SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Çevirmen aranıyor

Kalem Ajans’ın kurucusu Nermin Mollaoğlu bir Edebiyat Ajanı. En kısa haliyle yazarları yayınevleriyle, yayınevlerini de yazarlarla buluşturuyor. Türkçe kitapların yabancı dillere çevrilmesinde ve tanınmasında rolü büyük. Bugüne kadar yurt dışına satış için telif anlaşması yapılan 2 bin 700 Türkçe kitaptan Amharca’ya da çevrilen var Malayalam diline de…

Mollaoğlu, 2009 yılından beri de İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali’ni organize ediyor ekibiyle. Bir ülkenin edebiyatına ilginin ancak aşk ve savaş ile olduğunu anlatan Mollaoğlu, bu aralar en çok Rusça ve Japonca çevirmenlere ihtiyaçları olduğunu söylüyor.


Siz bir ‘Edebiyat Ajanı’sınız. Nedir Edebiyat Ajanı? Nasıl olunur?

Edebiyat ajanının işinin iki yönü var. Temsil ettiği yazarın kitabının en uygun şartlarla yayımlanmasına yardımcı olmak ve tanıtım planlamasını yönetmek. İşimizin diğer yönü ise o kitapların yayımlandığı ilk dilden diğer dillere çevirilerinin yapılması için gerekli tanıtım ve telif satışını gerçekleştirmek.

Edebiyat ajanı olmak için mezun olunabilecek bir okul yok. Ben üniversitede İngilizce öğretmeni olmak üzere eğitim aldım. Siyaset bilimi okuyan da var, halkla ilişkiler bölümlerinden mezun olanlar da. Sanırım ortak noktamız kitapla ilgili bir işte çalışıyor olmaktan mutlu olmamız.

Öncesinde oldukça yoğun bir eğitim ve hemşirelik dönemi var. Ne kadar farklı alanlara dağılsa da insan sonunda asıl istediği, onu mutlu eden noktaya bir şekilde geliyor değil mi?

Kalem Ajans'ta staj yapmak isteyenlerle uzun uzun toplantılar yapıyorum. Çoğunda üniversite tercihlerini yaparken çok bilinçli olmadıklarını anlıyorum. Mezun olunca ne tür iş alanlarında çalışacaklarını bilmeden yılarca eğitim alıyorlar. Elbette istisnalar var ama genel durumu görünce onlar adına, aileleri, ülke ve geleceğimiz adına üzülüyorum. Ortaokul sonunda girdiğim sınavlar bana ebe-hemşire olma kapısını açtı. Şişli Etfal'de 4 yıl yatılı okudum. Hemşireliği ve ebeliği özellikle annemin yoğun yönlendirmesiyle seçmiştim. Fakat ben hep öğretmen olmak istemiştim. Küçük yaşlarda “Çalıkuşu” okuyan veletlerdik biz. Ebe-hemşire diplomasını aldıktan sonra üniversitede İngilizce öğretmenliği okudum, aynı zamanda hastanede tam zamanlı çalıştım. Öğretmen diplomasını aldıktan sonra Amerika'da yüksek lisans yapmak istedim.

Amerika'dan döndükten sonra en büyük hayalim olan İstanbul Üniversitesi'nde öğrenci olmak, orada yüksek lisans yapmak istedim. Kazanamadım, gönüllü öğrenci olarak çeviri bölümüne devam ettim. Herhangi bir kitabın künye sayfasına daha önce hiç dikkat etmemiştim, şu an o sayfada yuvarlak içindeki C harfi için çalışıyorum.

56 farklı dile çevrildi

Kalem Ajans’ı ne zaman, hangi faaliyetler için kurdunuz?

Yapmaktan en çok hoşlandığım, gurur duyduğum, Türk yazarların yabancı dillere çevrilmesini sağlamak, çevirmenlerin haklarını temsil etmek ve yabancı dillerden Türkçeye kitapların çevrilmesinde aracı olmak için 2006 yılında kuruldu.

Kaç yazarın haklarını temsil ediyorsunuz?

Bazılarını hem Türkiye'de hem yurt dışında, bazılarını sadece yurt dışında olmak üzere 150'ye yakın yazarla birlikte çalışıyoruz.

Hangi tür kitaplar öncelikleriniz arasında?

Kalem'i ilk kurduğumuzda söylediğim cümlenin arkasındayım, Türkiye'nin ajansıyız. Tüm alanlara aynı mesafede durmaya çalışıyoruz. Fakat kişisel ilgi alanlarımız işimize de ister istemez yansıyor. Ben roman okumayı daha çok sevdiğim ve tercih ettiğim için o alanda daha hızlı ilerledik.

Yazarlar mı size geliyor, siz mi yazarları buluyorsunuz? Bir şekilde buluştuktan sonra yazara yayınevi bulma ya da yayınevlerine yazar bulma süreci nasıl ilerliyor?

Yazar da bize gelebilir, biz de gidebiliriz. Uzun zamandır yeni yazar temsili almıyoruz. Yazarın dosyasını okuduktan sonra öncelikle onun tercih ettiği yayıncılardan başlayarak yayımlanması için uğraşıyoruz.

Türkçe yayınların yabancı dillere kazandırılması oldukça önemli. Siz tahminen kaç kitabın telifini kaç ülkeye satmışsınızdır?

2 bin 700 sözleşme olmuş. Bunların yarıdan fazlası yayımlanıp geldiler, ofisimizdeki dev kırmızı kitaplıkta gururumuz oldu. 56 farklı dilde yayımlandılar. Amharca da var, Malayalam dili de.

Rusça ve Japonca bilen çevirmen arıyoruz

Bu vesileyle Türk edebiyatıyla en çok ilgilenen ülkeleri de sormak istiyorum. Biz kimlerle daha çok ilgileniyoruz, bizle kimler daha çok ilgileniyor?

Aşk ve savaş varsa çeviri de oluyor. Çevirilerin yayımlanması öncelikle o ülkenin Türkiye ile olan ortak tarihi ve güncel politik gelişmeleriyle çok bağlantılı. Aşk varsa, çevirmen sayısı da doğal olarak artıyor. Balkan dillerinde çok çeviri yayımlandı. İtalyanlar geç başladılar ama hızlı ilerliyorlar. Kuzey ülkeleri hâlâ çok yavaş.

Ajansın çatısı altında birçok çevirmeniniz var. Hangi dillerde çeviriler yapabiliyorsunuz? En zor çevirmen bulunan diller hangileri?

Çevirmenlerimizden kurgu kitaplar ajanı Kardelen Genç sorumlu. Arapçadan Yunancaya, Portekizceden Finceye kadar çok geniş bir dil atlası var. İngilizce, Fransızca, Almanca haricindeki tüm dillerde yeterince nitelikli çevirmenin olmadığını düşünüyorum. Beni en çok üzen iki ülkeyi de yeri gelmişken söyleyeyim; Rusya ve Japonya. Japonca ve Rusça dilleri bilen "gizli çevirmenlere" ulaşmak çok isterim.

Türk edebiyatı hakkında en çok kabul görmüş yanlışları sorsam size… Türk edebiyatına bakış nasıl?

Bizim için çok değerli olan kitabın öncelikli olarak çevrileceğini düşünmek yanlış. Çeviri desteği olsa bile yayıncı satacağını düşündüğü kitaptan yana tercihini kullanıyor. Satan kitaplar her zaman bizim en çok değerli bulduğumuz olmuyor. Kitabın çevrilmiş olması, o ülkede yayımlanmış olması asla yeterli değil. Onun tanıtılması, festivallere giderek, fuarlara katılarak desteklenmesi gerekiyor. Ve fakat çevrildiği ülkenin gazetecisi ile röportaj yapmayı reddeden yazarlarımız bile var. İngilizceye çevirilince her şeyin kolaylaşacağını düşünmek de yanlış bir algı. Çok ünlü yazarlarımızın çok büyük Amerikalı, İngiliz yayınevlerinden çıkan kitaplarının telif raporlarını görünce epey üzülüyorum. Çok mütevazı rakamlar geliyor.

Sosyal medyalık kitap okuma konusunda ne düşünüyorsunuz? Kürk Mantolu Madonna kapağı ve kahve paylaşımları… Ne olursa olsun edebiyatın tanıtımı için iyi mi sizce, yoksa bu kadar da olmamalı mı?

O kişi kitapla olan bağını öyle kurduysa buna söyleyebilecek tek sözüm yok, asla eleştirmiyorum. Hatta böyle bir bağ kurduğu için onu tebrik ederim. Şu caddede 30 TL'ye kahve içen ve çantasında hiç kitap taşımamış, hayatında kitaba yer vermeyen insanlardan farklı olduğu için hatta o kahveli Sabahattin Ali'yi "repost" edebilirim.

Yayınevleri ile çok yoğun çalışan bir ajans olarak yayınevleri nasıl dosyalar istiyor konusunu size sormak istiyorum. Çünkü neredeyse herkes kitap yazmak istiyor, bunun büyük çoğunluğu bir şekilde yazıyor ama yayınlatamıyor. Sorun ve bu sorunun çözümü nedir?

Yayınevleri her zaman yeni yazar yayımlıyor ama bu kadar çok başvuru olduğu için eleğin delikleri çok dar. Bunun bir çözümü olamaz.

