SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Neden psikoterapi?

Bir çok kişiden duyduğum ve artık çok alıştığım bir soru var; ‘’Psikoterapi ne işe yarar, gerçekten konuşarak insan tedavi olur mu ?’’

Bu sorulara yanıt verirken bir ayağım nörobiyolojide olacak. Çünkü son yıllarda nörobiyoloji alanında yapılan çalışmalar bu konuda ciddi ve umut vaadeden sonuçlar ortaya koyuyor. Belki zaman zaman terapistin bile şüpheye düştüğü noktalarda nörobiyolojinin ortaya koyduğu sonuçlar, insan beyninin yeniden şekillenme kapasitesinden bahsederken Psikoterapinin bu değişimde olumlu manada çok büyük rolü olduğunu söylüyor. Bundan belki 50 yıl öncesinde beynin statik yani değişmez bir yapı olduğuna inanılıyordu. İnsan yaşamının ilk iki yılında şekillenen beyin, o dönemde nasıl şekillendiyse, nöronal yolaklar nasıl oluştuysa hayatın geri kalanında da aynı şekilde devam ediyordu. Fakat son yıllarda nörobiyoloji alanında yapılan çalışmalarla birlikte beynin elastik bir yapıda olduğunu, değişebileceğini, yeni yolaklar oluşabileceği ortaya koyuldu. Yaşamın ilk yıllarında büyük oranda şekillenen beynin sağlıklı bir bağlanma gerçekleşmediğinde bozulan kimyası, Psikoterapi ile sağlıklı bağlanma gerçekleştirerek kişinin beynini yeniden yapılandırabiliyor. Çünkü Psikoterapi bir bağlanma biçimidir ve bu bağlanma biçimi nörofizyolojiyi düzenleme kapasitesine sahiptir.

Amerika Tıp Birliği Dergisi ‘’Beyin görüntülemesi, moleküler biyoloji, ve nörogenetik alanındaki güncel araştırmalar göstermiştir ki, psikoterapi, beyin işlevini ve yapısını değiştirir. Bu tür çalışmalar psikoterapinin bölgesel, beyinsel kan dolaşımını, nörotrans vites metobolizması ifadesini değiştirdiğini göstermektedir. Bu değişimi nasıl yaptığına bakacak olursak Psikoterapinin sol beyinden gelen bir konuşma tedavisi olmadığını, sağ beyinden gelen bir duygulanım tedavisi olduğunu söyeleyebiliriz. Yaşamın ilk iki yılında şekillenen kısım beynin sağ tarafıdır ve yaşam boyu rehberlik edecek duygulanımların merkezidir. Dolayısıyla duygulanımı düzenlemek için Psikoterapinin çalıştığı kısım, beynin sağ kısmıdır. Duygulanımın yeniden düzenlenmesi, güvenli bağlanmanın oluşması psikoterapide çalışılan temel konulardır. Bebeğin yaşamın ilk yıllarında bakım verenleriyle arasında oluşması gereken bağ ve bu bağdan yola çıkarak sağlıklı şekillemesi gereken beyin yapılanması psikoterapide yeniden ele alınan ve yaşamın ilk yıllarında oluşmamış bu ittifakı kişinin terapistiyle yeniden canlandırarak yeni bir hikaye yazmasını mümkün kılar.

Kaynakça

Allan Schore, Gelişimsel Nörobiyoloji ve Bağlanma Kuramı Atölye Çalışması Metinleri, Psikoterapi Enstitüsü Yayınları:65

Yazının devamı...

