SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"Sanatçılar Biraz Melankoliktir Ama, Ben Çok Mutlu Bir Sanatçıyım"

Öncelikle klasik bir röportaj yapmayacağımızı söylemek isterim. Sorularım size tuhaf gelebilir. Amacım yeteneğinizin zihninizi ve zihninizin yeteneğinizi nasıl şekillendirdiğinin ipuçlarını yakalayabilmek. Size "piyano" dediğimde zihninizde canlananlar nelerdir?

Piyano dönem dönem bende farklı şeyler canlandırdı. En son şu andaki durumumla daha önce hissettiklerim arasında fark var. Yolculuğa bakmak gerekiyor. Bazı dönemlerde teselli gibi oluyor. Bazı dönemlerde, ilk zamanlarda belki, aşılması gereken büyük bir dağ gibi. Ama her zaman bir sırdaştı aynı zamanda. Ona kavuştuğum anda ben kendim oluyorum. Çünkü başka türlü ifade edemeyeceğim, anlatamayacağım hislerimi dile getirebiliyorum piyanoyla. Onunla konuşarak kendim oluyorum.

Piyano sesi duyduğunuzda (güzel icra edilen bir eser) hissettikleriniz nelerdir?

Kendi dilimden konuşan birisi var gibi hissediyorum.

Yine piyano ile kötü icra edilen bir eser duyduğunuzda hissettikleriniz nelerdir?

Beni korkunç rahatsız ediyor. O kadar üzüyor ki, oradan hemen kaçmak istiyorum. Tahammülüm yok gerçekten. Kötü icra edilen bir eser, yalan söyleyen bir insan gibi geliyor bana.

Piyano çalarken içine girdiğiniz dünyayı biraz tarif edebilir misiniz? Piyano çalarken içine girdiğiniz dünyada daha güvenli mi hissediyorsunuz? Piyanolu ve piyanosuz dünya arasında sizin için ne fark var?

Piyano çalarken içine girdiğim dünya oturulabilir bir ev gibi oluyor. Orada yaşanabilir gibi bir mekan. Onsuz olunca sokakta kalmış gibi hissediyorum. Yani piyanosuz bir dünya düşünemiyorum. Piyano olmasa hayatımda ailesini yitirmiş, öksüz gibi hissederim.

İnsan canlısının kaliteli bir yaşam sürdürebilmesi için güven çok önemlidir. Piyano çalarken içine girdiğiniz dünyada daha güvenli mi hissediyorsunuz?

Piyanoya kavuştuğum anda bana kimse dokunamaz, kimse zarar veremez. O andan itibaren güvendeyim. Kendi dünyamın güzelliğini, zenginliğini hiç kimse bozamaz. En güvendiğim yer orası.

Aslında burada anne-babalara bir şey vurgulamak için bunu sordum. Üstün potansiyelli çocuklar, potansiyellerinin yüksek olduğu alanda desteklendiklerinde, yaşama karşı duruşları çok daha kuvvetli ve güvenli olacaktır.

Evet bir kaleleri olacaktır. Ama böyle hapsolmuş gibi bir kale değil. Tam tersine oradan itibaren özgürlüğüne kavuşmuş ve o özgürlüğün içinde başkalarına da bunu aktarabilir gibi bir kuvvet hissediyorsunuz. Başkalarına yardım edebilir, onları da oraya alarak kurtarabilirsiniz gibi.

Doğru anladıysam "Başka bir dünya mümkün"ü gösterebilirsiniz gibi sanırım...

Evet

Piyano bir lisan gibi bence sizin için. Piyano ile en çok neyi anlatmayı seviyorsunuz?

Her şeyi. Her duyguyu piyano ile anlatabilirsiniz. Sevinçten, üzüntüden, kızgınlıktan, isyandan, romantizmden, aşktan, ölümden, ölüm korkusundan bahsedebilir, hepsini anlatabilirsiniz.

Bu sizin için bir ihtiyaç gibi mi? Duyguları piyano ile anlatmak çocukluktan beri içinizde var mıydı?

Evet kesinlikle vardı. Çocukken bazen besteyle de anlatırdım. Tabi çocukken yaptığım ufak-tefek karalamalardı bunlar ama kendim çalarak daha da güçlü anlatırdım.

Farz edelim ki bir his var içinizde ve piyano başına geçtiniz notalara döküyorsunuz. Başkalarının bunu duyması önemli mi yoksa siz kendiniz için mi yaparsınız?

Daha ziyade kendim için yaparım. Aynı zamanda tabi etrafımdakilerin ondan haz duyduklarını gördükçe de her zaman paylaşmak istiyorum. Ancak yaşarken yaşatabilirsiniz, yaşatarak yaşayamazsınız. O yüzden önce kendim için yaparım.

Hayatın içerisinde duygularınızı nasıl yaşarsınız? Hüznünüzü, mutluluğunuzu… İçinizde mi, dışa vurarak mı, üzerini kapatarak mı, görmezden gelerek mi?

Bulunduğum ortama göre de değişir. Yalnızken aslında çok mutlu yaşayan bir insanım. Her şey bana ilham verir. Baktığım, gördüğüm duyduğum, gezdiğim, yaşadığım şeyler… İnsanllarla berabersem de tamamen ortama uyum sağlarım. Çok dışa dönüğüm. Kiminle isem onunla tam olmayı severim. Hangi ülkede olduğum, hangi meslekten bir insan olduğu fark etmez. İnsanları çok seviyorum aynı zamanda.

Bu kadar dışa dönük yaşamak sizi hiç yaralıyor mu, yoksa “benim kalem sağlam” gibi mi hissediyorsunuz?

Kalem sağlam evet. Yok yaralamıyor. Yaralamaya çalışan çok ender insan oldu beni. Hakikaten ya bir ya iki tanedir dünyada. Onları da tamamen hayatımdan güzel bir şekilde çıkardım. Ama bu genelde olmayan bir şey.

Karar vermeniz gereken durumlarda düşünce süreciniz uzun mudur? Yoksa daha çok hislerle ve ani mi karar verirsiniz?

Daha çok ani kararlar veririm.

Çoklu yeteneğe sahip bir sanatçısınız. Bazı doğaçlama videolarınızı izledim, tiyatral yeteneğiniz de üst düzeyde. Bu durum size ne gibi bir katkı sağlıyor?

Onun çok fazla kendi alanımda katkı sağladığını sanmıyorum. Olsa olsa enerji olarak katkı sağlıyordur. Hobi ile biraz nefes almak gibi. Kendimi her şeyle eğlendirmesini bilen bir insanım. Hatta bugün jüri olduğum uluslararası piyano yarışmasında arkadaşlardan birisi “Gülsin Hanım, siz bizden daha fazla enerji harcadınız sosyal medyada yarışmayı duyurmak için, bu kadar işinizin arasında yaptınız” dedi. O beni yormuyor ki, hakikaten eğlendiğim için, eğlence için yapıyorum dedim. Fransız jüri üyesi arkadaşım da “Zaten hayatta her şey Gülsin’e ilham veriyor ve eğlendiriyor” dedi. Biraz da doğru dediği. Sanatçılar biraz melankoliktir ama ben çok mutlu bir sanatçıyım.

Bir röportajınızda, çocukken tiyatro yaptığınızdan da bahsetmişsiniz. Geçmişe dönüp seçim yapma şansınız olsaydı hangi yeteneğiniz doğrultusunda ilerlemeyi tercih ederdiniz?

Bilerek ve isteyerek yine piyanoyu seçerdim. Ama tiyatroyu da kardeşime yaptırırdım (o muhteşem kahkahaları eşliğinde söylüyor bu cümleyi). Kardeşim yok ama.

İçinizdeki sanatçı kaostan mı yoksa ruh dinginliğinden mi beslenir diye bir soru soracağım ama benim sizde hissettiğim dinginlik baskın gibi…

Kesinlikle öyle. Ama içerisinde kaos olan eserler de var. Özellikle Beethoven’da, Rachmaninoff’un bazı eserleri, konçertoların bazı bölümleri, orada müthiş bir kaos, karamsar, koyu ve acı şeyler var. Bu demek değil ki onları yaşamıyorum ve yaşatmıyorum. Onları da çok çok derinden hissedip yaşıyorum ve yaşatıyorum. Ama o an için. O anda beslendiğim duygu sadece. Duygu içerisine girebiliyorum.

Çocukken anlaşılmadığınızı düşündüğünüz zamanlar oldu mu? Çocukken kendinizi ifade ederken sözlü iletişimi mi sözsüz iletişimi mi/beden dili-pasif tutum tercih ederdiniz?

Pasif tutum-sözsüz iletişimi tercih ederdim. Eskiden konuşmayı o kadar çok sevmezdim. Piyano ile iletişim kuruyordum yeterince. Ama öyle çok konuşkan bir çocuk değildim. Anlaşılmadığımı düşündüğüm zaman çok fazla da olmadı. Aile açısından çok şanslıyım. Annem de babam da müthiş insanlardır.

Eşiniz Cambridge’da matematik profesörü. Sizin matematikle aranız nasıl? İyi müzisyenlerin matematiğe yatkınlıkları olur genelde.

Matematikle aram çok çok iyi. Çok seviyorum matematiği. Çok da iyi bir öğrenciydim. Matematik hocamı da çok severdim. Bana ayrı ders veren bir matematik hocam vardı. O benim için, isterse matematikçi olabilir demişti. Müzik-matematik ilişkisi hakikaten ilginç, Benim eşim de matematik profesörü olmasına rağmen, müthiş bir müzisyen. Gerçekten dahi düzeyinde bir matematik zekasına sahip. Ama piyanoda çok çok iyi, kontrbas çalıyor, bir de beste yapıyor. Müziği de çok ileri düzeyde. Matematik de muhteşem bir dünya. Matematikçilerin de çok farklı bir dünyaları var. Kendilerine yeten insanlar. Mutsuzluğu hiç bilmezler. Seslerin titreşimleri bile matematik. Bach’ın fuge’leri matematiksel ve aynı zamanda mimari. Onun için matematikle ilişkili. Ama matematikte de duygu var aynı zamanda. Fiziksel bir şey yok matematikte. Bizde hem zihin, hem fizik hem duygu var. Üçünün aynı derecede önemli olduğu başka bir meslek yok.

Birkaç dili anadiliniz gibi konuşmak size çok uluslu hissettiriyor mu? Dünyanın en çok hangi bölgesinde kendinizi daha iyi hissediyorsunuz?

Hatta dilini bilmediğim yere bile ait hissediyorum kendimi bazen (yine muhteşem kahkahalar eşliğinde söylüyor bunu). Her yeri farklı açılardan çok seviyorum. En son Zimbabwe’den geldim. Bayıldım her şeyine! İnsanlarına, safaride gördüğüm zebralara, zürafalara, gergedanlara. Aşık oldum resmen, o kadar sevdim. Ama başka yerlerin de başka şeyleri var. Gittiğim yerlerde hep aşık olacak bir şeyler buluyorum.

Sosyal medya ile aranız nasıl? En sık hangi aplikasyonu kullanıyorsunuz?

Sosyal medya ile aram çok iyi. Birçok merak ettiğim şeyi Google’dan bakıyorum. Instagram, Twitter, Facebook ve Whatsapp kulanıyorum.

Bir çocukta müzik yeteneği küçük yaşlarda nasıl anlaşılır? Aileler bunu nasıl tespit edebilirler?

Tabi öğrenme hızını bir belirti sayabiliriz ama her hızlı öğrenen kişi üstün yetenekli olmayabilir. Seslere ilgisi olur. Temiz şarkı söyler. Müziğe ilgisi de olur tabi. Aynı sesleri çıkartabiliyor mu diye kulak testi yapılabilir. Tabi bunun için bir hocanın bakması gerekir.

Bu soruyu tüm klasik müzik sanatçılarına sormaya çalışıyorum. Çünkü Türkiye’de klasik müziğin halka ulaşması ile ilgili bir sorun olduğunu fark ediyorum. Sizin bu konuda epey aktif olduğunuzu da biliyorum. Sizce klasik müziğin halka ulaşması için ne gibi çalışmalar yapılmalı?

