suya girmesin. İşten, kahveden geldiklerinde ayaklarını uzatıp, otursunlar. Tüm gün evde temizlik yapan-çocukları peşinde koşturan, tarlada canı çıkan, işyerinde yorgunluktan perişan olan kadın, eve gelip erkeklere hizmet etsin. Aman bu düzeni sakın değiştirmeye kalmayın anneler-kayınvalideler, zira biliyoruz sizin oğlanlar kıymetli. Kızlar da değerli tabii de, işte sadece kalbinizde. Erkeğin de kızın da sevgileri bir... Ama icraatta değil...

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’müz bu sene de kutlanmayı hak etmiyor. Tecavüz, şiddet, saldırı, cinayet haberleri bir yıl biter, en küçük toplum parçası olan ailelerimizde işleyiş değişirse eğer, o gün kadınlar günümüzü coşkuyla kutlarız. Bir gün-bir asırda, değerimizin erkekler-kendimiz-toplum tarafından anlaşılarak, mutlulukla kutlanması dileğiyle... Umut var olmadıkça, yaşıyor sayılmayız.

‘‘En güzel hediye çiçektir.’’ derler, bence değil. Çiçekler dağda, bayırda güzel. Eldeyse soluyorlar iki güne, küsüyorlar bize, onları öldürdüğümüz için. Ama tüm kadınlara, hayali çiçekler gönderiyorum, en sevdiklerinden, mis kokulu... Ve diliyorum ki; en güzel hediyeyi alırsınız eşlerinizden, oğullarınızdan, babalarınızdan, abilerinizden... Her sabaha güler yüzle uyanırsınız, iki çift tatlı söz duyarsınız, huzurla yaslarsınız başınızı omuzlarına, güvenle sarılırsınız onlara, sözünüz onlarınkiyle bir gelir, istekleriniz onlarınkine eş değer, kazancınız bir, yaşanılanlar-hissedilenler aynı, hayatınız müşterek olur. Unutmayın, bunu ancak biz kadınlar başarabiliriz. Hep bir elden. Bugün değişim başlarsa, yarın tohumunu verir, öbür gün filizlenir, gelecek yıllar ağaç olur, yeşerir.

Not: Bir toplumun kökten değişmesi için aileleri eğitmek gerekirmiş ve bu eğitim tamamlandıktan 20 yıl sonra istenilen yaşam biçimine ulaşılabilirmiş. Biz kendimizi değiştirelim, bakış açımızı doğru yöne çevirelim, çocuklarımızı gerektiği gibi büyütelim, bu topluma katkı sağladığımızı bilerek yaşayalım, gerisi gelecek, merak etmeyin.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Acıyla Başa Çıkma Yöntemleri

Beden terapi
Bu hafta vücudumdaki enerji birikimlerini dağıtmak için beden terapiye gittim. Belirli bölgelerde stresle birikmiş, blokajları çözmek için başvurulabilecek yöntemlerden bir tanesi. Vücuda baskı uygulayarak, yapılan bir masaj ve şifalı dokunuş olarak düşünebilirsiniz. Yağ ve bağ dokuda hapsolmuş toksinlerin atılmasına yardımcı olan bir sistem.

Terapi sırasında, bir ara ‘‘Ama şu an acıyor olabilir.’’ dedim. ‘‘Eee tabii ki acıyor. Çok şiddetli baskı uyguluyorum. Başkası olsa dayanamaz. Biraz bağırsana, tepki versene.’’ dedi eğitmen-terapist. ‘‘Aaa ben bağırmadan, epiduralsiz doğum yapan ananın kızıyım, nasıl bağırarak tepki verebilirim ki?’’ dedim. Bunun üzerine uzun uzun konuştuk...

Siz de kendinizi bir düşünsenize; acı çektiğiniz zamanlar nasıl tepkiler veriyorsunuz? Üzgünken nasıl bir davranış sergiliyorsunuz? Genellikle çocukluğumuzda yaşadıklarımız ve ebeveynlerimizin bu yaşanılanlar karşısında verdiği tepkilerle, biz de davranış kalıpları belirleriz. Acılara-mutsuzluklara-üzüntülere karşı kendimizi korumak adına, savunma mekanizmaları geliştiririz. Bunlardan biri acılara dayanıklı olmak, güçlü durmak, ne olursa olsun ayakta kalabilir izlenimi vermekken, bir diğer seçenekse en ufak bir üzüntünün bizi yıkmasına izin vermek olabilir.

1. doğum hikayesi
Annem doğumundan söz ederken; ‘‘Hemşireye artık doktoru çağırması gerektiğini söyledim ama hemşire sürekli ‘daha doğurmazsın’ diye cevap veriyordu, ben de ona ‘hayır, doğuruyorum, söyle gelsin odaya’ diye cevap veriyordum. O da bana ‘doğuracak olsan bağırırsın’. ‘Hayır, bağırmam sen çağır.’ dedim ve o sırada doğum başlamıştı.’’ diye anlatır.