Babanın 'öteki' işlevi

Babasal işleve dair bilinen yaygın inanışlardan birisi babasal işlevin annesel işlev kadar mühim bir mevzu olmadığıdır. Babanın bebek doğduktan bir müddet sonra baba olduğunu anladığı, annelik gibi içgüdüsel olmadığı yönünde de inanışlar çokça yaygındır. Anneliğin içgüdüselliğini başka bir tartışma konusu olarak bir kenara koymakla beraber, roller üzerinden babayı ele aldığımızda ötekileştirilmesi, ilişkinin dışına doğru konumlandırılması söz konusudur. Oysa bir önceki başlıkta da bahsettiğimiz gibi, babasal işlev de annesel işlevle aynı anda başlamaktadır. Annenin annesel işlevi bedeninde gün be gün büyüyen bebeği kabulle alakalıyken, babasal işlev, anneyi zihinde tasarımlama ve onaylama ile başlar. Burada bebeğin daha dünyaya gelmeden sahip olacağı anne-baba arasındaki ilişkiye atıf yapmak istiyorum.

Birbirini seven ve yeni rollerle de birbirini kabullenen iki insanın birlikte inşa ettikleri ilişkide bebeğe de alan açmaları, bebeğin varlığının doğmadan onaylanması anlamına gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında anneyi zihninde tasarımlayan bir baba, ruhsal olarak gelecek olan bebeğe hazır demektir. Anne ile kurduğu ilişkide annenin değişen bedenine uyum sağlayan, imkanları ve şartları sürece göre yeniden çerçeveleyen bir konumda, babasal işlev çok hayatidir. Burada şunu fark etmekte fayda var, bebek doğduktan bir müddet sonra erkeğe verilen (kültürel olarak) babasal işlev zaten en başından beri varolan ama arka plana atılan işlevselliğin inkar edilmesidir ki bu da babasal işleve haksızlıktır.

Bütün bir süreçte orada olan ama fizyolojik kaynaklı kısıtlamalardan dolayı anne-bebek ilişkisine bir müddet konumlanamayan babanın arka planda bu ilişkinin(anne-bebek) sağlıklı ilerlemesi için yaptıkları, babasal işlev açısından bebek için çok önemlidir. Annenin bebeği çoşkuyla kabul etmesi, hatta kendi annesel işlevini sağlıklı bir şekilde ilerletebilmesi için babasal işlevin desteğine her zaman ihtiyaç duyacaktır. Babanın işlevsel olmadığı, evde konumlanmadığı, bilerek ve isteyerek dışarıda kaldığı durumlarda annenin de bebeği kabullenmekte ve bakım vermekte zorlandığı tablolara çok sık rastlayabiliriz.

Yazının devamı...

Evlilik yolunda ilişkiler

Bundan tam üç sene önce yazdığım bir yazıyı okuyup güldüm kendi kendime. Çünkü tam da o zamanlar kendi düğün sürecimden geçiyordum. Aradan geçen zamana bakarak, birazda hayretle ikincisini yazmaya karar verdim. Üç senede konu ile ilgili değişen fikirlerim olmuş mu acaba diye yazarken düşünüp, düşünürken yazıp sizinle paylaşmak istedim. Malum düğün sezonundayız. Her ne kadar corona virüs sebebi ile kısıtlı bir dönemden geçsek de düğünler, nişanlar devam ediyor. Evlilik sürecinde arka planda kalan ama süreçten sonra hayati önem taşıyan çok şey var. Süreçte gelin ve damat muhteşem bir düğünün hayaliyle her şeyi kusursuz sunmak adına koşturur dururlar. Gelinliğinden damatlığına, çiçeğinden salonuna, ıncığından cıncığına... Bir ton da para verdikten sonra mükemmel olacak olan düğün mükemmel bir evliliğin kapılarını açacak zannederler.

