SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Ebeveyn Kavgaları

Hastanenin emzirme odasında, iki annenin konuşmasına şahit oldum. ‘’’ diyor beş aylık bebeği olan. ‘’’ diye cevap veriyor iki aylık bebekli. ‘‘’ diye lafa karışasım geliyor ama kocaları çekiştirmeye başladılar bile, susup, kalıyorum.

Bugünlerde bu tarz mesajlar çok alıyorum, ‘‘’’ Ay olmaz mı! Ben ne diyorum, sosyal medyadaki fotoğraflar işin süslü tarafı. Bir de fotoğraflara yansımayan, evin kapısı kapandıktan sonraki yaşananlar var. Eh, kavga ederken biz, demiyorum tabii ki.

Çocukla birlikte çiftler başka bir boyuta geçip, ebeveyn oluyorlar. Hiç bilmedikleri bir düzen. Yepyeni bir yaşam şekli. Hele ilk aylar, özellikle de anne o kadar uykusuz, yorgun, tek gayesi bebeğiyken; ne kendine vakit ayırabiliyor, ne kocasına. Bir süre sonra da tükenmiş-tüketilmiş hissediyor. Eşinden maksimum performansla yardım, daha da önemlisi ilgi bekliyor. Sabahları aynada gördüğü kişiyi beğenmiyor çoğu zaman. Uykusuzluktan içeri kaçmış gözler, doğumdan sonra gitmeyen kilolar, bebeğinin işlerini görmeye çalışırken, bakımsız-kendiyle ilgilenemeyen biri bakıyor ona aynada. Halbuki o aynı zamanda bir kadın! Sevgisini sonsuz şekilde evladına verirken, eşinden de bir o kadar sevgi-şefkat bekleyen, lohusa hormonlarıyla başa çıkmaya çalışan, o yüzden dokunsan ağlayacak hassasiyette olan bir kadın. Eşiyle eskiden paylaştığı romantizmin yoksunluğunda, eve tıkılmış, arkadaşlarıyla baş başa kahve kaçamağı bile yapamayan, sürekli bebeğine yetip-yetemediğini sorgulayan bir anne. Ne bekliyorsunuz? Her şeyin çikolata tadında tatlılıkla gitmesini mi?



Konuşun...
Dolup taşıp, öfke patlamaları yaşamak yerine, sakin sakin durumunuzu kocanıza anlatabilirsiniz. Hangi konularda size destek olabileceğini kararlaştırabilirsiniz. Sizi geren yaklaşımlarını törpülemesini talep edebilirsiniz. Ve bir de olaylara onun gözünden bakabilirsiniz. Çünkü sizin düzeniniz değişirken, onunki yerinde saymadı. Bir koca olarak o ne hissediyor, bir baba olarak o ne yaşıyor? Benim Tayfur’a olan sinirim çoğu zaman onunla karşılıklı konuşmalarımız sonucunda çözüme bağlanıyor. Yaşadıklarımızı ve kendimi bir de onun gözünden gördüğümde ben de hareketlerimde değişiklikler yapma kararı alabiliyorum. Ayrıca onun beni anladığını görmem, beni inanılmaz rahatlatıyor. Hepimizin hissetmek istediği bu değil mi? Çok yalnız olduğumuzu düşünürken, aslında yalnız olmadığımızı görmek... Bize destek bir omuz, kucak bulmak...

Acımasız olmayın...
Birbirinizi çok iyi tanıdığınız için, birbirinizi hangi kelimelerle, nasıl bir üslupla inciteceğinizi çok iyi biliyorsunuz! Ama bunu kullanmayın. Siz üzgünsünüz diye, onun da canını yakma yoluna giderseniz ve bu örnekler çoğalırsa, o zaman ilişki yıpranır. Yutkunun demiyorum, herkesin duygularını açığa vurmaya hakkı var, en azından sağlığı için. Ama farklı yöntemler deneyin. Bir keresinde kendinizi anlatmak için sesinizi yükselttiyseniz, diğer seferinde oturup-sakince konuşmaya çalışın. Bir başka seferinde yazın. Olay anında, sinirle tepki vermek yerine, bir keresinde de susun bakalım, o ne yapacak... Kendimi ifade edebilmek için her yöntemi deniyorum. Bir kavga sonrası, whatsapp’tan gönderilen mektup, ‘biraz konuşalım mı’ sohbeti, ağlayarak kendimi anlatmak hepsi enerjimi boşaltmamı ve rahatlamamı sağlıyor.

Özel anlar yaratın...
Sadece ikiniz yapmaktan keyif aldığınız şeylere elinizden geldiğince zaman ayırın. Her gün baş başa sohbet etme imkanı yaratın. Paylaşımlarınız arttıkça, ilişkiniz de eski keyifli düzenine dönecek. Mesela, Tayfur, olayların beni boğmaya başladığını hissettiği an hemen bir yemek, üstüne sinema-tiyatro programı yapıp, nefes almamı sağlar.



İkilem yaratmayın...
İki farklı kültür, bambaşka karakter, ayrı ailelerden gelen kişiler, bir araya gelmiş, ortak paydada buluşuyor, bir de üstüne çocuk dünyaya getirip, kendi istekleri doğrultusunda yetiştirmeye çalışıyorlar. Kabul edelim, zor! Bu noktada iki yol izlenebilir. Ya çocuğun düzenini-sorumluluğunu onunla en çok vakit geçiren kişi alacak (mesela anne), diğer kişi de (baba) o düzeni kabul edip, ona uyacak, düzeni bozmaya yönelik tavırlarda bulunmayacak veya her konuda ortak bir yol izlenecek. Biz en çok Tayfur’un rahatlığından, benim de (Tayfur’a göre gerginliğimden) çocuklar için en doğrusunu yapmaya çalışmamdan tartışıyoruz.

Çocuklardan önceki sakin hayatımız, çocuklar için alınan kararlar sayesinde fırtınalı bir hal aldı. Ona göre ‘‘..’’ gibi çatışmalarda hep gerildik. Sonunda ikimiz de kendimizden ödün vererek orta yolu bulduk. Bazen ben daha geniş baktım olaylara, ‘‘’’ dedim, bazen de o bana uydu; ‘‘’’ dedi. Ya inatlaşacak ve her gün sorun yaşayarak, birbirimizi yıpratacaktık, ya da çözüme yönelik bir adım atıp, kendimizi törpüleyecektik. Her zaman başaramasak da anlaşmayı tercih ettik.

Birlik olun...
Bebeğin/çocuğun yanında, onlara karşı davranışlar tartışılmamalı. Anne, babanın çocuğuna tutumunu beğenmediyse, bunu hemen dile getirmek yerine, daha sonra (hem zaman geçtikçe sakinleşir- kelimeler daha doğru seçilir- ses tonu daha yumuşak ayarlanır) yalnızlarken, rahatsız olduğu noktayı babaya aktarmalı. Böylelikle, çocuk tartışmanın sebebi olduğunu düşünerek kendisine karşı olumsuz duygular beslemez, hem de anne-baba otoritesi çocuğa karşı sarsılmamış olur.

Diyeceğim o ki; yeni ebeveynseniz tartışmasız sonlanması imkansız. Ama o kavgalar arasında çıkış yolu bulup, eski günlerdeki gibi huzurla yolunuza devam etmeyi tercih edebilirsiniz. Karşılıklı özveri, geriye dönüşü olmayan laflardan kaçınma, her daim saygı var olduktan sonra sevgi zaten baki. Geçiyor... Yenilenme süresindeki değişime adapte olurken, eşler arasındaki gerginlikte bir şekilde tatlıya bağlanıyor. Sadece siz yaşamıyorsunuz, hepimiz evlerimizde aynı noktadayız.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Ebeveynlikte Doğru Bilinen Yanlışlar

Mir Kaya’ya hamileyken çocuk gelişimi hakkında çok okur ve yapmam muhtemel yanlışları not alırdım. Hepimiz ailemizden gördüğümüz klasik hataları sorgulamadan, çocuklarımıza uygularken kendimizi bulabiliriz çünkü öyle görmüşüz ve doğrusunun öyle olduğuna inanmışızdır. Evet, hepimiz çocuklarımızı çok seviyoruz. Buna hiç şüphe yok! ‘‘Peki onlara olan sevgimizi yeterince hissettirebiliyor muyuz?’’ esas soru bu. Eğer biz, onlara olan sevgimizi ‘doğru’ şekilde gösterebilirsek, o zaman onlar da ileride kendilerini seven ve onaylayan yetişkinlere dönüşürler. Anne Melis için kendime aldığım notlar şöyle...