Kitap okusun diye kardeşime harçlığımı veriyordum

Bu kadar kitaptan bahsetmişken sizin başucu kitaplarınızı merak ettim…

Benim dönüp dönüp okuduğum bir kitabım hiç olmadı. “Ah ben arada şu kitabı tekrar tekrar okuyorum” diyenleri dinlerken imreniyorum. Okuduğum her kitabı başkasına verebilirim. O da okusun sonra onun hakkında konuşalım. İşte benim en sevdiğim şey bu, kitaba evimde kitaplığımda sahip olmak değil onun hakkında konuşabileceğim, hatta belki kahramanlarının günlük dilimize göndermeleri olması beni mutlu ediyor.

Ortaokula giderken kitap kolundaydım. Benden bir yaş küçük kardeşime kitap okuması için haftalık harçlığımı veriyordum. Çünkü ben kız kardeşimle o kitap hakkında konuşmak istiyordum. Şükürler olsun o harçlıklardan sonra geçen 35 yılda kardeşimle yüzlerce kitap hakkında konuştuk. Birbirimizin evine giderken torbalarımız hep kitap taşıdı.

Sosyal medyadan bana yazıp kitap tavsiye etmemi isteyenlere mutlaka cevap veriyorum. Ve fakat son okudukları kitapları sorarım, onlar hakkındaki düşüncelerini öğrendikten sonra tavsiye verebiliyorum. O kişinin sevdiği ve sevmediği birkaç kitabı öğrendikten sonra ona uygun tavsiye verebiliyorum.

467 yazarı ağırladık

İTEF’e (İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali) gelirsek… 2009 yılından beri İTEF’i organize ediyorsunuz. Bugüne kadar katılanlar ve yapılanlar hakkında kısaca bilgi verir misiniz…

2007 yılında Hollanda'nın en önemli edebiyat etkinliğine davet edilmiştik. Hollanda Edebiyat Vakfı her yıl bir yazarı seçiyor, onun yazdığı kitabı bir milyon adet basıyor ve mart ayının ikinci haftasında kitapevlerinden 12 euronun üstünde kitap alanlara bu kitabın hediye edilmesini sağlıyorlardı. O yılki yazar Galata Köprüsü'nü yazmıştı, biz de Türkçesi’nin yayımlanmasına aracı olmuştuk. Çok etkilenmiştim. Bir milyon kitap bitiyordu. Ufak bir hesap yapalım mı? Bir milyon çarpı minimum 12 euro. Bunun tüm sektöre dağılmasını düşünün. Tüm yazarlar, çevirmenler, kitapçılar, dağıtımcılar... Amsterdam operasındaki açılış gecesinde kraliçenin katılımıyla kırmızı halıda yan yana yürüyen yazarlar, yayımcılar. Tüm gazetelerde konu edebiyat, kitap, yayıncılık sektörü. Döndükten sonra herkese Türkiye'de de böyle edebiyatı coşkuyla kutlayacak bir festival yapılması için çok zengin işadamlarından, kamu kurumlarına kadar gidip anlattım. Onların bunu yapması için motive etmeye çalıştım. Sonra bir gün vapurda boğaza bakarken bunu “Biz neden yapmıyoruz!” diye düşündüm. 12 yıldır “İyi ki o vapurda o cesareti bulmuşum” diyorum.

Bu festivali yapmadaki ana motivasyonumuz Türk edebiyatını dünyaya tanıtmak. Buraya gelen yabancı yazarlar evlerine dönerken ceplerinde birkaç Türk yazar ismiyle dönüyorlar. Türkiyemizle ilgili önyargıları olanlar değişim gösteriyorlar. Bugüne kadar 48 ülkeden 467 yazarı ve 32 ülkeden 124 yayıncılık profesyonelini ağırladık.

Bu yıl temamız GÜNEBAKAN EDEBİYAT'tı. Gelecek yıl ana tema için önerileri olanların İTEF sitesini inceleyip önerilerini bana yazmasını çok isterim.

Böylesine bir festivali yapmanın zorlukları nelerdir? En çok nerelerde sıkıntılar çektiniz ve desteğe ihtiyacınız oldu?

Elbette en zorlandığımız konu tüm organizasyonu yapmak için para bulmaktı. İlk yıllarda ne yapmaya çalıştığımızı anlamayan yayıncılar olmuştu. Artık İTEF'in çok iyi anlaşıldığını ve değerli bulunduğunu hissediyorum.

İTEF 2020’yi COVİD-19’a rağmen başarılı bir şekilde gerçekleştirdiniz. Nasıl geçti sizin için?

Şahane oldu. Artık dijital ayağı olmadan bir edebiyat etkinliğinin yapılamayacağı çağ başladı. ITEF ekibi bunu çabucak öğrendi, kendimizi geliştirdik. Salgın başladıktan sonra birçok festival zoomdan, sosyal medya kanallarından etkinlikler yaptılar. Şunu gururla eklemek isterim, tüm dünyada online edebiyat etkinliğinde çeviri seçeneğini sağlayan ilk festival İTEF oldu. Hatta artık farklı kurumlara bu konuda destek vermeye başladık.

Amin Maalouf İTEF'e geldiğinde bir kültür sanat merkezinde şanslı 200-300 kişiye karşı konuşacaktı. ITEF ekranda programının ilk etkinliğinde Amin Maalouf 12 bin kişiye ulaştı. Muş'tan bir lise öğrencisi İTEF'e e-posta göndermiş. Bunu sağladığımız için minnetinden bahsetmiş. COVID - 19 yörüngemizden çekip gitsin bir an önce. Fakat şunu da itiraf etmeliyiz, bize çok şey öğretti, hâlâ evlerimizin içindeyken coğrafi sınırsızlık yaşadık.

Yazının devamı...

Sınırlara öfkelenecek, kaybolan insanlığı arayacaksınız

‘Arafta Aşk’ta çocuklar özellikle önemli bir yere sahip. 1956 yılında Karabük’te doğan biri olarak siz nasıl bir çocukluk dönemi yaşadınız? O günlere dair özlem duyduğunuz neler var?Benim çocukluğumda Karabük hızlı gelişen bir işçi kentiydi. Demir Çelik Fabrikası nedeniyle Karadeniz’in çeşitli illerinden sürekli göç alır, nüfusu hızla artardı. Biz Sinop’tan gelenler arasındaydık. Etrafımızda Kastamonu, Çankırı, Sinop, Trabzon, Giresun, Ordu gibi hem Batı hem de Doğu Karadeniz illerinden göç etmiş birçok işçi ailesi bulunurdu. Bu sayede çocukluğumuzda çok renkli arkadaşlık ilişkilerimiz oldu. Şimdi o günleri çok arıyorum. Oldukça dinamik bir kent olmuştu Karabük. Vardiya değişim saatlerinde İstasyon Meydanı hınca hınç dolar, yüksek sesle bağrışmalar, kahkahalar birbirine karışırdı. Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın özelleştirilmesi ve birçok haddehanenin başka şehirlere taşınması yüzünden eski Karabük kalmadı artık. Son gidişimde İstasyon meydanındaki derin sessizlik beni çok etkiledi. Bir hayli hüzünlendim.

Hem matematik öğretmenliği hem de avukatlık yaptınız. Genelde ilk üniversite tercihleri biraz daha aile ve çevre yönlendirmeleri ile ya da dönemin iş ihtiyaçlarına göre yapılır. 30’lu yaşlarınızda neden hukuk okudunuz? Aslında sormak istediğim sizi neler rahatsız etti de adalet arayışında bir şeyler yapmak istediniz?

Adalet anlayışlarını ve uygulamaları değiştirmek gibi yüksek bir amacım yoktu aslında. Daha çok kendimi savunmak güdüsüyle hareket ettiğim söylenebilir. Meslek olarak öğretmenliği seçmiş olmamla herhangi bir sorunum yoktu. Aksine öğretmenliği seviyordum. İdealist bir öğretmendim. Çalışmalarımı görev tanımıyla sınırlamıyor, günün her saatinde öğrencilerim için yeni şeyler yapabilmek amacıyla uğraşıyordum. Bu yüzden çok iyi bir öğretmen olduğumu iddia edebilirim. Ne var ki, o zamanlar siyasi kamplaşmalar zirvedeydi. Kimsenin sizin değerli çalışmalarınız veya fedakârlıklarınızla ilgilendiği yoktu. İktidar tarafında değilseniz ve onların istediği gibi davranmıyorsanız cezalandırılıyordunuz. Öğretmenlerin sürgün dönemiydi o zamanlar. Daha çok cezalandırabilmek için eşleri birbirinden ayırıp her birini başka şehirlere sürüyorlardı. Ben de biraz dik başlıydım sanırım. Çok soruşturma geçiriyordum. Bu da bende bir gün mesleğimi kaybetme ve ailemi geçindirememe korkusu yarattı. Aynı zamanda hukuken kendimi savunabilecek durumda olmam gerektiğini düşünüyordum. Böylece 30 yaşında yeniden üniversite sınavına hazırlanmaya başladım. Sonuçta bir mesleğim daha oldu. Aynı zamanda kendi kendimin avukatı olmuştum.