2. doğum hikayesi
Geçenlerde bir kadınsa şöyle anlatıyordu; ‘‘Oohoo ben doğumumda bütün hastaneyi inlettim. Hem de iki gün. Doktorlar ‘daha düzenli sancın başlamamış bile, eve git akşama tekrar gelirsin.’ dediler ama katiyetle gitmedim. O ağrıyı orada bağırarak iki gün boyunca çektim.’’ diye bahsetmesiyle, ortamda fısıldaşmalar başladı... ‘‘Çok matahmış gibi bir de anlatıyor.’’ (Bu yorumu yapanların doğum hikayelerini de dinlemek isterdim. Böylelikle onların hayata karşı duruşlarını anlamamda bana ipucu verebilirdi.)

Bu iki hikaye de somut ağrılarda (doğum sırasında kasıklardaki-bel bölgesinde hissedilen sancı), iki bambaşka karakter olan kadının verdiği tepkiler. Genellikle somut acılarda verdiğimiz tepkileri, soyut acılarda (kalp ağrısında, yüreğimize bir ayı oturduğunda, boğazımız düğümlendiğinde) da takınıyoruz veya tam tersi davranabiliyoruz. Vücudumuzdaki acı eşiğimiz yüksek olurken, ruhumuzdaki acı eşiği çok düşük olabiliyor. Örnekteki iki kadın da acılarını uç noktalarda yaşıyorlar. Önemli olan ortasını bularak hayatımıza devam edebilmek çünkü kendimiz için sağlıklı davranış biçimi ortası. Hem vücut acımızda, hem ruh yaralarımızda...

Beden terapinin ardından kendimle ilgili düşünme fırsatım oldu. ‘‘Ben acıları nasıl karşılıyorum?’’ sorusunu kendime yönelttiğimde, vücut acılarımda çok güçlü durmaya çalışan ama yine de annesinin ağrı eşiğine bir türlü yetişemeyen bir kız çocuğu ama ruhu hasarlandığında her zaman dimdik ayakta durmaya çalışan, hayatının olumsuzluklarını kendi içinde çözümlemeye gayret eden bir kadınla karşılaştım. Bunu nefes eğitmenime anlattığımda, ‘‘Birine sana ihtiyacım var demezsen, hiçbir zaman bilemezler. Sen güçlü durdukça, karşındakiler zayıflıklarını farkına varamazlar. Ve belki de kendi zayıflıklarını-üzüntülerini sana yüklemeye çalışırlar, bir süre sonra da vücudun buna dayanamaz, nefesin huzurlu-derin nefesler için yetersiz kalabilir.’’ dedi. Ben düşündüğümde neden büyük fırtınaları içimde yaşadığımı kendimi sorgulamam sonunda çözümledim. En yakınlarımı üzmemeyi tercih ettiğimi farkına vardım.

Mutlu birey yetiştirmek için...
Tüm bunları anlatmamın sebebi, kendinize nasıl sorular sorabileceğinizi anlamanız ve geçmişi düşünürken, şu günü sorgularken, doğru verilerle, kendinizi yanıtlayabilmeniz. Belki siz de ailenin büyüyü olarak tüm sorunlara karşı güçlü durup, kapalı kapılar ardında gözyaşı döküyorsunuzdur veya ailenin küçüğü olarak, küçük acılarınızı büyüterek yaşıyorsunuzdur. Belki de ailenin büyüğüsünüzdür ama hiç görünmediğinizi düşündüğünüz için ufacık sorunlarınızı dağ gibi yaparak görünür olmaya çalışıyorsunuzdur. Biraz düşünün, sorgulayın ve cevaplarınız doğrultusunda orta yolu bulun çünkü her iki uç noktada kendinize zarar. Daha da önemlisi çocuğunuza...

