SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Mizahın En Değerli "Beşi Bir Arada"sı Akademi Kurdu!

Geleneksel Türk Temaşa Sanatları Akademisi fikri nereden çıktı?

Bu fikir benim aşağı yukarı 20 seneden beri aklımda olan bir şeydi. 1998’de ben eğitim işine döndüm. Birçok kuruluşlara derslere gidiyordum. İletişim dersleri veriyordum. Geçmişten günümüze mizahla ilgili tek kişilik bir oyunum vardı. Bunların hepsini bir araya getirdiğimde bu işin eğitimini vermemiz gerektiğini düşündüm. Bu işin eğitimini verelim derken “Geleneksel Türk Temaşa Sanatları Akademi”sini kuralım dedim. Hatta bunun tek başına zayıf kalacağını düşünerek Geleneksel Türk Temaşa Sanatları Kütüphanesi ve Geleneksel Türk Temaşa Sanatları müzesini kurmayı düşündüm. Bu üçünü de güzel bir şekilde toparlayıp onaylattım, isim haklarını aldım, çünkü biliyorsunuz proje hırsızları var tüm dünyada özellikle de bizim ülkemizde… İlk önce Geleneksel Türk Temaşa Sanatları Akademisinden başladım. Ateş Böceği Ercan, Yalçın Özden, yine çok sevdiğimiz Nokta ile Virgülün Noktası Abdullah Şahin ve Yalçın Menteş’i aradım, hepimiz bir araya geldik ve biz bu işi yapıyoruz dedik ve bu işin akademisini kurduk. Beyinsel olarak her şey hazır. Yer ve sponsor görüşmelerimiz de devam ediyor, en kısa zamanda eğitime başlayacağız.

Diyeceksiniz ki Geleneksel Türk Temaşa Sanatları Akademisine neden ihtiyaç var? Çünkü artık Pişekarı, Kavukluyu, Ortaoyununda olan diğer tipleri bulamıyoruz, hatta yazarını bile bulamıyoruz. Hayali dendiği zaman Hayali Küçük Ali’den sonra Orhan Hocamız vardır. Ondan sonra da Caner Bilginer şu anda benimle birlikte olan bir kardeşim, o da İstanbul Şehir Tiyatrolarında. Onun dışında çok az, bir elin beş parmağını geçmez.

Bu röportajı okuyan genç nesil için Türk Temaşa Sanatlarından biraz bahseder misiniz?

Türk temaşa sanatları, geleneksel Türk gösteri sanatları demek. Mesela Tuluat sanatında anında gelişir her şey. Örneğin Pişekar bir açmaz verir, Kavuklu o anda cevap verir. Yani gösteri içerisinde, o anda gerçekleşir bu atışmalar, önceden yazılmayanlardır, oyunun dışındadır. Ortaoyunu yazılarak oynanır. Tuluat Ortaoyununun içerisinde de oynanabilir. Tulatın içerisindekiler o anda gelişir. Örneğin oyunculardan birisinin peruğu düşmüştür, o anda bir diyalog gelişir ve devam eder gibi… Bunun dışında geleneksel Türk temaşa sanatları içerisinde Vantrologlar vardır. Yani ağzını kıpırdatmadan karnından konuşanlar. Son örnekleri olarak Mandrake ve Nuri Çapraz, rahmetli oldular. Onun dışında Vantrolog yok. Kukla sanatçılarımız yok denecek kadar az. İlüzyonist yani sihirbaz keza çok az. Kanto da aynı şekilde. İşte bunların hepsinin eğitimini vereceğiz. Çok az sayıdaki arkadaşları bulacağız ve akademi bünyesinde toplayacağız. Meddah olarak ben varım. Orhan Boran, Celal Şahin, Muzaffer Hepgüler, benim hocalarım Ateş Böceği Ercan, Yalçın Özden, Yalçın Menteş var. Bunların hepsi Meddahtır. Kadın Meddahlar da var. Bedia Muvahhit, Şaziye Moral, Halide Pişkin, Adile Naşit, Mürüvvet Sim. Modern Meddahlara örnek verirsek Ata Demirer ve Cem Yılmaz, kadın örnekler ise Yasemin Yalçın ve Demet Akbağ’dır.

