SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Tıkanırcasına yemek yer misiniz?

Tıkanırcasına yeme bozukluğu, kişinin duygu durumuna göre ve kontrolsüzce gerçekleşen bir tür yeme bozukluğudur. Takıntılı bir yeme bozukluğu olan tıkanırcasına yeme bozukluğu (TYB), kişinin zorlanana kadar yemesi, bazen öğün anında bazen de öğün saatleri dışında duygusal zorlanmalarını bastırmak için yemek yemeyi kullandığı bir tür savunma mekanizmasıdır.

TYB birçok insanın belirli düzeylerde kullandığı bir savunma mekanizmasıdır. Kökenleri bebeklik evresine dayanan bu davranışın oluşum aşamasına baktığımız zaman yine bir yeme eylemi karşımıza çıkmaktadır. Anne kucağında süt içen bebeğin, kendisi için en güvenli ve sıcak ortam olan anne kucağında zorlandığı duyguları içselleştirmesi,  gelecekte yeme eylemi ile zorlandığı duyguları içe almayı kolaylaştırmasının zeminini oluşturmaktadır.

Biraz daha detaylandıralım…

Bebek dünyaya geldikten sonra özellikle ilk 2 yılında neredeyse tüm duyguları deneyimleyecek yaşantılara sahip olur. Bebeğin kendisini annesinde ayrı bir canlı olarak görememesi bebeğin duyguları içselleştirmesini oldukça zorlaştırır. Annenin ona yansıttığı duygular, annenin duyguları ve bebeğin kendi ürettiği duyguların tümünü içselleştirmeye çalışan bebek için işler epey karmaşık bir hal alabilir. Bu kısmı bir örnek ile açıklamak istiyorum;

Anne ile baba tartıştıktan sonra anne bebeği kucağına alır ve annesinin o anda babaya karşı ürettiği tüm duygular henüz canlıdır. Bu duygular kabaca nefret, öfke, korku, çaresizlik, rahatsız edilmiş, incinmiş, güvensiz, bunalmış, yalnız vb duygular olabilir. Bebek bu duyguları hissediyor ancak duyguların kiminle ilgili olduğunu, kime karşı olduğunu, kendi duyguları mı yoksa annenin duyguları mı olduğunu, bu duygularla ne yapması gerektiğini bilmemekle beraber zaten bunları bilişsel bir zemine oturtacak düzeyde mental potansiyele de sahip değildir. Onun için annenin duyguları kendisine yöneliktir ve tamamen doğrudur. Bebeğe yansıyan bu duyguları bebeğin içselleştirmesi tabiî ki çok zordur ve bu zorluğu kolaylaştıran bir yer var, süt içip rahatladığı anne kucağı…

Bebek anneden gelen bu duyguları kendisi için en güvenli alan olan anne kucağında süt içerken içselleştirir ve yeme eylemi ile duyguyu içeriye alma döngüsü burada birleşerek duygusal yeme bozukluklarının zeminini oluşturur. Bebeğin ilerleyen yaşlarda zorlandığı duyguları içselleştirirken yemekle bastırması, bir anda gelen yeme atakları, duygu ve düşünce olmaksızın tıkanırcasına yemek yemesi,  ne kadar yediğinin bile farkında olmaması, mutfağa girdikçe bir şeyler yemesi bu bozukluğun olası davranışsal özellikleridir.

TYB olan danışanlarla çalışırken öncelikle öykünün alınması, tekrarlayan duyguların belirlenmesi, duyguların ateşlenmesi ile baş etme yollarının belirlenmesi çalışmanın zeminini oluştururken, duygularını ifade etme becerilerinin artırılması, hangi duygunun kime ait olduğunun netleştirilmesi, eleştirel içsesi kontrol edebilme becerisinin kazanılması, yeme eyleminin sistematik adımlarla kontrol altına alınması ise çalışmanın çözüm aşamasını oluşturmaktadır.  

Tıkanırcasına yeme bozukluğu olan kişilerin sorunu yemek yemeleri değil, hissetlerinin karmaşasında çaresizliklerini yemekle bastırmalarıdır.

Mehmet Murat ALTAN

Psk Dan. / Psikoterapist

Yazının devamı...

Düşünmenin Anatomisi

Düşünce kavramı insanın günlük yaşamda farklı şekillerde kullandığı ve davranışlarını şekillendiren, bazen duygularını belirleyen en temel kavramlardan biridir. Düşünme sistematik veya rastlantısal olarak gelişen ve neticesinde fikirler üretebildiğimiz bir süreçtir. Yapılan bazı araştırmalarda insan beyninin 16 saatlik uyanıklık evresinde ortalama 4000 düşünce ürettiği tespit edilmiştir. Bu düşüncelerin ise yüzde 13’ünün bireyden tamamen bağımsız geliştiği, bireyin hayatına ilişkin olmadığı ve  bireyin çoğu zaman farkında bile olmadığı düşüncelerdir.

Düşünce kavramı psikoterapi alanında da son derece önemli olan, insanın ruh sağlığı açısından irdelenen ve irdelenmeye devam edilmesi gereken bir konudur. Bu alanda bilişsel davranışçı terapistler  gerekli çalışmaları yapmakta ve bu çalışmaları psikoterapi sahasında etkin bir şekilde kullanmaktalardır.

Bu yazımda ise sizlere bir düşüncenin söze veya davranışa dönüşmeden önceki hikayesini anlatmaya çalışacağım.

Bilişsel modellere göre insanın 3 temel zihinsel şeması vardır ve bu şemalar duruma göre aktive olarak düşüncelerimizin çıkış noktası olarak görev yapmaktadır.

3 temel şema;

( Çare/ Çaresizlik )

( Sevilen biri olmak/ sevilmeyen biri olmak )

( Değersiz biri olmak/ Değerli biri olmak )

Bu saydığımız 3 şemanın belli kısımları, herhangi bir konu hakkında ürettiğimiz düşüncelerin çıkış noktası olurlar. Bu noktayı düşüncelerimizin zemini olarak kabul edebiliriz.Birey herhangi bir durumda kendini çaresiz olarak görürse, düşüncelerinin yolculuğu da o yönde olur, sevilmeyen biri olarak görürse düşüncelerinin yolculuğu da o yönde olur.

Bu temel şemalarımızın çocukluk yaşantılarımızın birer mirası olduğunu da belirtmek isterim. Çocukken sevilen, değerli, ürettiğimiz görülen ( çare bulabilen ) biri olarak hissettirildiysek, gelecekte de benzer şemalarla hareket edebilir. Bunun tam aksine değersiz, sevilmeyen, ürettikleri görülmeyen biri olarak hissettirildiysek, gelecekte de bu olumsuz şemalarla hareket ederiz.

Bir konuda bu zeminden hareket eden düşünce üretim sürecimizin ikinci durağı ise ara inançlar olan bir üst katman; varsayımlar, kurallar.

Yaşantılarımız, gözlemlerimiz, ailelerimizin bize yükledikleri ile beraber farkında olmadan bu varsayım ve kuralları edinir akabinde bunlara göre hareket ederiz.