DOĞU’NUN ÇARESİZLİĞİ, BATI’NIN SESSİZLİĞİ

Kitabınızın adı “Arafta Aşk” ancak bir aşk romanından çok ötesi… İçeriği ve konusu hakkında sizden bilgi alsak…

Romanda bütün güzellikleriyle birlikte Bodrum’u yaşayacak ve bu güzelliklerin aşkın saflığı ve temizliğiyle nasıl buluştuğuna tanıklık edeceksiniz. Göçleri, sıla hasretini ve vatansızlığın ne demek olduğunu içinizde hissedeceksiniz. Doğu’nun çaresizliğine, Batı’nın bu çaresizlik karşısında sessiz kalışına, kapanan sınırlara öfkelenecek ve kaybolan insanlığı arayacaksınız. Aynı zamanda, iki ülke arasında sıkışan hayatların, alabildiğine yaşanan bir aşkın ve aşkı için kendinden vazgeçmeyi seçen gururlu bir genç kızın hüzünlü hikâyesini bulacaksınız.

Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz ve yazma, yayınlama süreci ne kadar sürdü?

Asla unutmamak gerektiği halde unuttuklarımızı hatırlatmak için bu romanı yazmak istedim. Yirmi yıl önce televizyonlarda konuşan pek çok yazar, akademisyen küreselleşmeyi anlatırken Sivas’ın bir köyünden yola çıkan gencimizin hiçbir engelle karşılaşmadan Avrupa ülkelerine rahatlıkla gidebileceğini, orada istediği şehirde iş bulup çalışabileceğini, hatta oradan başka bir şehre geçip deniz kıyısında şarabını içerken Avrupalı sevgilisiyle el ele tutuşup sohbet edebileceğini anlatıyorlardı. Biliyorduk. Yalan söylüyorlardı. Ama en çok onların sesi çıkıyordu. Bu yüzden herkes onlara inanıyordu. Şimdi ne oldu? Batı’nın sadece ama sadece hayatta kalabilmek için yurdunu terk eden insanların önlerine nasıl engeller koyduğuna bakın. Botlarını delip o zavallı insanları Ege’nin derin sularına nasıl terk ettiklerine bakın. Hani insanlık nerede? Nerede kaldı Batı’nın medeniyeti? Yirmi yıl önce söylenen o yalanları şimdi unutacak mıyız? Yalanlarıyla insanlarımızı bile bile kandıranlara söyleyecek bir çift sözümüz olmayacak mı? İşte bu roman onlar unutulmasın diye yazıldı. Televizyondan “Falanca ülke filanca yeri bombaladı” veya “Asker çıkardı” diye bir haber izliyoruz. Toplasan iki dakika sürüp geçiyor. Fakat o an düşünemiyoruz ki bu olay oradaki insanların yaşantısını nasıl etkilemiştir? Oradaki insanlar hangi acılar içine düşmüştür. Ölümler… Ayrılıklar… Hani bir söz vardır “Filler tepişirken çimenler ezilir” diye. Arafta Aşk, işte o çimenlerin hikâyesini anlatıyor bize. Bir de aşkı anlatıyor. Bu günlerde aşkı mekanik bir şekilde ele alanlara inat, aşkın sevdiği için kendinden vazgeçebilmek olduğunu anlatıyor. Yeni düzenin çirkinlikleri arasında o da kaybolup unutulmasın diye…

Yazılma ve basılma süreci yaklaşık üç yıl süren roman için verdiğim emeğe değdiğini düşünüyorum. Umarım okuyucu da beğenecektir.

O SÖYLEMEDİ AMA BEN DUYDUM

Türkiye tüm bu sorunların içinde tam da ortada konumlanmış durumda. Siz bir de Muğla’da yaşayan bir avukat olarak ‘iki ülke arasında sıkışan hayatlara’ çok daha yakından şahit oldunuz. Unutamadığınız anlardan bizimle paylaşmak istedikleriniz olur mu acaba?

Ben romandaki yanında beş yaşlarında bir erkek çocuğu bulunan siyahlar giymiş o göçmen kadını gerçekten gördüm. Adliye koridorlarında jandarmaların arasında gördüm onu. Bütün umutlarını kaybetmiş bir halde gördüm hem de. “Bak… Bak işte bak!” diyordu bana. “Bizim gibi çaresiz, bizim gibi vatansız değilsiniz nasıl olsa. Ölüm korkunuz da yok. Mutlu ve huzurlusunuz yani. Öyleyse bakın, bakın da eğlenin bizimle. Doyasıya tadını çıkarın bu insanlık ayıbının” diyordu. Belki bu sözleri o söylemiyordu ama ben duydum. Duyduğumu sandım o an. Ve o utancı iliklerime kadar hissettim. Aradan kaç yıl geçmesine rağmen hâlâ unutamadım. Sonunda o kadın da romandaki yerini almış oldu.

Bu konuları gazetelerden okumanın, televizyondan izlemenin ardından kendi kaleminizle kağıda dökmek, kendi karakterlerinize bunları yaşatmak sizi nasıl etkiledi?

Nedenini bilemiyorum ama romanı ben de karakterlerimle birlikte yaşadım sanki. Onlarla birlikte ben de üzüldüm, acı duydum. Kaçak göçmenlerin kazasında sudan çıkarılan her çocuğun boynu düştüğünde onlarla birlikte benim de canım yandı. Sadık Kaptan’ın Girit anlatımlarını dinlerken ben de onunla birlikte hüzünlendim. Gecenin karanlığında ağır ağır ilerleyen teknenin en uç noktasında “Furtuna” türküsü söylenirken ben de ağlayacak gibi oldum. Roman bitti satışa sunuldu ama ben hâlâ onlarla birlikte yaşıyorum. Arada bir farklı olayları değerlendirirken onlar nasıl düşünür ve ne yaparlardı diye merak ederim. Hüzünlendiğim anlarda türküyü açar yeniden dinlerim.

Yüzyıllardır var olan ancak belki de son yıllarda çok daha fazla hissettiğimiz ‘Doğu’nun çaresizliği, Batı’nın sessizliği’ durumu hakkında siz neler söylemek istersiniz?

Çaresizlik Doğu’nun kaderi değildir. Çaresizlik Doğu’ya dayatılmaktadır. Bizim Batılı devletler, medeni ülkeler dediklerimizin hiçbir şeyi yok. Doğal kaynaklar, zenginlikler hepsi Doğu’da. Fakat Doğu cahil, Doğu sahipsiz. Kendi yöneticileri ülkelerine ihanet ediyor. Halkına sahip çıkmıyor, önderlik edemiyor. Kaynaklarının Batılı ülkelerce yağmalanmasına göz yumuyor. Böyle olunca bütün zenginlikler Batı’ya akıyor. Bu yüzden Batı, Doğu’nun çaresizliği karşısında sessiz. Bir Afrika sözü vardır: “Önce bizim zengin topraklarımız vardı. Onların da elinde İncil. Sonra zengin topraklar onların oldu. Bizim de elimizde İncil kaldı.” İşte Doğu’nun hikâyesi budur. Doğu kendi makûs talihini yenmek ve kendi kaynaklarına sahip çıkmak zorundadır. Biz Kurtuluş Savaşımızı bunun için yaptık. Bunun bir kere yapılması, bir daha yapılmayacağı anlamına gelmez.

Yazdığınız veya yazmaya devam ettiğiniz başka eserleriniz, projeleriniz var mı?

Arafta Aşk benim ilk romanım. Daha önce gazetelerde makaleler yazardım. Bir konunun öykü veya roman yoluyla daha iyi anlatılabileceğini görünce makale yazmayı bırakıp romana başladım. Bundan sonra da böyle devam ettirmek niyetindeyim. Tasarı halinde ikinci bir romanım daha var. Önümüzdeki yılın ortalarına doğru basılacağını umuyorum.

Yazının devamı...

CHİ gücü adına

1998 Disney yapımı animasyonun uyarlaması olan Mulan, hasta babası yerine erkek kılığına girerek Çin İmparatorluk Ordusu’nda savaşan Hua Mulan’ın kahramanlığını anlatıyor. Film, asıl hikâyeden kırptıkları ve biraz zorlayıcı şekilde Chi enerjisiyle kahramanlık anlatma çabalarıyla sevenlerini biraz mutsuz etse de özellikle görsel şöleni ile izlemesi oldukça keyifli.

Sinemanın en güzel tarafı elbette devasa bir ekranda müzik eşliğinde etkileyici sahnelerin sizi bir hikâye ile ele geçirmesi. Birkaç saatliğine bambaşka bir dünyaya yolculuğa çıkarması. Bugün vizyona giren ‘Mulan’ filmi işte bu vaadi inanılmaz bir şekilde yerine getiriyor. Mulan, Çin İmparatorluğu ile Kuzey istilacılarının arasında yaşanan savaştaki bir kadın kahramanın hikâyesi.

Bir kıyafet her şeyi değiştiriyor

Çin imparatoru -bu rolü Jet Li üstleniyor- Kuzey istilacılarının imparatorluğa saldırmasıyla her aileden bir erkeği İmparatorluk Ordusu’nda göreve çağırıyor. Ailenin iki kızından büyüğü, babası savaş gazisi olan genç ve güzel Hua Mulan, babasının gitmesine gönlü razı olmayınca sabaha karşı aile kılıcını alarak savaşa katılmak için yollara düşüyor. Tahmin edebileceğiniz gibi kadınların savaşa katılması yasak. Yalan söylemenin cezası ise ölüm. Ancak Mulan her şeyi göze alıyor. Babasının savaş kıyafetlerini giyip sesini biraz kalınlaştırınca nedense erkek olarak koca bir orduyu kandırabiliyor.