Bireyler davranış kalıplarını daha anne karnından itibaren (doğum, ilk yıllar) yaşadıklarıyla oluştururlar. Bu yaşanılanlar da onların hayatlarının savunma mekanizmalarını geliştirmelerini sağlar. Bu savunma mekanizmalarının gelecekte onları yoracak-üzecek şekilde gelişmemesi en çok ebeveynlerin elinde. Onlar bizim aynamız. Dediğimizden ziyade, yaptıklarımız hayatlarına yön veriyor. Davranışlarımız karakterlerini, hareketlerini belirliyor. Her zaman söylerim; kendi geçmişimizi çözümleyemezsek, çocuklarımıza ne yaşatacağımızı, ne hissettireceğimizi, neticesinde nasıl bireylere dönüşeceklerini asla bilemeyiz. İşe önce kendimizden başlayacağız ki; mutlu bireyler yetiştirebilelim. Şu gün yaşanılan her olaya karşı verdiğimiz tepki, takındığımız tavır geçmişten bize miras kalan yaşanılanların hissettirdikleri. Çocukluğumuzu, büyüme tarzımızı algılayabilirsek, kendimize ne şekilde zarar verdiğimizi anlayabiliriz ve çocuklarımıza kendimize yaptığımız yanlışları yansıtmayız. Düzelterek davranırız. Aksi taktirde kalıplaşmış tavırlarımız sorgulamadan onlara geçer. Bilinçaltımızda yaşanılanlar onların hayatlarında su yüzüne çıkar. Bizim geçmişimiz onlara bırakacağımız mirasımız değil, yanlışlarıyla yer değiştirdiğimiz doğru tavırlarımız onlara vereceğimiz hediyemiz olmalı.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Çocuğunuza Neden Nasihat Etmemelisiniz?

Şimdi açık konuşalım, hangimiz nasihat dinlemekten hoşlanırız? ‘‘’’ diye boşuna söylenmemiş sanırım. ‘’ kaçımızın duymak istemediği korkulu cümle?

Hepimiz kendi hayatımızı yaşıyoruz ve bu hayatın sorumlulukları bizde. Yanlış yaparsak sonuçlarına biz katlanacağız ama kendi yanlışımızdan kimseyi sorumlu tutmamak kadar da rahatlatıcı bir şey olamaz. Ailemizin kararları doğrultusunda yanlışlar yaparsak, bir ömür onları suçlayarak, mutsuz bir yaşam süreriz. (Daha ayrıntılı ve örneklendirilmiş olarak, ‘‘’’ yazımda bulabilirsiniz.) Kendimizden pay biçersek, çocuklarımıza kendimize davranılmasını istediğimiz gibi davranırsak, onların yararına-mutluluğuna olacak ve ebeveyn-evlat ilişkilerimiz sağlam kalacaktır.

01- Nasihat etmek, çocuğunuzun olası çözümler bulmasını engeller. Halbuki zor durumdan kendi çabasıyla kurtulan bir çocuk zafer kazanmış olur.

02- Özgüven ve yeterlilik duygusunun gelişmesi için sizden destek istemediği sürece, hamle yapmayın, sadece gözlemleyin.

03- Nasihat etmeniz, sorumluluk almak yerine, size (ileride başkalarına; arkadaşlarına, eşine) bağımlı olarak yaşamasını sağlar.

04- Nasihat her zaman doğru olacak diye bir şey yok. Yani size göre doğru, başkalarının doğrusu olmayabilir. Çocuğunuz sizden bağımsız bir birey, kendi kararları, düşünceleri ve doğruları olabilir. Bu durum sizi suçlamasına zemin hazırlar.

05- Onlara tavsiyelerde bulunabilirsiniz. Yol gösterebilirsiniz ama fikrinizi dayatmadan, sonucunda kendi seçeceği yolu kabullenerek. Seçimi konusunda, (size göre) doğru ve yanlışları gösterdikten sonra seçimlerine saygı duymalısınız. Böylelikle yaptığı yanlışlardan ders çıkaracak ve ileride daha büyük hataları tekrarlamayacaktır. ‘‘Bir musibet, bin nasihatten iyidir.’’ demişler... Belki de onun doğrusu mutlulukla sonuçlanacaktır. ‘‘Senin mutluluğun için seni bu yola zorluyorum.’’ cümlesi hayatımızın bir evresinde, ailelerimizle gerginlikler yaşamamıza sebep olmuştur öyle değil mi? Bazen gerçekten onlar bizim gördüğümüzü görememiş olur ve seçimimiz doğrudur, bazense sırf onları haklı çıkarmamak için mutsuzluğa rağmen o yolda ilerlemeye devam ederiz. Her iki şıkta da ebeveynin yol göstericilikten çıkıp, çocuğuna istediğini dayatan tavra bürünmesi olumsuzlukla sonuçlanacaktır.

06- Nasihatle takındığınız ses tonu, fikrinizi dayatma konuşma tarzınız, çocuğunuzun seçim yaparken, özellikle sizin fikrinizin zıt yönünde ilerlemesini ve sizden uzaklaşmasını sağlayabilir. Çocuğunuzu bile bile hataya itebilirsiniz.

Mesela okul çağındaki bir çocuğu ele alalım. Okulda verilen ödevlerin eksiksiz yapılıp, derse hazırlıklı katılması çocuğun sorumluluğundadır. Ama genellikle ebeveynler, çocuklarının eksik ödevlerinden kendilerini sorumlu tutar ve öğretmeninin uyarılarını kendi üstlerine alırlar. Bu yüzden de okuldan gelen bir çocuğa sürekli ‘‘ gibi diyaloglara girerler. Bu durumun bir üst boyutu da, diyerek çocuklarının sorumluluklarını üzerlerine alıyorlar.