Varsayımlar, belli bir durumda kanıtlanmış bir sonuç olmaksızın ancak doğrulanacağına inanılan çıkarımlardır.  Bu çıkarımları yaparken temel şemamıza göre hareket ederiz. Örneğin sohbet ettiğim arkadaşımın bir an dalgınlaşması ile ‘ beni dinlemiyorsa, bana değer vermiyordur’,

Kurallar, belirli bir durumda fark etmeden geliştirdiğimiz ve değişmez evrensel ilkelermiş gibi baktığımız zorunluluklarımızdır. Örneğin;

Sınavdan iyi not almazsam, ailem beni sevmez.

Sevgiyi hak etmek için sınavdan iyi not almam gerekiyor ( kural )

Düşüncenin bu yolculuğunda eyleme veya söze dönüşmeden önce uğradığı son durak otomatik düşüncelerimizdir. Bu düşünce biçimlerini irdelemediğimiz sürece fark etmeyiz, görüşmelerde irdelenip, danışana fark ettirildikçe değişim için kapıyı aralamış oluruz.

Otomatik düşünceler;

1.Keyfi çıkarsama

6.Kişiselleştirme

8.Zorunluluk ifadeleri

9.Zihin okuma

Bireyin tüm bu süzgeçlerinden geçenler düşünceler,  davranışa veya söze dönüşür.

Altın kural: Psikolojik sağlığımız açısından insanın bazen çaresiz, sevilmez, değersiz; bazen çare üretebilen, sevilen ve değerli hissedebileceğidir. Tüm bunlara rağmen ise olumlu tarafta kalmayı tercih etmesidir.

Bir sonraki yazıda düşüncemizin nörobiyolojisi ve otomatik düşüncelerimiz incelenecektir.

 

Sevgiler

Mehmet Murat ALTAN

Psk Dan. / Psikoterapist

Yazının devamı...

İnsanın psikolojik gelişimi

İnsanın anne karnından, annenin kucağına düştüğü süreçte annesinin kokusundan başka uyaranlara çok da ulaşamadığını biliyoruz, bir de kırmızı renge duyarlıyız anne karnında ancak o dış uyaran o süreçte pek umursadığımız bir şey değil. Koku duyusu herhangi bir filtreden geçmeden beynimize ulaştığı için, bebekler dünyaya geldiklerinde anne kokusunu diğer kokulardan ayırt edebilir.

Anne kucağına düşen çocuk, hayata idi ile başlar ve bu id onu hazza ve özünde hayatta kalmaya odaklar. İd’in kendine has niteliklerini bu yazımda (Ruhsal Aygıt Serisi1 ) bulabileceğiniz için etraflıca açıklamayacağım. Ancak tabii ki temel bir iki özelliğine değineceğim.

İd’in çalışma prensibi haz ve elem arasındadır. Açıkçası "yemek bulursan ye dayak bulursan kaç" gibi düşünebilirsiniz. İd o yemeğe ulaşmak için zaman, mekan, ahlak, suç ve ceza oranı gibi gerçekliği içeren kavramları umursamamaktadır. İd’in amacı hazza ulaşmaktır ve bu haz anne kucağındaki çocuk için anne göğsüdür. Anne göğsüne ulaşmaya çalışırken gerçekliği umursamayan id’in hazza ulaşmasını engelleyen nedenler olacaktır. Örneğin annenin işi vardır ve bebek istediği an anneye ulaşamayınca kendini yalnız, terk edilmiş, istenmeyen hissedebilir ve bu bebek için elemdir, kederdir, acıdır.

Tanıdık geldi mi?

Whatappta mavi tiki gördüğünde karşıdaki cevap vermeyince çıldıranlar parmak kaldırsın. İşte o id, uygun ego kapasiteleri ile sakinleşmezse whatsappta geç cevap verdin diye çok can yanar, çok ilişki biter.

Ego kapasiteleri, bizi gerçeklik zemininde sağlıklı duygulara ulaştıran özelliklerimizdir. Bir kaçından bahsetmeden önce ego sistemi nerede başlar ona bakalım. Ego anne göğsünün ilk geciktiği anda başlar; "bebek istediğim her şey her zaman olmuyor ve benim buna tahammül etmem lazım" diye öğrenmeye başlar. İşte bu tahammül etme kapasitesi egonun ilk kıvılcımıdır. Ancak tahammül etme şekli ise savunma mekanizmalarıdır.

Ego kapasitelerimiz şunlardır:

*Paylaşma

* Kendini Yatıştırabilme

* Katılım

* Kendini kabul etme

* Yakınlık

* Kendiliğindenlik

* Empati

* Kendilik Aktivasyonu

* Kendini ortaya koyma düşünce, duygu ve isteklerini belirtme

* Duygulanım Canlılığı

* Yaratıcılık

Ego kapasitelerinin idi sakinleştirme, hazzı ertelemek, uygun zamanı bulmak, uygun değilse ortadan kalmak, suç ve ceza dengesini kurmak gibi önemli işlevleri var ve buradaki en önemli işlevlerden biri yalnız kalmaya tahammül edebilmek.

İd hazza gitmeye çalışırken ego bunu uygun şekillerde yapmaya gayret eder. Ancak id’in bazı istekleri çılgıncadır ve toplum tarafından kabul görmeyebilir. Bu durumda ise 36. aya yakın oluşmaya başlayan ve temelini anne babanın toplumsal ahlak normlarından alan süperego devreye girer ve artık egonun iki patronu vardır. Yazık ona değil mi?

İd hazza ulaşmaya çalışır, süperego ahlak bekçiliği yapar ve ego ikisinin arasında sıkışıp kalır. Ego kapasiteleri neden önemli diye aklınızda bir soru varsa işte tam da bu yüzden önemli. Çünkü her iki patronunu dengede tutması gerekir ve hem ahlakı hem hazzı bir potada eritmelidir.

Bu pek kolay değildir çünkü iki patronu da gerçekliği bilmeyen ve anlamayan zalimlerdir. Bu iki zalim arasında sıkıştığınızda ve ego kapasiteleriniz yeterli değilse duygu durumunuz oldukça zorlayıcı olabilir.

Bu çatışmalar bilinçdışında oluştuğu için bilinç düzeyinde hissedemez, anlayamaz ve yönlendiremezsiniz. Bilinç düzeyinde bu çatışmaları sakinleştirmek için devreye savunma mekanizmaları girer. Yani ego kapasiteleriniz geliştikçe daha olgun savunma mekanizmaları ortaya koyarsanız.

Savunma mekanizmalarına biraz değinip yazıyı toparlayacağım. Anna Freud der ki: hayatımızda yaptığımız her eylem hayata karşı bir savunma mekanizmasıdır. Temel amaç haz almak, hayatta kalmak ve soyu devam ettirmektir. Yemek yemek, çalışmak, uyumak, aile kurmak, kitap okumak, cinsel ilişki, alkol almak, kumar oynamak, ilişkiler kurmak vs. aslında her şey elem ve kederden kaçmak içindir ve birer savunmadır. Savunma mekanizmaları 3’e ayrılır:

*İlkel savunma mekanizmaları

*Orta düzey savunma mekanizmaları

*Olgun savunma mekanizmaları

Peki bu bilgiler hayatta ne işimize yaracak?

Durun daha oraya geleceğim...

Savunma mekanizmaları konusuna geldiysek Masterson ve nesne ilişkileri kuramına gitmemiz biraz soluklanmamız gerekecek.