Bir yandan savaş eğitimi alan bir yandan da büyük sırrını saklamaya çalışan Mulan’ın içi içini yiyor. ‘Chi Enerjisi’ yani ‘Evrensel Hayat Enerjisi’ çok yüksek olan Mulan, bu potansiyelini ancak içindeki bazı meseleleri hallettikçe ortaya çıkarabiliyor.

Git ve yerini al

Mulan’a ne kadar kadınların gururunu kurtaran, kadınların tarihte yer edinmesini sağlayan bir kahraman gibi davranılsa da Mulan sinema tarihinin ne ilk ne de son kadın kahramanı olacak. Ancak bir gerçek var ki bu basit hikâyeyi tam bir görsel şov ile anlatmışlar ve Mulan’ı canlandıran Yifei Liu da rolü hayatının rolü gibi sahiplenmiş.

Aslında 1998 Disney yapımı animasyon olan Mulan’ın temeli ‘The Ballad of Mulan’ adlı bir şiire dayanıyor. Animasyon filmi daha eğlenceliyken filmde buna pek yer verilmemiş. Çok ufak gülümsetmeler haricinde ciddi bir iş izliyoruz 115 dakika boyunca.

Destan Çince, dil İngilizce

Kadın filmleri ile tanınan Niki Caro’nun yönetmen koltuğuna oturduğu filmde en ilginç olay senaryonun 4 kişi tarafından yazılmış olması. Anladığım kadarıyla senaryoyu yazmaktan çok orijinalinden kırpma konusunda bir çalışma yapmışlar.

Animasyon yapımı çok sevenler için belki de hayal kırıklığı olacak bu uyarlamayı uzun zaman sonra sinemada bana sundukları açısından sevdim. Kostümler ve savaş malzemelerine çok ciddi bir emek verildiği ortada. Uçsuz bucaksız dağ manzaraları, kızıl gün batımları da efsaneydi. Sadece sonda İngilizce bir şarkı yerine o kültüre ait bir şarkıyı ya da ezgiyi tercih ederdim. Hatta filmin orijinal dilinin Çince olması ne güzel olurdu. Buram buram Çin destanını anlatan bir yapımda İngilizce’yi bir türlü kabullenemedim ama yapacak bir şey yok film ABD, Kanada ve Hong Kong ortak yapımı. 200 milyon dolara mal olan bir yapımda parayı veren dilini konuşturuyor :)

Yazının devamı...

Tenet, sinemayı kurtaracak mı?

‘Tenet’ dünyayı ve sinemayı kurtarabilecek mi?

17 Temmuz’da vizyona girmesi planlanan ancak pandemi nedeniyle iki kez ertelenen yönetmen, senarist ve yapımcı Christopher Nolan’ın ‘Tenet’i izleyici ile buluştu. Hikâyesi ve karakterleriyle olmasa da aksiyonu ile tekniğinin etkisinden uzun süre çıkılamayacak filme, büyük çöküşteki sinema sektörünü kurtaracak yapım gözüyle bakılıyor. Filmde dünyayı kurtarmaya çalışan Nolan acaba gerçekte çok sevdiği sinema sektörünü kurtarabilecek mi? Bunun cevabını tüm korona risklerini göze alıp sinema salonlarına gidecek seyirci verecek.

Pandemi nedeniyle televizyon, bilgisayar ve telefon ekranı önünde geçirilen 5 aydan sonra basın gösterimine gittiğim ilk film, canım ciğerim Christopher Nolan’ın ‘Tenet’i oldu. Nolan adı heyecanlanmak, gün saymak için bile yeterliyken sinemaya olan hasret de üstüne eklenince sinema salonu önünde hiç utanmadan ağzım kulaklarımda selfie’mi bile çektim :)

Tenet’e, uzun süre kapalı kalan ve bazılarının batmasına neden olan sinema salonlarının, dolayısıyla sektörün kurtuluşu olarak bakılıyor. Ancak izleyicilerin aklında tek bir soru var: Gerçekten sinema salonuna gidip uğruna risk alınacak bir film mi Tenet?


Geçtiğimiz günlerde bir oyuncu, yeni projesi için, “Zengin erkek ve fakir kızın aşkı üzerinden oldukça klişe ancak bir o kadar seyretmesi keyifli bir iş yapıyoruz” demişti. Baktığınız zaman bugüne kadar yazılmış, anlatılmış tüm konuların belirli başlıklar altına toplanabildiğini – ki yaratıcı yazarlıkta da bu başlıklar madde madde belirlenmiştir – fark edebilirsiniz. Hikâye sıkıntısı çeken Hollywood’un uzun süredir filmlerde dünyanın sonunu getirmesi ve bir kahraman yaratarak kurtarması da artık bu başlıklardan biri oldu.

Zamanla oynuyor

Tenet, başrol John David Washington’un da dediği gibi, “Özünde dünyayı kurtarmaya çalışan bir adamı konu alıyor”. Hatta öyle ki Washington’un canlandırdığı karakter ‘The Protagonist’ yani ‘Baş Kahraman’ olarak anılıyor. O da bunu birkaç yerde tekrarlıyor.

Tüm bunlardan yola çıkarak Tenet’i ‘Dünyayı kurtarmayı anlatan aksiyonu bol bir casusluk filmi’ olarak ele alırsam taşa tutulurum. En haklısından!

Klişelere rağmen ortada koskocaman bir Nolan faktörü var.

Tenet, kelime anlamı olarak ilke, inanç, öğreti demek. Palindrom bir kelime olarak tersten okunuşu da aynı. İşte Nolan’ın ‘İzleyeceklerinize hazır olun’ anlamında göz kırptığı ilk ipucu bu. Zaman fetişi olan ve bize ‘Memento’, ‘Inception’, ‘Interstellar’ gibi filmlerinin büyük bir çoğunluğunda zaman kavramını sorgulatan Nolan, Tenet’te de tüm zamanı alt üst ediyor. Zamanı eğiyor, büküyor, yavaşlatıyor, yansıtıyor… Elinde bir hamurla oynar gibi zamanla oynuyor. En keyif veren kısmı da bu oluyor.

Gelecek neslin intikamı

Konusu kısaca şöyle: Kiev’deki bir opera binasına baskınla açılan film, baş kahramanımızın Tenet adlı bir örgüte dâhil edilmesi ile ilerliyor. ‘Evirtilmiş’ eşyalardan sonra insanların da evirtildiğini, yani bir turnike yardımıyla zamanda geçmişe doğru gidebildiğini öğrenen baş kahramanımıza dünyayı kurtarma görevi veriliyor. O da ‘zaman kıskacı’ denilen operasyonlar ile her şeyi durdurmaya çalışıyor. ‘İyi de kim, neden dünyayı bitirmek istiyor?’ diye sorarsanız işte orası çok anlamlı. Bu işte uzaylılar falan yok. Bizim torunlarımızın torunları, yani gelecek neslimiz bizim dünyaya verdiğimiz zararlar nedeniyle bizden intikam almak istiyor. Bu intikam biraz burun sürtmek falan da değil. Komple dünyayı ortadan kaldırmak niyetindeler. Bu yüzden de zamanda geriye gitmenin yolunu bulmuşlar. Bir algoritmanın birleşimiyle de istediklerini yapmalarına çok az bir zaman kalmış.

Peki diyelim ki gelecek nesil bizi öldürdü, o zaman onlar nasıl dünyaya – ya da artık hangi gezegene göç edildiyse o zamana kadar – gözlerini açacaklar? İşte orası biraz karışık. Bir cevabı yok.

Neredeyse 30 yıllık bir hazırlık

Baş kahramanımıza Neil rolünde Robert Pattinson eşlik ederken Kat rolünde Elizabeth Debicki, kötü adam Andrei Sator rolünde Kenneth Branagh, Ives rolünde Aaron Taylor-Johnson, silah kaçakçısı Priya rolünde Dimple Kapadia öne çıkan oyuncular. Michael Caine, Nolan’ın kadrolu oyuncusu olarak bir sahnede kendini gösteriyor. Ancak karakterlerde bir derinlik beklemeyin.

-Tam bir James Bond aşığı olan Nolan’ın 20 yıl düşünce, 7 yıl senaryo aşamasından sonra Tenet’i neden şimdi yayınladığını düşünmeden edemiyor insan. Bu konuya verdiği “Çocukluğumdan beri casus filmlerini severim; gerçekten eğlenceli ve heyecan verici bir kurgu türüdür. Ama taze bir soluk getirebileceğimi hissetmediğim takdirde bu tür bir film yapmak istemedim. Yaklaşımımızı en basit şekilde, ‘Inception’la soygun türünde yaptığımız şeyi ‘Tenet’te casus film türünde yapmaya çalışmak olarak açıklayabilirim” cevabı ile beni bir kez daha kalbimden vurdu.

-Bu kadar mütevazi açıklamalar yapan Nolan eline kağıt ve kamerayı aldığında hiç de mütevazi sahneler yazmıyor ve çekmiyor. En basit bir konuşma bile devasa sahnelerle, görsel şovlarla gerçekleşiyor. Özellikle girişteki baskın, araç kovalama, yelkenli ve uçak sahnesinin biri bile başka bir filmde olsa günlerce konuşulacak cinsten. Bungee-jumping de ayrıca tat katıyor.