Gerçekler öyle mi acaba bir bakalım;

Evlilik sürecine giren genç bireylere birçok şeyin doğru aktarıldığından emin değilim. Kulaktan dolma, eksik, şişirilmiş veya çarpıtılmış bilgiler evliliğin ve ilişkilerin köküne dinamit yerleştiriyor. Her bir bilgiyi didik didik edip incelemek, her ilişki için geçerli olup olmayacağını sorgulamak gerekir. Evlilik sürecine giren her çiftin ilişkiye faydası olmayan maddi detaylarda boğulmadan önce nasıl bir sürece adım attıklarının farkında olmaları çok önemli. Yanlış inanışların, mitlerin düzeltilmesi bile bir çok insanın ilişkiye yaklaşım tarzını değiştirecektir. İlk olarak hiçbir ilişkinin bir diğerine benzemediğini bilmemiz gerekiyor. İlişkinin onu kuran kişilerden biraz ayrı ve özerk bir yapısı ve dokusu vardır. Bu doku tıpkı bir insanın diğer bir insana benzemediği gibi başka hiçbir dokuya benzemez. Dolayısıyla bir ilişkide geçerli olan formüller diğer bir ilişkinin sonunu getirebilir. Her çiftin kendini, partnerini ve ilişkisini tanıması ve ona göre formüller bulması şarttır. Klişe ama bir o kadar da doğru olan ‘sevgi emektir’ sözüne değinecek olursak, evliliğe yeni adım atacak çiftlerin kurtulması gereken yanlış inanışlardan bir tanesi de evliliğin mutlulukla öylece harmanlandığıdır. Yani evlilikle birlikte paket halinde gelen bir mutluluk yoktur. Partnerlerin, mutluluğu, birlikte emek vererek, zaman harcayarak inşa etmeleri gerekmektedir. Bir diğer mit ise sevginin bitmeyen bir şey olduğudur. Sevgi, uğruna çabalayan birileri olmadığında sessizce ve yavaşça gider. Sevginin ilişkide daimi olarak var olması için onu ikna etmek, çabalamak ve emek harcamak gerekmektedir. Evliliğe giden süreçte her iki tarafta imzaları attıktan sonra büyülü bir dünyanın içine düşeceklerini sanırlar fakat bu dünya gerçek hayattan başka bir yer değildir. Bu gerçek hayatın içinde hüzünler, tartışmalar, uyuşmazlıklar, sevinçler, mutluluklar kısacası her şeyden vardır ve olması normaldir. Çok büyük beklenti ile girilen bu dünyaya ilk yıllarda adapte olamayan çiftlerin sabır, emek ve zamanla ilişkiyi adım adım inşa edeceklerini bir kere daha hatırlatmakta fayda var. Bu dünyanın büyüsü ise zamanla sağlamlaşan ilişkinin iyileştirici, onarıcı ve dönüştürücü tarafında yatmaktadır. Bir kıyıda birbirine sürtünerek sivri taraflarının yontulmasıyla yüzyıllar içinde eşşiz şekiller alan taşlar gibi eşlerde zaman içinde şekillenir, olgunlaşır ve dönüşür. Yeter ki sevgi, emek, çaba olsun...

Yazının devamı...

Travmatik ilişkiler

Romantik aşk hikayelerinin sonunda kadın ve erkek çektikleri onca sıkıntının sonunda mutlu sona ulaşır, birlikte olurlar ve hikaye oracıkta bitiverir. Peki ya sonra ne olur? Gerçek şu ki asıl hikaye ondan sonra başlar. Bir süre sonra hikayenin romantik kahramanları ilişkinin gerçekliği ile yüzleşmeye başlar. Zaman zaman ne olduğu anlaşılmayan tartışmalar çiftin duygusal olarak yorulmasına neden olur. Kalpler kırılır, sevgi zarar görmeye başlar. Tam bu noktada önemli bir konudan bahsetsek yerinde olur sanırım. Biraz yakından bakalım şu tartışmalara; Birlikteliklerin patinaj çektiği iki önemli nokta vardır: İhmal ve işgal... Mevzunun kaynağı yaşamın ilk yıllarındaki travmalarına kadar uzanır. Gelin bu iki kavrama yakından bakalım...