Nesne ilişkileri kuramı güncel psikodinamik yönelimli psikoterapi kuramlarının en çok tercih edilen kuramıdır. Kabaca bahsedeyim

Yaşamın ilk üç yılını belli başlı bölümlere ayırmış olan kuramın ana hatları şu şekildedir:

0-2 ay otistik dönem

2-7 ay simbiyotik dönem

7-18 ay narsistik dönem

18-36 ay borderline dönem

Yukarda sıraladığım dönemler temel ruhsal yapımızın oluştuğu dönemlerdir ve bu dönemlerde yaşanan optimal üstü kırılmalar kendilik bozukluklarına neden olur. Masterson 4 kendilik bozukluğu tanımlamaktadır.

*Antisosyal kendilik bozukluğu

*Şizoid kendilik bozukluğu

*Narsistik kendilik bozukluğu

*Borderline kendilik bozukluğu

Bu dört bozukluktan herhangi biri ile 36 ay tamamlamış olur ve bu dönemde sevgi, değer , önem, aşk, ilgi gibi libidinal coşku yaratacak duyguları annemizden hangi yollarla almışsak işte bunlar savunma mekanizmalarının tohumlarını oluşturur. Örneğin çocuk 20 ayında sevgiyi annenin sözünü dinleme karşılığı almışsa, tüm yaşama coşkusu yaratacak duyguları diğer insanların sözünü dinleyerek, onların isteklerine uyarak alacağını birleştirmiş olabilir. Sonra çıkıp "kimseye hayır diyemiyorum" diye, gelir.

İşte tüm bilgiler, danışanların savunma mekanizmalarına, id-ego-süperego arasındaki dengelere ve duygu davranış örüntülerine bakarak, danışanın hangi döneme ait duygularla hareket ettiğini, hayatta ki temel arayışının ne olduğunu bulmamıza yaracaktır. İşte bu psikolojik gelişimi basamak basamak bilmek doğru zamanda doğru müdahaleyi yapmanıza ve danışanlarınızda yeni bir nefes oluşturmanızı sağlayacaktır.

Mehmet Murat ALTAN

Psikolojik Danışman/ Psikoterapist

Yazının devamı...

Çocuklarda duygusal zekâyı geliştirmek için dikkat etmemiz gerekenler

 

Çocuklar bebeklik döneminden başlayarak çevrelerindeki her şeyden olumlu veya olumsuz etkilenirler. Bu etkilenme çocukların gerek zihinsel gerekse duygusal zekaları açısından oldukça önemlidir. İnsan beyninin gelişim sürecini dikkate alacak olursak yaşamın ilk üç yılı içerisinde toplam gelişiminin 2/3’ünü tamamlamaktadır. Bu durum bize gösteriyor ki ilk üç yılda edindiğimiz zihinsel ve duygusal deneyimler yaşamımızın geri kalanı için son derece önemlidir. Beyin yaşamın ilk yıllarında esnek ve değişime çok yatkındır. Bu değişim becerisi yaş ilerledikçe azaldığından yaşamın ilk yıllarında oluşan duygusal ve zihinsel bağlantıların daha sonra değişmesi son derece zordur.

Bebeklerimiz yaşama anne kucağından ve güvenli kollarından başlarlar. Anneden edindiği güven duygusu bebeğin bu hayatta duygusal açıdan ilk şemasını oluşturur. Bu durumu Erikson Temel Güvene Karşı Güvensizlik olarak tanımlamış ve bu sürecin 0-2 yaşları arasında olduğunu belirtmiştir. Temel güvene karşı güvensizlik dönemindeki bir bebek duygusal açıdan sağlıklı gelişirse ergenlikte ve yetişkinlikte strese karşı daha dirençli olacak ve stresle başa çıkma becerileri daha güçlü olacaktır. Temel güveni edinmiş bir bebek özellikle sosyal becerileri açısından güçlü bir birey olarak yaşama adım atacaktır.

ABD Ulusal Klinik Bebek Programları Merkezi’nin raporunda ağladığı zaman hoşgörü ile karşılanıp, rahatlatılan bir bebekle, sert bir şekilde davranılan bir bebeğin duygusal gelişimlerinin farklı olduğuna çeşitli örneklerle yer verilmiştir. Rahatlatılan bebeğin, sosyal yönünün gelişkin olacağına, stres durumda insanlarda yardım isteyebileceğine, insanlarla iyi ilişkiler kurabileceğine aksi durumda ise bebeğin güvensiz, içine kapanık ve stres durumunda sosyal destek aramayan bir olacağına aynı raporlarda yer verilmiştir.

Özellikle 0-3 yaş döneminde yaşanan yoğun stres beynin öğrenme merkezlerini olumsuz etkilediği için çocuk hem zihinsel hem de duygusal açıdan yetersizliklerle hayata adım atacaktır. Duygusal zeka da tıpkı zihinsel ve bedensel kazanımlar gibi öğrenilerek geliştirilebilen bir yönümüzdür. Toplumun en küçük yapı birimi olan aile burada da çok önemli bir konumdadır. Her ne kadar öğrenme süreci yaşamımız boyunca devam eden bir süreç olsa da duygusal zekanın anaokulu da ilkokulu da ailedir.

Anne ve babalara bu konuda ki ilk önerim çocuklarınızın duygularını önemseyin ve onlar hakkında konuşup özellikle stresli olduğunu hissettiğinizde rahatlamalarını sağlayın. Stres kelimesi genellikle yetişkinler arasında kullanılan bir kelime olsa da çocuklarımızda en az bizim kadar stresten etkilenir. Strese neden olan faktörlere stresör denir. Stresörlerimizin şekli farklı da olsa çocuklarımızda stresten etkilenir.

Duyguları önemsenen, duygusal gelişimleri desteklenen ve duyguları hakkında konuşabilen çocuklar neyi sevip neyi sevmediklerine, kendi özelliklerine neyin uygun olduğuna, seçme hakkının önemine ve öz bilinçlerine daha fazla önem veren bireyler olurlar. Dolaysıyla kendi kişiliklerini destekleyen ve kendilerine güven duyan bir birey olurlar. Mutlu bir ailede büyüyen çocuklar akademik anlamda da yeterli bireyler olurlar. Duygusal zeka ile zihinsel zeka bir birinden keskin çizgilerle ayrılmayan aksine bir birini olumsuz veya olumlu besleyen özelliklerimizdir. Bu nedenle sağlıklı duygusal gelişim çocuklarda üretkenliği, akademik başarıyı, bağımsız düşünebilmeyi geliştirecek ve başarılı bireyler olmasını sağlayacaktır.

Duygusal zekası gelişmiş çocuklarla ile yapılan çalışmada, duygusal zekanın gelişiminin çocuğun ebeveynlerinin duygusal yeterlilikleri ile orantılı olduğu gözlenmiştir.

Duygusal zekası gelişmiş çocukların ebeveynleri;

*Kendilerini mutlu ve yeterli hissederler

*Empati duyguları gelişmiştir.

*Sosyal bireylerdir.

*Zararlı alışkanlıkları azdır veya yoktur.