Ebeveynlikte çok yapılan yanlışlardan biri; çocukları ‘küçük gördüğümüz’ için onlara saygı duymuyor ‘gibi’ davranmamız. Ne demek istiyorum? Mesela ağlayan annemize, neden ağladığını sorduğumuzda, bizi üzmemek için ‘‘Ağlamıyorum ki, gözüme toz kaçtı.’’ diyebilir. Veya anne babamız kavga ettikten sonra, neden kavga ettiklerini sorduğumuzda ‘‘Etmedik ki.’’ diyebilirler. Bu durumu çocuk, ‘‘Ben her şeyi yanlış, görüyorum-duyuyorum, yanlış algılıyorum.’’ olarak düşünür ve kendi algılarına karşı güveni sarsılır. Her ne kadar gördüğüne, duyduğuna emin olsa da onun en çok sevdiği varlıklar (ebeveynleri), öyle olmadığını söylüyorsa, kendi hatalıdır. Ailesine kendisinden daha çok güvenir. Ailelerinin onları üzmemek için kavgalarını sakladıklarını asla bilemez. Çocuklarımızın algılarına saygı duymalı ve onlara yalan söylememeliyiz çünkü algısı gelişmemiş bir çocuk ileride başkalarının fikirlerine, düşüncelerine muhtaç bireylere dönüşür. Yani onları korumak adına, daha çok zarar veriyor olabiliriz. Çocukluğunda algılarının-düşüncelerinin çok kez yanlış olduğu düşündürülmüş bir kişi, yetişkin olduğunda kendi kararlarını veremez, yanlış seçimler yapacağından korkarak, hep yanlış tercihlerde bulunur. Bu yüzden çocukların duyularını köreltmemek gerekir. Gördüğünü, duyduğunu desteklemek önemlidir. Geleneklerimiz sayesinde en köreltilmiş olan dokunma duygumuzu ise, çocuklarımıza bol bol sarılarak geliştirebiliriz.

Yaptığımız bir diğer yanlış ise çocuklarımızın yorumlama gücünü köreltmek. Örneğin, annesinin babasına bağırdığını duyan çocuk, annesine ‘‘Babama niçin kızgınsın?’’ diye sorduğunda, anne sırf çocuğu üzmemek için ‘‘Yoo, ona kızgın değilim.’’ diyebilir. Çocuk yanlış yorumladığı kanaatına varır ve yorumlarına güveni azalır. Bu tarz örnekler arttıkça, çocuk yorumlamaktan vazgeçer, bu da yorumlama gücünü azaltır. Bizim yapmamız gereken, onların doğru yorumlarını onaylamak, böylelikle de kendilerine olan güvenlerini arttırmak. Algılama ve yorumlama gücü gelişmemiş bir çocuk ileride kendine güvensiz, yanlış değerlendirmeler yapan, yanlış yorumlarda bulunan bir yetişkine dönüşür. Yorumlama gücü, ailesi tarafından ne kadar köreltilirse, ebeveynlerine inat, bireyin yorumlama isteği de o kadar artar ve hayatı adına yanlış yorumlamalar yapıp, mutsuz olma olasılığı artar.

Hepimizin çok sık yaptığı başka bir yanlış ise çocuklarımızın hislerine saygı göstermememiz. Mesela ağlayan erkek çocuklarına genellikle klişe bir laf ederiz: ‘‘Erkekler ağlamaz.’’ Kız çocuklarına, ‘‘Amaaan ne var bunda ağlayacak, her şeye vır vır ağlıyorsun.’’ gibi cümleler kurabiliriz. Çocuklar altı yaşlarına kadar duygularıyla yaşarlar ve biz, onlara nasıl duygular yaşatırsak, bir ömür öyle bir hayat sürerler(miş). Mesela bir çocuğun kırılan oyuncağı için ağlamasını komik bulabiliyoruz. Peki, yorgunluktan yere yapışmak üzereyken, dünya kadar bulaşığınız olduğunu ve birden makinenizin bozulduğunu ve sinirden ağlamaya başladığınızı düşünün. O sırada eşiniz sizin bu halinize gülse nasıl tepki verirdiniz? Bırakın hisleri, fiziksel acılarını bile umursamaz davranabiliyoruz; düştüğü ve ağlamaya başladığı zaman ‘‘Bir şey yok, bir şey yok, kalk’’ deyip, hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyoruz. Evet bazen duygularını çok şiddetli yaşıyor ve bizi çok yoruyorlar, hatta sabrımızı taşırıyorlar ama unutmamalıyız ki; çocuklar duygularını ifade edemezlerse, bastırmayı öğrenirler. Bastırılmış duygular da (ve kendini gerçekten sevmeme, yeterli bulmama) tıpkı Louise Hay’ın dediği gibi hastalık sebebidir. Nasıl yaklaşmalıyız? O anki duygu selini engellemeyelim. ‘‘Artık ağlama!’’ diye bağırmayalım mesela. Empati kurarak yaklaşmak belki biraz işimizi kolaylaştırır. Ne hissediyorlar ve biz bu durumda nasıl yardım edebiliriz? Çocukluğumuzda hissetme gücümüz engellendiyse, yetişkinlikte kişisel, yakın ilişkiler kurmakta zorlanırız çünkü bu ilişkiler duygularımızı ifade etmekten geçer. Çocuklarımıza duygularını ifade etmeye teşvik etmemiz önemli çünkü birikmiş duygular zarar verici eylemlere ve sağlık problemlerine dönüşürler.

Ebeveynlerin, kendi ailelerinden görüp, direkt uyguladıkları veya tam tersi davrandıkları diğer yanlış ise, çocuğun her istediğini yapmak/hep evet demek veya yapabileceklerine bile (hep) hayır demek. Bu iki yaklaşım da yanlış. Hep evet dersek, hayattan da bunu bekleyerek, ben merkezci bireylere dönüşürler. Bu da hayal kırıklığını kaçınılmaz yapar. Onların makul isteklerine ‘hayır’ dersek de bu kez ‘hayatta en sevdiğim kişi bana isteğimi vermezken, hayat nasıl isteklerimi versin’ düşüncesiyle hayattan beklentisi olmayan, bir şeyleri istemeye kendine hak görmeyen insanlara dönüşürler. Hatta onları yalana teşvik etmiş oluruz. Burada neye bakmak gerekir: İstekleri yaşına uygun mu? İsteğine kavuşmak için önce kendi neler yapabilir? Çocuklar, çabalamayı ve sabretmeyi öğrenmelidirler.

Eğer çocuklarımızın hayal gücünü kısıtlamazsak, ileride hayallerinin peşinden giden bireylere dönüşürler. Ama biz genellikle, hayali bir arkadaştan korkarak, ona o hayali arkadaşı veya saçma bulduğumuz hayalleri yasaklama gereği duyuyoruz. Çocuk da ortada bir yanlışlık olduğunu düşünerek, ya hayal kurmayı bırakıyor veya hayallerini bizden saklıyor. Size gelecekle ilgili kurduğunuz bir hayal yasaklansa veya hayalinizle dalga geçilse nasıl hissederdiniz? Çocuğun hayallerine saygı gösterip, o hallere katılmak gerekir. Hayaller, onlar için sadece bir oyun. Hayal kurması engellenen çocuk, ileride ya tamamen gerçeklerden kopuk-hayal aleminde gezen bir yetişkin oluyor veya hayal etmekten vazgeçiyor-on sene sonra nasıl bir geleceğe sahip olmak istediğini düşünmüyor bile.