Peki bu dersler ve ödevler konusunda (hayatı boyunca tüm sorumluluklarını göz önünde bulundurduğumuzda) nasıl davranmak gerekir?

Çocuk dersini çalışmak istemezse, ona başına gelebilecek olasılıkları ‘‘ açıklayıp, sonrasındaki davranışının sorumluluğunu ona bırakmak gerekir. Belki sizin söyledikleriniz sayesinde, sizin istediğiniz gibi davranacak ve derslerini tamamlayarak derse gidecek sorun yaşamayacaktır, belki de sizin söylediklerinize rağmen ödevlerini tamamlamadan derse katılacak ve söylediklerinizi yaşayarak dersten kötü not alacaktır. Dersinden kötü not alınması durumunda ise cümlelerinin yerine, o durumda ne hissettiğini sorgulamak ve eğer talep ediyorsa, durumu düzeltmek için ne yapabilir diye ona anlatıp, destek olmak gerekir.

Böyle bir yaklaşım çocuğunuzun bireye dönüşmesinde, kendi sorumluluğunu üstlenmesinde, yaratıcı bir kişiliğe dönüşmesinde, olası olumsuzluklarda krizi sakince yönetmesinde, hayatı kendi seçimleriyle yaşayarak, özgüvenli birine dönüşmesinde önemli rol oynayacaktır.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

En Mükemmel Anne

Geçen gün basket maçında Tayfur’a “” (bu sadece benim izlediğim maçlar kadar kısıtlı bir bilgiyle yargıya varmış olduğum bir durum) diye sordum. O da “ diye yanıtladı. Onun üzerine düşününce, gerçekten ben de o kadar beklenti içinde seyirci önünde olsam kesin minimum birini karavana yapardım çünkü düşünce yapım öyle... Türk toplumunun yetiştirilme tarzı böyle; ‘hep en iyisini- en mükemmelini yapmak zorundayım- hata yapmamalıyım- en sevilen olmalıyım’ egosuyla baş edememe. Büyütülürken ebeveynlerine kendilerini beğendirme derdiyle boğuşan çocuklar, gelecekte farklı karakterlere bürünüyorlar... Ya ‘ben bu işi hiç beceremem’ ya da ‘en iyisini ben yaparım’ veya ‘ya eleştirilirsem diye işe kalkışamam’ gibi. Hepsinin alt metninde ‘en’e ulaşma çabası var. Hatasız, yanlışsız olayım derken, çabalayan-bazen başaramayan-ama sürekli başarmak isteyen-stresli-mutsuz bir yaşam.

Halbuki kendileriyle uğraşmaya, psikolojiyi bizden önce düşünmeye başlayan toplumlar, “Ya atamazsam?” sorusu yerine, “Attığım kadarı benimdir.” diyebilerek ilerliyor ve başarılı oluyorlar. Zaten başaramadığı noktada da büyük hayal kırıklıkları yaşamıyorlar. Ama bu düşünce yapasıyla, kendilerine yüklenmedikleri için hata yapma oranları azalıyor. (Bunu basket özelinde söylemiyorum, hayata indirgediğimizde bizim kadar kendileriyle uğraşıp, kendilerine hayatı zindan etmiyorlar. Duygularını göstermekten, yaşamaktan utanmıyorlar. Açıklar, şeffaflar çünkü sürekli eleştirilerek, kendilerini beğendirmeye çalışarak, ailelerinin istekleri doğrultusunda hareket etmeye çabalayarak büyütülmemişler, özgüvenleri yerinde.)

Şimdi böyle düşününce ve etrafımdan önce kendime bakınca, hep bir yetememe kaygısıyla burun buruna geliyorum. ‘En iyi anne’ olmak. En iyi ebeveynliği es geçmemek... Kendim için nefes alma alanları yaratırken, mahcup olmak çünkü çocuğum için adım atmadığım her seferinde bir şeyi eksik yapıyor olmaktan korkmak. Dinlenmeyi hayal ederken bile bu düşünceden utanç duymak. Her isteklerine koşmaya çalışmak. Sabrımın dayanamadığı noktalarda bile kendimi suçlamak ve bunun gibi bir sürü şey sayabilirim.

diye sordu nefes eğitmenim. diye düşündüm...

Hayatı bu kadar karmaşıklaştırdığımız noktada, kendimizi unutabiliyoruz. Ne istediğimizi, neyi sevdiğimizi, kendimize özeli... Sonucunda da nefes almakta zorlandığımız yaşamların içine sıkışıp, kalıyoruz. Anne olarak bile bu duyguyu yaşayabiliyoruz ki; iş hayatında çok daha fazla böyle hissediyoruz.