Ben oldukça bunu yapmaya çalışıyorum. Sosyal medyada kısa kısa videolar paylaşıyorum. Algılaması daha kolay sayılabilecek eserleri dinleterek, okullarda biraz daha fazla klasik müziğe ağırlık vererek… Tabi müzik öğretmenlerine büyük görev düşüyor burada. Medyanın da klasik müziğe çok daha fazla yer vermesi gerekiyor. Bir de belli bir ön yargı var. Klasik müzikte insanlar duygularını yaşayamaz da üç-dört dakikalık şarkılarda yaşayabilir gibi. Bence aynı coşkuyu, aynı duyguları çok rahatlıkla muhteşem bir senfonide bir sonatta yaşayabilir insanlar. Yeter ki o dünyaya girebilsinler. Ve öyle korkulduğu gibi zor bir şey değil, çok kolay aslında. Sadece iyi bir yorumcudan, iyi bir kayıttan dinlemeleri yeterli. Açık bıraksınlar bence kapılarını, algılarını…

Çocukları klasik müziğe alıştırmak için en çok hangi bestecileri dinletmek daha uygundur?

Herhalde yine Mozart diyebiliriz. Chopin ve Beethoven’ın bazı eserleri de olabilir. Belki Rachmaninoff, Schumann biraz daha sonra dinletilebilir. Debussy, Ravel de çok güzel renkler ama kulak biraz daha alıştıktan sonra olabilir belki. Barok müzik ritmik olması dolayısıyla çocuklara cazip gelebilir. Vivaldi, Bach gibi… Aslında YouTube’dan o kadar güzel şeylere erişilebiliyor ki, çok kolay oldu artık. Annelere biraz iş düşüyor. Klasik müziğin zekayı geliştirdiği çok aşikar. Dinlemek bile öyle ama çalmak çok daha fazla…

Yazının devamı...

Menopoz Alzheimer riskini arttırıyor mu?

PLoS One dergisinde bu ay yayımlanan bir çalışmanın sonucuna göre,

Yapılan çalışmada(New York/ABD) menopoz dönemindeki kadınların beyin metabolizması incelendi. Menopoz dönemi ve sonrası kadınların beyninde Alzheimer hastalığında tutulum gösteren alanlarda hipometabolizma (metabolizma azlığı) gözlendi. Bu bulguların mitokondriyal sitokrom oksidaz aktivitesinin azlığı ile ilişkili olduğu öne sürüldü. Biliyorsunuz mitokondri yaşlanma ile ilişkisi en kuvvetli hücre parçasıdır. Bu bulgular menopoz dönemindeki kadınlarda endokrin yaşlanmanın etkisinin kronolojik yaşlanmadan daha baskın olduğunu göstermektedir.

Çalışmanın sonuçları dikkate alındığında menopoz dönemi sadece doğurganlığın azalmasına sebep olmamaktadır. Aynı zamanda Alzheimer hastalığı riskinin arttığı bir döneme denk gelmektedir. Alzheimer hastalığına karşı koruyucu önlemler almak bu dönemde çok daha fazla önem kazanmaktadır.

Menopoz dönemindeki östrojen eksikliğinin de buna katkısı olduğu düşünülmektedir. Yapılan bu çalışma, perimenopoz-menopoz geçiş döneminin, Alzheimer hastalığı için cinsiyete spesifik risk faktörlerinden olduğunu göstermektedir.

Yapılan çalışmayı özetlersek; toplamda 43 sağlıklı birey katılmıştır. Katılımcılardan 15’i yaş ortalaması 47, premenopozal dönemde (menopoza girmemiş) kadınlardan oluşan kontrol grubu idi. İkinci grup olan 14 kadın perimenopozal dönemde (menopoza geçiş dönemi) ve yaş ortalaması 50 idi. Üçüncü grup olan diğer 14 kişi ise postmenopozal dönemde (menopoza girmiş) yaş ortalaması 57 idi. Her üç grubun beyin metabolizması incelendiğinde, menopoz dönemi ve sonrası kadınlarda Alzheimer hastalığında tutulum gösteren alanlarda (posterior singulat, parietotemporal, frontal) metabolizma düşüklüğü gözlendi. Bu tutulum menopoz sonrası grupta daha belirgindi. Menopoza girmemiş olan grupta ise beyin metabolizması tamamen normaldi. Ayrıca uygulanan hafıza testlerinde menopoz dönemi ve sonrası kadınların skorları, menopoz öncesi kadınlara oranla daha düşüktü.

Mevcut çalışmanın katılımcılarından hiçbirisi menopoz sonrası HRT (hormon replasman tedavisi-östrojen hormonu desteği) almamıştı. Bu da bize menopoz dönemi ve sonrası östrojen tedavisinin Alzheimer hastalığına karşı koruyucu olabileceğini göstermektedir. Bu konuda yapılmış başka çalışmalar da mevcuttur. Bu kararın disiplinler arası verilmesinde fayda vardır. Konuyu sadece Alzheimer hastalığı açısından ele almak sakıncalıdır. Menopoz sonrası östrojen tedavisi, her birey için eksi ve artıları ile birkaç hekim tarafından değerlendirilip, o şekilde verilmelidir.

Bu çalışma menopoz dönemi ve sonrası antioksidandan zengin beslenmenin de önemini ortaya koymaktadır.

Sağlıkla kalın!

Yazının devamı...

Alzheimer'i Engellemenin %35'i Bizim Elimizde!

Alzheimer hastalığı, yaşadığımız çağda dünyanın hem sosyal hem de ekonomik anlamda en önemli sağlık sorunlarından birisi olarak görülmektedir. Maalesef ki hastalığın kesin nedeni bilinmediği için yapılan tedavi çalışmaları da sadece hipotezler üzerinden planlanmaktadır. Her ne kadar çalışmaların bir kısmı umut vaad etse de, henüz kesin tedavisi bulunamamıştır. Uluslararası Alzheimer Birliğinin geçtiğimiz ay Londra’da düzenlediği toplantıda, Alzheimer hastalığının tedavisi kadar korunma yöntemleri üzerinde de durulması gerektiği anlatılmış, hastalık ortaya çıkmadan engelemenin çok önemli olduğu vurgulanmıştır. Bu amaçla dünyanın en prestijli bilim dergilerinden birisi olan , alanında önemli isimlerden bir komisyon oluşturdu. Bu komisyon “Alzheimer hastalarının üçte biri henüz oluşmadan engellenebilir” başlıklı yeni bir makale yayımladı. Bu makale son dönemde Alzheimer hastalığı ile ilgili yazılan makaleler içerisinde en önemlisi olduğundan dolayı özetleyerek sizlere aktarmak istedim.

Alzheimer hastalığı risk faktörlerini yaşamın dönemlerine göre gruplayan makalede, her bir faktörün riski ne kadar artırdığı da belirtilmiştir.

Bu gen aleli değiştirilemeyen bir risk faktörüdür. Doğumla birlikte gelen risk faktörlerinden kabul edilir. Apo E epsilon4 gen alelini taşıyorsak Alzheimer hastası olma olasılığımız diğer bireylere göre %7 daha fazladır. Bunun için yapabileceğimiz bir şey yoktur.

15 yaşından önce eğitimi bırakanlarda Alzheimer hastalığı riski diğer bireylere kıyasla %8 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %9 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %2 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %1 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %5 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %4 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %3 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %2 daha fazladır.

Alzheimer hastalığına yakalanma riski %1 daha fazladır.

Bu durumda Alzheimer hastalığı risk faktörlerinin %35’i engellenebilir özelliktedir.

Yukarıda bahsi geçen risk faktörlerinden henüz yeni tanımlanan bir tanesi işitme kaybıdır. İşitme kaybı yaşayanların Alzheimer hastalığı riski %9 daha fazladır. Bu oldukça yüksek bir orandır. İşitme cihazı gibi basit bir çözümle bu fazladan risk ortadan kaldırılabilir.

Mevcut makaleye beslenme biçimi, uyku düzeni, hava kirliliği, alkol kullanımı gibi Alzheimer hastalığı riskini etkileyen faktörler dahil edilmemiştir. Bunların dahil edilmesiyle birlikte Alzheimer hastalığı için engellenebilir risk faktörleri %35’in üzerine çıkacaktır.

Sigara içmemek, obezite başlamadan önlem almak, her yaşta öğrenmeye devam etmek ve eğitimi erken yaşlarda bırakmamak, hareketli bir yaşam sürdürmek, sosyal ortamlardan uzak kalmamak ve de mümkün olduğunca stresten uzak kalmaya çalışmak Alzheimer hastalığı olma olasılığımızı %35 düşürecek, henüz olmadan engelleyebilecek, hiç de hafife almamamız gereken önlemler. Mucize tedaviler aramak yerine bu kadar bazı önlemlerle hastalığın önüne geçmek sizce de daha anlamlı değil mi?

E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Twitter: @drsevdasarikaya

Facebook: Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu

Instagram: @dr_sevda_sarıkaya

Yazının devamı...

Klasik müzik ile mizahı birleştiren adam: Efdal Altun

Önce yetiştiğiniz aile ortamından biraz bahsedelim. Ailenin tamamının farklı yetenekleri var. O zaman için size normal gelmiş olabilir ama geriye dönüp baktığınızda bu durumun sizi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

Dedem keman çalarmış. Tamamen kendi kendine çalmayı öğrenmiş. Daha sonra birçok enstrümanı da aynı şekilde çalmaya başlamış. Çekirdek aileden bahsedersek ailede ilk müzisyen babam. Babam, müzik aşkıyla genç yaşta hiç tanıdığı olmaksızın Erzincan'dan ayrılıp, konservatuvar sınavına girmek için tek başına Ankara'ya gitmiş. Zor günlerden sonra başarılı bir sınav vererek rahmetli Efdal Bey'in obua sınıfına kabul edilmiş ve onun manevi babalığı ve hocalığı gözetiminde okulu başarıyla tamamlamış. Hocasına olan sevgisinden dolayı da bana Efdal ismini koymuşlar. Emekli olana kadar Ankara Devlet Opera Orkestra'sında obua ve korangle çalmış. Annemden bahsedersek, o da hem Opera Korosunu hem de TRT Radyosunu kazanıp bizimle ilgilenmek adına fedakarlıkta bulunmuş. Hatta radyo sınavında jüri, ikinci bir Zeki Müren'le karşı karşıyayız demiş. Üç kardeş içerisinde ilk önce büyük ablam konservatuarı kazandı. Küçük ablam da onun peşine konservatuvarı tercih etti. Ben de böyle müzisyen bir ailede doğup büyüdüğüm için başka bir meslek düşündüğümü hatırlamıyorum. Kendimi konservatuvarda buldum. Klasik müzikle yoğrulmuş bir ailenin içinde büyüdüm. Klasik müzik dikkat gerektiren bir müziktir. Çok sesli müzikte dikkat çok önemlidir. Bir orkestra içerisinde çalarken birbirinizi çok iyi dinlemek zorundasınız. Sadece kendi çaldığınız değil partnerlerinizi de çok iyi dinlemelisiniz. Bütün bunlar dinleme becerimi geliştirdi ve duyarlı birisi olmama sebep oldu. Dinleme becerisi hayatımın diğer alanlarına da yansıdı. Sohbet ederken karşımdakileri dikkatli dinleme, yolda yürürken duyduğum seslere karşı duyarlılık gibi ses dünyasındaki algılarımın gelişmesine sebep oldu. Görsel açıdan da etkisi oldu. İzlerim herkesi ve yoğun empati kurarım mesela.

Daha büyük aile üyelerinde yani aile ağacınızda bilinen başka yetenekler var mı?

Müzik alanında başka bilmiyorum ama mizah konusunda dedemden hep bahsedilir. O dönemin Nasreddin Hocası derlermiş ona. Hazır cevaplılığı meşhurmuş. Annemde de vardır.

Üç kardeşsiniz. Hepinizin başka başka özellikleri var tabi ki. Anneniz çocukluğunuzu anlatırken sizi nasıl tanımlardı?

Annem benimle ilgili olarak hep çok olumlu şeyler söylerdi. Efdal çok düşüncelidir, çok iyidir, çok hassastır. Şimdi siz sorunca kafamda bu kelimeleri uçuştu. Küçükken de espri ve doğaçlamalar çok yapardım. Onları da çok önemserdi, çok komik olduğumu söylerdi.

Peki yaramaz bir çocuk muydunuz? Başka ne tür özellikleriniz vardı?

Bir yere misafirliğe gittiğimizde inanılmaz sessiz, annesinin dizinin dibinden ayrılmayan ve çok çekingen bir çocuktum. Ağzımdan bir laf çıkmazdı. Hatta akrabalarımız da sık sık Efdal hiç konuşmuyor, çok çekingen derlerdi. İlkokul öğretmenim de aileme aynı şeyleri söylerdi. Bu noktadayken ilkokul 5’de bir müsamere olmuştu. Bana başrol vermişlerdi. Sahneye çıktım o çekingen çocuk bir anda farklılaştı ve doğaçlama yapmaya başladım, sonrasını hatırlamıyorum, kendimi kaybetmişim. Sahneden inip seyircilerin arasında doğaçlamalar yapmaya başlamışım. Herkes şok olmuş, bu sahne adamı herhalde diye düşünmüşler.