Çocukta olandan çok, olmayana odaklanırsak; yapamazsın, beceremezsin, bu konuda yeteneksizsin gibi kelimeler kullanırsak, çocuk yaratmaya çekinir. Bu kuvvetli sözler çocuğun bilinçaltına işler ve gerçekte yapabileceği şeyleri bile yapmaya yeltenmeyen yetişkin haline getirir. Çözümünü bulmakta zorlandığı sorun karşısında pes etmeyi seçer, o diyardan gider. Güçlükler karşısında zayıftır. Yetersizlik hissiyle, başarısız-mutsuz bir ömrü olur. Ve yaratıcılığı en çok körelten, genellikle ebeveynlerin davranış kalıplarının arasında yer alan hata ne biliyor musunuz? Sabırsızlık! Çocuğun karşılaştığı her zorlukta onun adına çözüm bulunması, düşünmesine fırsat verilmemesi. Yaşına uygun çabalarında ona destek olmak, tehlikeli değilse önüne geçmemek, talep etmediği sürece yardımcı olmamak çok önemli.

Gördüğünüz gibi ‘onun iyiliği için’ diye düşündüğünüz şey, aksine çocuğunuzun kötülüğüne olabilir. Yanlış davranış kalıplarından kurtulup, çocuklarımızı gerçekten sevdiğimizi kanıtlamak adına, mutlu-kendilerine yetebilen-kendilerini seven bireylere dönüşmelerini sağlamamız gerekiyor.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Çocukların Hayal Gücü

Geçenlerde bakış açımı değiştiren bir olay yaşadık, Mir’le...

Yemek masasının üstüne çıkmış, oyun oynuyordu. ‘‘Mir Kaya oradan in. Hadi Mir’ciğim lütfen in.’’ Nefes eğitmenim, Mir duymadan ‘‘Onu neden masadan indirmek istiyorsun?’’ diye sordu. ‘‘Eee orası yemek masası, masaya çıkılmaz ki!’’ diye cevap verdim. ‘‘Tehlikeli olduğunu düşünmediğin sürece neden çıkılmasın?’’ ‘‘Çünkü orada yemek yeniyor...’’ vs. diye açıklamaya yeltendim. Tam o sırada da masayı kurmam ve yemek yememiz gerekiyordu. Ama benim masadan indirme çabalarım hiçbir işe yaramıyor derken, eğitmenim devreye girdi.

-Mir ne güzel oynuyorsun. Ne oynuyorsun?
-Ben uçuyorum.
-Ooo öyle mi? Nereye uçuyorsun?
-Tatile gidiyorum.
-Hep birlikte gitsek olur mu?
-Tamam. (Neşeli bir ses tonuyla.)
-Ama şimdi uçakta yemek servisi başlayacak. Beraber sofrayı kuralım mı?
-Olur. (Diyerek masadan indi. Ve iki erkek bana yardım etmeye koyuldular.)

Onur yine yalnız kaldığımızda, bana çocukların hayal gücünden bahsetti. Ne kadar derin, ilginç, eğlenceli olabildiğinden... ‘‘Bak gördün mü senin yemek masası sandığın şey onun için bir uçakmış ve tatile gidiyormuş çocuk. Sana veya ona zarar vermediği sürece oyunlarında onu serbest bırakman, hayal gücünü geliştirmesi için çok önemli.’’

Bu olayın ardından, yemek sonrası başka bir şey yaşadık. Mir defalarca ‘yapma’ dememe rağmen duvarları boyamaya başladı. Ben de ona masasında duran, boyayabileceği kağıtları gösterip, ‘‘Mir, biliyorsun duvarları boyamıyoruz. Ama kağıtları boyayabiliriz. Gel birlikte masanda resim yapalım.’’ dedim. Hep denir ya; çocuğu engelliyorsan, alternatif yapabileceği bir şey öner diye. Benim bugüne kadar sistemim hep bu şekilde ilerledi. Yapmak istediği bir eyleme ‘hayır’ diyorsam, eğleneceği bir oyun sunmak... Tabii ki kağıtlar değil, duvar ilgisini çekiyordu. Hemen o sırada beynimde bir aydınlanma oldu ve onun üzerine, ‘‘Madem duvarı boyamak istiyorsun, o zaman evin bazı duvarlarını senin boyayabileceğin bir hale getirelim. Resim defterindeki kağıtları duvarlara yapıştıralım, hem senin, hem de benim istediğim olsun.’’ dedim. Mir bu fikri çok sevdi. Belki de ayakta resim yapmak istiyordu, belki bir tuvali olsa duvarı boyamasına gerek kalmayacaktı. Ne bileyim...

Bu yaklaşımımdan sonra Onur’a, ‘‘Peki ya başka yerlerde de masaya çıkmaya kalkarsa? Sonuçta bir kere izin verdim mi hep izin vermem gerekmez mi? Ya başkalarının evlerinde de duvarları boyamak isterse ne yapacağım?’’ diye sordum.

-Siz bir karar aldınız. Onun boyayacağı duvarları sınırlandırdınız. Sadece kağıt asılı duvarlar boyanabiliyor. Onun dışındaki duvarları boyarsa, zaten amacı belki de resim yapmak değil, ilgi çekmektir. Senin istemediğin bir şeyleri yapıp, sana ‘anne benim başka bir problemim var, onu bul ve çöz.’ sinyalini veriyor olabilir. Ama kağıtlı alanlara çizim yaparsa, ikiniz de istediğinizi almış olacaksınız. Ve eğer sen, onun resim yapmasını engelliyor olsaydın belki de bir Picasso’dan mahrum kalıyor olacaktın. (gülümseyerek) Diğer sorunun yanıtına gelince de, hani şu çok sevdiğin Wilhelm Reich var ya, bu soruyu ona yöneltiyor olsaydın muhtemelen sana; ‘‘Çocuklar, yapmak istedikleri engellenmediği sürece, eylemi gerçekleştirir, tatmin olur ve bir süre sonra yaptıkları davranışta doyuma ulaşıp, yapmaktan vazgeçerler. Ve en rahat oldukları ortam anne-babalarının yanı, yani evleridir. (Bu konuyla ilgili başka bir örneği ‘Emzik Bırakma’ yazımda bulabilirsiniz.)

O günden beri Mir’in isteklerine sadece benzer alternatifler üretmek yerine, alternatifleri onun isteklerine en yakın formüle çevirmeye çalışıyorum. Ve ‘bu yapılmamalı’ diye düşünmek yerine, ‘acaba böyle davranırken ne düşünüyor’ diye sorguluyorum. Onun tavırlarına bu şekilde baktığımda, ikimiz de daha mutlu oluyoruz.

Mir’le beraberken, Onur’la vakit geçirmemiz, bir ‘davranış kalıbımı’ daha fark etmemi sağladı. Sürekli ‘kadın erkek eşittir’ diye konuşmakla, o doğrultuda çocuk yetiştirmek bir değilmiş meğer. Şu yemek masası hikayesinde eksik anlattığım bir bölüm var. Mir masadan inince ben, ‘‘Hadi siz Onur’la oturun, ben de yemek servisini yapayım.’’ dedim. Onur da onun üzerine ‘‘Biz de sana yardım edelim.’’ dedi. ‘‘Yok canım, ne gerek var, siz oturun, ben hemen hazırlarım.’’ Onur’dan bana manalı bir bakış... Sonra fark ettim ki; bizim evde erkekler oturuyor, ben hizmette. Tıpkı annemlerin evinde olduğu gibi. Ve anneanne-babaannemlerin evinde. Tamam eşim bana çocuk bakımında, bir şeyleri getir-götürde çok yardımcıdır ama mutfağa girmez. Sofra kurmaz. Bulaşıkları kaldırmaz çünkü bu işler kadının işidir ve anne evinde öyle görmüş. Ben de mutfak işlerini benim görevim olarak benimsemişim çünkü kendi ailemde öyle gördüm. Mir’le oyun oynarken, yemek pişiriyoruz, birbirimize ikram ediyoruz ama iş gerçek hayata döndüğünde evde erkek oturuyor, kadın çalışıyor, çocukta anne-babayı taklit ediyor. Onlardan gördüklerini gerçek hayata taşıyor. O yüzden sadece oyun sırasında çamaşırları beraber yıkamak yetmez. Yıkanacak çamaşırları, renklerine göre gerçek hayatta çocuklara ayırtmak gerekir. (Bu bahsettiğim iki yaş ev yardımlaşması. Büyüdükçe bu sorumluluklar artmalı.)