Şimdiki nesil olarak, bu problemi kırmaya çalışıyoruz. Kendine güvenen çocuklar, mutlu bireyler yetiştirmek amacımız. Bazen ipin ucunu kaçırıyoruz, özgüven ve benmerkezciliği karıştıran bireyler çıkarıyoruz ortaya. Bu toplum değişmelerinde, doğruyu-ortayı bulana kadar hep yaşanan zorluklar. Uçlara kaçmak ve sonunda huzurlu-mutlu-normal olana ulaşmak.

Peki ne yapmak gerekir? Kendimizi anlamaya, geçmişimizi çözümlemeye, çocuklarımız için doğalı öğrenmeye çalışmak... Çocukluğumuzda ebeveynlerimizin bizim üzerimizde yaptığı yanlışlardan ders çıkarmak, onları ezberden tekrarlamak yerine doğrularıyla yer değiştirmek. Herkes evladını sonsuz sever ama beklentisiz sevgi beslediğini çocuğuna hissettirmek o kadar kolay değildir. Onu her haliyle sevdiğini, kabul ettiğini göstermek gerekir. Daha hamile kaldığı andan itibaren, doğum sırasında yaşanılanlar, anneyle ilk temas eden bebeğin hissettikleri, sonrasında yaşadığı tüm ömür bireyin kişiliğinin oturmasında önemli etkenlerdir. Saf sevgi en iyileştiricisidir. İlk olarak ebeveynlerden duymak, hissetmek, yaşamak çocuğun güvenini besler. Özgüveni gelişmiş bireyler, kendilerine inanan, zorluklar karşısında ayakta durabilen, başaramadığında da kendine yüklenmeyen kişilere dönüşürler. Bu da onları mutlu yapar. Hiçbir koşulda kendine kızmamayı öğrenir, kendinden nefret etmez. Böylelikle sağlıklı bir ömür sürer çünkü her hastalığın zihinsel bir sebebi vardır. (Daha ayrıntılı bilgi için Louise Hay, Düşünce Gücüyle Tedavi ve Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri kitaplarını inceleyebilirsiniz.)

Sonuç olarak diyeceğim o ki; çocuğunuz için önce kendinizden beklentilerinizi kısıtlayın. En iyi anne olmak, en mükemmel baba olmak imkansız. ‘En doğal’ ebeveyn olmak ise . Muhtemelen ailenizin yetiştirme tarzından size miras kalmış olan kendinize yüklenme eylemini bir kenara bırakabilirseniz, o zaman çocuğunuzdan beklentileriniz de daha insani boyuta azalacak, böylelikle ileride enlerin peşinden koşmayan, huzurlu bireylere dönüşeceklerdir.

Ben yapabildim mi? Uğraşıyorum. Kendimi en iyi anne olacağım diye paralamayı bırakmayı deniyorum. Deniyorum çünkü bu şekilde çırpındıkça hatalarım artıyor. Ne zaman sırf kendim için hissettiğim duygulardan suçluluk duymayacağım (yorgunluk, keyif alma hissi: yalnız bir tatil gibi, mola vb.), o zaman çok daha sağlıklı bir anne olacağım, biliyorum. Siz de bu konuyu bir düşünün derim.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Çocuklara Seçim Hakkı

Çocuklarımıza seçim hakkı tanımamız, onların gelecekte doğru seçimler yapabilmeleri için kendilerini geliştirmelerini sağlar. Fakat burada dikkat etmemiz gereken nokta, onların seçimlerine saygı duyabilmemiz. Müdahale etmeyeceğimiz seçimler yapmalarını sağlamamız gerekiyor ki; seçimlerine-kendilerine güvenebilsinler. Gelecekte de ‘kendi kararlarını alabilen’ bireylere dönüşebilsinler. Bunun için yapmamız gereken, yaşlarına uygun olarak özgürlük alanlarını kısıtlamamız... Böylelikle yapacakları hiçbir seçimden zarar görmeyeceklerine emin oluruz. Onlara sunacaklarımızdan hangisini seçerlerse seçsinler, bizim için sorun olmayacaktır.

Yemekte...
Mesela, bebekler ek gıdaya geçtiklerinden itibaren, onlara yemek seçenekleri sunabiliriz. O akşam yemeğinde kabak mı yiyecek yoksa brokoli mi kendisi karar verebilir. Mir Kaya az çeşit gıda tüketmesine rağmen, elimden geldiğince seçim yapabilmesini sağlıyorum. Mesela yoğurt, domates veya tarhana çorbasından hangisini içmek isterse, o öğlen onun istediği çorba hazırlanıyor. Sizde de durumlar aynı mı bilmem ama bizde yemek işine babanın pek karışmaması gerekiyor, o seçim sunacak olsa; ‘‘Cips mi, yoksa çikolata mı?’’ diye sorabilir mesela. Mir Kaya da ‘‘Hepsini al gel.’’ diye cevaplayabilir. Benim sunduklarımda tercih yapabilme pratiğini geliştiriyor. ‘‘Akşama et mi köfte mi istersin? Yanında pilav mı olsun makarna mı?’’ gibi sorularla onu her iki türlü de üzülmeyeceğim seçimlere yönlendiriyorum.