İlişkide ihmal

Taraflardan biri yeterince görülmediğini, sevilmediğini, anlaşılmadığını hissediyorsa ihmalin kokusu geliyor demektir. Ortada gerçekten bir ihmal mi var yoksa kişi kendi iç dünyasında ilişkiyi böyle mi deneyimliyor bu da işin başka bir boyutu. İhmal edildiğini düşünen tarafın çocukluk çağını ve ebeveyni ile olan ilişkisini incelediğimizde aynı senaryonun bir başka versiyonu ile karşılaşmamız çok olası. Travmanın tanımını burada yapacak olursak ‘’hazır olmadan bir duygu yaşamak zorunda kalmak ve bu duruma tepki verememek’’ diyebiliriz. Sorun şuradaki kişinin çocukluk çağında ihmal gibi bir travma söz konusu ise yetişkin yaşamında bu travma kendini yeniden gerçekleştirme zorlantısına girer, çünkü kişi geçmişte veremediği tepkiyi bu kez verip kendini iyileştirmek, onarmak gibi bilinçdışı bir eylem ortaya koyar. Travma denilince akla çok büyük şeyler gelmesine gerek yok bazen ihtiyaç anında kimsenin o an orada olmaması da kişi için bir travma oluşturabilir. İlişkide ihmal edildiğini düşünen kişinin bunu partnerine nasıl yansıttığı çok önemli çünkü genelde travmanın tekrarlama zorlantısı nedeni ile ihmal geçmişi olan kişi tamda kendini ebeveyni gibi ihmal edecek biri ile ilişki içine girme eğilimi içindedir. Burada da devreye karşı tarafın geçmiş yaşantısı giriyor. İhmal edildiğini düşünen taraf yapışmacı ve ısrarcı bir karşı eyleme giriyorsa ki yüksek bir ihtimalle bu şekilde bir senaryo çıkıyor karşımıza, o zaman karşı tarafın ne yaptığına bir bakalım:

İlişkide İşgal

Bebek 2 yaşlarına doğru artık bakım verenden(anneden) ayrılıp etrafı keşfetmek ister. Keşif, bebek için çok önemlidir. Dışarıyı keşfetmeli, içinde yaşayacağı dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilmelidir. Bu istek ve arzuyu kendisinden ayrılmak olarak algılayan ebeveyn çocuğu her gitmeye kalktığında, eylem ortaya koymaya çalıştığında arkasından tutup çekiştirir ve ayrışma ve keşfetme arzusunu baltalarsa, her gittiği yerde peşinde, önünde, arkasında ebeveynini bulursa bebek, bunun adı ‘işgal’ olur. İşgal çoğu zaman ebeveynin iyi niyetle korumaya yönelik yaptığı bir şey gibi gözükse de arkasında travmaya kadar giden ruhsal bir tahribat vardır. Bebek ebeveynden her ayrılma girişiminde ihanet ediyormuşçasına bir duygusal şiddete maruz kalır. Bu noktada ya dış dünyadan, ya da anne-babadan vazgeçecektir. Anne ve babadan vazgeçebilecek bir donanımda olmadığı için özgürlüğünden ve kendinden vazgeçmek zorunda kalır. Bu bebek büyüyüp yetişkin hayatına geçtiğinde bu travmayı ona yeniden yaşatacak bir partner arar, tabii ki bilinçdışı bir arayıştır bu. Karşısına kim çıkar dersiniz ? İhmal edilmiş kalbi yaralı o diğer kahramanımız...

İşte burada ihmalin ve işgalin acı veren dansı başlar. Bu dans cehennemin tam ortasında yapılmaktadır. İki tarafta ne olduğunu anlamaz. Derin acılar gün yüzüne çıkmış, travmalar aktifleşmiştir. İhmal edilen kişi istediği sevgiyi alabilmek uğruna karşı tarafa var gücüyle yapışır. Bu durum karşı tarafın bebeklikte yaşadığı işgali tetiklediği için uzaklaşma ve kendini korumaya alma tepkisi vermesine yol açar. Kısır döngü tam da burada başlar ihmal edilen yapışır, işgal edilen kaçar. Her iki tarafta bu durumda sevilmediğini, anlaşılmadığını, değersiz olduğunu düşünür. Oysa her iki tarafında derdi ortaktır, geçmiş travmayı çözmek, yarayı iyileştirmek... Duygu yoğunluğunun çok yüksek olduğu bu kısır döngüde çiftler ne yapacağını bilemez hale gelir, duruma anlam veremezler. En kısa zamanda bir çift terapistine gidip durumu çözmek, ilişkinin ve partnerlerin aldığı yaraları iyileştirmek mümkündür.