Yani diyeceğim o ki; çocuklarınızın hayal güçlerini kısıtlamayın. İzin verin, hayal kursunlar. Ebeveynleri yüzünden o beyin kalemi sadece kalem olarak görmek zorunda kalmasın. Yeri gelince, bir uzay mekiğine de dönüşebilsin. Ve tavırlarınıza dikkat edin; çocuklar sizin bir yansımanız olacaklar. Söylediğinizi değil, yaptığınızı uygulayacaklar.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Benlik Bilinci ve Özgüven

2014’te anne olmaya hazır hissettiğimde ‘kendime neler katmalıyım’ diye Anne Adayı Melis’i sorgulamıştım. Çocukluğuma ve iç dünyama dönmüştüm. Yapmam gereken ne çok şey varmış meğer... Çünkü bu karmaşada (iş-ev-aile-arkadaşlar), kendi içimdeki kargaşada (çocukluğumda farkında olunmadan yapılan yanlışlar), koşturmacada (ezber bozmam gereken biliçaltı) mutlu bir birey yetiştirmek istiyordum. Bunun için durmam, dinlenmem, yenilenmem gerekiyormuş. Tüm bu dönüşüm sürecimi ‘En Mahrem Hikayeme Hazırlık: DOĞUM’ kitabımda anlattım. Ama bugün konumuz bu değil... Konumuz çocuklara nasıl davranırsak, nasıl hissederler ve kendilerini ne zannederler? Aynaya bakınca ne görürler...

Değerlilik ve yeterlilik duygusunu edinmiş çocuk, ileride mutlu bir bireye dönüşür. Esnek, geniş düşünceli, sevecen biri olur. Ebeveynleri olarak çocuklarımızın özgüvenlerini nasıl geliştireceğimizi bilmemiz gerekir çünkü özgüven gelecekte onların kendilerine ve yaşadıklarına nasıl bakacaklarıyla doğru orantılıdır. Kendisiyle ilgili pozitif bakış açısı kazandırabilirsek, o zaman mutlu bir hayat sürebilmesini sağlarız.

Benlik bilinci gelişmiş kişi; kendine güvenlidir, mutlu ve esprilidir. Bütünlük duygusuna sahip olduğunu için yalnızlık onu üzmez. Hem yalnız kalmayı sever, hem başkalarıyla vakit geçirmeyi. Yaşamının kontörlü kendisindedir. Pozitif düşünür. Canlı, rahat ve dinamiktir. Onurlu, sözüne güvenilir biridir, dürüsttür. Karşı tarafla empati kurabilir. Değerlilik duygusu gelişmiştir. Başarılı ve azimlidir. Kararlı ve kendinden emin adımlar atar. Çevresinde saygı uyandırır. En önemlisi yaşamının sorumluluğunu alır.

Benlik bilinci düşük biri ise; güvensizdir. Mutsuz bir yaşamı vardır ve bu mutsuzluğunun sorumlusu başkalarıdır. Kendi yaşamının sorumluluğunu almaz. Yaşadıkları ve seçimleri için başkalarını suçlar. Yalnızdır ama yalnız kalmayı sevmez, yalnızken kendini güçsüz hisseder. Olumsuz düşüncelere sahiptir, kolayca morali bozulur ve hızla pes eder. Enerjisi düşüktür ve depresyona girmesi diğer insanlara göre daha kolaydır. Değersizlik duygusuna sahiptir ve bu duygu yüzden kendini öven, kibirli biri veya tam tersine içine kapanıktır. Her iki durumda onu mutsuz yapar. Bencildir. Kendinden ve kararlarından emin değildir. Verdiği sözleri tutmakta zorlanır. Alıngandır, yaşamın kendisine borçlu olduğunu düşünür.

Güven duygusuna sahip kişi, yeni fikirlere açıktır. Araştırır ve yaratır. Hayatındaki kişilerle güvenli ve güçlü ilişkiler kurar. İlişkilerinde rahattır. Sakin bir kişiliği vardır ve kendi merkezindedir. Değişime ayak uydurabilme becerisi yüksektir.

Güven duygusu düşük kişi, yeni deneyimlerden rahatsızlık duyar. İnsanlarla ilişkisi sınırlıdır ve içine kapanıktır. Güveneceği ve bağımlı olacağı kişileri arar. Korku ve endişe doludur.

Özgüvenli çocuk yetiştirmek ve yetiştirmemek arasındaki ayrım işte bu kadar ciddi farklılıklar gösterir ve çocuğunuzun gelecekte mutlu veya mutsuz olmasını sağlar. ‘‘Özgüvenli çocuk nasıl yetiştirilir?’’ sorusunun cevabını ‘Mükemmel Ebeveyn’, ‘Özgüvenli Çocuk için Küçük-Kısa Tüyolar’, ‘Özgüven Çocuklukta Gelişir’, ‘Rekabetçi Ebeveyn’, ‘Ebeveyn-Çocuk-Saygı Üçgeni’ yazılarımda daha ayrıntılı bulabilirsiniz.

Çocuğunuzu sadece sevmeniz yetmez. Kuralsız sevmeniz gerekir. Ona saygı duymanız, fikirlerini önemsemeniz demektir. Çocuklarının kendi yörüngelerinde olması, aldığı kararlarda ebeveynlerinin yönlendirmesiyle hareket etmeleri anne ve babalarının işine gelebilir ama aileler unutmamalıdırlar ki; çocukları onların nasıl isterlerse öyle davranabilecekleri eşyaları değil, onlardan bağımsız bireylerdir. Ve esas olarak evlatlarının mutlu olmalarını istiyorlarsa, benlik bilinci-özgüveni gelişmiş çocuklar yetiştirmelidirler, zira bu yeterlilik duygusunu bireyin sonradan edinmesi bebeklik ve çocukluk çağına göre çok zordur.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Annelikte İlk Günler ve Hisler

Şu son zamanlarda etrafımda yeni doğum yapan bir sürü arkadaşım oldu. Onlara ‘‘Nasılsın?’’ diye sorduğumda, aldığım cevap her aynı: ‘‘Yorgun ama mutlu.’’ Mir Kaya doğduğunda, ben öyle derdim... Halbuki şu an çocukları büyümüş olan arkadaşlarımla geçmişi konuştuğumuzda birbirimize karşı daha açık, gerçekten dürüst olabildiğimizi görüyorum. Ne mi demek istiyorum? Şöyle...