Peki siz "Çocuk Efdal"i nasıl hatırlıyorsunuz? Mutlu, hüzünlü, komik, kaygılı, öfkeli ya da meraklı gibi. Hangi komponentler daha ağırlıktaydı? Sessizdiniz ama iç dünyanızda birçok şey yaşadığınıza eminim…

Öfkeli ya da aşırı meraklı bir çocuk olduğumu söyleyemem ama işin açığı, benim hakkımdaki olumlu duygular üzerimde biraz baskı oluşturdu sanırım. Öyle olmam gerekiyor, sürekli düşünceli olmalıyım, yanlış yapmamalıyım düşünce yapısı bugüne kadar bende bazı kemikleşmiş davranış biçimlerine yol açtı. Mesela burada oturuyoruz, yanda bir masa olsaydı ben bu kadar sesli konuşamazdım. Hep bir başkasını düşündüm. Bir de sanırım hakkımdaki olumlu düşüncelerin devam etmesi önem kazandı. Komiklik yapmaksa doğallığı yanında, adeta rahatlama ve çekingen kimliğimden sıyrılma aracıydı benim için. Mutlu bir çocuktum aynı zamanda. Sonuçta stressiz bir aile ortamında yaşadım.

Aileyi olayın dışında tutarsak empati yetinizin yüksekliğinden dolayı, algılarınızın açıklığından dolayı çocukken kendinizi huzursuz ve mutsuz hissettiğiniz zamanlar olur muydu?

Çocukken de böyleydim. Bütün o sessizliğim de belki bundan dolayı. İnsanlarda hayal kırıklığı yaratmayayım. Biçilen bir rol var sonuçta ve ben bu sebeple ekstra dikkat sarf ediyordum. Belki de bunlar söylenmeseydi de böyle olurdum, çünkü çok nezih bir aile ortamında büyüdüm. Ama söylenmesi, beklenti olarak algılamama sebep olup biraz kaygı yaratmış olabilir.

Meraklı bir çocuk muydunuz? Varsa bu merak hangi alanlarda belirgindi?

Doğaya karşı inanılmaz meraklıydım. Çok sosyal değildim açıkçası. Zor arkadaşlık kuruyordum. Kısa bir tatile gittiysek oradaki çocuklarla hemen kaynaşamıyordum. Sürekli doğanın içinde olmak isterdim. Böceklere çok merakım vardı. Hepsini tek tek elime almak isterdim. Hiç korkum yoktu, hemen elime alıp incelerdim. Sürüngenlere de merakım vardı. Yılanları, kertenkeleleri severdim. Salyangozları da çok severdim hala severim. Eskiden ‘’caps’’ olarak adlandırılmadan önce, fotoğrafları kesip, altlarına komik yazılar yazardım.

Çocukluğunuzda hatırladığınız hayata dair ilk saptamanız neydi?

Toplumsal kutuplaşmalar, ayrımları sorgulardım bazen. Neden insanlar birbirine zarar veriyor, böyle olmaması lazım. Acaba bunların olmadığı bir ülke ya da dünya var mıdır, varsa gidebilir miyiz acaba gibi düşüncelerim olurdu.

Gözlem yapar mısınız? Daha çok neleri gözlemlemeyi seversiniz? Bu gözlemleri hayatınızda nasıl kullanırsınız?

Gözlem en çok yaptığım şey aslında. İnsanları çok fazla gözlemlerim. İnsanları anladığımı düşünürüm. Bununla ilgili bir kitap okumadım. İnsan davranışları ya da vücut diliyle ilgili. Ama içgüdüsel olarak belki de taklit yapabilme özelliğimin de katkısıyla bunu tahmin edebilirim. İnsanları gözlemlemek enteresan gelir bana, onun üzerinden espriler üretmek… Bir dönem yoğun taklitler ya da duruma göre seslendirmeler yapardım. Şu anda mizah işini profesyonel olarak yapmasam da bu konuda bir projem var. O zaman belki gözlem ve empati yeteneğimin faydasını daha fazla göreceğim.

Diyelim ki ortada bir sorun var. Çözüm stratejinizi nasıl belirlersiniz? Örneğin; daha çok çözüm odaklı ve analitik mi yaklaşırsınız, yoksa sezgisel ve impulsif mi?

Kesinlikle sezgisel yaklaşırım. Sonradan baktığımda aşağı yukarı hep doğru hissettiğim ortaya çıkıyor.

Mevsimler sizi nasıl etkiler?

Bahar insanıyım ben, baharı seviyorum. Yapı olarak da hep ortalarda olmayı seven bir adamım. Mevsimlerde de öyle yaz değil, kış değil, ılık havayı severim. Öyle havalar da üretkenliğimi etkiler.

İnsanları güldürmek size ne hissettiriyor? Sahnede güzel bir esere ruh verirken hissettiklerinize yakın mı? Hangisinin hazzı önde onu anlamak için soruyorum...

Bu gerçekten çok güzel bir soru. Çünkü bu benim çok düşündüğüm, bazen de böyle hissederek yaşadığım bir duygu. Bahsettiğim gibi ben kendimi bir anda konservatuvarda buldum. Bir düşünme ya da seçme şansım olmadı. İmkanların çok daha fazla olduğu bir ülkede yaşıyor olsaydık belki fark edilip belki çocuk oyuncu olarak yetişecektim, oyuncu olacaktım ve belki de meslek olarak onu tercih edecektim. Büyük ihtimalle de öyle olacaktı. Tabi öyle olmadı, hep müziğin içerisindeydim. Konservatuvarda ilk seneler hoca değişiklikleri sebebiyle potansiyelimin altındaydım ama sonra doğru hoca ve doğru çalışma teknikleriyle iyi bir duruma geldim. Sonra da gayet tatmin edici ve güzel bir kariyer başlamış oldu. Tabi şu anda bundan vazgeçmek zor.

Levent Kırca benim için bir dönüm noktası olmuştur. Tesadüfi bir tanışıklık ve onun oyununun orkestrasında yer almam, bir gece oyundan sonra doğaçlamalar yapmam neticesinde ertesi gün Levent Kırca benimle görüşmek istedi. Böyle bir yeteneği görürsem, bırakmam, benimle hemen İstanbul’a geliyorsun dedi. Ve ben İstanbul’a geldim. Ama burada mesleğim her zaman baskın oldu benim için. Bir de hani derler ya meslek için, kolunda altın bir bileziğin olsun. Memur ailede yetiştiğim için, Ankara’dan İstanbul’a gelince de buradaki karmaşayı görmem, bir de yıllarımı verip bu kadar iyi bir pozisyona geldiğim mesleğimi bırakırsam ne olur diye düşünmemden dolayı cesaret edemedim. Mehmet Esen'in desteğiyle sahneye adım attım. Ata Demirer’le aynı dönemde stand up yapmaya başlamıştık. O dönem bana birçok TV kanalından teklifler de gelmişti ama mesleğimden uzaklaşma ihtimali kafamı kurcalıyordu. O sırada Borusan’da çalıyordum ama kadrom yoktu, Levent Kırca’nın teklifiyle istifa edip gelmiştim. Bu sefer Cihat Aşkın ihtiyacımız var diye İTÜ’den kadro teklif etti. Hiç düşünmeden oraya gittim. Müzisyen olmasaydım bütün gücümü, enerjime bu işe vermeyi çok isterdim. Hala içimde yanan inanılmaz bir ateştir bu benim. Sahnede olmak, sahnede viyola çalmak, müzik yapmak büyük bir haz tabi, muhteşem bir olay. Orada insanların ruhuna dokunmanız, onları rahatlatmanız, mutlu etmeniz, konserden sonraki alkışlar, duyduğunuz sözler, geri dönüşler özellikle Türkiye şartlarında klasik müzikte böyle bir geri dönüşün olması rüya gibi bir şey. Bunlar beni inanılmaz mutlu ediyor. Ama sahneye mizah için çıkmak ise benim için başka bir macera, ruhuma açılan başka bir pencere gibi. Düşünün bir pencere açılıyor ve hiç görmediğiniz şeyleri görüyorsunuz, inanılmaz heyecanlı oraya atlamak. Orada olmak, orayı keşfetmek istiyorsunuz. Bana o kadar büyük heyecan veriyor. Bu çok acayip bir tutku, insanları güldürmek. Şu sıra bu duyguyu daha çok sosyal medya sayesinde yaşıyorum. Mesela beni takip eden insanların çok geri dönüşü oluyor. Gerçi öyle çok fazla da takipçim yok ve bunun için teknik bir çaba harcamıyorum ama ben ‘’butik ünlü’’ diyorum kendime. Dünyanın her yanından tanıdık tanımadık kişilerden gelen çok güzel yorumlar ve geri dönüşler beni çok mutlu ediyor. Müzik ve mizah tamamen farklı yerde bende. İkisini de çok seviyorum ama mizah daha tutkulu sanki benim için. Son geldiğim noktada bu iki alanı birleştiren çalışmalar yapıyorum. Orkestralarla müzik mizah projeleri ve aynı şekilde Andante dergisinde düzenli yazıları örnek olarak verebilirim.

Denge ile ilgili yeteneğinizi ne zaman fark ettiniz? Bununla ilgili herhangi bir teknik eğitim aldınız mı ya da ilgili okumalar yapıyor musunuz? Dengeyi sağlamak size ne hissettiriyor?

Bunu nereden öğrendiniz siz?

Dersime iyi çalıştım diyelim…

Yaklaşık 13-14 yaşında başladım bu işlere. Kendi kendime topları çevirmeye başladım, çok da hızlı öğrendim. Dengeyi sağlamak benim için bir meditasyon biçimi. O sırada başka hiçbir şey düşünmüyorum.

Klasik müzik henüz maalesef ki halka inemedi. Sizce halka sunum biçiminde bir kusur var mı? Bu anlamda ne gibi çalışmalar yapılabilir?

Bu tabi bizim üzerinde hem çok düşündüğümüz hem de Borusan Quartet olarak bazı uygulamalar geliştirmek için uğraştığımız bir durum. Çok da işe yaradı bu uygulamalar. Cumhuriyet kurulduktan sonra klasik müzik konusundaki ilk atılım, üstün yetenekli olup yurt dışına gönderilen çocuklar, yurt dışından gelen hocalarla çalışmalar çok kısa bir süre içerisinde gelişti. Avrupa’da bunun bir süreci var. Barok dönem, klasik dönem, romantik dönem ve ardından modern dönem bir süreç. Bunu sizin en baştan yaşamanız gerekiyor ki uyum sağlayabilesiniz. Modern döneme gelene kadar epey bir aşamadan geçiyor. Türk bestecileri bu ara dönemleri bazen yakalasa da genellikle daha ağır eserlerle başlıyorlar. Kulaklar bir anda çok sesli müziğe alışamıyor. Biz Borusan Quartet olarak eserlerimizin arasına türkülerimizden de yerleştiriyoruz. Mesela bir Beethoven peşine bizim düzenlediğimiz Karahisar Kalesi’ni çalıyoruz. Böyle yapınca insanların kulağı daha rahat alışabiliyor. Bizim Borusan Quartet olarak popüler olabilmemizde bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum.

Klasik müzikçiler olarak televizyonlar mı size mesafeli yoksa siz mi televizyonlara mesafelisiniz? Yoksa basının ilgi eksikliği mi söz konusu?

Kendimizden yola çıkarak anlatırsam biz birçok programa çıktık. Son iki yıldır pek çıkmıyoruz ama bir dönem yoğun olarak TV programlarına katılıyorduk. Genel olarak söyleyecek olursak TV’lerin genel yaklaşımı bu. Sadece klasik müzik alanında değil, sanatın diğer dallarına da uzak duruyorlar. Eğer çağırsalar her müzisyen koşarak gider.

Klasik müzik sevgisi sadece ailede mi verilir? Sonradan sevdirmenin bir yolu olabilir mi? Örneğin metal müzik ailede öğrenilmiyor ama çocuklar müptelası olabiliyor, klasik müzik müptelası çocuklar istiyoruz...