-Tenet’in adı gibi tüm filmin bir palindrom olacağını hissetmiştim ancak onun yerine çok etkileyici bazı sahnelerle yetindim.

-Film ile ilgili bilgiler netleşirken Robert Pattinson’ın adının geçmesi beni hem şaşırtmış hem de yalan söylemeyeyim üzmüştü. Ekranda çok ısındığım bir isim değildi bu filme kadar. Washington’dan daha çok beğendim kendisini.

-Film ne kadar keyif verirse versin bu konuya 150 dakika çok fazla. Beyin yakan cinsinden olduğu için Nolan’ın ‘Anlamaya çalışma, hisset’ mesajları da işe yaramıyor. En az 10-15 dakikası rahatlıkla kısaltılabilir. Bir Bollywood aşığı olarak bunu söylerken uzun filmleri de gayet sevdiğimi belirteyim. Hala söyleyecek sözü, anlatacak konusu varsa değil 150 dakika 300 dakika olsa izlerim.

-Estonya, İtalya, Hindistan, Danimarka, Norveç, ABD ve İngiltere olmak üzere 7 ülkede gerçekleşen çekimlerde Hindistan’ı da görmek beni mutlu etti. Türkiye de olsa tadından yenmezdi :)

-Eski yazılarımdan birinde ‘Nolan bende Çağan Irmak etkisi yarattı’ demiştim :) Bu sözüm bu filmde çok etkili olmasa da yine kendini gösteriyor. Aile dramı olmadan olmazdı zaten.

-Film boyunca Debicki’nin boyu o kadar gözüme çarptı ki… 1.90’lık Debicki’nin oyunculuğu kadar boyuyla da neden bu filmde yer aldığını ilerleyen sahnelerde anladım.

-Hans Zimmer’in ezgilerinin yokluğunu ben çok hissettim. Zimmer başka bir film için çalıştığından bu görevi üstlenen Ludwig Göransson yer yer iyi iş çıkarsa da bazı kısımlarda sesin de yüksek olmasından rahatsızlık verdi bana.

-Gerçekliğe çok önem veren Nolan, neredeyse tüm sahneleri gerçek ortamlarında çekmiş. Görsel efekt çok az. Kullanılan kamera ve tekniklerle konuya ısınmanız zor olmuyor.

-Görüntü yönetmenliğini Hoyte van Hoytema yaparken, kurgusu en zor filmlerden biri olan Tenet’in bu konuda sorumluluğunu üstlenen isim ise Jennifer Lame. ‘Frances Ha’, ‘Manchester by the Sea’, ‘Hereditary’ gibi daha çok karakter draması filmlerinin kurgusunu yapan Lame, aksiyonu bir an bile düşmeyen, dövüşen iki kişi işin zamanların farklı aktığı bu filmle bence ne kadar ödül varsa almalı. Bu anlamda kamera arkası ve hazırlık sürecini gerçekten çok merak ediyorum.

-Pandemi olmasa 17 Temmuz’da vizyona girecek film iki kez ertelenmişti. 26 Ağustos’ta Avrupa ile Türkiye’de vizyona giren filmin ABD vizyon tarihi 3 Eylül.

Görüş birliği yok

Şimdi başa dönecek olursak, Tenet çok zor günler geçiren sinema sektörüne can suyu olabilecek mi?

Eleştirmenlerin bir kısmı senaryoyu karmaşık ve detaylar altında ezilmiş bulurken ve sinemaya gitmeye değmeyeceğini söylerken bir kısmı da filmin tam bir şaheser olduğu görüşünde. IMAX teknolojisi ile birlikte ‘mutlaka izlenmeli’ görüşü ağır basıyor. Ben yazımı yazarken filmin IMDb puanı 8.3, Rotten Tomatoes puanı ise yüz üzerinden 83. Oldukça istikrarlı!

Basın gösteriminde izleyen biri olarak sanırım birçok sinemaseverin izleyeceği salonlardan daha kalabalık bir salonda izlediğimi söyleyebilirim. Pandemi sonrası ilk ve söz konusu Nolan olunca ilgi yüksekti. Salonda boş koltuk fazla kalmadı ve bu da birbirlerini az çok tanıyan, sık sık birlikte film izleyen yazarlar arasında bile gerilime neden oldu. Yani işin kısası tüm sektörü kurtarması için bu dönemde bir filme bel bağlamak saçma. İnsanlar yolda yürürken bile etrafındakilerden tedirgin olurken sinemada 2.5 saat yan yana film izlemek öyle çok kolay geçilecek bir aşama değil. Üstelik bazı sinema salonlarında mısır ve kola ücretsiz verilirken ve insanlar çatır çutur o mısırları yerken… Ben normal zamanda bile buna dayanamıyorum.

Bu çok önemli sorunun cevabını seyirci verecek. Biz de hep birlikte göreceğiz…

Yazının devamı...

"Hit şarkıya gerek yok"

Emre Şakar’ın adını bugüne kadar ünlü isimlere verdiği hit parçalarla duyduk. Reynmen’in seslendirdiği ‘Derdim Olsun’, Enes Batur’un ‘Dolunay’ ve ‘Biliyom’, Burak King’in ‘Bi Sonu Var Mı’, Mustafa Sandal’ın ‘Masum Gibi’, Fulin’in ‘Dizimde Yara’ şarkıları Şakar imzası taşıyor. Şarkıları bugüne kadar bir milyardan fazla dinlenen Şakar, sonunda kendi seslendirdiği ‘Sarıl Bana’ adlı teklisini de yayınladı.

Şimdiye kadar bir şarkıcı (yorumcu) olarak görülmediğini ve kendisi için doğru zamanı beklediğini anlatan Şakar, bundan sonrası için de önemli olanın hit şarkı yayınlamak değil sevdiği şarkıları seslendirerek ilerlemek olduğunu söyledi.

- YouTube gibi dijital platformlar yeni şarkılar, şarkıcılarla dolu. Hepsi çok tıklanmanın peşinde ancak sizin şarkılarınız aradan hemen sıyrılıyor. Sadece ‘Derdim Olsun’ 300 milyona yakın izlenmeye sahip. ‘Tutan şarkı yazmanın sırrı nedir?’ demeyeyim ama bir püf noktası var mıdır bunun?

‘Derdim Olsun’ herkesin kendi derdini yüklediği bir şarkı oldu. Bugün kime dokunsanız dert anlatır halde. O yüzden bazı kilit cümleler iyi melodiyle insanları içine çekiyor. Ben yazarken bu matematiği çok düşünmüyorum ama ilham dediğimiz şeyin ne zaman nerede neyi yazdıracağını ben de bilemiyorum. Ama zamanla öğrendiğim başka bir şey var. Şarkılarımı bitirdikten sonra onları nadasa bırakıp sonra dinleyerek, ekleme ve çıkarmalar yapıyorum artık. Önceden yapıp veriyordum. Şimdi daha sakin ve daha emin hamlelerim oluyor. Ve hissettiğim gibi yazıyorum.

- Uzun zamandır sektörde olan biri olarak ilk single’ınızı neden şimdi çıkardınız?

Aslında beni şarkıcı gibi görmediler önceleri. Sonra birkaç feat çalışmam oldu. Kendim için doğru zamanı beklemiştim. Şimdiye kısmet oldu. Zamanla daha da farklı projelerle sık sık piyasada olacağım. 2020 ve 2021 için yaklaşık 7 proje düşünüyorum. Bir de en önemli nokta hit şarkı olması değil, kendi sevdiğim tarz şarkılar yapmak istedim ve öyle devam edeceğim.

Neşet Ertaş’tan, Zeki Müren’den böyle öğrendim

- Dinleyenlerin özellikle şarkılarınızın sözlerine dikkat etmesini istiyorsunuz. Günümüzde iki anlamsız sözü bir araya getirip şarkı yapan ve nedense bir şekilde dinlenenler var. Ancak kalıcı olmak için hikâye şart değil mi?

Yaşadığımız her şeyin bir hikâyesi var aslında. Ben duygularımı anlatırken daha içten ve daha derin yazmayı seviyorum. Evet ülkemizde kolay kelimeler ve kolay melodiler bir yere gelmiş gibi gözüküyor ama o işlerin zamanla öleceğini ve bir saman alevi gibi yok olacaklarını da iyi biliyorum. Binlerce örneği var. Ben yapmak için değil sanat için müzik yapıyorum. Şarkılarım da hikâye anlatırken insanların o şarkımdan farklı duygular hissetmesini istiyorum. Ben Neşet Ertaş’tan, Zeki Müren’den ya da Müslüm Gürses’ten böyle öğrendim ve iyi bir öğrenci olduğumu da biliyorum.


- Bildiğime göre kendinizi asosyal olarak nitelendiriyorsunuz? Çok çalışıyorsunuz, stüdyodan çıkmıyorsunuz anladığım kadarıyla ama yaşanmışlıkları olmayan birinin şarkı yazması da zor değil midir?

Yaşanmışlıkların getirdiği bir asosyallik süreci diyelim. Onu tükettiğim zaman tekrardan insanların içerisine karışmam gerekliliğini biliyorum. İhtiyaç duyduğum zamanlarda çıkıp alıyorum aslında. Daha sosyal olmaya da gayret gösteriyorum son dönemlerde…

- Verdiğiniz şarkıların düzenlenmesinden klibine kadar her aşamasına karışır mısınız?