Bildiğim kadarıyla size de Son Meddah diyorlar. Hem Meddahlık hakkında hem de sizin hikayenizi anlatabilir misiniz?

Meddahlık kahvehane dediğimiz yerlerde mesela Beyazıt’taki, Haliç’deki kıraathanelere elinde Peşkiri ve bastonu, kafasında takkesi ile birlikte gelir oturur. O günün güncel olaylarını anlatır, güldürerek anlatır. Siyasileri konuşur, taklit yapar. Yazılan oyunlarda olduğu gibi zaman ve mekan yoktur. Bugünün tanımıyla, modern hali Şovmendir. Ama ilk çıktığı yer kıraathanelerdir.

Peki bu şekilde Meddahlık en son nerede yapıldı? Ben hatırlamıyorum mesela…

Ben 1998’de Şaban Kızıldağ Hocamızla birlikte, 1300 kahvehanede ve dernek lokalinde ben bunu yaptım ve bu geleneği sürdürdüm. Hatta geleneğe bağlı olarak bir de halk aşığı getirdim. Halk aşığı ile birlikte çıktık ve kahvehanelerde bu gösterileri yaptık. Bir de bu proje içerisinde kahvehaneleri kıraathanelere çevirme vardı. Büyük bir projeydi bu. Bu projeyi yaparken gittiğimiz yerlerde bir de kütüphane açıyorduk. Yani ben bu geleneği kahvehanelerde en son sürdüren Meddahım. Sahnelerde sürdürenler var ama geleneksel anlamda kahvehanelerde sürdüren en son Meddah benim. Erol Günaydın Takke, Peşkir ve Bastonunu 1994 senesinde bana verdi. O dönem Kavuk Ferhan Hocamızdaydı. Ben de sana Takke ve Peşkirimi veriyorum dedi. Hilton’un büyük salonunda yapılan bir Osmanlı gecesinde oldu bu olay. Nejat Uygur Hocamız da oradaydı, O da bana papyonunu verdi. Erol Günaydın hem Kavuklu hem Meddahtı.

Benim bildiğim devredilen bir kavuk var ve onlardan başka da Kavuklu bilmiyorum. Başka Kavuklular var mı?

Tabi var olmaz olur mu? Sizin bildiğiniz Ses Tiyatrosunun bir geleneği olarak devredilen kavuktur. O da Kel Hasan Efendiden İsmail Dümbüllü’ye, ondan Münir Özkul’a Münir Hocadan Ferhan Şensoy’a verilen, en son da Rasim Öztekin’in yakın zamanda devraldığı kavuk. Onların dışında pek çok Kavuklu var. Mesela Hazım Körmükçü, Naşit Özcan (Adile Naşit’in babası) vardır. Onların da tiyatroları devam etmiştir. Bana kalırsa Nejat Uygur da Kavukludur. Modern Kavukludur. İllaha da başında kavuk olmak zorunda değil. Sahnede çok zaman bir Pişekar olmuştur, Pişekar da Bahri Beyatlı idi ve Nejat Hoca bunu defalarca yapmıştır, hepimiz biliriz. Ben de Öztürk Serengil’in öğrencisiyim ki o da Meddahtır.

Tamam anladım. Kavuklunun kavuğu, Meddahın ise Takkesi ve Peşkiri var.

Evet öyle mesela Erol Günaydın Ramazan etkinliklerinde TRT-1 zamanında İsmet Ay ile birlikte iki zenneyi oynarlardı. Camdan bakan iki kadın konuşurlardı. Zenne kılığında kadın olup yine Meddahlık geleneğini sürdürürlerdi. Teknik olarak aralarında Kavuklu Pişekar ilişkisi de vardır. O ona açmaz veriyor, diğeri devam ediyor gibi. Yani bu teknikler zaman zaman birleşebilirler.