Lohusalar kapalı kapılar ardında ağlarlar çünkü annelik kutsaldır. Ağlamayı, isyan etmeyi, bıkkınlık duymayı yakıştıramazlar kendilerine. Daha ilk günden ‘pes etmek, kaçıp gitmek istemek ama bir ömür gidemeyeceğini bilmek’ düşünceleri utanç verir onlara. İçinde fırtınalar koparan ‘Ne zormuş be!’ hissi daha da dibe çökmesine sebep olur ama dile getiremez. Etrafındaki herkes ‘‘Ne güzel duygu değil mi ama?’’ derken, lohusa kadın ‘‘Daha bir şey anlamadım. Ağrılarımla baş etmeye çalışıyorum. Bebeğe yetmek tek gayem. Uykusuzluk canıma tak etti. Sütüm gelsin diye beslenmeye çalışıyorum ama bırak yemek yemeği, tuvalete bile gitmeye vakit yok ki.’’ diye cevap veremez. Yutkunur. Ve ‘‘Evet, çok güzel duygu.’’ der. Gerçekten de öyle hisseder, yüreği titriyordur bebeğine, daha önce bilmediği bir his yaşıyordur. Şansı varsa bu hayatta ve aşkı yaşadıysa, ondan bile kuvvetli bir duygu yaşadığını farkındadır ama zordur işte. İlk günler çok zordur. O güzel duyguları sadece bebek mışıl mışıl uyurken hisseder. Nadir anlarda yani. Onun dışında evde hep bir koşturmaca vardır. Ne zaman yeter işlerin bitmesine, ne süt yeter bebeğin doymasına, ne de vakit kalır annenin dinlenmesine. Söze dökemediği gerçeklerden utanır, sıkılır, yetersizlik hissiyle boğuşur kalır.

Hastanede geçen bir iki gece ağrı kesiciler, hemşire destekleriyle nispeten rahattır. Ama sonra eve çıkınca işler değişir... Dikişler acır, uykusuzluk üst üste gelir, loş yatak odası seansları başlar. O oda hep loştur. Daha çok depresyona sürüklesin diye eski kadını, yeni anayı. Kadınlığı falan kalmamıştır lohusanın. O artık sadece annedir. Darmadağın gezinir. Önden düğmeli pijamasıyla o loş odada ya emzirir, ya da ağlayan bebeği sussun diye volta atar. O az ışık anneye de iyi gelir. Alışık olmadığı bir düzen vardır sonuçta; memeler sürekli dışarıda. Bebek her ağladığında dayar sütü. Yeter ki bebiş sussun, evdekiler anneyi ‘yeterli’ bulsun. Çünkü ilk günlerde ‘annelik’ annenin sütüyle ölçülür. Emziriyorsa, iyi anne. Sütü gelmiyorsa, ‘‘Hadi evladım biraz daha dene. Emzir, emzirdikçe sütün artacak.’’ Kötü bir kısır döngüdür bu. Bebek emer, genellikle gazlanır, gazlandıkça ağlar, evdekiler ‘‘Aç bu çocuk aç. Senin sütün yetmiyor. Mamaya başlasak iyi. Ama mama da olmaz ki!’’ cümleleriyle lohusayı sendroma doğru sürükler. Anne loş odada göz pınarlarında düşmek için bekleyen damlacıklarıyla gezinir.

Doktor gezmeleri bile içine ferahlık verir. Evden çıkıyordur sonuçta. Sonrasında bir kahve patlatılırsa dışarıda değmeyin annenin keyfine. Ama bebek huysuzlanırsa, koşa koşa yine o loş odaya.

Kazara bebek güzel-uzun bir uykuya dalarsa, anne biraz sosyal medyayı karıştırır. Onun gibi yeni doğum yapmış arkadaşları bakalım ne yapıyordur? Eee biri yemeğe çıkmış, diğeri tatilde, öteki sahilde kahve keyfinde... Meğer bir tek kendi becerememiştir anne olmayı. Ona ağır gelmiştir. İşine gitmeyi özlediği için kendinden nefret eder. O kahve içen arkadaşlarına katılmadığından duyduğu üzüntü duygusunu çok derinlere gömer, kendi bile hatırlamasın ister. O buhranın içinde farkına varamaz; oysa az önce doktora giderken, kendi de gülümserken fotoğraf koymuştur sosyal medyaya. Şu an odadaki lohusa ve paylaştığı fotoğraftaki kadın aynı kişi midir? İşte arkadaşlarında da durum böyledir... O bebeğiyle kahvesini yudumlayan, sabah ağlama krizi geçirmiştir aslında. Kocası ve bebeğiyle yemeğe çıkan belki de boşanmanın eşiğindedir. Ama bizim lohusa nereden bilsin, o baktığı neşe dolu fotoğraflar kadar görür arkadaşlarının iç dünyasını.

Günlere yayılan uykusuzluk, düşündüğünden daha zordur. Hamileliğinde, daha önce doğum yapmış arkadaşlarından dinlediğinde ‘baş ederim ben ya’ dediği uykusuzluk canına tak etmiştir. Evde de bu yorgunluğunun acısını çıkaracak tek kişi kocasıdır. Sürekli ona yüklenir. Sonuçta geceleri o uykusuz kalırken, yanında horul horul uyuyan adamı gördükçe sinirleri tepesine çıkar, ertesi gün hıncı adama patlar. Eh evde de –en iyisi bile olsa- kayınvalidesi de vardır. Kim çocuğuna bağırılsın ister ki? Evde kara bulutlar gezinir. Her çarpışmada, annenin göz yaşı olarak loş odaya akar.

Yorgunluk, kalabalık, gerginlikler, karanlık oda derken sinirler iyice laçkalaşır. Misafirler hep aynı türküyü çığırır; ‘‘Annelik ne güzel duygu de mi?’’ Öyle öyle de... Bir kişi de ‘‘Sen nasılsın arkadaşım?’’ demez. Demek alına gelmez. Herkesin ilgi odağı minicik, dünyanın en tatlı bebişidir. Eli minnoş, ayağı kalburabastı, gözler baba, saçlar anne... Tek konuşma bundan ibarettir. Bu laflar arasında anne diyemez arkadaşına; ‘‘Biliyor musun yeri geliyor avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum.’’ diye. ‘‘Ben bu anneliği hiç sevmedim.’’ cümlesi?? Hâşâ düşünceden uzak.

Altını değiştir, emzir, uyut ve kendini unut. Bu karenin içinde çakılır kalır işte lohusa. Kimseye dert yanamaz. Ama bu düşünceler gelir, sakin bir andaysa gidiverir. Tıpkı normal doğum sırasındaki dalgalanmalar (kasılmalar) gibi. Zaten sürekli olsa katlanılmaz. Nefes alamaz. İlk aylarda da kimseye dile getirilmez. Ama çocuk bir-iki yaşına gelince gerçekler su yüzüne çıkar... ‘‘Ay ben bir gün kendimi öldürecektim.’’ ‘‘Ay, yok bir daha çocuk mu? O günleri düşündükçe yapamam diyorum.’’ ‘‘O değil de ilk aylar çok zordu.’’ ‘‘Bebekliğinde çok çektim. Hatta bence ben lohusa sendromu yaşadım.’’ ‘‘Tabii tabii ben de bunalıma girdim kesin. Yalnızlık çok zor.’’ ‘‘Evet, ne yalnız hissetmiştim kendimi.’’ ‘‘Yetersizdim yetersiz! Yetmeye çalışıyor ama bir türlü yetemiyordum.’’ ‘‘Ya ben? O sütüm artsın diye yapmadığım şey kalmadı.’’ ‘‘Her gece ağlıyordum.’’ ‘‘Sen sadece her gece mi? Ben her fırsatta!’’

Gülümsemeye çalışan ama boğazında bir düğümle o loş odada oturan, gözlerindeki yaşlara mani olamayan yeni anne, yalnız hissediyorsun ya, değilsin! O gördüğün toz pembe fotoğraflar, misafirliğe gelen pırıltılı cümleler, aile büyüklerinden işittiğin tecrübeli laflar var ya, çöpe at onları. Her anne yalnızlık hissetti. Her anne çaresiz kaldı. Her anne karanlık odasında ağladı. Yaşanılanlar biraz farklı ama hissedilenler aynı. Kimisinin küvezdeki çocuğu için içi yandı, kimisi bebeğine sütü yetmediğini sandı, kimisi uykusuzluktan bıktı, bir başkası doğum dikişleriyle başa çıkamadı. Ama hepsi ilk defa başına gelen en mucizevi şeyin aslında düşündüğü kadar kolay olmadığını anladı. Yalnız değilsin. Gösterilenle, yaşanılan farklı. Kurulan cümlelerle, kapalı kapılar ardında sarf edilen kelimeler bir değil. Oluruna bırak. Zaman her şeyin ilacı. Bebeğin ay-yaş alırken, sen de anne olarak büyüyeceksin. Zor günler geçecek ama daha güçleri gelecek. Küçük çocuk küçük dert, büyük çocuk daha büyük sorun. Ama yine yalnız olmayacaksın. Tüm annelerin hisleri, duyguları, yaşadıkları bir olacak. Ve unutma, annelik ömür boyu.