Aslında şöyle aranje safhasına ben şarkıyı çok hazır bir şekilde veriyorum. Aranjörlerin işini daha da kolaylaştırıyorum. Benim iyi anlaştığım aranjörler var. Onlarla çalışmam daha kolay oluyor. Ama ille de sanatçı ben başka bir aranjörle çalışırım derse de sıkıntı olmuyor benim için. Şarkıyı yaparken ara sesleri ve klip düşüncelerini de belirtiyorum hepsine. Sonrası onlara kalıyor…

- Sırf o kişi şarkınızı okusun ya da onun sesinden dinlemek için ücretsiz verdiğiniz şarkılarınız oluyor mu? Yani genelde teklif sizden mi gidiyor karşıdan mı geliyor?

Bugüne kadar ücretsiz şarkı vermedim. Vermeyi de düşünmüyorum. Evet tanış boyutuna göre rakamlar değişebiliyor ama ille de o okusun diye kimseyi düşünmedim. Teklifler ise sanatçılardan geliyor.

- Şu an hazırda kaç şarkınız vardır?

Bilgisayarıma bakıp saydım şimdi. Hazır 27 şarkım yarım kalan da 11 şarkım varmış

- Yayınlandığı zamanda istediğiniz değeri görmediğini düşündüğünüz ancak ilerde anlaşılacağını hissettiğiniz şarkılarınız var mı?

Şu an için benim şarkılarımı benden daha popüler birisi yaptığı zaman daha çok dinleniyor. Bunun sebebi benim solist olarak çok fazla gözükmememdi. Bu ilk işin ardından zamanla bu değişecektir diye düşünüyorum.

- Son olarak, siz en çok kimin sözlerini beğeniyorsunuz ve şarkı yazarlarına tavsiyeleriniz ya da söylemek istedikleriniz neler var?

Tavsiye değil isteğim var. İçi dolu şarkılar yapılsın. O kadar çok hikâyemiz var ki, o hikâyeler anlatılsın. Tek isteğim budur. Beğendiğim isimlere gelince, eski dönemlerde çok isim var saymakla bitiremem. Ama yeni dönemden isim verecek olursam kalemlerini ve melodilerini beğendiğim Burak King, Sura İskenderli ve Ezhel diyebilirim.

Yazının devamı...

Sütlaç için adalet!

Sakarya’da evinin bahçesinde sabaha karşı silahla öldürülen kedi #sütlaçiçinadaletistiyoruz !

Hayvanlara yapılan işkenceleri gördükçe insanlığa dair azıcık kalan duygularımın da yok olduğunu hissederken geçtiğimiz günlerde yüreğimi parçalayan bir olay daha oldu.

Bu olayı direkt Meltem Çağlayan’ın anlattığı şekilde aktarmak istiyorum:

Evimizin bahçesinde vurdular


Destek verin

Bir canın sorumluluğunu almak, ona bağlanmak bambaşka bir şey. Bu duygunun bu dünyaya ait olduğundan bile artık şüpheliyim. Bunu kendi yaşadıklarımdan örnekle şöyle anlatabilirim:

Yıllarca direndim. ‘Bakamam’ dedim. ‘Çalışıyorum, bu sorumluluğu alamam’ diye ısrar ettim.

Sonra bir an geldi. 2019’un 5 Eylül’ü… Akşamüstü… Tam apartmana gireceğim sırada bir bez parçasının üzerinde ıslak, üşüyen bir çift yeşil göz gördüm. Bir de kulakları… ‘Vücudundan büyük kulakları var’ diye eğlence konusu oldu arkadaşlarım arasında…

Bir saniye bile tereddüt etmediğimi hatırlıyorum. Sanki bunca zaman birbirimizi beklemiştik. Elimi uzattığım anda kucağıma atladı, boynuma sokuldu, eve girdik ve her şeyi o kapının ardında bıraktık.

Kardeş olayı benim için hep önemliydi. Çınar’dan sonra – Pınar ile uyumu ve anlamından dolayı bu ismi verdim- bir kediyi daha evlat edineceğimi biliyordum. Uzun sürmedi. Bir ay sonra saklandığı arabanın altından çığlıklarıyla durdurdu beni. Annem yanımdaydı. ‘Acaba annesi buralarda mıdır?’ diye bakındık göremedik. Belli ki kaybetmişlerdi birbirlerini. Korkusu hırçınlaştırıyordu. Aldık yanımıza, çıktık eve. ‘Pier’ dedim adına. Rıhtım, iskele anlamı… Hırçınlığının sadece korkusundan olmadığını anladım. Tüm vücudunu böcekler sarmıştı. Benim siyah tüylü sandığım boğazından başlayıp göbeğine kadar olan kısım meğerse kar beyazıymış. Bir haftalık ilaçlama ve temizlemeden sonra anlayabildik.

Pınar, Çınar ve Pier… Benim küçük çekirdek ailem…

Çınar ve Pier aşkı meşhurdur mesela benim çevremde. Hava çok sıcak bile olsa parmaklarının ucunu dokundurarak uyurlar. Birbirlerini göremediklerinde endişelenirler.

Ben Çınar’ı kısırlaştırmada geç kalınca doğanın kanunu ile Pier hamile kaldı. Çok zor bir doğum atlattık. Üç gün çalışma masasının altında ellerimi tutarak sancı çekti. 26 Mayıs öğlen 14.30 gibi ilk çocuk doğduğunda göbek bağını bile anne baba birlikte kesti. Ödüm kopuyordu. ‘Aman babayı yanaştırma çocukları öldürür’, ‘Baba çocuklara dokunursa anne emzirmez’ diyenler oldu. Ama… Çınar ve Pier aşkı! Tüm ezberleri bozdu. Benim canım Çınar’ım Pier’e sarıldı, çocukları temizledi, ısıttı… Hani kediler günde 15-16 saat uyurmuş ya… 3 gün uykusuz kaldı o da bizimle. Pier de onsuz doğurmazdı zaten. Sancısı arttığında hemen bir adım ötedeki Çınar’ı miyavlamalarıyla yanına çağırıyordu.

5 çocuktan 2’si yaşadı. Çok üzüldüm, çok ağladım.

Hayatım için Çınar ile Pier’den öncesi ve sonrası diye bahsedebilirim.

Karantinanın ilk ayı ağır bir hastalık geçirdim. Patilerini başıma koyup saatlerce gözümün içine bakışlarını ölsem unutmam mesela. Bazen Çınar konuşacak artık diye bile düşünüyordum…

Şu an ben bu satırları yazarken onlar çocuklarıyla etrafımda koşturuyorlar. Arada bilgisayarın üzerinden geçtikleri için tekrar tekrar yazıyorum. Eğer daha sabırlı bir insan olmak istiyorsanız bu yüzden kesinlikle bir kedi ile yaşamalısınız…

Örneğin tezgâhın üzerine çıkıp bardağı yere düşürdüklerinde ilk düşündüğüm cam parçasının bir yerlerine batmaması... Ya da havaların feci sıcak olduğu günlerde henüz sineklik taktıramadığım için teras kapılarını, pencereleri açmadığım günler oldu. Onları beşinci kata çıkarıp sonra da ‘Hadi dolaşın etrafta’ diyemezdim. Bir fırının içinde gibi yaşadık günlerce ama önemi yoktu… Sağlıklılardı ya hepsinden önemlisi buydu.

Bana neşeden, huzurdan başka bir şey getirmediler. Dışarı çıktığımda eve koşa koşa gelmemin en büyük nedeni onlar.

Fakat… Dünya kötü ruhlarla dolu. Dilleri olmayan, insana sadece mutluluk veren, şu dünyada 3 – 4 kiloluk yer kaplayan bu hayvanların bir şekilde hayatta kalmasını kaldıramayan kötü ruhlar…

Yukarıda uzun uzadıya anlattığım benim sadece bir yılda yaşadıklarımın ufacık kısmı. Meltem Hanım ve ailesi Sütlaç’a tam 6 yıl gözü gibi baktı. Bu şekilde ayrılmak acıların en büyüğü, en vahşisi. Yaşadıklarını aklım hayalim almıyor.

Sosyal medyada #sütlaçiçinadaletistiyoruz başlığıyla katilin bulunması ve bir an önce hayvan hakları yasasının çıkması için bir kampanya başlatıldı. Eğer bu yazıyı okuduysanız ve bu kampanyadan haberiniz olduysa lütfen desteğinizi esirgemeyin.

Gelişmeleri ve inanıyorum ki katilin yakalandığını buradan ve sosyal medyadan size duyuracağım.

Yazının devamı...

Sahi, bizim evimiz neresi?

“İnsan nerede yaşayacağını nasıl seçer?

Hangi şehir? Hangi semt? Hangi sokak?

Ya da hangi yarım küre?

Afrika’da? Belki Güney Kore ya da Fransa’da?

Herkesin rotası evine çıkıyormuş;

Peki, evimiz nerede?”

Bu sözler fotoğrafçı Dilan Bozyel’in ‘Paris-Beyrut Mutluluk Hattı’ kitabından… Bozyel, yaşayacağı, daha doğrusu mutlu olacağı şehri fotoğraflayarak arıyor. İlk durak Paris ve Beyrut hattı… İki şehirden fotoğraflar, anılar, önyargılar, sürprizler hepsi bu kitabın konusunu oluşturuyor. Hayatın getirdiklerinin ardından “Önyargılarımın yarattığı kuralları Eyfel Kulesi’nin önündeki çöp kutusuna attım” diyen Bozyel, fotoğraflar eşliğinde mutlu olacağı şehri aramaya devam edecek. Bize de yayınlayacağı kitaplarla eşlik etmek düşecek.