Yukarıda saydığımız özellikler dışında da olumlu bir hayat için bireysel farklılıklara dayalı özellikleri vardır. Kitap okumak, spor yapmak vs

Duygusal zekası yeterince gelişmemiş çocukların ebeveynleri;

*Kendilerini gergin hissederler

*Genellikle sosyal çevrelerine karşı agresiftirler,

*Özsaygıları ve öz bilinçleri düşüktür,

*Zararlı alışkanlıkları vardır,

*Aileleri ile birlikte zaman geçirmekten hoşnut olmazlar.

Yukarıda saydığımız özellikler dışında da olumlu bir hayat için bireysel farklılıklara dayalı özellikleri vardır. Patolojik kumar, yalan söyleme, düzensiz harcama vs.

Duygusal zeka yıllar içinde aile dışı ilişkilerle gelişse de en önemli yıllar anne babanın yanında geçirdikleri sürelerdir. Duygusal açıdan yeterli olan anne ve babalar çocuklarına duygusal zekanın temel öğelerini öğretirler;

*Duygularını tanımak

*Duygularını yönetmek

*Motivasyon gücü

*Empati

* Sosyal beceri

ABD Ulusal Klinik Bebek Programları Merkezi’nin raporunda duygusal zekanın 7 anahtarından bahsedilmektir. Bu anahtarlar çocukların duygusal zekalarının artırılması için desteklenmelidir.

Peki nedir bu 7 anahtar;

*Güven

*Merak

*Amaç gütme

*Özdenetim

*İlişki kurabilme

*İletişim yeteneği

*İşbirliği yapabilme

Yukarıda sıralanan anahtarlar duygusal zekanın kapılarını aralayacak ve açacaktır. Çocukların bu anahtarının desteklenmesi, sabır ve hoşgörü ile bu ihtiyaçlarının karşılanması duygusal zekalarını olumlu yönde destekleyecektir.

Mehmet Murat ALTAN

Psikolojik Danışman/ Psikoterapist

Yazının devamı...

Öğrenme güçlüğü olan çocukların iletişim becerilerini geliştirmek için neler yapabiliriz?

Öğrenme güçlüğü olan çocukların kimi zaman konuşma güçlükleri ve kimi zamanda anlama güçlükleri olabilir. Bu güçlük arkadaş ilişkilerini, okul başarılarını, sosyal hayatlarını, aile içi ilişkilerini olumsuz etkilemektedir. Öğrenme güçlüğü olan çocuklara uygun ve yeterli yardımlar yapılırsa bu güçlükle başa çıkabilir ve hatta normal yaşıtları gibi iletişim kurabilirler. Öğrenme güçlüğü olan çocukların aileleri ve öğretmenlerini bu problem karşısında çocuğu güçlendirirken sabırlı, kararlı ve süreklilik gibi kişisel özelliklerini asla elden bırakmamalılardır. Anlama ve konuşma güçlüğü yaşan çocuk iletişim esnasında en çok güvendiği yetişkinler tarafından olumsuz tepkilerle karşılaşırsa, kendini suçlu ve yetersiz hissedebilir.

Daha İyi Bir İletişim Becerisi İçin Neler Yapabiliriz?

1) İyi bir dinleyici olun

Etkin bir dinleme becerisine sahip biri ile iletişim kurduğunuzda cümleleriniz uzar, konuya ilişkin detayları anlatma isteğiniz artar ve her şeyden önemlisi dinlendiğinizi ve anlaşıldığınızı hissedersiniz. Konuşma problemi olan çocukların konuşmalarını anlamak bazen zordur ancak onu konuşmaya teşvik etmek hem onun konuşma problemlerini çözmek için uygun bir yol olacaktır hem de onun konuşmalarını anlamanızı kolaylaştıracaktır. Dil problemi yaşan çocukları dinlerken etkin dinleme tekniklerini kullanmanız önemli bir kapı aralayıcı olacaktır. Evet, devam et, seni anlıyorum, biraz daha açar mısın, hıhı gibi sözel ve bunlara eşlik eden beden diliniz ile çocuğu konuşmaya teşvik edebilirisiniz.

2) İş yaparken yaptığınız iş üzerine konuşun

Yapılan araştırmalara göre çocuklar aileleri ile en çok bir üzerine birlikte çalışırken konuşmaktalardır. Çocuklarla bir iş yaparken o iş hakkında konuşunuz. Mesel çocukla birlikte evde yemeği kurarken, en çok hangi yemeği seviyorsun, sence bu çatallar güzel mi gibi konuşmanız çocuğu konuşmaya ve uygun tepkiler vermeye teşvik edecektir.

3) Basit yönergeler verin

Konuşma ve anlama problemi yaşayan çocukların en çok zorlandıkları şey karmaşık yönergelerdir. Çocuğun anlayabileceği birkaç kelimeden oluşan yönergeler vermeniz gerekir. Bu hem onunla etkin bir iletişim kurmanızı sağlayacaktır hem de çocuğun kendine güvenmesini sağlayacaktır.

4) Çocukların mevcut bilgilerini kullanın

Öğrenme mevcut bilgilerin ile yeni bilgilerin bir araya gelmesi sonucu oluşan bir süreçtir. Bu nedenle çocuklarla iletişim kurarken önceden bildikleri kelimelere yenilerini ekleyerek konuşmamız gerekir. Böyle çocuk eskilerin anlamlarından yola çıkarak yeni kelimeleri daha etkin bir biçimde öğrenecektir.

5) Çocukların cümlelerini uzatın

Örneğin arkadaşı ile okulda top oynayan bir çocuk, bugün okulda ne yaptın?, sorusuna ‘’top oynadım‘’ derse, ‘’okulda arkadaşların ile top oynadın’’ cevabı verilebilir. Böylece çocuğa doğru ve açıklayıcı söylenişi gizlice öğretmiş oluruz.

6) Onları mümkün oldukça konuşturun

Dil problemleri yaşayan çocuklar genellikle konuşmaktan kaçınırlar ve bu konuda cesaretlendirilmeye ve teşvik edilmeye ihtiyaç duyarlar. Bu çocukları daha çok konuşturmanız için aşağıdaki tavsiyeler size yardımcı olabilir;

*Onlarla işbirliği içinde çalışın ve çalışma anında onlarla konuşun çünkü dikkatleri çalışmaya odaklanacağı için konuşmaya daha meyilli olabilirler.

*Arkadaşları ile birlikte zaman geçirmeleri için onları teşvik edin ve uygun ortamlar yaratın.

*Ev içinde veya sınıfta farklı farklı sorumluluklar verin ve ara sıra bu sorumlulukları ile ilgili konuşun.

*Adres, isim, okul adı gibi bilgileri muhakkak öğretin.

*Şarkı, tekerleme, şiir bu çocukların konuşma becerilerine son derece katkı sağlayacaktır. Öğrenmeleri için teşvik edin ve sizinle paylaşmaları için cesaretlendirin. Bazen bir alkış çalmak bile çocuğu yeni şeyler öğrenmesi için teşvik edebilir.

*Evet- Hayır sorularından kaçının, daha çok açık uçlu sorular sorun.

*Seçme şansı verin ve seçimleri üzerine konuşun. Örneğin, sulu boya mı kullanmak istiyorsun, kuru boya mı? Hangi rengi seviyorsun, bu renk doğa nelerde var? Gibi cümlelerle konuşmaya teşvik edin.