Şimdi ben sana diğer kollarını anlatayım. Meddahı anlattım. Hayali vardır. Karagöz Hacivat oynatan kişidir. Onun dışında Vantrolog dedim, yani ağzını kıpırdatmadan karnından konuşanlar. Güldürücüler vardır bir de. Güldürücüler sünnet düğünlerine falan giderdi, eski bir gelenekti. Hatta bunlara Hokkabaz denirdi. Hokkabazın elinde tefi vardır, çalarak konuşur, mesela “Oldu da bitti maşaallah, damat olur inşallah” gibi… Aslında Palyaçonun bizdeki karşılığı Güldürücü ve Hokkabazdır. Palyaçonun Osmanlı geleneğindeki karşılığı Hokkabazdır. Kukla oyuncuları var, Kanto var. Ateşbazlar var. Ağzından ateş çıkaranlar. Tel cambazları var mesela. Jonklörler var. Onlar da ellerinde top çevirirler. Hanende ve Sazendeler var. Aslında Ramazanın ilk eğlencelerinde bunlar hep var. Lale Devrinde Şehzadebaşı’nda yapılıyormuş bu eğlenceler.

Bizim açtığımız akademi uluslar arası bir nitelik taşıyor. Bize Yunanistan’dan da Bosna’dan da, İran’dan da Türki Cumhuriyetlerden de gelecek. Akademinin içerisinde bu sanatların son temsilcileri olan hocalarımız olacak. Az önce bahsettiğim beş kurucu üye daimi olmak üzere arzu eden tüm hocalarımızı kadromuza dahil edeceğiz.

Akademide neler yapılacak? Biraz anlatır mısınız?

Öğrencileri bu alanlarda yetiştireceğiz. Tabi önce tarihini anlatacağız. Kel Hasan Efendiler, Hazım Körmükçüler bunların hepsini detaylı olarak anlatacağız. Geleneksel Türk Temaşa Sanatları Kütüphanesi de olacak. Oraya gidip daha detaylı araştırabilecekler. Orada bir film arşivi de olacak. Bilgisayarına gidip kulaklığını takarak Kemal Sunal filmleri izleyebilecek mesela. Metin Serezli dediğin zaman, Altan Erbulak dediğin zaman yahut ne bileyim Ali Poyrazoğlu dediğin zaman gidip onunla ilgili her şeyi bulabilecek. Bunlar bir kütüphanenin içerisinde olacak ama kütüphane yaşayan bir kütüphane olacak, müze yaşayan bir müze olacak.

Müzede neler olacak?

Örneğin kavuk Rasim Öztekine’e devredildi. O sırada giydiği kıyafetleri rica edebiliriz, onları sergileyebiliriz. Mesela Ferhan Şensoy’un balmumundan bir heykelini de koymak istiyoruz oraya. Onun gibi Münir Özkul’un, Erol Günaydın’ın, Öztürk Serengil’in ve böyle önemli bazı isimlerin balmumundan heykellerini sergilemek istiyoruz. Akademinin içerisinde yaşayan bir müze olacak. Yaşayan derken çocuk oraya geldiğinde oradaki bilgisayara baktığında Ferhan Şensoy’un hakkındaki bilgileri, yaptığı filmleri, oynadığı oyunları görebilecek. Canlı olarak sesini duyabilecek, filmleri izleyebilecek. Mesela Zeki Alasya, Metin Akpınar filmleri vs.

Şu anda bu gelenekleri sürdüren kimler var?

Örnekler verirsek, Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin, Yalçın Özden, Yalçın Menteş…

Peki bu kişilerin kendi tiyatroları mı var?

Çok azının var. Örneğin Ali Poyrazoğlu, Gazanfer Özcan, Nejat Uygur tiyatrosu var. Artık ekonomik güçlükler nedeniyle tiyatrolarda sürdürülemiyor pek. Belediyelerin kültür merkezlerinde oynuyoruz.

Sizce geleneksel tiyatro günümüzdeki modern tiyatronun içerisinde yer bulabilecek mi?

Zaten modern tiyatronun içerisinde bunlar var. Biz asırlar öncesinden bunu bulmuşuz. Müsahipzade Celal’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın oyunlarına baktığınızda bunları görürsünüz. Bir Kavuk Devrildi, Hülleci, Ayyar Hamza gibi oyunların hepsi zaten bu geleneği sürdürmüştür. Günümüzde hala sürüyor. Sahnede de örnekleri var elbette. İkili olarak söylersek ben Levent Çelmen’le çalışmıştım. Nokta ile Virgül, Uğur Böcekleri, Ateş Böcekleri vardı…

Sizin İsmail Dümbüllü ile tanışma hikayeniz çok eskilere, 5-6 yaşlarınıza dayanıyor. Onu biraz anlatır mısınız?