Not: Tüm yazılarımda olduğum gibi bu yazımda da herkesin hislerine tercüman olmamış olabilirim. Bir kişi çıkıp, ‘‘Ben hiçte öyle hissetmedim. Müthiş bir lohusalık ve ilk aylar geçirdim.’’ diyebilir... Ne mutlu ona.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Mükemmel Ebeveyn

Ebeveynlikte mükemmel olmayı kafaya takarsak, bir süre sonra tam tersine dönüşeceğinin garantisini veririm. İçindeyim, biliyorum. Zor bir süreç. Çocuk yetiştirmek, mutlu bir birey olmalarını sağlamak, düşüncelerine-haklarına saygı duyarak büyütmek gerçekten zor. O yüzden, hatalar yapabileceğimizi kabullenerek başlamak gerekiyor. Neyse ki; bilinçli ebeveynler olarak, o hataları telafi etmemiz gerektiğini biliyoruz. Çocuğumuzla bağımız koptuğu an, onarmak çok önemli.

Geçenlerde Mir Kaya’yla başımızdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum… Benzin almak için durduğumuzda, Mir babasıyla arabadan inmek istedi. Fakat ‘ayakkabı giydir, montu üzerine geçir’ işleriyle uğraşmaktansa, ‘‘Hadi sen, ön koltuğa geç, babanı direksiyonda bekle.’’ dedim. Direksiyonu bir o yana, bir bu yana çevirerek oyun oynarken, o sırada eli el frenine gitti. Korkuyla, sesim yükseldi ve direksiyona eğilerek, ‘‘Sadece direksiyon, sadece direksiyon.’’ diye bağırdım. Aslında ona kızgın değildim, sonuçta benim teklifim üzerine kurulmuş bir oyundu. Sadece korkmuştum. Sonuçta benim de bir bilinçaltım ve yaşanabileceklere dair öngörüm var. Direksiyona yaptığım hamleyi kendi üzerine alınmış olmalı ki; bana dönüp ‘‘Anne bana neden vurdun?’’ diye sordu yumuşacık bir sesle. Öyle ki; soru zaten yüreğimi paramparça ederken, o ses tonu her şeyi iki katına çıkarıyordu. ‘‘Ah canım oğlum, ben sana nasıl vurabilirim ki?!’’ dedim üzüntüyle, ‘‘Ben sadece direksiyonu göstermeye çalışıyordum sana. Oynamaya devam etmek istemezsen, kucağıma gelmek ister misin?’’ dedim kollarımı ona uzatarak. Geldi. Sıkı sıkı sarıldık. İznini alarak öptüm onu. Elim ona değmemiş olmasına rağmen kendisine şiddet uyguladığımı düşünmüştü. Çocukların beyni böyledir; belki direksiyona doğru hamle yapmasam bile, o yüksek ses tonumu ‘vurma’ olarak yorumlayabilirdi. Ama olaydan sonra kucaklaşmamız ve üzerine benim ondan özür dilemem, olayı tatlıya bağlamamıza imkan vermişti. Onu kırmama rağmen, onarabilmiştim. Kucağıma geldiğinde, ona duygularımı anlattım. Basit, yalın, az kelimeyle. ‘‘Mir’ciğim ben çok korktum. Sen el frenini çekince araba kayacak ve bir yere çarpacağız diye korktum. Korkunca da sesim yükseldi. Sana kızmadım. Ama seni uyarırken, korkuyla bağırdım. Çok özür dilerim.’’ Başını boynuma gömmüş şekilde, beni onaylayarak dinliyordu. ‘‘Beni affettin mi?’’ ‘‘Evet.’’ ‘‘Seni korkuttum ve üzdüm sanırım, bunun için çok çok özür dilerim.’’ deyince tekrar ben, ‘‘Anne ben de özür dilerim.’’ dedi. (Beni korkuttuğunu ve neden sesimin yükseldiğini anlamıştı.) Birbirimize daha sıkı sarıldık. Beni affetmişti. İlişkimizin anlık kopukluğu tamir edilmişti.

Yukarıda anlattığım konu tatlıya bağlanmış gibi gözükebilir. Mir Kaya ve benim adıma şimdilik öyle de... Ama gelecek için benim bunun üzerine daha çok düşünmem ve bir daha böyle bir olay yaşanmaması için ne yapmam gerektiğine bakmam gerekir. Daha önceki ‘Bağırmayan Ebeveyn’ yazımda ‘‘Bağırmayan Ebeveyn Olmak’’ kitabındaki benim için etkili olan yöntemlerden bahsetmiştim. Şimdi onlara ek olarak bir taktik daha vermek istiyorum...

Yaşanılanın üzerine düşününce ve Mir’e karşı tavırlarıma bakınca, ben korkunca ‘bağırarak’ tepki veren biriyim. Mir tehlike üzerindeyken, ‘yapma-dur-hayır’ diye sesim yükseliyor. Halbuki benim konumumda olan başka anneler, farklı tepkiler verebilirler. Bunlardan biri çocuğu hemen olduğu konumdan alıp, sarılmak olabilir. Bir başka tepki sakin bir şekilde olayı önlemek olabilir. Kimisi hiçbir şey yapmadan korkuyla, donup kalabilir. Bunların hepsi geçmişte yaşadıklarımızın hayatımıza yansıdığı hareket biçimleri. Şimdi benim, korkuyla-yüksek sesi neden bağdaştırdığımı bularak, bir sonraki korku anında yaptığım davranışı fark ederek (çünkü birden engellemem olanaksız), sonrasında da Mir tehlikeli işler peşinde olduğu sırada daha yumuşak tepkileri bularak aramızdaki bağı hiç koparmadan, onu olaydan nasıl uzaklaştırabileceğimi keşfetmem gerekiyor.

Bu durumda kendime sormalıyım; korkunca niye bağırıyorum? Bana o korku ne hissettiriyor? Belki kendime kızgınlık- sonuçta direksiyona geçmesine ben izin verdim. Belki yetersizlik hissi- sonuçta onu oyalamaya çalışmak yerine, o sırada kolaya kaçtım gibi... Belki başka bir sürü duygu ve düşünce, belki de hepsi birden. Bunun üzerine uzun uzun düşündükten sonra kendime daha başka bir soru sormalıyım: ‘‘Çocukluğumda tehlikeli-zararlı bir şey yaparken, beni böyle uyaran biri var mıydı? Varsa kim? Ne gibi durumlarda? İlk ne zaman? Sonraki hatırladığım anılar var mı? O anıları hatırlarken, çocuk Melis ne hissediyordu? Sonra okul hayatımda, iş hayatımda böyle tepkileri vermeye devam ettim mi veya böyle davranışlar karşımdaki güçlerden-otoriteden (öğretmen, patron) gördüm mü? Ne hissettim-nasıl karşılık verdim?’’ işte tüm bu soruların yanıtlarını yazarak-düşünerek-geçmişe giderek çözebilirsem, o zaman Mir Kaya’ya karşı korktuğum zamanlarda bile (esas davranmak istediğim gibi) yumuşak bir tavırla, tehlikeli oyununu bölebilirim. Ama bu da hemen olacak bir şey değil. Otuz üç senedir süregelen bir tavırdan, hemen otuz üç günde kurtulmayı bekleyemeyiz herhalde? Pratikle olacak. Önce neden böyle davrandığımı çözeceğim. Sonra yaptığım yanlışı fark edeceğim. Sonra tam yapmadan önce kendimi frenlemeye geçeceğim ve en son da daha doğru bir davranış kalıbı geliştireceğim. Zamanla ve pratikle olabilecek bir şey. O zamana kadar da her kırıklığı tamir ederek devam edeceğim.