-Diyarbakır – İstanbul – Londra ve tekrar İstanbul hattında geçmiş hayatınız. Nasıl bir yolculuktu bu? Dilan Bozyel’in bugünkü üretimlerine nasıl katkılar sağladı?

Bir de üstelik (Kıbrıs) Limasollu anne ve Liceli babanın dört çocuğundan biri olmak! Farklılıkların aynılığı ile kültür ve medeniyet çeşitliliğini bir elekten geçirerek hayata manevi açıdan zengin bir bakış açısı, dolayısıyla zengin bir sanat üretim disiplini kattım hayatıma tutamlar halinde.

-İstanbul’u merkez noktası yaparak tüm dünyada çalışmalar yapıyorsunuz, projelerde yer alıyorsunuz… İstanbul’un bu konuda nasıl avantajları var sizin için?

İstanbul benim için pergelin sabit ucu. Hem mesafelerin orta noktası hem de iş hayatımın atar damarı olduğu için yaşamımda bir süredir kolaylık sağlıyor. Bir yandan da bu şehirde Anadolu kültüründen kopmadan, batı medeniyetine yakın yaşamak bakış açımı dinamik ve üretken kılıyor.

-“Ya hep gitmek istiyorum ya da hep kalmak. Bu beni kimi zaman yoruyor” demişsiniz kitabınızın giriş sayfalarında… Bir yanda kalıp güvenli alandan çıkmamanın rahatlığı, diğer yanda perili arazilerin keşfi… Mutlaka biri daha ağır basıyordur? Hangisi?

Perili arazilerin çağrısı aklımı kaplıyor çoğu zaman. Yabani bir içgüdü bu sanırım, keşfetmek veya seyyahlık kendimi daha güvende hissetmemi sağlıyor. Güvenli alanı mekân ve boyut olarak tanımlamıyorum çünkü.

“Siyah-beyaz fotoğraf izleyiciyi oyalamaz”

-‘Fotoğraflar neden siyah – beyaz?’ diye soracaktım ancak siz cevaplamışsınız. Sıkıcı sessizliği aniden bölen bir öksürüğe benzetmişsiniz siyah – beyaz fotoğrafları. Bunu biraz açar mısınız… Siyah – beyazın daha ağır olduğu düşünülür genelde çünkü. Sizin yüklediğiniz anlam daha canlı daha renkli hissettiriyor.

Siyah-beyaz fotoğraflar, derdini dikkat dağıtmadan vurgular. Tahminimce, "Daha ağır" tanımınız siyah-beyaz fotoğrafların geçmiş zamanı bugüne taşımasından kaynaklanıyor. Algımıza, dramatik ifadeli birçok siyah-beyaz fotoğraf kodlanmış olduğu için pozitif ya da negatif bir önyargınız oluşmuş olabilir. Oysa; kalabalığı, uyumsuzluğu ve hatta belirsizliği ortadan kaldırır bu iki renk. Hayattan bahsederken, izleyici oyalamaz. Bu da daha canlı, daha hayatın içinde hissettirir. Tıpkı "Sıkıcı sessizliği aniden bölen bir öksürük" gibi.

-Kitabın konusu Paris ve Beyrut… Yaşamak istediğiniz iki şehir ve bu konumlarda aradığınız mutluluk. Beyrut’a ‘Orta Doğu’nun Paris’i derler… Aslında birbirinden oldukça farklı iki şehir. Peki, bir insan yaşamak için neden bu kadar birbirinden farklı yerleri seçer? Neden Avrupa’daki iki şehir değil mesela?

Beyrut'un Arap kültürüyle harmanlanmış Frankofon bir şehir olmasının yanı sıra kitabın siyah-beyaz fotoğraflardan oluşmasının temel nedeni iki şehrin farklılıklarını ortadan kaldırmak. Fotoğraflarda diğer renkler olmadığı için şehirlerin modernleşme izleri göze çarpmıyor dolayısıyla benzerlikler ve hatta aynılıklar vurgulanıyor. Mesela fotoğraflardaki yüzlerin ifade benzerliği gibi… Kitabın Fransız Kültür Merkezi'nde açtığımız sergisinde, sergilenen fotoğrafların büyük baskılarının yanında özellikle şehir isimlerini yazmamıştım. Ziyaretçilerden birçoğu Paris'ten fotoğrafları Beyrut'ta çektiğimi zannetmişti. Tam da istediğim gibi!Kitabı oluşturan duygu durumu ise bu iki şehir değil aslında, sadece mutluluk olgusu arayışı. Paris ve Beyrut, kitabın bütünlüğünü sağlayan yardımcı ögeler. Bu arada, ileriki dönemlerde yayımlanacak kitabın devam serisinde Avrupa'da iki şehir olacağı gibi Ortadoğu'dan da iki şehir olacak.

-Kitabı yazarken kendinize sınırlar da koymuşsunuz… Filmlerde gördüğümüz şeftali ve çiçek kokan kadınlar olmayacak, Eyfel Kulesi olmayacak gibi… Ancak hayatın akışında bunların bazıları pek mümkün olmamış. Bu sürprizlerin heyecanı satırlarınızdan belli oluyor. Neden başta bunlara yer vermek istemediniz?

Bu sürprizler, muazzam bir öğreti oldu bana. Bu sebeple bilhassa açıklamalarıyla yer vermek istedim sayfalar arasında. Celaleddin-i Rumi kadar önyargısız olmak isterdim bu hayatta, lakin ben de yaşamın münasebetsiz baskılarından nasibimi alıyorum kimi zaman. Film sektörünün tüm tarihi boyunca süregelen cinsiyetçi vurgusunun Fransız kadınlarına biçtiği erotik imaja tavrımdı bu notum. Fotoğraf paylaşımı sağlayan sosyal medya platformlarının da olumsuz etkisiyle bir hayli bayağılaşmış turistik şehir tanıtım içeriği olmamasını istedim Eyfel Kulesi kararımı verirken. Fakat 1887 senesinde yapımı başlanan bu kule, bana kendini turistlerin göremeyeceği şekilde gösterdi. Zaten olmasını dilediğim gibi oluşacakmış bu fotoğraflar meğer… Önyargılarımın yarattığı kuralları o Eyfel Kulesi fotoğrafımdaki çöp kutusuna atmam gerektiğini öğrenmiş oldum bu neticeyle.

-Çok sevmenize rağmen yeri geldiğinde eleştirmekten de geri durmuyorsunuz bu iki şehri… Hatta bir noktada ‘Ege’ye haksızlık olmuyor mu’ diye de sorguluyorsunuz… İki şehirde gördüğünüz en büyük eksiklikler ya da sorunlar neler?

Kitabın konusu dâhilinde konuşursak; yaşamda, şehirlerde, insanlarda ve hatta bazen bitki örtüsünde bile gördüğümüzü sandığımız eksikliklerin sadece kendimizle alakalı olduğunu düşünüyorum. Neden arayışla uğraştığımı, arayış dürtüsünün keskin etkisini sorguluyorum bu eleştiri ile, yine yardımcı öge olan şehirlerden yardım alarak.

-Kitabın girişinde “Herkesin rotası evine çıkıyormuş. Peki, evimiz nerede?” diye soruyorsunuz…Sizin rotanız benim anladığım kadarıyla daha çok Beyrut’a çıkmış :) Orayla yaşadığınız aşk çok daha başka. Yanılıyor muyum?

Oysa, tam şu an bana bu iki şehirden hangisinde olmak istediğimi sorsanız ‘Paris’ derdim. Kitabımın okuyucuda/izleyicide yarattığı bu oyunla bir hayli tatmin hissediyorum; ve sürpriz! Bu şehir seçimini yapan sizin bilinçaltınız aslında. Siz bu düşünceye kapılırken ben başka şehirlerde mutluluk dışındaki olgular ve duygu durumları ile evimi aramaya devam ediyorum. Kitabın devamında görüşmek dileğiyle :)

-Peki, Karantina dönemi sizi nasıl etkiledi? Bundan sonrası için ne gibi planlarınız var?

İşte en zor soru geldi! Elimden geldiğince mantıklı olmaya çalışıyorum bu dönemi geçirirken. Ben de herkes gibi ilk haftalarda yoğun ruhsal gelgitler içinde alabora olmamaya çalıştım. Hâlâ sonu belirsiz bir dönem olduğu için daha sakin ve daha korunaklı yaşamaya çalışıyorum. Eski, normal hayatıma kolay kolay güvenle döneceğimi sanmıyorum bir süre daha. Bu global sağlık krizi ile ilgili ne kadar olduğunu bilemediğim bir dozdan fazla düşününce akıl bulanıyor sanırım. Özetle bu dönemi kendimi oyalayarak geçiriyorum diyebilirim. Yayınevim ile kitabımın devam serisinin zamanlamasını seyahat engellerinden ötürü değiştirmek zorunda kaldık. Bu arada okuyucular ile iletişimimi kesmek istemediğim için Kafa Dergisi'nde son altı yıl, her ay yazdığım fotoğraf hikâyelerini derlediğim yeni bir kitabın hazırlığına başladım. Hayatın bundan sonrasını planlamak yerine bugünü aklıselim değerlendirmeye çalışıyorum. Zamanla hep birlikte göreceğiz… Önce gezegenimiz sağlığına dilerim tez zamanda kavuşsun sonra üretimlerimizi her zaman olduğu gibi paylaşmaya devam ederiz zaten.