Aslında Avrupa’da da tüm Dünya’da da klasik müzik dinleyicisi yaş ortalaması yüksektir. Yani gençler Avrupa’da da klasik müzik konserlerine pek gitmezler. Sosyal medyanın avantajlarından birisi de budur diyebilirim. Dünya’daki bütün klasik müzikçiler sosyal medyayı gençleri yakalamak açısından kullanmaya başladı. Bizimde görüntü olarak biraz pop grubu havasında olmamız, kıyafetlerimiz, videolarımız, fotoğraf çekimlerimiz, eser seçimlerimiz de kitleleri yakalayabilmemizde etkili oluyor. Mesela biz Burhan Öcal’la konser yaptık ve bu genel olarak klasik müziğin içinde olmayan bir kitleyi kazanmamız açısından çok etkili oldu. O konsere gelen insanlar daha sonraları grubumuzu da takip eder ve konserlere gelir oldular. Tabi aynı şekilde Burhan Öcal’ı da Türkiye'deki klasik müzik çevresinden daha fazla kişi takip etmeye başladı. Aynı şekilde Mercan Dede ve İncesaz gibi sanatçı ve gruplarla da ortak projeler gerçekleştirdik. Yani gençleri yakalamanın kurallarından birisi sosyal medyayı çok iyi kullanıyor olmak. Onları cezbedecek müzik alanlarında, farklı müzisyenlerle bir araya gelmek gibi sayabiliriz.

Son olarak Borusan Quartet’in çalışmaları ve konser programından bahsedelim. Bir de yeni çıkacak olan albümünüzden...

Borusan Kültür Sanat’ta bir odamız var. Özellikle yoğun dönemlerde hemen hemen her gün oradayız aslında. Eşlerimizden daha fazla birbirimizi görüyoruz. Yılda ortalama 55-60 konserimiz oluyor. Önümüzdeki sezon epey bir Avrupa konserimiz var. Berlin’de bir tanıtımımız olacak. Eylül’de de CD çıkacak. Bunun diğer albümlerden farkı, ilk uluslararası albümümüz olması. Bizim için bir kilometre taşı olacak. Bizim birkaç kilometre taşımız var. Birisi ABD’de aldığımız birincilik, diğeri Türk bestecilerinin repertuarına 11-12 tane eser kazandırmamız, bir diğeri Türkiye’deki ilk canlı internet konserini yapmamızdır. Bu albüm de bizim için uluslararası platformda yeni bağlantılar açısından önemli. Eylül ayında aynı anda Türkiye’de de satışa sunulacak.

Yazının devamı...

Ümmiye Koçak; "Özgürlük, kafanın içindekini hayata geçirebilmektir."

Biraz bize büyüdüğün ortamdan bahseder misin? Ev içindeki rollerden kardeşlerinden, anne ve babanın tutumlarından?

Ben Adana’nın Çelemli köyünde 10 çocuklu bir ailenin 6. çocuğu olarak dünyaya gelmişim. O kadar özgür ve serbest büyüdüm ki, tabi özgürlük deyince özgürlüğün ucu çok açık her tarafa gidebilir ama ben şöyle özgür büyüdüm, şöyle kendimi serbest hissettim güzel yavrum; istediğimi yaptım, engellenmedim, hiçbir şekilde engellenmedim. Çünkü aşırı yaramazdım. Şimdiki annelere yapsam mümkün değil dayanamazlardı herhalde. Bakardım ki anam bütün komşularla pekmez kaynatıyor, ben de kendimden büyüklerimi ve küçüklerimi organize ederdim, sen tencere getir, sen şunu getir diye, haydi bakalım biz de evin öbür tarafında pekmez kaynatırdık. Karpuz zamanı karpuz pekmezi, dut zamanı dut pekmezi yapardık. Yapıyormuş gibi değil, gerçekten yapardık. O zamanlar 10-11 yaşlarındaydım.

Anneniz kızmaz mıydı hiç?

Annem fark ederdi ama ben yaramazlığı yaptıktan sonra kaçardım. Kahve önüne kaçardım. Neden kahve önüne kaçardım. O zamanlar bir şeyi keşfetmiştim. Kahvenin önüne kadınların gitmesi ayıptı, dedikodu olurdu. Ben yaramazlığı yapıp kahve önüne kaçınca annem o sebepten gelemezdi. Eve geldiğimde ise annem unutmuş olurdu ya da unutmuş gibi davranırdı. Anam derdi ki; peynir yapıp cam kavanozlara koyardı, üstünü kapardı iyice, çünkü açınca bozulurdu. En büyük ablama ise tembih ederdi. Sakın ellemeyin kızım bunlar kışlık diye. Anam öyle dedi ya, içimden bir şey beni dürterdi. Git onu ye, git onu aç. Anlatılacak gibi değil o içimdeki his, mutlaka yapmam için beni teşvik ediyor. Gider açardım kavanozu, yemezdim bile, ısırıp atardım. Sırf yapma dediler diye yapardım. Sonra anam der di ki, ah aah Ümmiye bu yine senin hışmından gitti, yine açmışsın bunları. Ama dediğim gibi kurtuluşum kahve önleriydi. Hemen oraya kaçardım.

Benim zamanımda yamalık bohçalar altın değerindeydi yavrum, çok kıymetliydi. Çünkü seneden seneye kıyafet alınır, o da yırtılır zaten, yamalık bohçasından yamanır, kendi parçası kalmazdı bile. Ama ben anamdan yamalık bohçasını çalardım. Büyük büyük parçalar alıp bebek yapardım. Yarım kiloluk zeytinyağı tenekelerini masa yapar, onlara örtü dikerdim. Etrafına kibrit çöpünden oyuncaklar yapardım. Komşumuzun kızı vardı engelli. Ona giderdim, o bana yardım ederdi. Böylece dikiş dikmeyi öğrenirdim. Lokum sandıklarından ev yapardık. Ama her şeyi hayal gücümle yapardım. Biz 8-10 çocuk nar bahçelerinde oynardık ama anam her gün gelir kontrol ederdi. Lokum sandıklarına bakardı. Bizim olmayanları anlardı ve sorardı, bunu nerden buldunuz diye. Ana Nazmiye’yle değiştim derdim mesela ama o yine de kontrol ederdi, gider Nazmiye’ye sorardı. O parça bizden mi değil mi bilirdi. Sonra sonra annemin bu hareketini anladım. Bize dürüstlüğü öğretti. Bazı aileler çocuklarını yaramazlık yaptığında döverdi. Ben hiç ama hiç şiddet görmedim. Yaramazlık da yapsam, eve şikayete de gelseler kızmazdı bize. Şikayete gelene babam derdi ki; onlar çocuk ne olacak, çocuktur yapar sen hiç mi yapmadın yahu.

Annemle babamın ilişkisi de çok güzeldi. Babam annemi el üstünde tutardı. Bir demir kapımız vardı. Demir kapının sürgüsü açılınca annem hemen babam geldi diye heyecanlanırdı. O kadar birbirlerine bağlılardı ki anam of dese babam onu Ankara’ya doktora götürürdü. Çok önemserdi.

Biz 9 kardeş büyüdük ama kavga gürültü bilmeyiz. Benim babam hep kız çocuklarını ön planda tutardı. Abim bizi arabayla Ceyhan’a sinemaya götürürdü, sanatçılar gelince onları görmeye giderdik. Babam çok ileri görüşlüydü, bunlara hep izin verirdi.

Diğer kardeşlerin içerisinde senin gibi aykırı olan, farklı bir şeyler yapan var mı?

Aslına bakarsanız benim abim çok zeki bir adamdı. Beni o yetiştirdi. O zamanlarda sınavlara çalışanlara hep o yardım ederdi. Kaç tane üniversite bitirdi. Çok farklı bir zekası vardı. İkinci sınıftan başladı okula. Okuldayken de bir alt sınıflara öğretmenlik yapardı hep. Askere gittikten sonra babam ona yazıhane açtı, on parmak daktilo yazardı. Çok fazla kitap okurdu. Sonra psikolojisi bozuldu. Babam onu doktora götürdü. Doktor da demiş ki bu çocuk çok üstün zekalı, fazla kitap okutmayın hastalığını tetikler. Babam da kitaplarını elinden aldı. Bu defa içine kapandı ve şizofren oldu. Ama şu an bile aklı başına geldiği zamanlarda kimsenin yapamayacaklarını yapabiliyor. Ablam da hiç okula gitmeden okuma yazmayı öğrendi. Kız kardeşim de öyle. Kimse onların okula gitmediğine inanmaz. Çünkü çok kitap okurlar, bilgilidirler. Hepsi Adana’da ev hanımı şimdi. Ben biraz daha farklıydım onlardan. Abime benzerdim. Abim beni yetiştirmek için çok uğraştı. Derdi ki; ben hayallerime kavuşamadım ama sen hayallerine kavuşacaksın bacım. İlkokula giderken bana İngilizce öğretmişti. Herkesten iyi İngilizce bilirdim. Kız çocukları okula gitmiyordu. Ben de camiden anons edilince ilkokula gittim ama o kadarla kaldı. Ortaokula gidemedim. Her evden bir kız çocuğu gidecek, gitmezse anne-baba ceza alınacak dendiği için beni gönderdiler. Öğretmenler eve çok geldi benim için. Bu kız harcanmasın, çok zeki dediler ama tabuları kırmak hiç kolay değil yavrum. Babam her ne kadar "Ben kendime kızını okula göndertti dedirtmem" dese de köyde hep ilkleri başlatmıştır. Kimse sinemaya gitmezken biz giderdik. Biz farklıydık biraz, giyimimiz kuşamımız da farklıydı.

Anne ya da babanın ya da ailede başka birilerinin farklı diyebileceğin uğraş ya da başarıları var mı?

Hiç yok. Hiçbir şeye cesaret edip de atak yapmadılar. Mesela benim erkek kardeşimin elinden tutulmuş olsaydı çok güzel sesi vardır, gırtlak yapısı çok güzeldir. Yumurtalık'ta balıkçılık yapıyor, orada akşamları bir yerlerde söylüyor. Ama elinden tutulmuş olsaydı daha farklı olurdu. Ablamın da sesi çok güzel. Sanat var ailede ama profesyonel olarak yok.

Hayat bir taraflara alıp götürüyor ama hiç kimse istediği yerde değil aslında. Ama ben de diyorum ki hangi yaşta olursanız, hangi meslekten olursanız olun içinizde kalan bir şey varsa tiyatro yapın. Tiyatro yaparsanız o karakteri oynarsınız zaten.

Annen ya da ailenin diğer fertleri çocukken seni nasıl tanımlarlardı? Farklı olduğunu ifade eden olmuş muydu? Farklılıklarından dolayı bastırılmışlıklar yaşadın mı?

Annem derdi ki "Bu kızın şeytanla anlaşması var, her şeyi biliyor". Bir yaramazlık olsa her şey senin hışmından derdi, çünkü aşırı yaramazdım. Ama onları çok kızdırırdım. Babam ise çok otoriterdi. Çok severdi ama okşayıp sevmedi. Babam hep mesafeliydi. Sevgisini başka türlü hissettirirdi ama. Hiçbir şeyimizi eksik etmezdi. Bize asla bağırmazdı. Kızları çok önemserdi. Kız çocuklarını el üstünde tutardı.

Hayatındaki ilk sorgulamaların kaç yaşında ve nasıl başladı, neleri sorgulardın?

Neden erkek çocukları okula gidiyor da kız çocukları gidemiyor? Allah bizi de yaratmış, onları da yaratmış. Neden, onların farkı ne? Bunları düşündüğümde 7-8 yaşlarındaydım. Camiden yapılan anonsla okula gitmeye başladım ve ilkokuldan sonrasını okumayacağım, onu da biliyordum. Sonra hep sordum kendime "Allahım neden? Beni de sen yarattın, abilerimi de sen yarattın. Benim bir arızam ya da eksiğim yok. O zaman ben neden okumaya devam edemiyorum. Neden ortaokula gidemiyorum". Başka şeyler de düşünürdüm. "Neden kahvenin önünden kadınlar geçmiyor? Neden çocukken gidiyor da büyüdüğünde gidemiyor. Anam da bir zamanlar çocuktu ve kahvenin önünden geçebilirdi, şimdi neden geçemiyor? Neden ayıp? Ben de çocuğum şimdi gidiyorum ama büyüdüğümde anam gibi mi olucam?" Hep sorgulardım bunları. Ve çok sinirlerdim bu duruma.

Varoluşunu sorguladın mı hiç? Belli bir anlam yükledin mi?