Yazının devamı...

İlişkilerde tartışmanın önemi

Her ilişki başlangıcında çiftlerin ilişkiden beklentileri mutluluk üzerinedir. Güllük gülistanlık bir ilişkinin hayali kurulurken ilişkinin bir kaç adım sonra yavaş yavaş huzursuzluklarla, tartışmalarla sınanmaya başladığını gözlemliyoruz. Her ilişkinin dinamiği kendine özel olmakla birlikte çözümü de kendine has ve özeldir. Problemlerin çıktığı yer aslında her iki tarafında yaralı olduğu, o zamana kadar getirmiş olduğu geçmiş yaşantıların kalıntıları oluyor. Kişi birey bazında halledemediği bütün ruhsal sıkıntılarını çift ilişkisine başladığında adeta karşısında yeniden hortlamış şekilde buluyor. O zamana kadar bastırıp kontrol altında tutulan bütün problemler gönül yarenini bulunca gelip kucağımıza oturuveriyor.

Peki Bunun Sebebi Nedir?

Bunun en önemli sebeplerinden biri ‘’yakınlık’’tır. Çift ilişkisini diğer ilişkilerden ayıran en önemli özellik yakınlığın en üst düzeyde oluşudur. Tıpkı anne, baba, kardeş ilişkilerinde olduğu gibi çift ilişkisinde de yakınlığın getirdiği bazı tehditler vardır. Yakınlık arttıkça tehdit de artar çünkü geçmiş aile travmaları canlanmaya başlar. Bunun bir diğer adı da ‘’aktarım’’dır. Çiftler zamanla birbirlerine aktarım yaparlar. Kişinin karşısında duran, sevdiği adam-kadın zaman geçtikçe, yakınlık arttıkça, aktarım derinleştikçe, başlarda sevdiği adam-kadın olmaktan çıkar, geçmiş yaşantısında, çocukluk çağında yara aldığı ebeveyninin suretine bürünür. Amaç ise geçmiş yaraları şu anda ve şimdide iyileştirmektir. Bu anlamda çift ilişkisi bir şeye hizmet etmektedir; Ruhun iyileşmesine...

Fakat ilişkinin başlarında her iki tarafta bu süreçten habersizdir. Mutluluk hayalleri kurarken ilk dönemeçte toslanan duvar, çifti derin bir hayal kırıklığına uğratabilir, paniğe kapılmalarına sebep olabilir. Aslında süreç tam da yukarıda bahsettiğim gibi normalinde gidiyor ve bir amaca hizmet ediyordur. Tamda bu noktada, tartışmaların başlaması çiftin huzurunu kaçırmakla beraber her iki tarafında zamanla yıpranmasına sebep olabilir. Ama iyi haber şu ki, tartışmanın olduğu ilişkide iyileşme, yenilenme, birlikte yeniden doğmanın müjdesi vardır. Tartışan bir çift ön planda ne kadar kızgın, kırgın olursa olsun birbirlerine ve ilişkiye karşı umut besliyorlar demektir. Tartışmak karşıdakinin varlığını kabul etmek demektir. Tartışma öğrenilememiş iletişimin beceriksizce yapılması demektir. İçinde öyle ya da böyle tartışma olan ilişkide iletişim var demektir ve bu çok kıymetlidir. Fakat bundan sonraki süreci yönetmek çiftin önemli bir görevi haline geliyor çünkü uzun süreli tartışmalar, eğer iyi yönetilememişse zamanla büyük kavgalara dönüşmeye başlıyor, bu da ilişkiyi uzun vadede çok daha fazla yaralayabiliyor. Bu noktada çiftin profesyonel bir destek alması ilişkinin geleceği açısından çok önemli hale geliyor.