*Etkin dinleme becerilerini kullanarak çocukları konuşmaya teşvik edin.

Mehmet Murat ALTAN

Psikoterapist/ Psikolojik Danışman

Yazının devamı...

Erken ergenlik

Ergenlik dönemi çocuğun fiziksel ve duygusal bir bütün içinde yaşadığı bir dönemdir. Çocuk ergenliğe girmek için hem fiziksel olarak hazır olmalıdır hem de duygusal olarak hazır olmalıdır. Çocuğun bu iki alanı arasında ki uyum bozuk olursa erken ergenlik yaşanır. Ergenlik dönemi kızlarda 8-13 yaş arasında, erkeklerde 9-13 yaş arasında başlamakla birlikte, kızlarda ortalama 10-11, erkeklerde ise 11-12 yaş civarında başlar. Kızlarda ilk ergenlik belirtisi göğüslerin belirginleşmesi ile birlikte genital bölgenin kıllanmasıdır. Kızlarda göğüslerin belirginleşmesi genellikle her iki göğsün aynı anda eşit oranda belirginleşmesi ile olur. Bazı kızlarda bir göğsün belirginleşmeye başlaması ile diğerinin başlaması arasında 6 ay kadar bir süre geçebilir. Bu farklılık normaldir ancak bu uzarsa, bir göğüs büyürken diğeri büyümezse bir hekime başvurulmalıdır.

Erkeklerde doktor muayenesi ile anlaşılan testis büyümesi ile kıllanmadır. Ergenlik ırk, iklim şartları, ailesel özellikler, cinsiyet, çevresel uyaranlar, beslenme gibi özelliklere bağlı olarak farklı yaşlarda başlayabilir. Örneğin siyah ırkta ergenlik beyaz ırka göre erken daha erken başlarken, uzak doğulu halklar Avrupa'daki halklara göre ergenliğe daha erken girer. Kör çocuklar ergenliği daha erken yaşar ve bitirir.

Erken ergenlik, ergenlik döneminin fiziksel ve duygusal belirtilerinin kızlarda 8 yaşından önce ve erkeklerde 9 yaşından önce başlamasına denir. Erken ergenlik kız çocuklarında daha fazla görülmektir bunun nedeni tam olarak bilinmese de bugüne kadar ki bulgular bunu göstermektedir. Kız çocuklarında 8 yaş altında göğüslerde belirginleşme varsa bunun iki nedeni olabilir. Bu durum ya erken ergenlik belirtisidir yahut iyi huylu meme büyümesidir. Kız çocuklarında 8 yaşından önce ve özellikle 6 yaşında göğüslerde belirginleşme, boy uzaması ve kemik yaşının normalden büyük olması erken ergenliğin yaşandığını gösteren bulgulardır. Ergenliğe girmemiz için salgılanan hormonların olması gerekenden erken salgılanması ile bu belirtiler başlar ve tıbbi müdahale gereklidir. Erkek çocuklarda daha az gözlenen erken ergenlik belirtileri oluşursa bir hekime başvurulmalıdır. Erkek çocuklarda testislerde ve peniste büyüme, saldırganlık, sesin kalınlaşması, hızlı boy artışı gibi ergenlik belirtileri gözlenir. Erken ergenlik uzun yıllardır endokrin bilim dalının incelediği, bir hastalık olarak tıp literatüründe yerini almakla birlikte tedavisi hormon ilaçları ve psikolojik destek ile mevcuttur.

Ergenlik yaşının her geçen yıl öne çekilmesi ile beraber başta Amerika'da olmakla birlikte bu alanda çok sayıda araştırma yapılmıştır. Özellikle obezitenin artışı, düzensiz beslenme, televizyon, bilgisayar, cep telefonu, akıllı telefonlar gibi teknolojik aletlerden yayılan dalgalar, çevresel uyarıcıların artırması, erotik yayınların artması ile cinsel hormonların salgılanması ile erken ergenlik hastalığı her geçen gün artmaktadır.

Ülkemizde kliniklere başvuran aileler genellikle çocukların boylarının kısa olmasından şikayetle başvurular. Başvuran hastaların bir kısmı erken ergenlik tanısı almaktadır. Bu sayı her geçen yıl artmakla birlikte kız çocuğu olan ailelerin başvuru sayısı daha fazladır.

Kız çocuklarında erken ergenliğe bağlı boylarının kısa kalma ihtimali erkek çocuklara oranla çok daha fazladır. Çünkü kızlarda büyüme kıkırdaklarının kemikleşmesini sağlayan östrojen hormonu erkeklerde salgılanan testosteron hormonuna oranla kemikleşmeyi daha hızlı yapmaktadır. Erken adet gören bir kız çocuğunda salgılanan östrojen hormonu onun normal büyümesi ile beklenen uzunluğunu 5-6 cm azaltabilmektedir. Yani bir kız çocuğu ergenliğe erken girmişse ve zamanında müdahale yapılmamışsa boy uzunluğundan 5-6 cm kaybetmekle karşı karşıya kalabilir.

Erken ergenliğe girmiş kız ve erkek çocukların en önemli belirtisi boylarının akranlarına göre belirgin bir şekilde uzun olmasıdır. Ancak bu boy uzaması erken başlar ve normal ergenlik yaşayan bireylere göre erken biter. Kemiklerdeki büyüme kıkırdaklarının erken kemikleşmesi ile erişkinlik döneminde bu bireyler normal ergenlik yaşayanlara göre kısa olmaktadır.

Erken Ergenlik ve Cinsellik

Ergen dönemi bireyin cinsel farkındalığının yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemin başlarında genital kıllanma ve cinsel organlarda büyüme ile başlar. Ergenliğin ilerlemesi ile çocuk artık bir yetişkin gibi üreme becerisine sahip hale gelir. Cinsellik salt seks ve üreme ile değerlendirilmemelidir. Bu dönemde cinsiyete uygun davranma, karşı cinsten hoşlanma, cinsel kimlik gibi cinselliğin bireyin hayatına sirayet ettiği her alanda bir uyanış ve ilgi söz konusudur. Cinsellik bilişsel, duygusal ve fiziksel hazırlığın birlikte ilerlediği bir alan olmakla birlikte ilk deneyimlerin, mastürbasyonun, ilk boşalmaların yaşandığı ve özellikle kız çocuklarında ilk kez adet görüldüğü bu dönemde bilişsel, duygusal ve fiziksel yeterliliğin bir birine paralel olması çok önemlidir. Beyinde cinsellikle ilgili hormonlar henüz nedeni kanıtlanmamış bir şekilde ergenlik döneminde birden bire hızla harekete geçerler. Bu dönemde kızlarda östrojen, erkeklerde testosteronu hızlı bir şekilde salgılanır. Her cinste karşı cinsin hormonu da belli bir miktar salgılanırken özellikle erkeklerde salgılanan östrojen hormonu miktarı normalin biraz üstünde olunca erkek çocuklarda da göğüslerde büyüme olur. Bu büyüme ilk etapta normal karşılanabilir ancak ileriki yaşlarda bu büyüme kalıcı hale gelirse bazen bireyin psikolojik sağlığı için cerrahi müdahale gerekebilir.