Oyun ve oyuncakta...
Oyuncak alımımız veya o anki oyun kurma şeklimiz de onun isteğiyle ilerliyor. Bir oyuncakçıya girdiğinde, hepsini birden eve götürmek istiyor olabilir. Ama tüm oyuncakçıyı maddi-manevi eve taşıyamayacağımıza göre seçim yapması ve en çok istediğiyle oradan çıkması hepimiz için en doğrusu. Böylelikle bir sürü seçenek arasından, kendi kararıyla- istediğini alıp, eve gelince de keyifle oynayabiliyor. Veya oynamayabiliyor... Bu durumda ‘‘Sen bu arabayı tercih etmiştin.’’ deme imkanımız oluyor ya da ‘‘Siz istediniz diye bunu aldım ama ben başka bir oyuncak istiyordum.’’ diyerek, o anki hoşnutsuzluğundan bizi sorumlu tutamıyor. Kendi kararlarının arkasında durmayı öğreniyor.

Giyimde...
İki yaşında çocuğu olan tüm ebeveynler bilirler ki; büyümeye başlayan ve kendi kararlarını almak isteyen çocuklar kendi kıyafetlerini kendileri seçmek ve o seçimleri doğrultusunda giyinmek istiyorlar. Annelerine göre uyumsuz olması hiç umurlarında değil. Zaten niye olsun ki, değil mi ama... Benim için uyumdan ziyade Mir’in her gün- gece yatarken dahil aynı üstü giymek istemesi ve içeride dışarıda aynı (Superman amblemli) sweat’le gezmesi. O kıyafeti giyince kendisini MirMan ilan ediyor ve kendini süper güçlere sahip biri mi zannediyorsa, mutlu-güvenli oluyor. Bunun üzerine babasıyla, Superman amblemli, tüm hava şartlarına uygun kıyafetler aldık. Böylelikle evde Superman tshirt’ünü giyerken, dışarıda aynısının kazağını giyebiliyor. Mir mutlu, ben huzurlu yolumuza devam edebiliyoruz. Hava şartlarına uygun seçenekler sunduğumda, iki kazak arasında seçim yapmasını istediğimde hangisini seçerse seçsin, benim için isabetli bir karar olacağından sorun olmuyor.

Başkalarının seçimlerinin kölesi olmak...
Çocuklar, isabetli seçimleri sayesinde seçme özgürlüğünü farkına varır ve tüm hayatları boyunca seçme hakkı olduğunu bilerek, kendi seçimleri-istekleri doğrultusunda hareket ederler. Seçeceği şıktan korkmaz, yanlış yapacağını düşünmezler. İleride başkalarının seçimlerinin peşinden gitmek zorunda kalmaz, kendi duygu ve düşüncelerine güvenerek, sağlam adımlar atarlar.

Halbuki başkalarının seçimleriyle hareket etmek, bu sevdiğimiz kişiler bile olsa (küçüklükte annemiz, büyüyünce eşimiz) kendi yetersizliğimizi kabul ettiğimiz anlamına gelir ve bu durum bizi mutsuz eder. Genellikle başkalarının bizim adımıza yaptığı seçimleri ‘doğru’ diye kabul ederiz ama o seçimler bizi tatmin etmez.

Ülkemizde çoğunlukla, ailemizin yaptığı seçimleri yaşıyoruz. İstedikleri bölümleri okuyoruz, istedikleri meslekleri seçiyoruz ve nihayetinde istedikleri kişilerle evlenip, ebeveynlerimizin ürünü bireylere dönüşüyoruz. Genellikle de mutsuz olup, onları suçluyor; ‘sizin yüzünüzden’ diyoruz ama bedelini kendimiz ödüyoruz. Fakat seçim yapma yeteneğiyle yetiştirilirsek zaten kendi okuyacağımız bölüme kendimiz karar veren bireyler oluruz. Böylelikle yanlış bir karar dahi vermiş olsak, başkasının bizim adımıza verdiği yanlış karar kadar bizi mutsuz edemez. Bizim için yapılan tüm seçimlerin faturası bize kesiliyor, bedelini bizden başka ‘gerçekten’ ödeyen yok. O zaman kimseye de bizim adımıza karar verme özgürlüğünü vermememiz gerekiyor. Yani çocuklarımıza bu kötülüğü yapmamamız gerekiyor demek daha doğru sanırım.