Bunu çok sorguluyorum ben. Diyorum ki; ey kurban olduğum Allahım sana binlerce şükürler olsun beni bu dünyaya gönderdin, mutlaka bir sebebi vardır. O zaman sen bu görevlerimi içimden bana hissettir ki ben de bu insanoğluna elimden gelen güzel şeyleri yapayım. Ama sen bana yol göster. Mutlaka bir nedeni niçini var. Ben bu dünyaya boşa gelmedim. Yüce Allahım beni bir sebepten gönderdi. Herkesin bir varoluş nedeni var. Ben içgüdülerimle hareket ediyorum ve yaklaştığımı hissediyorum. Demek ki varoluş nedenim buymuş, yaptıklarımmış. Ben hissediyorum ve bu hisle hareket ediyorum. Herkes yürekten isterse bunu hisseder, varoluş nedenini hisseder. Hissedin, seni bu dünyaya getiren Cenab-ı Allah sana bunu hissettiriyor ve yapmak istediklerinin yolunu açıyor. Ben bu dünyaya gelmeden kalmadım, gitmeden de kalmayacağım. O zaman neden güzel şeyler yapmayayım? Neden kalıcı şeyler yapmayayım? Öldükten sonra neden arkamdan güzel şeyler bırakmayayım? Buraya boşa gelmedim ben, mutlaka bir varoluş nedenim var.

Yol yolu açtı ve şimdi de bu noktaya kadar geldin. Bundan sonrası için bir hedefin var mı yoksa yine iç sesinle mi ilerleyeceksin?

Ben yine iç sesimle ilerliyorum. Beni daha güzel yerlere götürecek ama şöyle bir şey var. Asla kimseye söylemiyorum ama benim iç sesimle bir anlaşmam var ve o beni çok daha güzel yerlere getirecek. Gerçekten çok büyük hayallerime kavuşacağım. Ve bu da şu anki yaptıklarımdan çok daha güzel şeyler olacağına inanıyorum.

Çocukluğunda kurduğun hayalleri hatırlıyor musun? Biraz anlatır mısın?

Hep hayal kurardım. On üç yaşında ise hayallerimi öykü olarak yazdım. Hayal kurdum ve bunu öyküye dönüştürdüm. Çocukluğumdan beri hayal kuruyorum ama hayalperest değilim. Hayal kurmak ve hayalperestlik farklıdır. Evden çıkmadan 24 saat hayal kurarsan bu hayalperestliktir. Hayallerini gerçekleştirmek için dışarı çıkman lazım yavrum. Çalışacaksın, hayallerini öyle elde edeceksin. Önce kendini tanıyacaksın. Kendini sorgula. Kendini tanıyıp sorguladıktan sonra ne istediğine karar ver. Ondan sonra o yolda ilerlemek için çok çalış, mücadele et. Yıkıldıkça kalk. Çünkü biliyorsun artık, bunu istiyorsun. Daha güçlü kalkacaksın. Sen kendini tanımazsan, ne istediğini bilmezsen karşı tarafa kendini ifade edemezsin. O zaman ne olur biliyor musun? Sen başkasına kendini anlatamazsan, başkası sana nasıl yardımcı olsun? Olmuyor. Her zaman ilk karşılaşmalar çok önemli. Ben çocukluğumdan beri kendimi iyi tanıdığım için kendimi karşımdakine iyi ifade edebildiğimi ve kendimi anlatabildiğimi düşünüyorum. Çocukken insanlara yardım ettiğimde takdir ediliyordum, seviliyordum. Başarmanın mutluluğunu o zamandan tatmıştım. Bunu isteyerek yapıyordum. Daha fazla okuyup yazarsam daha fazla takdir edilip başarı kazanacağımı biliyordum. Okumayı o yüzden çok istiyordum. Diplomasız da okuyabilirsiniz. Daha sonra bunu fark ettim. Fark ettikten sonra da hep okudum. Hep bunun için de mücadele ettim. Diploma mevki sahibi yapar ama insan olmak başka bir şey. Vicdan çok önemli. Bu da Allah’ın verdiği bir his, bir duygudur. Bu da ailede ortaya çıkar. Aile çok önemli. O içindeki varoluşu çıkarabilmen için anne sevgisi, aile birlikteliği çok önemli.

Ben çocukların düşüncelerinin özgür bırakılmasından yanayım. Asla ben yemedim yesin, ben giymedim giysin, ben yapmadım yapsın şeklinde düşünmedim. Düşünce özgürlüğü bunların hepsinden önemlidir benim için. Ben hep özgür büyüdüm.

Ama baktığımız zaman çok da büyük özgürlüklerin yok. Her şeyi çok çabalayarak ve zorluklara karşı yapmışsın.

Ama ben aile sevgisi gördüm. Ben hiç şiddet görmedim. Çocuklara “Yok onu elleme!” ya da “Sus!” denilir ama bana bunlar söylenmedi. Bana düşünce özgürlüğü verildi. Daha önemlisi var mı? Tabi ben de geçmişe dönüp baktığımda bende de bir farklılık olduğunu gördüm. Cesaretim var. Hatta aşırı derecede cesaretim var. Ama eğer küçükken annem ben kabahat işlediğimde beni bastırsaydı, o cesaret körelirdi. Bu yüzden cesaretim giderek arttı. Evlendim eşim tarafından da köreltilmedi.

Evet sanırım o büyük bir şans. Maalesef ki tüm dünya üzerinde kadınlar genelde eşleri tarafından bastırılırlar. Eşinin yaptıkları ile gurur duyan bir erkeğe rastlamak zordur.

Altıncı hissim çok kuvvetli herhalde. İnsanlara baktığımda hissedebiliyorum. Eşimi kendim seçtim ben. Görücü usulü ama yine de kendim seçtim. Çünkü neden? Babam hiç istememişti ama ben hayır ben evleneceğim dedim. Babamın istememesinin nedeni uzak olmasıydı. Adana’dan Mersin’e gitmemi istemedi. Mersin Arslanköy’ü beğenmedi babam, vermem ben kızımı dedi. Ben de anneme ana ben onunla evleneceğim dedim. Babam yokken geldiklerinde kabul ettik. Babamın haberi yoktu. Dedim ki bu hayat benim, bu kişiyle ben yaşayacağım babam kabul etmese de karar benim.

İşte tamam bence bahsettiğin koşullarda bu özgürlük, haklısın…

Sonra babam bana küstü, elini öptürmedi. Ama tabi sonra düzeldi.

Özgürlük sence nedir ve senin için önemi nedir?

Özgürlük kafanın içindekini hayata geçirebilmektir. Ben bunu hep yaptım. Çünkü kafanın içindekini hayata geçirebildiğin zaman özgür ve mutlu hissediyorsun. Bana söylenen “evet”leri hiç kabul etmedim. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyenlere hep hayır dedim. Yolumda hep böyle ilerledim. Hep kafamın içindekini gerçekleştirmeye uğraştım. Bundan sonra da öyle yapacağım. Çünkü ben özgür bir çocuktum, özgür bir anneyim ve bireyim. Bana hep diyorlar ki “Ümmiye Hanım nasıl özgür olursun? Bu toplumda öyle bir şey yok.” Hayır ben özgürüm ve öyle hissediyorum. Bana şimdiye kadar hiç kimse neden böyle giyiniyorsun, neden böyle yapıyorsun demedi, ya da cesaret edemedi. En fazlası köyde bir iki konuştular. Bir kulağımdan girip, öbüründen çıktı. Benim anneannem filozof gibiydi. Derdi ki; Hayat o kadar acımasız ki, omzuna bir heybe al, onun bir gözünü kes, diğeri sağlam olsun. Kötüleri at o delik heybeye gitsinler, sağlam olanları diğerinde biriktir. Canın sıkıldığında, seni üzdüklerinde iyileri çıkar çıkar kendine enerji topla. Kızm derdi, el sana her şeyi öyle bir öğretir ki, ibriğin bol yerinden koyar, dar yerinden damla damla damlatır. Yıllarca ne demek istediğini düşündüm, çok sonra anladım. Bir de nenem bana bu dünyada boyumca buldum da huyumca bulamadım derdi.

Bence siz aile boyu filozofsunuz…

Ben hep anneannemin bana söylediklerini düşünerek büyüdüm. Hala da düşünürüm. Bana çok şey öğretti. Beni annem doğurdu anneannem büyüttü. Annem bana hamileyken aldırmak istemiş, onun için doktora gitmiş. Doktor almamış beni. Ben de diyorum ki Cenab-I Allah’ın bir bildiği varmış ki annem doktordan geri gelmiş. Annem hayatında hiç doktora gitmemiş, sadece beni aldırmak için gitmiş, onu da yapmamışlar. Anam bunu hep söylerdi.

Benim için çok önemli bir soru daha sormak istiyorum. Yıllardır Alzheimer farkındalığı için çalışmalar yapan bir Nöroloji hekimi olarak Alzheimer hastalığını işleyen son oyununuz “Baba Ben Geldim”i yazma hikayeni dinlemek istiyorum. Bunun için de ayrıca sana tüm hasta ve yakınları adına teşekkür ediyorum.

Alzheimer hastalığı toplumumuzda çok göz ardı edilen bir hastalık. Mesela kanser çok biliniyor ama bence Alzheimer en az kanser kadar üstüne gidilmesi gereken, ailelerin bilinçlenmesi ve desteklenmesi gereken bir hastalık. Hele hele büyük şehirlerde çok zordur. Çevremde Alzheimer hastalarını görüyorum. Yakınları çok zorluk yaşıyorlar. Çocuklarını bile tanımıyorlar zamanla. Geçmişle yaşıyorlar. O ailelerin çaresizliğini gördüm, çok zor. Ellerinden de hiçbir şey gelmiyor. Köylerde evden kaçan hastaları kolay bulabiliyorsun ama büyük şehirlerde çok zor. Ben hasta yakınlarının sesini duyurabilmek ve destek sağlayabilmek için yazdım bu oyunu. Çok da severek oynuyoruz. Tek istediğim Alzheimer hasta ve yakınlarına destek olunması ve bunun gündeme gelmesi.

Son bir mesaj olarak bu röportajı okuyan kadınlara ne demek istersin?

Biliyorsun benim derdim kadınlarla. Sadece tek istediğim kendilerini geliştirsinler, kendilerini tanısınlar güzel yavrum. Bilinçlensinler. Çocuklarının sordukları soruları cevaplandırabilmek ve onlara iyi bir örnek olabilmek için yapsınlar bunları. Ben bilmem baban bilir demesinler çocuklarına. Çünkü böyle olduğu zaman o çocuklar büyüdüğünde babalarını çok yüksekte ama annelerini küçük görüyorlar. Çünkü hep anneler babalarına yönlendiriyor, sanki bilen kişi, akıllı kişi sadece erkeklermiş gibi oluyor. Şimdikiler çok şanslı aslında, her yerde kurslar var. Belediyeler ücretsiz kurslar düzenliyor. Dışarı çıksınlar, evlere kapanıp kalmasınlar. Zengin olabilirler, çok paraları olabilir ama her şey para değil, kadınlar kendilerini geliştirsinler. Herkes kendi imkanları ölçüsünde kendisini geliştirsin. Gitsinler derneklere, sivil toplum örgütlerine oralarda çalışsınlar, bağışlar yapsınlar. Bak o zaman ne kadar mutlu olacaklar. Verdikçe mutlu oluyor insan. Ben öyle mutlu oluyorum. Para veremiyorum belki ama başka şeyler veriyorum. Mutlu olmanın yolu vermektir. Çok kadından duyuyorum, benim çalışmaya ihtiyacım yok ki diyor. Madem öyle sen de kendini geliştirmek için bir şeyler yap. Git birilerine ders ver, bir çocuğu mutlu et. Vermenin mutluluğu başka hiçbir şeyle satın alınmaz yavrum.

Yazının devamı...

‘’Özel hastanelerin halka tam bir güven vermesi gerekiyor.’’

Sağlığın içinden birisi olarak çizilenin dışında bir yol izlemişsiniz ve her zaman çizgi dışı olanlarda gözlendiği gibi çok da başarılı olmuşsunuz. Sizi sağlık yöneticiliğine yönlendiren olaylar zincirinden biraz bahseder misiniz?