Ergenlik döneminde yaşanan bu cinsel değişimler ve gelişimlerin temel nedeni olan hormonların normal yaş aralığından önce salgılanması yani birey erken ergenlik yaşaması henüz bilişsel ve duygusal hazırlığı olmadan bireyin hormonal olarak ergenliğe girmesi farklı sorunları da beraberinde getirecektir.

Hormonlar başta beslenmeden olmak üzere her türlü çevresel koşuldan etkilenebilir. Örneğin çocuk izlediği erotik bir yayından etkilenebilir. Bu yayının etkisi ile henüz bilişsel ve duygusal olarak hazır olmamasına rağmen cinsel deneyim yaşamak isteyebilir. Çünkü izlediği erotik yayın hormonlarını harekete geçirmiştir. Hormonel olarak uyarılmış çocuk cinselliği bilişsel olarak bilmemektedir. Sonuçlarını, cinselliğin içindeki aşk, sevgi ve mahremiyet duygularını, bedeninin özel oluşunu, cinsel ilişki ile hamileliğin olabileceğini vb cinselliğe ait bilişsel ve duygusal bilgiden yoksundur. Bu nedenle çocukların televizyonda ve bilgisayarda izledikleri yayınlara dikkat etmeliyiz. Yaşlarına uygun olamayan uyarıcılar aldıklarında yine yaşlarına uygun olmayan davranışlar yapabileceklerini unutmamalıyız. Aldıkları uyarıcılar sadece bilgi olarak kalmamaktır aynı zamanda onların biyolojik saatlerini de etkilemektedir.

Erken ergenlik çocuğun cinsel gelişimi dışında onun sosyal gelişimini, kültürel gelişimini, akran ilişkilerini, okul başarısını, fiziksel gelişimini de yakından etkilemektedir.

Çocuk biyolojik saatini öne alınmış olmamanın getirdiği karışıklıkla yaşamın tüm alanlarında olması gereken yere erken varmışlık hissi yaşar ve ne yapacağını bilemeyip bocalar. Çocuğun ilgileri yaşıtlarına göre farklılaşır ve onlarla ilişki kurmakta zorlanır. Kendini dışlanmış hisseden çocuk saldırgan, öfkeli ve yalnız olur. Bu durum onun sosyal gelişimini, arkadaşlık ilişkilerini olumsuz etkiler. Okul çağında olan çocuğumuz başarı ve başarısızlık hissini önemserken bu durumdan çok kimlik kargaşası yaşar ve henüz bilişsel olarak bu duruma hazır olmadığı için okul başarısında belirgin bir düşme olur.

Erken Ergenlik Nasıl Tedavi Edilir?

Erken ergenlik çocuğun tüm gelişim alanlarını etkilediği için tedavi programı tek yönlü olmamalıdır. Tıbbi destek ve psikolojik destekle çocuk desteklenmeli ve aile bilgilendirilmelidir. Çocuk henüz hazır olmadığı değişimi yaşadığı için bazı davranış ve duygu durum bozuklukları yaşayabilir. Bu durum karşısında aile nasıl davranacağını bilemez ve sorun bir sarmal şeklini alabilir. Çünkü ailenin ve çevrenin yanlış yaklaşımları çocuktaki sorunu daha içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır.

Erken ergenlik tanısı almış çocuklarda hekim gözetimde hormon ilaçları kullanılır. Aileler bu ilaçlara tedirginlikle yaklaşmaktadır ancak ailelerin korkuları yersizdir. İlaçların amacı erken dönemde salgılanan hormonları baskılamaktır. İlaçlar bırakıldığı anda hormonlar eskisi gibi salgılanmaya devam etmektedir. Burada amaç hormon salınımını olması gerektiği yaşa kadar ertelemektir. Örneğin 7 yaşında gögüsleri belirginleşen, kemik yaşı büyük çıkan ve boyu olması gerekenden uzun olan çocuğun ilaçlarla bu anormal durumunu ilaçlarla kontrol altına alarak ergenlik dönemine kadar geciktirmektir. Çocuğumuz 10-11 yaşına kadar bu ilaçları kullanır ve o dönemde artık ilaç kullanmayı bırakır. Hormonlar normal seyrinde devam eder.

İlaçlar, değişimler, okul sorunları, ailenin nasıl davranacağını bilememesi, dışlanmışlık hissi, yalnızlık vb sorunların yaşandığı bu dönemde psikolojik destek almak, hem çocuğu hem aileyi daha sağlıklı bir yaşam için destekleyecektir.

Mehmet Murat ALTAN

Psk. Dan./ Psikoterapist

Yazının devamı...

Anne karnında bebeğin fizyolojik gelişimi, uyuması, öğrenmesi ve kişiliği

Tertemiz bir sayfanın yaşama düştüğü ilk sahneye kadar bebeklerimiz, anne karnında 9 ay 15 gün kadar bir zaman geçirmektedir. Anne karnına ilk düşmesi ile dünyaya gelmesi arasında bebekler uyurlar, öğrenirler, algılarlar, duyumsarlar.

Anneler ve babalar bu sürenin nasıl geliştiğini bilirlerse kuşkusuz bebeğin eğitimi için nasıl davranacaklarını daha iyi bilirler. Öncelikle fizyolojik gelişim aşamalarını anlatacağım bu konuda, bebeğin uyuması, öğrenmesi, kişiliği ve zekası için belirli bilgiler sunmaya çalışacağım.

Bebeğin Fizyolojik Gelişimi

Anne karnında bebeğin fizyolojik gelişimi 3 aşamadan oluşur. Bu üç aşama ise üçer aydan meydana gelir. Yani ilk üç ay, ortadaki üç ay ve son üç ay olarak ayrılır.

1.TRİMESTR (İLK ÜÇ AY)

2.Hafta: Fertilizasyon: Sperm ve yumurta hücreleri fallop tüpü içinde yeni bir insan oluşturmak için buluşurlar. Sağdaki resim ilişkiden henüz 30 saat sonra döllenmiş yumurtayı göstermektedir.

4.Hafta:Artık uterusa yerleşmiş olan embriyo salgıladığı hormonlarla annenin adet kanamasını durdurur.

2.Ay:Gebeliğin 45.gününde(6 hafta) embriyon dış görünüşü ile ortaya çıkmış, göbek kordonu ile plasentaya bağlanmış, amnios kesesi ve amnios suyu tam oluşmuştur. Embriyon 2,5 cm.lik boya ulaşmıştır.

3.Ay:Baş, vücut boyunun yarısı kadar büyüktür. Ağız, burun ve kulaklar belirir, gözler yanlarda oluşmuştur, el ve ayaklar daha belirgin, tırnaklanma başlamıştır. Dış genital organlarda cinsiyet farklılıkları ortaya çıkmıştır. Anüs açılmıştır. Amniyon sıvısı içinde spontane hareketler yapabilir.

2.TRİMESTR (İKİNCİ ÜÇ AY)

4.Ay:Bu ay sonunda fetüs 10-17 cm. uzunluğunda ve 100 gr. kadar ağırlıktadır. Deri saydam ve düz kırmızı renklidir. Kafa büyük, yüz küçüktür. Çene ve alında tüyler belirmiştir. Genital organlarda cinsiyet belirlenebilir.

5.Ay:Vücut gelişmesi hızlanır. Başla vücut arasındaki oran değişmeye başlar. Deri kırmızıdır ve matlaşmaya başlar. Saçlarda belirmeye başlar.