Yazının devamı...

İlişkide Koşulsuz Kabul

İyileştiren ilişkilerin en önemli özelliği ‘koşulsuz kabul’ barındırıyor olmasıdır. Bu ister ebeveyn-çocuk ilişkisi olsun ister romantik bir ilişki...

Koşulsuz Kabul Nedir?
Bir bireyi, varlığına saygı duyarak, değiştirmeden, eleştirmeden, hor görmeden, olduğu gibi kabul etmektir. Koşulsuz kabul, sevginin ilk şartıdır. Koşulsuz kabulü içinde barındırmayan sevgi, sevgi değildir. Sevginin insan ruhu için iyileştirici olmasının en önemli yanı, koşulsuz kabülü içinde barındırıyor olmasıdır.

Peki ilişkilerde koşulsuz kabul olmazsa neler olur onlara bakalım;
Kişi olduğu gibi kabul görmediği için kendi varlığını sorgulamaya başlar.
Yaptığı ve yapmadığı davranışlardan ötürü suçluluk hisseder.
Kendine olan inancını yitirir.
Kendini sevmemeye başlar.
Özgüveni yıkılır.
İnsanlara olan inancını kaybeder.
Güvenli bir alan oluşturamaz.
Sevgi alamaz ve veremez, sevginin gerçek anlamını öğrenemez.

Koşulsuz kabulün olmadığı ebeveyn-çocuk ilişkilerinde bu faktörler çok daha derin ve yaralayıcı olabilir. Normal bir partner ilişkisinde ise taraflardan biri zamanla bu tuzağın içine doğru çekilse de farkettiği anda ilişkiyi sonlandırmalıdır. Çoğu zaman ise romantik ilişkiler, çocukluk yaralarını tekrar etmeye yönelik seçimlerle başlayabilir. Travmaların kendini tekrar etme zorlantısı, kişinin çocukluk çağında yaşadığı travmaların benzerini hata bazen aynısını yaşatacak kişileri seçer. Bundan dolayı kişi, çocukluk çağında koşulsuz kabul görmemişse kendini ve bir ötekini de koşulsuz kabul etmek ne demek, bilemeyecektir. Koşulsuz kabulün olmadığı bir ilişki ruha hastalık verir. Ruh zamanla hastalanır ve semptomlar yoluyla kendini anlatmaya çalışır.

Bu semptomlar neler olabilir bakalım;
OKB
Kaygı bozukluğu
Fobiler
Depresyon
Deri hastalıkları
Uyku bozuklukları
Diğer psikojenik alt kökenli ruhsal problemler

Yukarıda saymış olduğum psikojenik problemlerin en temelinde hastalıklı ebeveyn-çocuk ilişkisi yatmaktadır. İnsanı hasta eden de, iyileştirende ilişkinin kendisidir. Koşullu kabul, kişinin kendini olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi sunmasına sebep olur. Eğer bu ikisi arasında derin bir fark varsa bu durum kişinin ruhsal olarak çökmesi demektir. Kişi ilişkide edindiği ruhsal yanıtları zamanla içselleştirir ve kendilik algısı edinir. Yani kendini olduğu gibi kabul etmesi bir hayli zordur. Ruhsal çatışmaların temelinde de tam olarak bu yatmaktadır.