Ben Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıbbi Biyolojik Bilimler mezunuyum. Yani benim alanım Temel Bilimler. Bu bölümü de isteyerek yazdım ve kazandım. Çünkü hayalim iyi bir Genetikçi olmak idi. Daha sonraki aşamada ise Klinik Bilimler de beni cezbetti. Bu defa Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Enstitüsünde Solunum Rehabilitasyon Uzmanlığı eğitimi almaya karar verdim. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde her iki bölümü de ilki okuyanlardan biriyim. Solunum Rehabilitasyon Uzmanlığı ile ilgili eğitimimin son senesinde, mühendis bir arkadaşım ile sohbet ederken İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinde Sağlık İşletmeciliği adında bir program açıldığından bahsetti. İlk etapta pek sıcak bakmamakla birlikte; gelecekte sağlık hizmetlerinin önemli bir bölümünün özel sektör tarafından verileceğini ve özel sektördeki büyük sağlık kuruluşlarını yönetebilmek için de bu formatta bir eğitime ihtiyaç duyulacağı ön görüsü ile program ilgimi çekmeye başladı. İstanbul Üniversitesi Avcılar kampüsünde İşletme bölümünün hocaları ile tanışmaya gittim. Hocalar bana ‘’Böyle bir bölümün ihtiyaç olduğunu düşündük. Sizler işletme öğrenirsiniz, bizler de sizlerden sağlık sektörünü öğreniriz. Böylece çok güzel bir know-how aktarırız birbirimize ve gelecek kuşaklara.’’ dediler. Kaydımı yaptırdığımda çevremdeki 10 kişiden 9’u biraz güldü. Bir de şimdi işletme mi okuyacaksın dediler. Bugün geldiğim noktada ise Hukuk okumayı düşünüyorum. Hatta Uluslararası Hukuk alanında da bir doktora programına kaydımı yaptırmayı düşünüyorum. Açıkçası bu eğitimlerin hepsinden ayrı bir lezzet aldığımı ve hepsinin yaptığım işe pozitif katkı sağladığını düşünüyorum. Bir sağlıkçı olarak hizmet etmenin dışında, yönetsel olarak çok daha büyük bir alanda sağlığa hizmet etmenin çok daha faydalı olacağını düşündüğümden dolayı da profesyonel meslek olarak sağlık yöneticiliğinde karar kıldım. Aslında askerlik dönemimde bu alanda ilerlememin ne kadar doğru olduğunun ilk sinyallerini aldım. Samsun Sahra Sıhhiye okulunda herkes kuraya katılırken, ben kura dışı kalarak İzmir Güzelyalı Hava Hastanesine özel bir istek ile davet edildim. Yüzlerce meslektaşım arasından adıma böyle bir istek gelmesi beni şaşırttı ve nedenini merak ettim. Hava Hastanesine teslim olunca ‘’Beni neden özel kura ile istediniz?’’ diye sordum. Sağlık işletmesi okuduğum için ve Hastanenin de ISO 9001 Kalite belgesi alma zorunluluğu olduğu için beni tercih ettiklerini söylediler. Uzunca bir süredir bu belgeyi almak için çalıştıklarını, henüz alamadıklarını ve fazlaca vakitlerinin kalmadığını söylediler. Askerlik sürem dahilinde yaklaşık 1,5 yılın sonunda hastane ISO 9001 Kalite belgesini aldı ve ben de terhis oldum. Bu çalışma da bana Toplam Kalite Yönetimi alanında tecrübe ve deneyim kazandırdı. Böylece sağlık yöneticiliğinin bir bacağını daha öğrenme ve tecrübe etme şansı buldum.

Askerlik sonrası ise; bana bir diğer katkı sağlayan iş deneyimim Türkiye İş Bankası Yönetim kurulundan gelen bir teklif ile başladı. Anadolu Hayat Emeklilik bünyesinde yer alan Sağlık Sigortaları Müdürlüğünde; özel hastanelerin ve özel sağlık kuruluşlarının anlaşma şartlarının değerlendirilmesi, anlaşma kriterlerinin belirlenmesi ve denetlenmesi hususlarında benden danışmanlık rica ettiler. Danışman olarak girdiğim kurumdan 7 sene sonra Anadolu Sigorta Bünyesinde Yönetici/Müdür düzeyinde ayrılacak idim. Bu süre zarfında tüm sağlık deneyimlerimi T.İş Bankası iştiraklerine aktardığım gibi, ben de Türkiye İş Bankası kültüründen çok ciddi deneyimler ve tecrübeler edindim. Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt ve Türkiye’nin en büyük bankalarından birisinde kurumsallık nedir, kurumsal yöneticilik nasıl yapılır onu öğrendim. Bu sebeple; Yöneticilik ve Liderlik anlamında Türkiye İş Bankasının bana çok ciddi öğretileri olmuştur. 7 yıl sonra ise; Medical Park Sağlık Grubu Yönetim Kurulundan bir iş teklifi geldi. Böylece profesyonel üst düzey hastane yöneticiliğine tekrar adım atarak Medical Park Sağlık Grubu’nun çeşitli hastanelerinde Genel Müdür olarak görev aldım. Bugüne kadar da hep üst düzey sağlık yöneticisi olarak iş hayatıma devam ettim ve 2012 yılından beri de Medicana Sağlık Grubu’nda çalışmaktayım.

İyi bir sağlık yöneticisinde klasik bir şirket yöneticisinden farklı olarak olması gereken özellikler sizce nelerdir?

Klasik bir şirketi yönetmekle, bir hastaneyi yönetmek temelde aynı görünse de ayrıntıda çok farklı özellikler içeriyor. Biliyorsunuz dünyanın en zor meslek grupları arasında sayılan bir meslektir sağlık yöneticiliği. Çünkü sağlık işletmelerinin çok matriks bir yapısı var. Sağlık sektörü; üretilen ürün bir hizmet ve bu hizmetin 7/24 hazır tutulması, verilen hizmetin bir sosyal hizmet olması, hizmetin veriliş biçiminin bir ulusal ve uluslararası standartlarının olması, hizmetin tamamının bir uzmanlık gerektirmesi, hizmetin çok bileşenlerinin olması gibi özellikler taşır. Bütün bu yapı içerisinde sizin on-time çözüm üretebiliyor olmanız gerekiyor. O yüzden iyi bir sağlık yöneticisinin klasik bir şirket yöneticisinden farklı olarak birçok şirket yöneticisinin sahip olduğu özelliklere sahip olması gerekir. Mülakatın başında ilettiğim gibi iyi bir finansçı, iyi bir hukukçu, iyi bir otel yöneticisi, iyi bir Bilgi işlemci, iyi bir işletmeci, iyi bir sağlıkçı hatta hatta iyi bir mühendis ve iletişimci olması gerekiyor. Bakın, ileride hastaneleri biz sağlıkçılar ve işletmeciler yönetmeyeceğiz onu da şimdiden söylemek isterim. Bunu son dönemlerde sıkça dile getiriyorum. Gelecekte hastaneleri mühendisler yönetecek. Çünkü sağlık işi artık bir tasarım yönetimi gerektiriyor. Elbette ki mühendisler bir doktorun sahip olduğu bilgilere sahip olamayacak ama sağlık yönetimi artık bir tasarıma gidiyor. Sağlık yöneticiliği – işletmeciliği eğitimi alan arkadaşlara söylediğim bir şey var. Kimse size hemen bir hastanenin CEO’luğunu teklif etmeyecek. Kendinizi geliştirin. Sanatla ilgilenin. Tıp tarihi okuyun. Bunların hepsi sizin başka gözlerinizi açacaktır. Bakın sağlığı yönetmek bir Rönesans kültürüdür, Rönesans nasıl doğmuştur. Floransa da yaşayan Medici ailesi Floransa’nın en köklü ailesidir. Esas işleri Bankacılık olan bu aile; her branştan sanatçıyı ve filozofu Floransa’ya davet etmiş ve birbirlerinden etkilenmesini ve böylece kültür, sanat ve bilimde devrim yapmayı hedeflemiştir. Bunlar fikir üretsin istemişleridir. İyi bir fikre sahip olmanın yolu, birçok konudaki fikre sahip olmaktan geçer. Bu sebeple de iyi bir sağlık yöneticisinin bir çok fikre ve deneyime sahip olması başarının altın anahtarıdır.

Geçtiğimiz günlerde Oxford Worldwide Yayınları tarafından basılan “Successful People in Turkey” ansiklopedisinde Türkiye de alanında değer yaratan saygın isimler listesine girdiniz. Öncelikle tebrik ediyorum. Klasik bir soru olacak ama var mıdır bu başarının bir sırrı?

Bu başarının sırrı var mıdır ya da bir reçetesi var mıdır inanın bende bilmiyorum. Benim için de sürpriz oldu. 2016 yılında Oxford Worldwide Türkiye yayın sorumlusu bana ulaştı. Bir röportaj yapmak istediğini belirtti. Konuyu sordum. ‘’Oxford Yayınları olarak dünyanın birçok ülkesindeki başarılı insanları seçiyoruz. Dolayısıyla sizinle bir mülakat yapma arzusundayız. Mülakatınız kendi yayın kurulumuzda değerlendirildikten sonra uygun görülür ise sizin biyografinize de yer verebiliriz. Türkiye’deki başarılı insanlar olarak dünyanın sayılı kütüphanelerinde yer alacak’’ dedi. Açıkçası ben de röportaj yapıldıktan sonra üzerinde düşünmeye başladım. Neden ben? Farkettim ki ben sağlık sektöründe yöneticilik –liderlik yaparken esasında bir çok yöneticinin yetişmesinde ciddi emek ve katkı sağlıyorum. Hatta hatta bu kadar yönetici yetiştirirken ben de kendimi onlarla birlikte yetiştirip geliştirmişim. Her beyinden bir şey öğrenmeyi, sürekli kendimi yenilemeyi ve geliştirmeyi de seviyorum. Sağlık sektöründe yönetici düzeyinde yetiştirdiğim epeyce bir insan olduğunu düşünüyorum. Bunların hepsi de bugün özel sağlık sektöründe önemli yerlerde görev yapıyorlar. Yetiştirdiğim derken yanlış anlaşılmasını istemem. Esasında özel bir şey de yapmıyorum. Kendi çalışma düzenime uyum gösteren ve öğrenme niyetinde olanlar kendileri yetişiyor. Böylece öğrenme niyetinde olanlardan ben de bir şeyler öğreniyorum ve beni de ayakta tutan şey bu yeni öğrendiklerim. Özellikle genç beyinlerle çalışmayı çok seviyorum. Benim temelde iş gücünden satın aldığım kriter; insanlardaki tutku, enerji ve başarma isteğidir. Bu değerleri ciddi kredilendiririm ben. Çünkü bizim işimiz hizmet. Vicdan, kalp, bilgi ve niyet bu dördü benim için çok önemli çalışma kriterleridir. İnsanların aldığı eğitimler elbette önemli. Lakin bu eğitimin yanında yukarıda saydığım kriterler olmazsa olmaz. Bu sebeple de; iyi bir sağlık yöneticisinin -liderinin nitelikli insan kaynakları bulmaktan daha önemli hiçbir işi olmadığını düşünüyorum. Kuvvetle muhtemel Oxford’un yayınladığı Başarılı İnsanlar Ansiklopedisine girmemde de en büyük etkenin bunlar olduğunu düşünüyorum.

Sağlık sektöründe yaşanan birçok problemin iletişim kaynaklı olduğunu gözlemleyen bir tıbbiyeli olarak bu konuda bir çalışmanız olup olmadığını merak ediyorum. Aslında benim düşünceme göre tıp fakültelerinde hasta ve hasta yakınları ile iletişim dersleri olmalı ki bildiğim kadarıyla henüz yok...