6.Ay:Deri buruşuktur ve matlaşmaya başlar. Bütün vücut tüylerle örtülüdür. Deri altında yağ birikmeye başlar. Baş büyüklüğünü korur.

3.TRİMESTR (3. ÜÇ AY)

7.Ay:35-38 cm. uzunluğu ve 1000 gr. kadar vücut ağırlığına ulaşmıştır. Deri kırmızıdır. Tırnaklar parmak ucu hizasını hafif geçmiştir. Kız çocuklarda clitoris labialar arasında hafif taşkındır. Erkek çocuklarda testisler henüz torbalara inmemiştir.

8.Ay:Deri biraz soluk, hala kırmızı ve buruşuktur. Tüyler kol bacak ve sırtta vardır. Isı kontrol,solunum ve sindirim sistemleri dış şartlara uyabilecek olgunluğa yaklaşmıştır.

9.Ay:Yaklaşık 46 cm. boy ve 2500 gr. ağırlığa ulaşmıştır. Deri altı yağ dokusu tamamlanmaya başladığından vücut hatları daha düzgün ve dolgundur. Yüzde kırışıklıklar kaybolmuştur. Yaşama şansları daha fazladır.

ANNE KARNINDA BEBEĞİNİZİN UYUMASI

Anne karnında bebeğin gelişimini takip eden bilim insanları bebeğin 32. haftada artık yeni doğmuş bir bebek gibi günün %90‘nını uyuyarak geçtiğini belirtmişlerdir. Bebeğin anne karnında uyuduğu bu uyku süreçlerini takip eden bilim insanları bebeğin göz hareketlerine bakarak, bebeğin rüya gördüğünü ve bu rüyalarında muhtemelen aldığı uyarıcılar tarafından oluşturulduğunu belirtmişlerdir. Anne karnındaki bebekler sanıldığı gibi her şeyden habersiz değildir. Bunun aksine dış uyuracılara duyarlı, onları yordayabilen, anlamdırabilen canlılardır. Bebekler anne karnında gördükleri bu rüyalarda dış dünyadan aldıkları uyarıcılarla oluşmaktadır. Anne karnındaki bebek, annenin ruh halini, dışarıdan gelen sesleri, babanın ona olan duyarlılığını kavrayabilir ve anlamlandırabilirler. Şöyle ki bazı toplumlarda bebeğin doğum günü hamileliğin olduğu gün olarak kabul edilir. Yani bebek o gün anlamaya başlar, yaşamaya başlar. Örneğin istenmeyen gebeliklerden doğan çocuklar kesinlikle bir güven problemi, aile karşı bir nefret duygusu besler. Bebek annenin ruh halinden, aile içindeki hissiyattan, babanın konuşurken geliştirdiği enerjiden istenip istenmediğini anlayabilir. Bebek bu duygularla dünyaya gelince aileye karşı bir öfke, asilik, anneyi ve babayı ret algısı geliştirecektir. Bu oluşan duyguları hayatı boyunca taşıyan bireyler belki de hiçbir zaman bu duygulara neden sahip olduklarını anlamayacaklardır.

BEBEĞİNİZİN ÖĞRENMESİ

Bebekler anne karnında iken 5 duyu organı da aktiftir. Yediğiniz yemeklerden beslenmesi, seslere tepki vermesi, gözlerini açıp kapaması, dokunma yetisinin olması bilimsel yöntemlerle kanıtlanmıştır. Örneğin ışık anne karnındaki bebeğe %1 oranında ulaşmakta ve oran renkleri algılamasına yetmemekle beraber kırmızı rengin algılanması daha iyi olmaktadır. Bu nedenle genelde bebekler kırmızı renge daha duyarlıdırlar. Bir diğer örnek ise işitsel bir örnektir. Anne karnında dinlediği bebeği ve anneyi rahatlatan bir müzik bebek doğduktan sonra verilince de huzursuz olduğu anda bile sakinleşir.

Anne karnındaki sıvı uterustur. Uterus sesin iletimine fazlaca engel değildir. Bebek özellikle işitsel yolla aldığı uyarıcılara daha tepki vermektedir. Ayrıca bebekler doğdukları andan itibaren anne sesine daha duyarlı olurlar.

Duyu organlarının aktif olduğu bir ortamda bebeğin öğrenme faaliyetinin de olduğu çok açıktır. Bu nedenle anne karnında bebeğin eğitimi için ona hikayeler okuyabilir, müzik dinletebilir, onu sevebiliriz. Bebek tüm bunları anlayacaktır. Gürültülü, huzursuz ortamlarda dünyaya gelen bebekler anne karnında iken huzursuz olmaya başlayacaktır. Yapılan araştırmalarda ev ortamının olumlu veya olumsuz iklimi anne karnındaki bebeğin öğrenmesini ve kişiliğini etkilediği görülmüştür.

BEBEĞİNİZİN KİŞİLİĞİ

Yeni doğmuş bebeklerin genel uyku ve beslenme şekilleri aynı olsa da tepkilerinin farklı olduğu bilinen bir gerçektir. Bu tepkilerin farklılığı bize bebeklerin anne karnında gerek genetik gerekse öğrenme ile belli bir mizaç edindiğini göstermektedir.

100 bebeğin mizacı ile ilgili 1996 yılında bir araştırma yapılmıştır. Bu araştırmada kalp atım sayıları, uyku ve uyanıklık durumları kaydedilmiş ve belli bulgulara ulaşılmıştır. Bulgular şunlardır:

Anne karnında çok aktif olan bebekler daha hırçın çocuklar olmaya eğilimlidirler. Uyku dönemleri çok düzensiz olanlar çocukluklarında daha az uyumaktadırlar. Kalp atımları yüksek olan bebekler, sağa solu belli olmayan inaktif bebekler olmaktadırlar.

Davranış doğumda başlamamaktadır. Daha önce anne karnında başlamaktadır. Gelişim üzerindeki en önemli etkilerden biri bebeğin içinde bulunduğu ortamdır. Bebek anneden çok büyük oranda hormonal etki almaktadır. Dolayısı ile biyolojik ritmi annenin uyku dönemlerinden beslenme alışkanlıklarından ve hareketlerinden etkilenmektedir.

Annenin strese verdiği hormonal cevap da kritik bir öneme sahiptir. Çok stresli anneler daha hareketli ve daha hırçın bebeklere sahip olmaktadır. En fazla stres yaşayanların, çalışan anneler olduğu görülür.

İş hayatı çok ciddi bir stres oluştursa da gebelik hormonları hem anne hem de bebeği bu strese karşı korumada yardımcı olmaktadır. Strese karşı bireysel yanıt da önemlidir. Son zamana kadar çalışmayı tercih eden kadınlar zaten kişilik yapısı gereği çalışmayı tercih etmeyenlerden daha stresli bir yapıya sahiptirler.

Stres, beslenme ve toksinler zeka üzerine de zararlı etkiye sahiptir. Son çalışmalarda daha önce düşünülenin aksine IQ üzerine genlerin etkisinin, anne karnındaki çevresel etkilerden çok daha az olduğunu göstermektedir. Doğanın doğumdan önce bebeği etkilediği, doğumdan sonra da beslediği yönündeki eski görüşümüzü bir daha gözden geçirmemiz gerekir. Doğum öncesinde anne tarafından sağlanan bir dış ortam vardır.