Ailem bu konuda kardeşime ve bana çok destek ebeveynler olmuşlardır. Ailede hep demokrasi vardı, ben balerin, kardeşim satranççı olmak istedi. Konservatuvara girmeden önce ailem okulda yaşayabileceğim tüm zorluklardan bahsettiler. Yine de bale okumak istiyorsam, arkamda duracaklarını dile getirdiler ve konservatuvara girdim. Kendi isteğim ve seçimimle... Eğer ki; okumama izin vermeselerdi muhtemelen bir ömür onları suçlayarak yaşayacak ‘‘Sizin yüzünüzden okuyamadım.’’ diyerek hayatımın mutsuzluğundan onları sorumlu tutacaktım. (Tabii bunların hepsi varsayım ama olası varsayımlar.) Ben çocukların fikirlerine değer verilmesini ailemden öğrendim. Şimdi de görüyorum ki; çok önemli bir özellik katmışlar bana.

Eğer yeterlilik duygumuzu geliştirmek istiyorsak, özgürce seçimler yapmalıyız. Kendimizle ilgili kararlarda son sözü söyleyen biz olduktan sonra gelişiriz. Başkalarının seçimleriyle hareket etmek, istemediğimiz hayatları yaşamaktan başka bir sonuç sunmaz bize. Seçimi başkası yaparsa, yanlışı (yanlışlarımızı) göremeyiz. Hatanın başkasında olduğunu düşünürsek, hatadan ders alamayız, sadece karşı tarafı suçlarız ve başkalarının seçimleriyle başka hatalara sürüklenmeye devam ederiz. Ben çocuklarımın bu duruma düşmelerini istemediğim için elimden geldiğince onların seçim yapmasına izin veriyor ve onların seçimlerine saygı duymaya çalışıyorum.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Çocuklar İçin Oyuncak Seçimi

Bana genellikle Mir Kaya’ya nasıl oyuncaklar aldığım soruluyor. Ben de annelere, her konuda olduğu gibi çocuktan çocuğa oyuncak seçiminin de değişiklik gösterebileceğini çünkü her çocuğun tarzının-mizacının farklı olduğunu söylüyorum. Çocuklar onaylanmayı-desteklenmeyi istedikleri için kendi yeteneklerini ortaya koyabilecekleri oyuncakları daha çok tercih ediyorlar.

Mesela, Mir Kaya bebekliğinden beri çok hareketli ve sportif bir çocuk olduğu için onun en sevdiği oyuncaklar topları. Basket potası ve topuyla (iki yaşından itibaren gerçek basket topuyla) uzun süre vakit geçirebiliyor. Ya da futbol oynamayı çok seviyor. Ama sulu oyunlar en favorisi de diyebilirim. Banyoda bir şeyler yüzdürmek, ördeğin ağzından su fışkırtmak gibi.

Dinlenmek istediğinde en sevdiği kitapları. Sesli veya interaktif kitaplar çok ilgisini çekiyor. Daha küçükken aile fotoğraflarına bakıp, ‘bu kim’ oynuyorduk, bayılıyordu. Eskiden en çok küpleri kutuda yerlerine yerleştirmeyi severken, şu aralar en uzun vakit geçirdiğimiz oyunu ise hamurları. Arkadaşlarıyla oynarkense, en çok plastik hayvanlarıyla oyun kurmayı seviyorlar.

Yani oyuncak seçimi, çocuğunuzu gözlemleyerek neye ilgisi olduğuna bakarak önüne alternatifler sunabileceğiniz bir konu. İlgi alanları yaşına göre ve dönem dönem değişiklikler gösterecek.

Ama oyuncak seçimiyle ilgili üç noktayı özellikle söylemek istiyorum...

Kız ve erkek oyunları
Ben, Mir’le en çok evcilik oynamayı seviyorum. Önce oyuncak sepetimizle pazara gidiyoruz. Biraz alışveriş yaptıktan sonra eve geliyoruz. Mir bana yemek pişiriyor. Daha çokta kek yapıp, çay demliyor. Komşuculuk oynuyoruz. ‘‘Eee Mir Bey, bugün nasılsınız?’’ ‘‘İyiyiz efendim, ya siz?’’ diyor benden öğrendiği kadarıyla. O kadar eğleniyorum ki o büyümüşte küçülmüş cümlelerle. Sonra koltuk minderleriyle kurduğumuz çadırında ütü yapıyor mesela. Bir bakıyoruz evcilik, komşuculuk, ev işleri derken saatler geçmiş. Sanırsın iki kız çocuğu oyun oynuyor. Değil mi? Size de kızish oyunlar gibi gelmedi mi? Evet, bize öğretilen öyle. Kızlar bebekleriyle, erkekler arabalarıyla oynar. Sonra büyüyünce kadınlar ev işleriyle ilgilenirken, erkekler de araba kullanırlar. Evde yemekleri anne pişirir, yolda arabaları baba sürer. Böyle ayrımlara sokmayalım çocuklarımızı. Daha oyun oynarken bu farkı yaratmayalım. Hah sevmedi mi evcilik oynamayı tamam oynatmayın ama bir erkek evcilik oynuyor diye de yadırgamayın. Yadırgıyorsanız da, ileride ‘babalar çocuklarıyla niye sadece beş dakika oynuyor’ diye kızmayın. Sadece arabalarını yarıştıran bir çocuğun, ileride bebeğinin bezini değiştiren bir babaya dönüşmesini bekleyemezsiniz herhalde?