Söylediğinize yürekten katılıyorum. Tıp Fakültelerimizdeki eğitim, hekim merkezli bir eğitim. Diyor ki hekimsin sen, sen ne dersen o olacak. Esasında sağlık hizmetleri bir takım oyunu. Artık değişen dünyamızda nitelikli hekim tanımına; yüksek kalitede tıbbi hizmet yeteneğinin yanında, iyi bir insan ve iyi iletişim yeteneklerinin de eklendiğini görüyorum. Bugün ülkemizdeki hekim arkadaşlarımız çok başarılı işler yapıyorlar. Lakin iletişimde ciddi sorunlar yaşadığımız hekimler de var. Tıbbın ilerlemesinde cihazların ve yeni teknolojilerin elbette çok büyük önemi var. Ama etkinliği günden güne artan ve ihtiyaç duyulan en önemli argümanımız hekim-hasta iletişimi. Ben işletme fakültesine gittiğimde en çok da bunun önemini hissettim. Hekim merkezli bir iletişimin temelinde esasında hiç kimseye veremeyeceğimiz bir vekalet sözleşmesi vardır. Düşünsenize hasta size geliyor ve esasında size verdiği vekalet ile bedenine, hekimin uygun göreceği her türlü müdahale yetkisini veriyor. Bu vekalet günlük hayatta kime verilebilir ki? Bu vekalet hekimlerimize veriliyor. İşte hekimliğin tüm insanlık gözünde böylesine bir ulvi mertebesi, böylesine bir güven sözleşmesi var. Bu güven sözleşmesinin taçlandığı nokta ise hekim-hasta iletişimidir. Maalesef Tıp eğitimimizde iletişim noktasında fazlaca eğitilemiyoruz. En büyük eksikliklerimizde buradan çıkıyor bence. Ben genelde hekim arkadaşlarıma hep ‘’sizin ne anlattığınızın bir önemi yok, önemli olan hastanın ne anladığıdır. Lütfen anlattıklarınızı teyit ettiriniz’’ derim. Anlattığınız anlaşılmamış ise; Demek ki aynı dili konuşmanıza rağmen, aynı frekans ve aynı kodlamayla kullanmamışızdır. Yani siz hastanın hastalığına bakmışsınız ama onun hastalığının dışında ruhuna dokunamamışsınız. Bir başka sıkıntımız daha var. İletişim sadece konuşmak değildir. Doğru bakıştır. Doğru dokunmaktır. Hastanın kendisini anladığımızı hissettirebilmek yeteneğidir. Hastalar ile emir kipi ile konuştuğunuzda esasında bütün iletişimi kapatmış oluyorsunuz. O yüzden hocalarımızın bize ilettiği, belki de en büyük iletişim cümlesi, ‘’Hastalık yoktur, hasta vardır.’’ lafını akıldan çıkarmamak gerekir. İyi bir anamnez (tıpta hikaye alma) ile tüm teşhisinizin niteliği bir anda değişebilir. Bu yüzden hastaların çok iyi dinlenmesi gerekiyor. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; hekim memnuniyetsizliklerinin en önemli birinci sebebi, hekimin hasta ile doğru ve etkin bir iletişim kuramamasıdır. Hekim tercihlerinde, hekimin hastasına ayırdığı zaman ve hastasını dinlemesi önemli bir tercih sebebi olarak görünüyor. Düşünebiliyor musunuz tedavinin başarılı olmaması bile hekim tercihlerini, etkili bir iletişimin olmamasından daha az etkiliyor. Yani günümüzde hekim değiştirme sebeplerinin önemli nedeni iletişim problemlerinden kaynaklanıyor.

Çalışan memnuniyetini çok önemseyen bir kurumsunuz ve bunda sizin kişisel olarak büyük payınız var. Aylarca maaşı verilmeyen doktor ve sağlık personeli biliyorum. Motivasyon için yaptığınız çalışmalar nelerdir?

Hekim arkadaşlarımızla ve çalışanlarımız ile sürekli iletişim halindeyiz. Hastanemizde hekim arkadaşlarımızın ve tüm çalışanlarımızın üst yönetimden randevu alması gibi bir uygulama söz konusu değildir. Müsait olduğumuz her an tüm çalışanlarımızla direkt görüşüyoruz. İş dışında da yemekler organize ediyoruz ve bir araya geliyoruz. Ben hastane içerisinde gördüğüm herkese selam veririm. Hal hatır sorup, bir sorunu olup olmadığı ile yakinen ilgilenirim. Yemekhanede gördüğüm tüm çalışanlarım ile sohbet ederim. Bizim yılda iki kere uyguladığımız personel memnuniyet anketlerimiz var. Medicana Sağlık Grubunda, memnuniyet oranı en yüksek olan hastanelerden biriyiz. Diğer bir motivasyon kaynağımız; tüm çalışanlarımıza kurum için değerli olduğunu hissettirmemizdir. Yapılan birçok araştırmalarda görülüyor ki; çalışanları en iyi motive eden parametre, ne para ne de statü. Çalışanları en fazla motive eden faktör iyi bir sosyal iletişim. Temelinde insana değer vermek olmalı yönetim felsefenizde. Ben prensip olarak yöneticilerin astları ile olan ilişkisine son derece önem veririm ve takip ederim.

Zincir hastanelerin avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Zincir hastanelerin avantajları, sosyal algı ile ilgili avantajları olduğu gibi, ciddi finansal avantajları yani satın alma gücünden gelen avantajları vardır. Algı ile ilgili avantajı; zincir hastanelerin insanlara daha fazla güven veren bir imajı var. Bugün birçok sağlık kurumu dünyanın en saygın akreditasyon sertifikalarına sahiptirler. JCI böylesine bir akreditasyon sertifikasıdır. Benim düşüncem ise, insanların günümüz şartlarında özel sağlık sektöründen hizmet alıyor olmalarına rağmen henüz tam olarak bir güven ilişkisinin kurulamadığıdır. İnsanlar devlet hastaneleri ya da üniversite hastanelerinden hizmet almıyorlar ama bu kurumlara özel sektörden daha fazla güveniyorlar kanısındayım. Bu gerçekten bir paradoks. İşte sağlık sektörünün Mor İneği ( Sıradanlığı bırakıp farklılık yaratabilen kurumlar için söylenen bir işletme deyimi) bu paradokstan çıkacaktır. Yani güven unsurunu halka tam olarak verebilen sağlık kurumları ve sağlık yöneticileri geleceğin yıldızı olacaklardır. Biz de bu doğrultuda çalışmalarımızı Grup olarak emin adımlarla atıyoruz.

Sağlıkta şiddet konusunu nasıl ele alıyorsunuz? Çözüm önerilerinizi dinlemek isterim. Bu konuyu elimizden geldiğince dillendirmemiz gerektiğini düşündüğüm için bu soruyu yöneltiyorum.

Çok açık ve net söylemek isterim ki; sağlıkta şiddeti nefretle ve esefle kınıyorum. Hatta bu tip davranışlarda bulunan insanları da analiz etmeye çalışıyorum. Acılı, sıkıntılı bir anne, bir baba, evlat ya da hasta mı diye anlamaya çalışıyorum. Her ne olursa olsun, sağlık çalışanları bu acıları ve sıkıntıları gidermek için kamu hizmeti sunmaya çalışan uzmanlardır. Son tahlilde sağlık çalışanlarına şiddet uygulamayı tüm bu değerlendirmeler ışığında kara bir cehalet olarak görüyorum. Maalesef son dönemlerde sağlık çalışanlarına şiddet uygulayanların sayısı arttı. Hastanelerimizde güvenlik elemanlarımızın sayısını arttırarak sağlıkta şiddetin önüne geçileceğine inanmıyorum. Şiddeti önlemenin en iyi yolunun yine de iletişimden ve eğitimden geçtiğini düşünüyorum. Bizim dava açtığımız birkaç şiddet ve tehdit vakamız oldu. Bu durum ile ilgili belirlenmiş bir kod sistemimiz ve süreç yönetimimiz var. Ama tekrar belirtmek isterim ki; şiddet ve tehdit toplumsal bir ayıptır. Hep birlikte bu ayıbı kınayacağız ve gerekli tepkiyi göstereceğiz.

Sağlık sisteminde gözlemlediğiniz ve değişmesinde ya da geliştirilmesinde fayda bulduğunuz problemler nelerdir? Mevcut sistemin eksi ve artıları nelerdir?

Mevcut sistemin en büyük artısı bugün olduğu gibi, kamu sağlık sigortalarının tek bir çatı altında yürütülmesidir. Yine SGK adı altında tüm bu kamu sağlık hizmetleri ödeyicileri özel sektörden sağlık hizmeti satın alabilmektedir. Bildiğim kadarıyla yıllardır birçok siyasi partinin programında sağlıkta dönüşüm programı vardı. Ancak uzunca seneler bu dönüşüm maalesef yapılamadı. Bugün gerçekleştirilmiş olan Sağlıkta Dönüşüm projesi kapsamında, kamu sigortaları özel sağlık sektöründen hizmet almakta. Lakin hizmet alım fiyatları 2008’den beri aynı kalmıştır. Bu da özel sağlık sektörünün kamuya nitelikli sağlık hizmet sunumunu git gide zorlaştırmaktadır. Yine sağlık sektörünün en önemli sorunlarından biri nitelikli insan gücünün sayısının giderek azalmasıdır. Özel Hastaneler, Kamu Hastaneleri ancak birbirlerinden hekim ve sağlık personeli alarak sistemi devam ettirmeye çalışmaktadır. Gelecekte bizlerin hem uzman hem pratisyen hekim kadrolarına fazlası ile ihtiyacımız olacaktır. Diğer bir konuda akreditasyon konusudur. Akreditasyonda JCI ya da bakanlığa ait Sağlıkta Kalite Yönetim Standartları kullanılıyor. Bu akreditasyonların artık muhakkak ödeme sistemlerine de yansıması lazım. Bir de hastanelerimizin ruhsatları verilirken bölgeye göre analizleri yapılmalı ve gereklilikler belirlenmelidir. Bir diğer sorun ise sağlık hukuku ile ilgili mevzuatların henüz oturtulamamış olmasıdır. Bir an evvel sağlık hukuku mevzuatlarının oturtulması gerekiyor. Çünkü sağlık hukuku gerçekten her boyutuyla hayatımızda önemli bir yer tutacaktır. Tüm bu sorunlara rağmen, gelecekte özel sağlık sektörü ve sağlık yatırımları anlamında, Türkiye’de çok büyük yatırımlar olacağını şimdiden görüyorum. Sağlık sektörü sanayileşecek.

Özel hastanelerin genel sorunları ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyim? Neler değişmeli ya da neler aynen devam etmeli?

Kadro sorunumuz var. Yeni tıbbi kadro alamıyoruz ya da yeni bir branş ilave edemiyoruz. Bir de kayıt dışı sağlık hizmeti üreten kurumlar var. Kurumsal yapı içerisinde %100 kayıt içinde olan kurumlara göre, kayıt dışı kurumlar haksız bir rekabet unsuru oluşturuyor. Rekabet yoğun bir sektör. En çok rekabet nitelikli insan gücünün istihdam edilmesinde yaşanıyor.

Sonuçta zincir hastaneler ve kurumsal hastaneler gelecekte kazanacak. İlerleyen dönemde yabancı sermayenin çok daha fazla yatırım yapacağı bir sektördür özel sağlık sektörü.

Medicana Sağlık Grubu hızlı büyüyen ve gelişen bir sağlık kurumu. Gelecekteki hedefleri nelerdir?

Şunu söyleyebilirim ki; Medicana Sağlık Grubu emin adımlarla büyüyor. 2017’de Bursa ve Kızıltoprak Hastanelerimiz, 2018’de de Levent ve Ataşehir Hastanelerimiz açılacak. Onun dışında İzmir projemiz devam ediyor. Birçok bölgede, yurt dışında hastane projelerimiz var. Yönetim kurulumuz tüm bu yatırımları titizlikle değerlendiriyor. Bu anlamda grubumuz hızla büyümeye devam ediyor..

Yazının devamı...

Özkan Turgay; "Sevgi tüm dünyayı şifalandıracak enerjidir."

Sizinle daha önce yaptığımız görüşmelerde müziğin matematiği ile ilgilendiğinizi öğrenmiştim. Türkiye'de klasik haline gelmiş bestelerinizde de müziğin matematiğini kullandınız mı?

Müziklerimi Sezisel olarak besteliyorum .Bunu böyle ifade etmem gerek. Eğer bunu bilimsel anlamda soruyorsanız, yine sadece sezisel diyebilir. Eser ortaya çıktıktan sonra ben nerede, ne yapmışım sorularının cevabını müzik bilimiyle araştırıp, savurduğum ruhumu bilmsel kelimelere dökebiliyorum.

Yaptığınız her müzik büyük kitleler tarafından beğenilip hit oluyor. Bu tesadüf olamaz.

Değil tabi. Tesadüf diye bir şey yok evrende. Böyle bir yaratılış var. Dede Efendi’nin de yaptığı her şey tutuyordu, Mozart’ın da, Beethoven’ın da… Bu bir yaradılış.

Peki bu besteleri yaparken “İnsanlar bunu sever mi?” düşüncesi var mı, yoksa “Benim içimden bu geliyor, bunu yapıyorum” durumu mu mevcut?