Annelik böyle... Hatalar yapmayı kabul etmek, mükemmel olamayacağımızı kabullenmek gerekiyor. Çok sabırlı, sakin bir anne bile yüksek sesin verdiği bir zarar değil ama fazla tavizinin yarattığı bir hasara yol açabilir. Bu da başka bir haftanın konusu olsun öyleyse.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Özgüvenli Çocuk İçin Küçük-Kısa Tüyolar

İnsanların değerlilik duygusunun temelli ailede atılır. Birey, yetişkin olduğunda ilişki bozuklukları yaşıyorsa bunun en büyük sebeplerinden birisi de kendisine olan özgüven düşüklüğüdür. Biz ebeveynler olarak, çocuklarımızı kendilerini seven, kendilerini onaylayan kişiler olarak yetiştirmeliyiz ki; ileride kendi ayakları üzerinde durabilen yetişkinler olabilsinler.

Peki bunu nasıl yapabiliriz?

01- Onları sevmemiz ve bunu onlara söylememiz yeterli değildir; aynı zamanda sevgimizi hareket ve tavırlarımızla göstermemiz gerekir.

02- Onlara saygı duymalıyız. Daha bebeklikten, bir birey olduklarını farkında olarak, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi, biz de çocuklarımıza yapmamalıyız.

- Onların korkularını şirin bulmak yerine, endişe ve göz yaşlarını ciddiye almalıyız. Bir arkadaşımız korktuğu zaman, korkusunun saçma olduğunu söyleyip-gülmüyorsak, çocuklarımıza da bu şekilde davranmamalıyız.

- Düşüp, ağlayan bir çocuğa ‘‘Bir şey yok, kalk.’’ diyemeyiz mesela. Bu şekilde davranmamız sadece, ‘‘Sen canının ne zaman acıdığını bile farkında değilsin.’’ mesajı vermekten veya ‘‘Senin canının acımasını önemsiz buluyorum.’’ diye hissettirmekten ileriye gitmez.

- Çocuğumuz ağlıyorsa, anlayışa ihtiyacı vardır. Neden ağladığını anlamak ve onunla göz hizasına gelerek, üzüntüsü hakkında onunla konuşmamız gerekir. (‘‘Etrafa Çocuğunuzun Göz Hizasından Bakın’’ yazımda daha ayrıntılı anlatıyorum.) Sarılmak en iyileştirici yöntemlerdendir.

03- Çocuklara seçim şansı vermek, ileride kendi kararlarını alabilecek bireyler yetiştirmemizi sağlar. Mesela iki yaşında bir çocuk hangi tişörtünü giymek istediğinin kararını verebilir. Çok seçenek sunmak kafa karışıklığına yol açacağından iki alternatifle, ona ‘‘Bugün hangisini giymek istersin?’’ diye sorabilirsiniz. Böylelikle ileride, kararları başkaları tarafından onaylanmaya ihtiyaç duymayan, kendi kararlarının arkasında durabilen, güçlü bireyler olurlar.

Mevsimine göre kıyafetler dolabında olursa, yanlış seçimler yapmaz ve böylelikle uyarılmak zorunda kalmaz, ileride kendi hayatlarıyla ilgili kararlar verirlerken, ‘‘Yanlış mı yapıyorum?’’ endişesi duymazlar.

04- Evde, yaşlarına uygun sorumluluklar alması, kendini ailenin bir ferdi olarak hissetmesinde önemli rol oynar. Mesela iki yaşında bir çocuk oyunu bittikten sonra oyuncaklarını toplayarak annesine yardım edebilir. Ama burada dikkat etmek gereken bir nokta vardır; çocuğun yaptığı işi değil, çabasını taktir etmek gerekir ve işi yarım bırakıyorsa yaptığı kadarı için teşekkür etmek ve yapmadığını eleştirmemek önemlidir. Bu tavrınız, sizinle işbirliği yapmaya devam etmesi için ona şevk verir. Aksi taktirde, ‘‘Zaten benim yaptığım iş beğenilmiyor.’’ düşüncesiyle, bir sonraki yardımında ‘‘İyi yapıyor muyum?’’ korkusuyla, size yardım etmeye yanaşmayacaktır. Hayatının sonuna kadar da her işe atıldığında bu korku içinde barınacaktır.

05- Evde kararlar alınırken, çocukları es geçmemek ve demokratik bir şekilde onların fikirlerine değer vermek önemlidir. Mesela, bir Cumartesi programında sadece ebeveynlerin yönlendirmesiyle değil, çocukların istekleri de göz önünde bulundurularak aile programı oluşturulabilir.

06- Disiplin için otoriteye ihtiyacı olmayan bireyler yetiştirmeliyiz. Mesela, yanında arkadaşı var diye yere çöp atmayan bir çocuk değil, zaten yere çöp atılması doğru olmadığı için yere çöp atmayı tercih etmeyen, öz disiplini olan bir birey olmasını sağlamalıyız.

- Cezanın itaat getirmeyeceğini bilmeliyiz. Ceza sadece, öfke-haksızlığa uğramışlık hissi-isyan-öç alma-yalan söyleyerek olayları saklama gibi negatif duygu ve hareketleri doğurur.

- Onlara karşı pozitif cümleler kurmalıyız. Sürekli oyuncakları ortada olan bir çocuğa ‘‘dağınıksın, oyuncaklarını toplamazsan bir daha sana o istediğin yeni oyuncağı almayacağım.’’ diye olumsuz cümle kurarak, tehdit etmek yerine, yumuşak bir ses tonuyla; ‘‘Oyunun bitince oyuncaklarını toplarsan, istediğin o yeni gelen oyuncağı alabiliriz.’’ gibi doğru davranışa teşvik edecek şekilde davranmalıyız.

- Hata yapmakla, hata olmak arasında fark olduğunu onlara göstermeliyiz. Yani, ayağına oyuncağı battığı için ağlayan bir çocuğa ‘‘Çok dağınık olduğun için ayağın acıyor.’’ demek yerine, ‘‘Oyuncaklar yerlerde olduğu için ayağına battı ve canın acıdı.’’ diye durumu (olumsuz duygularımızı eklemeden) net bir şekilde ifade etmeliyiz.

07- Çocuklarımız için gereğinden fazla şey yaptığımızda, onların gelişimini önlüyor ve onları aciz kılıyoruz. Mesela, yatağında kendi kendine oynayabilen bir bebeği, sırf uyandı diye kucağımıza aldığımızda, ‘‘Ben bir şey talep etmeden sürekli bana ihtiyacım olan gelecek.’’ düşüncesini yükleyebiliriz. Halbuki, onu gözlemleyip, bizi istediği noktada anında yanında olursak, onun talebine karşılık vermiş, isteme becerisini öğretmiş, kendi kararına saygı duymuş oluruz.

08- ‘‘Başkalarının memnun olması benim isteğimden daha önemlidir.’’ düşüncesini öğretmemeliyiz. ‘‘Mutlu olmanın yolu, başkalarını mutlu etmekten geçer.’’ mesajını vermemeliyiz. Aksine, istemediği noktada ‘hayır’ diyebilen bireyler yetiştirmeliyiz. . Kendi fikri başkalarınınkinden ayrıştığında, kendi fikrinin arkasında durabileceği güvenini vermeliyiz.

Sonuç olarak çocuklarımızı oldukları gibi kabul ederek sevmeliyiz. Onlar bizim sevgimizi olumlu tavırlarıyla kazanmak zorunda değiller. Ebeveynin çocuğuna duyduğu sevgi, hak edilen bir şey değil, olağan bir durumdur. ‘Yapılmalı-edilmeli-eğer böyle biri olursan’ gibi kurallara bağlı olmamalıdır. Koşulsuz sevgiyle büyüyen her çocuk, ileride kendine özgüven duyan bir yetişkine dönüşecektir.