Şiddete meyilli oyuncaklar
Geçen gün bir takipçim, ‘‘Melis Hanım, Mir Kaya’ya oyuncak silah alıyor musunuz?’’ diye sordu. ‘‘Valla oyuncaklarını kendi seçiyor. İstese alırım ama henüz öyle bir taleple gelmedi.’’ dedim. (Gerçi sonradan hatırladım, yazın su tabancasıyla sahilde çok eğleniyorduk.) ‘‘Ama nasıl olur? Çocukları şiddette itecek oyuncaklar vermemek gerekiyormuş.’’ diye yanıtladı. Evet, bu konuda günümüzde bir çok anne aynı düşüncede. Silah, kılıç tarzı oyuncaklar çocuklara alınmamalı... Peki neden? Çocuğa oyuncak silah alınca, büyüyünce onu gerçek silah kullandırmaya mı itiyoruz? Bazı uzmanlar öyle olduğunu söylüyor. Kimisi de tam tersini.

Ben bu konuda Wilhelm Reich ekolünü benimseyenlerden yanayım: Eğer bir çocuğun herhangi bir oyuncağa eğilimi varsa, isteğini ona yasaklamak sadece yasağı daha çekici hale getirir. Eğer ki; oynamasına izin verirsek, merakını giderir, bir süre sonra doyuma ulaşınca da başka isteklere yönelir.

O yüzden bence çocuklarımızın isteklerine göz yummamalı ve tercihlerine saygı duymalıyız. Merak etmek onların yaratıcılığını geliştiren en güzel özelliklerinden birisi. Merak etmelerini köreltmek ise bizin onlara yapabileceğimiz kötülüklerden birisi. Merak eden çocuk, hayal kurar, yaratır, araştırır, öğrenir, kendini geliştirir, mutlu olur. Ve tüm bu davranışlarına saygı duyulan, desteklenen çocuk ileride özgüvenli bir bireye dönüşür.

Oyuncakta renk ayrımı
Mir Kaya’yla yazın pazarda yaşadığımız bir olayı anlatmak istiyorum. Biz İzmir’deyiz, babası da İstanbul’da. Mir de her istediğinde şakacıktan babasını arayabilmek için kendisine bir telefon almak istedi. ‘‘Kendin seç.’’ dememle, en pembişinden morlu-pembeli bir telefon seçti. Yanımızdan geçen bir teyze ‘‘Ay ne tatlı kız, adı ne?’’ diye sordu. Adını söyledim, ‘‘Erkek.’’ diye de ilave ettim. ‘‘Nasıl yani?’’ dedi şaşkın şaşkın. ‘‘Erkeğe hiç mi benzemiyor teyzeciğim.’’ dedim ben de gülümseyerek. ‘‘Yooo ondan değil de. Erkek çocuğa pembe telefon almışsın kızım.’’ dedi. ‘‘Alınmaz mı?’’ ‘‘Alınmaz ya!’’ ‘‘Neden?’’ ‘‘Kendini kız sanır. Yanlış olur.’’ dedi. Pembeyi kızla bağdaştıran çocuklar değil, bizleriz. Renk kodlamasıyla doğmuyorlar, bunlar bize öğretilen bilgiler ve bizler düşünmeden sorgusuz-sualsiz çocuklarımıza aktarıyoruz.

Gördüğünüz gibi oyuncaklar düşünce yapımızı çocuklarımıza dayattığımız bir gerçekliğe dönüşüyor onların hayatında. ‘‘Erkekler pembeyle oynamaz. Kızlar bebek sever ama top-araba erkek oyunudur. Silahlar çocukları şiddete yöneltir.’’ gibi öğretilmiş kalıpları, çocuklarımıza aktarmadan önce, ‘‘Biz bu konuda niye böyle düşünüyoruz?’’ diye bakmakta, cevabını bulduktan sonra da çocuğumuzu nasıl yönlendirmek istiyorsak, öyle davranmalıyız. Ezberle değil. Bilinçli olarak.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.