Benim içimden bu geliyor, bunu yapıyorum. Tamamen iç ses. Onun matematiği sonra. Meraklı kişiler soruyor “Bunu nasıl yaptın?” Ben oturup bunu nasıl yaptığımı düşünerek ve araştırarak nasıl yaptığımı anlatmaya çalıştım. Bunun tamamen bir yaradılış olduğunu fark ettim. Müziğin matematiğini kuran kişi Pisagor’dur. Eski Mısır’da müzik, matematik ve Ezoterik birlikte okutulurdu. Formülleri ortaya konurdu. Bunları incelerken tarihe merak sardım, dinlere merak sardım.

Ne zamandır bu merak?

1978'de İstanbul belediye konservatuarında yatılı okuyordum ve o zaman sokaklarda kardeş kardeşi vuruyordu. Karşımızda da bir yurt vardı. Çok sevdiğimiz bir tiyatro öğrencisini öldürdüler. Sağ-sol çatışmaları vardı. Ben müzisyen Özkan Turgay olarak ne yapmalıyım diye bir soru sordum kendime. Bunları durdurabilmek için ne yapabilirim? Benim bir tek özelliğim var o da müziğim, ondan başka bir şeyim yok. O zaman tabi internet falan yok fakat bir sürü ansiklopediler var evin içinde. Onları araştırırken, karıştırırken Şaman kültürünü incelemeye başladım. Çok basit bir şey gözüme çarptı. Şamanlar tef çalarlar ve kötü ruhları kovarlar diye küçücük bir yazı. Sonra müziğin insanlar üzerinde etkisine yoğunlaştım. Türkiye geneline hitap eden Perihan Abla dizisinin müziğini yaptım. Perihan Abla dizisinde insanların üzerindeki o kötü bulutları yani korkuyu, endişeyi dağıtmayı amaçladık. Ve sonra insanların üzerinde kötü etki yaratan korku ve endişeyi dağıtmanın yolları üzerinde yoğunlaştım.

Peki Perihan Abla dizisinde senaristte senaryoyu yazarken aynı düşünceden mi yola çıktı?

Perihan Abla dizisi benim aile köklerimin yüzlerce yıldan beri yaşadığı Kuzguncuk'ta çekildi. Kuzguncuk bütün azınlıkların beraber yaşadığı, cami ile kilisenin yan yana olduğu sevgi ve saygının en üst noktada olduğu bir mekan. Orada plato kuruldu. Senaristle aynı düşüncede miydiniz derseniz şöyle açıklayayım. Bu tip şeylerde insanlar hep birbirlerini çeker, birbirlerini bulur ve bunun için konuşmazlar bile. Sadece işlerini yaparlar. Böyle bir durumdu bizimkisi. Mahalle kültürünü aşılama, bir ve birlikte olmayı anımsama, aramızda hiç konuşulmadan önümüzdeki filme aktarılıyorduk. Ben Perihan Abla'nın müziğinde dansöz zilleri kullandım. Bütün Türkiye ve Ortadoğu'daki insanların dansöz zilleri ile aynı anda aynı zamanda tek bir ekrana bakmalarını sağladım. Yaptığım şey buydu. Ama bunu nasıl yaptığımı sorarsanız, daha önce de dediğim gibi tamamen sezisel. Ülkemde bir şeyler tekrar canlandı. Yeni yeni sanatçılar çıktı. Yeni starlar doğdu, eskileri tekrar parladı. Bunun için bir müzik şirketi kuruldu; Raks Müzik Yapım. Ben bu şirkette yaratıcı beyin olarak serbest bir şekilde çalışıyordum. Yeni starlar meydana getirdim, besteler yaptım, sözler yazdım.

Kimin gerçekten star olabileceğini de anlıyorsunuz ve seçtiklerinizin hepsi şu anda Türkiye'nin starları konumundalar

Seçtiğim insanların star olmasının sebebi öyle doğmalarıdır. Yine sezisel olarak bunu algılayabiliyorum.

Şiddetin artması ile müziğin değişimi arasında bir bağlantı var mı?

1953 yılında ISO (International Organization for Standardization) tarafından dünya üzerindeki radyo da, televizyonda ve müzik stüdyolarında ses kaydı yapılan müzikler LA 440 frekansına göre akortlandı. Eskiden La sesi 432 Hz olarak akortlanıyordu. Mozart'ta da Dede Efendi'de de La sesi 423,5-432 arasındadır. Daha geriye doğru gittiğimiz zaman müziğin standart akordu önemli ama etkisi de önemli. Dijital dünyada LA 440 frekansı değişmiyor. Ama senfonik orkestraya girdiğinizde 442 ile başlayıp 446 ile bitebiliyor. Fizik kuralları nedeniyle tellerin ısınması, sürtünmesi vs. gibi sebeplerden dolayı bu oluyor. Yani dijital kayıtta frekanslar sabitken, enstrümanı dinlediğimde frekans zamanla değişebiliyor. Dijital müziğin frekansının LA 444'den LA 440'a ayarlanması ile karşımıza enteresan bir şey çıkıyor. DNA'ların sudaki düzenleri değişiyor. DNA'nın yapısı bozulabiliyor. Yapılan tüm araştırmalar LA=440Hz’in insanların kalp ve kuyruk sokumu arasındaki enerji merkezleriyle (çakralar) uyumsuz olduğunu göstermiştir. Bundan önceki müzik çalışmalarında yer alan LA=444 Hz’in ise doğayla ve insanla daha uyum içinde olduğu gözlemlenmiştir. LA 444(C 528) sevgi frekansında müziktir ve iyileştirici gücü vardır.

Ben son zamanlarda müziğin şifası üzerine yönlenmiş durumdayım. Burada kullanacağımın LA 432 olması gerektiğini düşündüm. Dijital ürettiğim stüdyolarda da LA 444'e ayarladım. Bu frekanslarda şifalanmanın artması söz konusu. İkinci Dünya Savaşının çıkmasında, müzikte La'nın frekansının 440'a ayarlanmasının etkisinin olduğu ile ilgili spekülasyonlar da bulunmaktadır. İnsanları şiddete çağıran bir frekanstır.

Bazı sorularımın cevaplarını din kitaplarının içerisinde arıyorum. Suyun şifası, suyun her şeyi yapabilmeye muktedir olduğu Bakara suresinde mevcuttur. 22. Ayette ''O Rab ki yeri sizin için bir döşek, göğü de kubbemsi bir tavan yaptı. Gökten su indirerek size besin olsun diye yerden çeşitli ürünler çıkarttı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.'' Tamamen şifa su... Dikkat ederseniz kubbemsi yani akustiğin yayılması için camilerde ve kiliselerde de bu böyledir. Ve yerde de su olmadığı zaman her şey kurur. İnsanlar hep su kenarına yerleşmeye çalışırlar. Suyun şifalandırmak için müzikle kodlanabileceğine kanaat getirdim. Her şeyi suya kodlayabilirsiniz. Müziği de suya kodlayabilirsiniz. Bu konudaki çalışmalarım devam etmekte. Bilim insanları ile bir araya gelerek müzik dışı kısımlarda destek alırken aynı zamanda kendi çalışmalarıma da devam ediyorum.

Suya müziği nasıl kodlayabilirsiniz?

Derdinizi suya anlatın. Gidin bir su kenarına. ‘Suya anlat derdini’ derler ya. suyun içerisinde ses uzun zamanlı olarak yayılır. Bakın size şimdi suyun şifası adındaki bir kaç gün önce kaydettiğim müziği dinleteyim. Suya dua edip o suyu içmekle veya müzik dinletip o suyu içmekle şifalanmak mümkün.

Bu müziği belli kurallara bağlı kalarak veya bir formülden faydalanarak mı yaptınız yoksa içinizden geldiği gibi mi?

Zemin bilgilerini kullandım elbette. Nedir zemin bilgisi? Burada yine kubbemsi gök ve yer içerisinde yayılacak bir frekans grubu meydana getirdim. Bu frekans grubunda sürtünme esasına göre doğal sesler var. Su ancak taşa veya başka bir cisme sürtünerek sesini bize duyurabilir. Doğal sesi seçtikten sonra müziğin temel kuralları olan pentatonikten yola çıktım. Ve bu pentatonik alt yapının üstüne en düşük belleğin algılayabileceği frekansta, rüzgarın kamış içerisinde itme ile meydana getirdiği doğal bir sesi ekledim. Bunu dijital ortamda yaparken tabi ki örnekler kullandım. Şovlarımda ya ben çalıyorum ya da flüt ya da ney ile eşlik ediliyor. Burada seçtiğim tek şey miracle (mucize) dediğimiz tonlar. Tabi ben bunları ölçemiyorum. Neye göre nasıl ölçüldüğü ile ilgili tam bir fikre sahip olmasam da güneşin yarıçapı, buradan satürne olan uzaklığımız gibi faktörler devreye giriyor. Bunlar evren matematiği ile oluşan tonlar. Mi sesini de bu miracle denilen tonların oluşturduğu söyleniyor.

Metroda duraklara gelmeden bir uyarı müziği vardır. O ses insanları gerer ve korku frekansı yayar. Günümüzdeki dizilerin müziklerinde de artık benzer şeyler vardı. Bilinçlendikçe müzisyen arkadaşlarımız bu tip müzikleri kaldırmaya başladı. Konservatuarda Alman bir hocam ''Sanat taklitle başlar.'' derdi. Ne yapıyor bu işlere yeni başlayan gençler? Hollywood filmlerindeki frekansları da örnek alarak ve moda olan frekansları da beraberinde seçerek müzik yapıyorlar ve karşımıza subliminal mesajlar çıkıyor. Fakat yapan arkadaşımız da bunun farkında değil. Çünkü taklit ederek yapıyor. Hollywood filmlerinin subliminal mesajlar içerdiği zaten herkes tarafından bilinen bir gerçek. Görsel müziği üreten müzisyenler, bu müzik sitilini de kopyalayınca farkında olmadan bu akımı devam ettiriyorlar. Biz öyle şanslıyız ki Alaturka dediğimiz bir müziğimiz var. Batı müziği dünya müziğidir. Ama Türk müziği evren müziğidir. Türk müziğindeki sesler evrenin gerçekleridir.

''Ruha Sesleniş'' projenizi sormak istiyorum. Ne zamandır devam ediyor ve bu proje ile vermek istediğiniz mesajlardan biraz bahseder misiniz?

Daha önce Perihan Abla'da ne verdiysem ki, vermek istediğim her zaman sevgi idi. Sevgi frekanslarından yola çıktım. Sevgiyi kelimelere en iyi döken Hz. Mevlana'dır. Onun sözlerini alıp, İngilizce'ye çevirip, hatta 9 dilde şarkılar meydana getirerek, onun kelimeleri ile benim frekanslarımı birleştiriyorum. 21. yüzyıldaki bu kaosun, kin, öfke ve nefretin daha farklı bir şekilde yok edilebilmesini müziğimle sağlamaya çalışıyorum. Öyle şanslı bir coğrafyada yaşıyoruz ki birçok şeyi çok iyi biliyoruz. Her zaman Allah'ın gönderdiği kitaplar içerisinde bilgiyi aramak en doğru yoldur. Elbette birçok şey okumalıyız. ama dayanacağımız nokta yaradılıştır. Ruha Sesleniş de buna dayanıyor.

Ruha Sesleniş sahneye çıkıp birkaç kişiyi de yanıma alıp ana çekirdek kadroyla sahneye koyduğum Rumi' müzikal projemin ön çalışmasıdır. Ana kadroda şiirleri okuyan Hakan Yılmaz aynı zamanda TRT'de program yapımcısıdır. Ney sanatçımız Enver Aydoğan Hacettepe Ünivesitesinde öğretim görevlisidir. Berlin'de bir arkadaşımız var, Semra Tewes. O da bir müzik dehasıdır. Virginia operasında da görev yapmış soprano bir arkadaşımız var Ümran Akpınar. İstanbul'da olduğu dönemlerde onunla çalışıyorum. Ruha Sesleniş suya attığım tek bir taştır. Bu hareler gittikçe büyüyor ve büyüyecek ve ben o küçük taş olarak kalacağım.

Rumi projem ve Ruha Sesleniş projem arasında küçük bir fark var. Rumi projemi bütün dünyada gösterime girecek bir müzikal olarak tasarladım. Üzerinde dokuz yıldır çalıştığım bir proje bu. Sahneye konması ile ilgili Dünyadaki önemli şirketlerle görüşmeler aşamasındayım.

Son olarak okurlarımıza iletmek istediğiniz bir mesaj var mıdır?

Sevgi yolu, bu dünyada insan olarak daha iyi koşularda yaşayabilmemiz için tek seçenektir. Birbirimizi koşulsuz sevelim, bütün sorunlarımızı çözmenin yolu sadece SEVGİdir.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.