Ruhsallığın şifa bulması için hangi durumların gerçekleşmesi gerekir?
Yetişkin dönemde kişiye koşulsuz kabul sunan romantik ilişki
Kişiyi destekleyen bir sosyal çevre
Eğer yukarıdakilerden yoksunsa kişi, Psikoterapi süreci

Kişi yetişkin dönemde kendini koşulsuz kabul ederek seven bir partner varlığı ile veya kendini destekleyen bir sosyal çevreye sahipse iyileşme geçekleşebilir fakat böyle bir şansı olmamışsa, kişiyi koşulsuz kabul ederek, yargılamadan ve aşağılamadan tüm varlığını onaylayan bir psikoterapi süreci, kişinin gerçek kendiliğini bulmasına kapı aralayarak hayatının yeni bir dönemine sayfa açar.

Yazının devamı...

Utancın Doğuşu

Yazıma başlamadan önce belirtmeliyim ki bahsedeceğimiz utanç insan fıtratından ileri gelen, doğal bir utanç değildir. Bahsedeceğimiz utanç, kişinin ilerlemesinin önüne geçen, yaşamını zorlaştıran ve bir şekilde kendini gerçekleştirmesini engelleyen suçlulukla harmanlanmış bir utançtır. Bu utancın temeli bebekliğin erken dönemlerine kadar uzanır. Bebek kendini anneden ayrı olarak görmeye başladığı dönemde yeni yeni dünyayı keşfetmeye başlar. Keşfedeceği ilk dünya, annenin yüzüdür. Bebek annenin (bakım verenin) gözlerinde gördüğü ile kendilik tasarımını oluşturur. Eğer o gözler hayranlıkla bakıyorsa bebeğin kendilik tasarımı hayran duyulacak şekilde tasarlanır. Her anne bir nevi kafasındaki çocuğu inşaa eder, çocukta annenin kafasındaki çocuğa göre potansiyellerini şekillendirir ve geliştirir. Çocuk 1-3 yaş aralığında keşif yolculuğuna devam eder. Bu dönemde bebek büyük bir iştahla dünyaya saldırır, her şeyi keşfetmek, öğrenmek ister. Ama aynı zamanda da annesinin dizleri dibinde olmak ister. İşte bu durum ilk ikircikli duyguları ortaya çıkarır. Gitmek ve keşfetmek mi? Kalmak ve annenin sevgisini almak mı?

Bebek için annenin libidinal enerjisi (sevgisi) hava su kadar önemlidir. Eğer bu süreçte anne, bebeğin ayrılma ve keşfetme sürecini baltalar, gitmesini engeller, her uzaklaştığında kaygılı gözlerle bakarsa çocuk keşfetmekten vazgeçip hemen annenin eteklerine döner. Çünkü önemli olan hayatta kalmaktır. Çocuk keşfetme arzusuyla anneden ilk ayrılışında çok az bir süre sonra hemen geri dönerek annenin varlığında güven bulur, tabiri caizse deposunu doldurur ve tekrar keşfe çıkar. Çocuk keşif sırasında ara sıra dönüp annenin varlığından, gözlerinde gördüklerinden emin olmak ister. Eğer annenin gözlerinde kızmış, kaygılanmış, onaylamayan bir ifade varsa çocuğun keşif merakı, yerini derin bir utanca ve suçluluğa bırakır. Artık keşif onun için eğlenceli bir durum değil, ızdırap ve acı dolu bir deneyim haline gelir. Çocuk gerçek kendiliğini feda ederek, keşif merakından vazgeçerek anneyi memnun etme çabasına girer. Çocuğun keşif döneminde bu şekilde engellenmesi onu ‘uslu bir çocuk’ haline getirir. Kültürümüzdeki ‘uslu çocuk’ kavramı aslında keşiften vazgeçmiş çocuk anlamına gelmektedir. Yine kültürümüzde ‘yaramaz çocuk zeki olur’ sözünü de bu açıdan değerlendirirsek, keşfetmesine izin verilmiş, desteklenmiş çocuk ilerleyen dönemde kendiliğini gerçekleştirecektir. Kendiliğin inşaası annenin gözlerinde gerçekleşir ve bebeğin beyninde bu gözlerde gördükleri referans alınarak nöronal yolaklar oluşur. Çocuk desteklenmiş ve yüreklendirilmişse ileriki dönemde rahat, güvende ve hak etmişlik duygusu ile yaşar. Tam tersi bir durumda ise çocuğun içinde derin bir utanç duygusu köklenir. İleriki yaşamında bu utanç her yeni adımında kendini hissettirir.