Not: Bu bütün maddeler üzerinde uzun uzun konuşulabilecek noktalar olduğundan, ilerleyen yazılarımda her birini daha uzun ve ayrıntılı yazacağım.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

İkinci Çocuk Kararı

Hayatınıza yön veren seçimlerinizin sebeplerini düşündüğünüz oluyor mu hiç? Neden bu işi yapıyorsunuz mesela? Veya niye evlendiniz? Evlendiniz de, çocuk kararı... Hadi ilkini yaptınız, peki ikincisi?


Bir şekilde iş hayatına atılıyoruz, belli bir yaşa geldiğimizde, hayatımızda biri de varsa, ‘‘Eeee, düğün ne zaman?’’ soruları başlıyor. Düğün gecesi, ‘‘Ehh artık, bebiş de gelir.’’ İlk çocuğunuzu kucağınıza aldığınız gün, ‘‘Kardeş yapacaksınız herhalde, değil mi?’’ Kabul edin, toplumun istekleri bitmiyor. Hep bir talep var; karşılamamız gereken. Biz de bir şekilde istediklerini veriyoruz. Peki gerçekten isteyerek mi? Kendi seçimimizle mi?


Mir doğduktan sonra arkadaşlarım ‘‘İkinciyi düşünüyor musun?’’ diye sormaya başlamışlardı. Bunun cevabı benim için çok netti. ‘‘Tabii ki.’’ Ama neden ‘evet’ dediğimle ilgili aslında ‘gerçek anlamda’ hiçbir fikrim yoktu.


En büyük etkenlerden biri eşim çok istiyordu. Peki, tamam da ben? ‘‘Ben Mir’e neden kardeş istiyordum?’’ Esas soru buydu...


Fark ettim ki; ilk başta benimkisi de ezberin peşinden gitme haliydi. Geçmişten gelen duyguların su yüzüne çıkması. Bana öğretilenlerin, sorgulanmadan tekrarlanması. Emre (kardeşim) ve benim ilişkimize baktığımda, Mir Kaya’nın da böyle bir duyguyu-sevgiyi tatmasını istiyordum. Peki, bizim gibi olmazlarsa-birbirlerini bizim kadar sevmezlerse ne hissedecektim? Büyük ihtimal; hayal kırıklığı. (Tabii toplumun buna da verecek bir cevabı hep olur: ‘‘Siz sevgi dolu bir ailesiniz. Sizden ne görürlerse o olacak, onlar da birbirlerini sevecekler.) Gerçekten hep öyle mi olur? Sırf bu yargıya dayanarak, kendi yaşadıklarımı çocuklarıma yansıtma hissiyatıyla ikinci çocuk yapılmalı mı?

Peki, kötü bir kardeşlik hikayem olsaydı, ikinci çocuğu düşünmez miydim? Sanırım, evet. "Yaşadım, biliyorum, çocuğumun da aynı zorlukları-üzüntüleri yaşamasını istemiyorum." derdim muhtemelen. Bu sefer de; belki onu çok güzel bir kardeşlik ilişkisinden mahrum bırakmış olacaktım. Sırf yaşanılanlara karşıt tepki geliştirdiğim için. Kendi geçmişimi reddetme isteğiyle, çocuğumun hayatına müdahale etmiş olabilirdim.


Ama kabul edelim en etkili dayatmayı etrafımızdakilerden görüyoruz. Ve daha doğmadan ilk çocuğumuzla, ikincisi arasında karşılaştırmaya bile girebiliyoruz. Birinciden alamadığımız randımanı ikinciden bekleyebiliyoruz. Mesela, Mir laktoz intoleransından dolayı karın ağrısı olan bir bebekti ve çok zor uyurdu. Tecrübeli çevrem, ‘‘Merak etme ikincisi uyur. Gazı da olmaz.’’ derdi. Az yiyorsa, diğeri güzel yer. İlki yaramazsa, sonraki uslu olur. İleride okulu var; başarısı var. Gelecekte evliliği, istediğin gibi hareket etmesi... Tüm bunların totaline bakınca da evin popüler çocuğu var, günümüzde annelerin üzerine en çok düşündüğü ve böyle bir duyguyu çocuklarına geçirmeme çabaları. İkinci çocuğu kucaklarına ilk aldıkları andan beri, ilkine haksızlık mı yapıyorum düşünceleriyle, ilkinin üzere çok düşmeler, belki bu sefer küçük olan-bebeğin unutulması... Acaba bu da bize öğretilen bir duygu mu diye düşünüyorum...


Bir keresinde nefes eğitmenime, ‘‘Atlas bebeği misafirler gelip, sevdiğinde, ben de hemen Mir’e koşuyorum. Yanlış anlasın istemiyorum. Onu kıskanarak büyümesini hiç istemiyorum. Atlas’ı biri kucağına aldığında, ben de hemen Mir’i alıveriyorum.’’ demiştim. O da bana, ‘‘Acaba kendi hislerini ona mı yüklemeye çalışıyorsun?’’ diye sormuş ve ‘‘Oyun oynayan bir çocuğun, oyununu bölerek, onu kucağına alıp, zamansız (Sırf biri Atlas’ı kucağına aldı diye) bir sevgi gösterisinde bulunmak belki de ‘bak burada işler ters gidiyor’ sinyalini ona daha fazla yansıtabilir.’’ demişti. Belki de haklı. Atlas’ın kucağa alınıp, seviliyor olması çok olağan bir şeyken, ben Mir’in dikkatini bu hareket üzerine çekiyor olabilirim. Bana öğretilen bir duyguyu, Mir’e yansıtıyor olabilirim.


Sonuç olarak, toparlamak gerekirse; toplum dayattığı için-zaten herkesin çocuğu var diye çocuk sahibi olmak istiyor olabiliriz. Veya yaşadığımız kardeşlik sevgisini, çocuklarımızda da görmek isteyebiliriz. Ya da anlaşamadığımız kardeşimizden dolayı, ikinci çocuğu istemiyor olabiliriz. Ne olursa olsun şunu bilmeliyiz ki; bizim yaşantımızla onlarınki bir değil, olmayacak. Hayatımız, geçmişimizde yaşadıklarımızı düşünmeden tekrar etmemizden ibarettir. Bundan sıyrılıp, esas olarak ne istediğimize odaklanır ve bu doğrultuda hareket edebilirsek, o zaman mutlu anlar biriktirmemiz daha kolay olur. Farkındalık... Kendi hayatımızı ve duygularımızı fark etmemiz gerekir. Ve öğretilen duygu-düşüncelerden kurtulmamız...


Eşim ve etrafımdaki herkes bana ikinci çocuğu sorduklarında bu konu üzerine oturup, düşündüm. Evet, ikinci bir çocuğum olsun istiyordum ama gerçekten neden istediğimi bulmak vakit almıştı. Kesinlikle kardeşimle olan ilişki en büyük etkenlerden biriydi ama aksi olursa da bunu kabulleneceğimi bilmeliydim. Sonra dedim ki kendi kendime; ‘‘Ben Mir'e bayılıyorum. Öyle ki; sev sev doyamıyorum. Paylaşımlar hiç bitmesin istiyorum. Hayatıma kattığı neşe daha da çoğalsın istiyorum. Bu sevginin bu derece kuvvetli olabileceğini eskiden tahmin edemezdim. Yaşamak bir başkaymış, anlatılandan çok daha güçlüymüş. Bir tanesini daha böyle sevsem sevsem hiç tükenmez, sürekli artar bu sevgi gibi hissediyorum. Ve ileride yaşanacaklar beni, farkındalığım boyutunda etkileyebilir-üzebilir-mutlu edebilir.’’ Size de diyeceğim o ki; çocuk istemek, ikinci çocuğun kararını vermek sizin seçiminiz olsun ve neden onu/onları istediğinizi gerçekten bilin ki; sizi bildiğiniz oranda yorabilsin-üzebilsin yaşanacaklar. Sonuçta, kolay bir süreç değil ama çok keyifli.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.