Dilan Bozyel ile kısa kısa…

-Bugüne kadar nerelere gittiniz?

Bugüne dek çoğu Ortadoğu, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerine ulaştım.

-Mutlaka tekrar gidip görmek isteyeceğiniz yer neresi olur?

Mekke ve Kahire

-Fotoğraf açısından sizi en çok mutlu eden yer neresi?

Venedik ve Trablusşam

-Fotoğraf çekerken en çok zorlandığınız yer neresi?

Diyarbakır ve İstanbul

-Paris ve Beyrut’ta bahçe katı bir ev mi, çatı katı mı?

Çatı katı!

-Paris’te ve Beyrut’ta en sevdiğiniz mekânlar?

Paris, Sen Nehri köprülerinin altına uzanan merdivenler, Pere Lachaise Mezarlığı / Beyrut, Güvercin Kayalıkları ve Ermeni Mahallesi'nin ara sokakları.

-İki şehre gitmeyi düşünenlere mutlaka ne yapmalarını önerirsiniz?

Önce kitabımı okumalarını :)

-İstanbul’da mutluluk en çok hangi semtte?

Galata, özellikle Mevlevihane'nin arkasındaki Sessizler Evi

-Gittiğiniz yerlerden neler alırsınız genelde?

Yüzük

-Fotoğrafçılıkla ilgilenenlere 3 tavsiyeniz ne olur?

Yalnız vakit geçirmek, sakin düşünmek ve bol gözlem yapmak

Yazının devamı...

Klasiklere sığındık

Hem telif ihlali hem de sesli kitap coştu

Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından 2 yılda bir düzenlenen ‘Türkiye Yayıncılık Kurultayı’ tamamlandı. Koruma yasasından dağıtıma, okuma kültüründen e-ticarete kadar tüm boyutlarıyla ele alınan yayıncılık sektöründe pandemiyle beraber telif ihlalinin zirveye çıktığı açıklandı. İnternetten ücretsiz bir şekilde kitapların pdf’leri paylaşılırken diğer yandan sesli kitaplara büyük ilgi olduğu belirtildi. Ayrıca, pandemi boyunca en çok klasiklerin okunduğu da ifade edildi.

“Dünya bir kaza geçirdi ve her kazada olduğu gibi hayat bir daha bu kazadan önceki gibi olmayacak.” Bu sözler, önceki gün tamamlanan Türkiye Yayıncılık Kurultayı’nın açılışında konuşan dünyaca ünlü Lübnanlı yazar Amin Maalouf’a ait.

Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından 2 yılda bir düzenlenen ve bu yıl 9.’su yapılan Kurultay’ın ana konusu tabii ki pandemiydi. ‘Yayın Dünyasında Yeni Dönem’, ‘Yayıncılıkta Dijital Seçenekler’, ‘Telif Haklarında Olası Gelişmeler’, ‘Kitap Tedarik Zincirinde Yeni Dönem’, ‘Yazılı Kültürü Koruma Yasası İçin Yeni Bir Yol’ ve ‘Okuma Kültürümüz ve Geleceğe Bakış’ başlıklı 6 oturum düzenlendi. Yurt dışından 12, Türkiye’den de 46 olmak üzere 58 konuşmacı şimdiki durumu ve yapılması gerekenleri anlattılar. Yayıncılık sektörüyle alakası olmayan kişilerin de önemli bilgiler edinebileceği bu konuşmaları dinlerken oldukça duygusal ama gerçekçi bir hava vardı.

Çünkü, Maalouf’un dediği gibi, büyük bir kaza geçirdik. Üstelik tüm dünya aynı araçtaydı ve hâlâ da süren bir kaza... Yaralarımızı nasıl iyileştirebileceğimizi bile henüz bilmiyoruz. Ancak, bu süreçte çok büyük iki yol arkadaşımız var. Biri müzik, diğeri de kitaplar.

Çocuk kitaplarında %200 artış

Evlere kapandığımız bu günlerde kitaplara sımsıkı sarıldık. Türkiye Yayıncılar Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Kenan Kocatürk, bu günlerde özellikle online kitap satışlarının yüzde 100, çocuk kitap satışlarının ise yüzde 200 arttığını söyledi. Kargocular, gerçekten çok zor şartlarda çalışarak yeri geldiğinde bisikletleriyle yeri geldiğinde kaykaylarla siparişleri ulaştırmaya çalıştı.

Peki, bu süreç başka neleri değiştirdi?

Kurultay’dan aldığım bazı notlar şöyle:

-Kurultayı 2 günde toplam 500 kişi takip etti. Videolar Türkiye Yayıncılar Birliği’nin sosyal medya hesaplarından yayınlandı. Tekrar tekrar izlenebilir…

-Uluslararası Yayıncılar Birliği (IPA) Başkanı Hugo Setzer’den Amerikan Yayıncılar Birliği Başkanı Maria A. Pallante’ye kadar yayıncılık sektörünün uluslararası çok önemli isimleri Türkiye hakkında yaptıkları açıklamalarla gerçekten umut verdiler.

-Pandeminin yayıncılar için ilk kriz olmadığı, Black Friday gibi alışveriş yoğunluğunun olduğu günlerin de kriz yarattığı belirtildi. Gerekli altyapı çalışmalarının bir an önce tamamlanması gerektiğinin altı çizildi.

-E-ticaret sitelerinin çok yüksek indirimler yapmalarının yayıncılık sektörüne büyük darbe vurduğu defalarca ifade edildi ama bu konuda çözümün kolay olmayacağı açık.

-Telif haklarında yaşanan ihlallerin bu dönemde kitapların ücretsiz bir şekilde internetten yayınlanmasıyla had safhaya çıktığı vurgulandı. Ve bununla savaşılması gerektiği anlatıldı.

-E-kitabın değil asıl sesli kitap pazarının büyük bir gelişim gösterdiği açıklandı. Koşuşturma içindeki insanlar yolda giderken, evde iş yaparken kitapları da kaçırmamanın yolunu sesli kitapta buldu. Ancak bazı konuşmacılar sesli kitabın maliyetli bir iş olduğundan bahsederken bazıları da aksini savundu. Yatırımcı için burada en önemli konu sanırım kitabı kendimiz okuyor hissini verecek iyi okuyucular bulmakta…

-Pandemi günlerinde en çok klasikler satıldı. Anladığım kadarıyla bugüne kadar bir türlü istediği zamanı ayarlayamayıp klasikleri okuyamayanlar bu süreçte bu alandaki eksiklerini tamamlamaya çalıştı.

-“Kitabevi olmadan yayıncılık test edildi” denildi… Ve başarılı olması kitabevlerinin geleceği için üzücü...

-Sektörün zayıf yanları konuşulurken aklımda kalan bir söz: “Zincirler, en zayıf halkaları kadar güçlüdürler.”

-Küçük yayıncılar kadar büyük yayıncılar da dağıtım konusunda ciddi sıkıntı yaşıyor. Hangi şubede kaç kitaplarının olduğunu kontrol edemiyorlar. Küçük yayıncılar büyüklerin bunu yapabildiğini iddia ederken, büyükler konuya dâhil olup kendilerinin de sorunlar yaşadıklarını anlattılar.

-Satışta çoklu kanallar, kanallar arası geçiş şart. Bu ne demek? Okuyucu, istediği kitabı birçok kanala tek bir yerden ulaşarak alabilmeli. Kitabı alırken yorulmamalı. Yayıncıların web siteleri, sosyal medyaları, satış kanalları birbirine entegre olmalı.

-İlk baskı adetlerinin kritik olduğu belirtildi. Telifler, vergiler, masraflar gibi harcama kalemleri nedeniyle daha detaylı incelenmesi gereken bir konu.

-İadelerin çok maliyetli olduğu ve bu konuda da iyi bir yazılıma ihtiyaç olduğu vurgulandı.

-Merakla beklediğim konuşmalardan biri şair ve yazar Murathan Mungan’ın kapanış konuşmasıydı. Kitaplı bir yazar olarak 40. yılında olan Mungan, biraz şaşırdığım bir konuşma yaptı. Öncelikle sadece virüs salgını olmadığını söyleyen Mungan, “Aynı zamanda cehalet, umarsızlık, kayıtsızlık, zulüm ve şiddet salgını da var” dedi. Fakat bu olumsuz havanın gerçek bir “Her şeye rağmen” ilerleyerek, her zaman daha iyisini yapmaya çalışarak aşılabileceğini söyledi.

-Mungan, “Kitapla ilişkime e-kitabı koyamıyorum” diyerek kendisinin e-kitap konusuna neden mesafeli durduğunu, kitapları okurken, hatta kitap alışverişi yaparken bile neler hissettiğini anlattı. Karşısında dijitalleşme çalışmalarını hızlandıran, yeni yazılımları konuşan yayıncılara, basılı kitabın önemini bir kez daha hatırlatmış oldu. Ayrıca internette çok fazla yanlış bilgi olduğunu da anlattı. Yayıncıların bir görevinin de okur yetiştirmek olduğunu söyleyip, basmayı tercih edecekleri kitaplara buna göre karar vermeleri gerektiğinin altını çizdi.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.