Ulaşılan bu bulgular gözden geçirildiği zaman bebeklerin eğitimi, kişilik gelişimi anne karnında başlamaktadır. Anne ve baba adayları bebeklerinin gelişimi için uygun ortamlar hazırlamalıdır. Bu bazen bir müzik olabilir bazen bir hikaye.

Mehmet Murat ALTAN

Psik Dan/ Psikoterapist

Yazının devamı...

Ruhsal Aygıt Serisi 1

S. Freud ruhsal yapıyı araştırırken öncelikle kaynağı biyolojik bir yapıda aradı. Kendisi nörolog olan Freud ruhsal yapının biyolojik kökenlerine ulaşamayınca kendi çalışmalarından yola çıkarak hayali bir ruhsal yapı tasarladı ve tasarımın 3 temel bileşenini İd-Ego-Süperego olarak isimlendirdi. Psikoloji bilimi ile az çok içli dışlı olan herkes bu kavramı duymuş ve haklarında bir şeyler okumuştur. Ben bu kavramların danışanların günlük hayatına nasıl yansıdığını ve karşımıza nasıl geldiğini örneklendirerek 3 yazıdan oluşan bir seri ile sizlerle paylaşmak istedim. Bu yazımızın konusu İd ve İd'in özellikleri olacak.

Psikodinamik yapıya göre id, içgüdülerimizin ve dürtülerimizin kaynağı olarak tanımlanan insanoğlunun ilk ruhsal aygıt bileşenidir. Annenin kucağına düşen bebeğin ilk anla birlikte gelişen ruhsal aygıt parçası id olacaktır. Bebeğin dünyaya gelişi ile birlikte yapması gereken hemaostaisisiyi (denge) sağlamak amacıyla içgüdüsel ve dürtüsel istekleri ortaya çıkar ancak bebek ilk anda bu isteklerin dışardan karşılandığının farkında bile olmaz ve bu evreyi Mahler daha sonra otistik dönem diye nitelendirir. Nesnenin olmadığı ve dışarının hiç fark edilmediği bir dönemdir. Açlık, susuzluk, sıcak-soğuk dengesi gibi bebeğin hayatta kalmasını sağlayan bu talepler anne tarafından karşılandıkça bebek hazzın dışardan geldiğini kavramaya başlar. Bu kavrayış bir anda olmaz ve her hazza ulaşım bir basamak olarak bebeği otistik evreden çıkarıp simbiyotik evreye geçirir. Şöyle düşünün bebek acıktı ve zorlanmaya başladı. Bu açlık durumu bebek için dengeyi bozan bir durum ve anne memesi gelip bu dengeyi kurmasına yardımcı oldu. Bebek bu ve benzeri durumları defaatle yaşayınca otistik evreden çıkar ve simbiyotik evreye geçer. İd ilk andan başlayarak bu hazza ulaşmaya çalışır. Çünkü id’in iki temel amacı vardır.

1) Hayatta kalmak
2) Soyu devam ettirmek

Daha sonraki gelişim evrelerinde id’in hazza yönelik talepleri ego, süperego, gerçeklik tarafından bazen engellenecek bazen çarpıtılacak zaman zaman da izne tabi tutulacaktır.

İd’in tek hedefi hazza ulaşmak ve organizmayı bu hazzı elde ederek bir üst denge durumuna getirmektir. İd hayatımızın her evresinde böyle çalışmaktadır ve id ilk doğum anında neyse o şekilde ölene kadar bizimle olacaktır.

İd’in Özellikleri Nelerdir?

İd’de zaman kavramı yoktur ve hiç bir zaman olmayacaktır. İd bir şeyi talep edince o anda olmasını ister. Uygun zamanı beklemek, ertelemek gibi özellikleri yoktur. Zaman kavramı egonun yarattığı sanal bir gerçekliktir. Çocuklar ancak 5/6 yaşlarına geldiklerinde zaman kavramını tam olarak kavrarlar. İd’de zaman kavramının olmaması yetişkinlik döneminde bireyin taleplerinin ertelenmesine tahammül edememesine neden olabilir. Örneğin bir çift seansında eşinin kendisine artık ilgi göstermediğini, onunla birlikte olmak istemediğini söyleyen adamın aslında eşin kendisine anında cevap veremediği her anda kırıldığını ve artık kendisini sevmediğini düşündüğünü görebilirsiniz. Oysa ki eşi çocuklara bakıyor, çalışıyor, ev işlerine yetişmeye gayret ederek bazen eşinin ilgi taleplerini anında karşılayamıyordur. Durum böyle iken adamın, eşinin kendisini artık sevmediğini düşünmesinin temel nedeni hazza ulaşmak isteyen id’in bu talebinin anında karşılanmamasıdır.

İd’de mekan kavramı yoktur. Gerçek yaşamda evrensel koordinatlar vardır. İd’de ise koordinat yoktur. Çocuklara uzaklık kavramını çok zor anlatırız. Bir anda uzak bir şehirdeki babaannesini görmek isteyebilir. Bu durum yetişkinlikte de karşımıza gelir. İd’de mekanın olmaması demek uygun yerde uygun davranış geliştirememek demektir.

İd’de mantık yoktur. Bir çocuktan mantıklı bir davranışı beklemek mümkün değildir. ‘Mantıksız şeyler yapıyorsun’ demek anlamsızdır. Yetişkinlik döneminde ego kapasiteleri yeterli olmayan ve id ile hareket eden biri istediği şeyin nedenine, nasılına bakmadan sadece olmasını ister. Danışanlara isteklerinin nedenlerini açıklatınca karşımıza şöyle bir cümle gelebilir. Çünkü ben böyle istiyorum. Bu cümle danışanın bu isteğinin gerçeklik veya egoya değil id’e hizmet ettiğini göstermektedir

İd’de ahlak yoktur. Üzgünüm ama içimizde hiçbir ahlaki kuralı tanımayan tam bir canavarla yaşıyoruz. İd’in temel amacı hazza ulaşmak olduğu için ahlaki hiç bir değeri önemsemez. Birey eğitimli olabilir, dindar olabilir ancak id’den gelen bir taleple hazza ulaşmak için o anda ahlaki tüm değerleri gerisinde bırakabilir. Şu cümleyi çok duymuşsunuzdur: "Yıllardır tanıyordum çok temiz ve ahlaklı birine benziyordu. Nasıl yaptı anlamadım."

İd’de suç ve ceza dengesi veya kavramı yoktur. Örneğin eşi eve geç gelen adam bunu bir suç olarak algılayabilir ve hatta id’in mantığı da olmadığı için nedenini sorgulamadan sadece eve biraz geç kalan eşini dövebilir.

Ego kapasiteleri yeterince gelişmemiş bireyler İd’in kendilerine verdiği emirlerle sadece hazza ulaşmak için yaşarlar.

Kadına, çocuğa, hayvana yönelik şiddet, taciz, istismardan tutunda trafikte yol vermediği için birini öldürene kadar bir çok yerde id’i ile hareket eden bireyleri gözlemleyebilirsiniz.
 
Mehmet Murat ALTAN
Psikolojik Dan./ Psikoterapist

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.