Yazının devamı...

Psikoterapi ve İyileşme

Son yıllarda yapılan araştrmaların ortaya koyduğu en çarpıcı bulgulardan birinin de terapi sürecinde terapistle kurulan ilişkinin çok ciddi oranda iyileşmeye katkıda bulunmasıdır. Biraz daha açacak olursak ilişki bağlamında kişinin kendini yeniden tanıması, tanımlandırması ve yapılandırması söz konusu olabilir. Bu ilişkinin temel özelliklerine baktığımızda yargılamayan, aşağılamayan, korkutmayan, varoluşa saygılı, kabul eden, onaylayan bir ilişki profili olduğu ortaya çıkıyor.

Bir bebeğin ilk yıllarına gittiğimizde anne-bebek ilişkisi bağlamında bebeğin ruhsal ve fizyolojik ihtiyaçlarını gidermesi gerekmekteyken anneden, çevreden veya başka bir sepebten bu ihtiyaçların karşılanamaması halinde bebeğin ruhsal dünyasında bir takım kırılmalar, takılmalar veya eksiklikler meydana gelmektedir. Bu bebek bir yetişkin olduğunda bedenen büyüse bile ruhsal olarak takıldığı o yaşta kalır. Yani aslında karşımızda yetişkin görünümünde ruhsal bir bebek vardır. Bu bebek anne tarafından karşılanmayan ihtiyaçlarının eksikliğini gidermek için çeşitli yollara başvurur. Bu yollar zaman zaman işe yarar veya yaramaz.

Kişi eğer farkında değilse ki çoğu insan farkında olmadan yaşıyor ve ihtiyaçlarını bastırarak yok sayma yoluna gidiyor. Fakat bu ihtiyaçlar dayanılmaz bir hal aldığında bazı yollardan bizimle iletişime geçiyor. Bu bazen bir depresyon, bazen obezite, bazen alkol bağımlılığı bazen cinsel bozukluklar olarak ( bu liste uzayıp gider) karşımıza çıkıyor. Yani psikojenik alt kökenli bu problemler bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kişi ruhsal olarak son raddeye geldiğini hisettiğinde bir arayış içerisine giriyor. Bu arayışın nihai sonucu da psikoterapiye çıkıyor. Bu anlamda psikoterapi kişinin takılı kaldığı ruhsal evreyi saptayıp, o evrenin ihtiyaçlarını gidererek kişinin bir sonraki evreye geçmesini ve ruhsal gelişimini tamamlamasını hedef alır.

Psikoteapi için ruhun yeniden doğuşu diyebiliriz. Bu doğumun sancılı ve acı veren tarafında terapistin hasta ile kurduğu güvenli ilişki Psikoterapiyi iyileştirici hale getirmektedir. Yine bebeğin ilk yıllarına gittiğimizde kendini tanımlaması ve kendilik aktivasyonunu gerçekleştirmesi bir ilişki üzerinden gerçekleşmektedir diyebiliriz. Bebek kendini bakım verenin(annenin) bakışları davranışları, konuşmaları, dokunmaları üzerinden tanımlar. Bir diğer deyişle kendini anne üzerinden var eder. Psikoterapi de kişinin kendini bu ilk ilişkiye benzer bir ilişki bağlamında var etmesine olanak sağlar.

Psikoterapi için yeniden doğuş diyebiliriz. Terapi odasını bir annenin rahmine benzetecek olursak, kişi kedini orada yeniden doğurur. Bu doğumun ardından kişinin kendini tanımlaması, hayatı tanımlaması ve çevresindeki ilişkide olduğu insanları tanımlaması yeniden anlam bulur, değişir ve iyileşir.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.