İsmail Dümbüllü’yü ben ilk defa dediğiniz gibi 5-6 yaşlarımda iken Gülhane etkinliklerinde gördüm. Ohannes abi vardı bizim mahallede, o götürmüştü beni. Ben o zaman onlara çok yetenekli geliyormuşum. Çünkü o yaşlarda mahallenin kömürlüğünde Hacivat Karagöz oynatıp para topluyordum. Yine bizim mahallede Ortans diye bir arkadaşım vardı. Onunla birlikte yapardık bu oyunları. Ortaoyunu yapardık, tiyatro yapardık. Ortans da tiyatrocu şimdi Abdullah Şahin tiyatrosunda oynuyor.

Ne kadar bereketli mahalleymiş burası nerede?

Evet iki tane sanatçı çıktı mahalleden. Şehremini’de Fatma Sultan mahallesi. Ortans benden birkaç yaş büyüktü, benden önce Kenan Büke tiyatrosuna girdi. Ben de Öztürk Serengil’in Gülünüz Güldürünüz programına çıkarak kendimi duyurdum. Şimdi dönelim İsmail Dümbüllü ile tanışma hikayeme. O zamanın en büyük kavuklusu idi. Ben de sahnenin arkasında merakla bakınıyorum. “Gel bakalım buraya ne yapıyorsun?” dedi. Ben de “Mahallede Hacivat Karagöz oynatıyorum ben” dedim. “Ben çıkmadan önce sen arkamdan teneke atar mısın?” dedi. Kavuklu çıkmadan önce bir gürültü yapılır ki o zamanın Komik-i Şehirinin gelişini bildirsin. Sonra ben de tenekeyi attım. Üç gün sonra Ohannes abiye yalvardım ki beni yine götür. Orada beni görünce “Geldin mi? Sen buranın tozunu aldın artık kurtuluşun yok.” Dedi. Sonra benim belime bir şal bağladı. Sahnede onun sevdiğini oynayan kıza mektup taşıyan ulak rolünü oynadım. İlk sahneye çıkışım böyle oldu. Benim için çok önemli bir andır. Aradan yıllar geçti, kendisini Beşiktaş’ta Kambur’un Bahçesinde de seyrettim. Ateş Böceği Ercan’dan öğrendiğim bir olay vardır. 1973’te açılan Boğaziçi köprüsünden geçen ilk cenaze aracı İsmail Dümbüllü’ye aittir.

Bedia Muhavvit ile de bir tanışma hikayeniz var. Kendisi Türkiye’nin ilk müslüman kadın oyuncusu bildiğim kadarıyla…

Selim Naşit’in 35. Sanat yıldönümünü ben sundum. Naşit Özcan da torunlarıdır. Bana dedi ki “Bedia ablanın taklitini yapıyorsun, Vasfi Rıza ile Bedia abla kuliste, n’olur gel hem seni tanıştırayım, hem de seni çok merak ediyor”. Gittim, “Ah yavrucum gel bakayım. Sen benim taklitimi harika yapıyorsun, yakışıklı da bir delikanlısın” dedi ve yanağımdan bir makas aldı. Ben de elini öptüm ve başıma koydum. “Ah dedi, işte burada olmadı, benim gibi bir genç kızın sadece elini öpecektin, bir reverans yapacaktın.” Ben de özür diledim. “Özür dilemene gerek yok. Bir daha öp, tek bir busecik kondur” dedi. Allah gani gani rahmet eylesin Bedia Hocaya.

Çok doyurucu ve birçok yeni bilgi aldığım bir röportaj oldu çok teşekkür ederim. Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?

Güldürmek sadaka-i fıtırdır. Güldüren insanlar güzel insanlardır. Dramı herkes oynar. Güldürmek zordur. Çıkıp sahnede, hele de teksen Meddah isen güldürmek daha da zordur. Ben TRT Kent Radyoda yaptığım programımda yaşayan büyük ustaları ağırlamaya çalışırım hep. Çünkü bir daha onları bulamayacağız.

Yazının devamı...

Emin Çapa; "Tüm canlıların yaşamı kutsaldır. Biri diğerinden üstün değildir."

Öncelikle şunu belirteyim. Gazeteci değilim, sorularım o nedenle size farklı gelebilir, yanlış sorular sorabilirim. Bir gazeteci ile röportaj yapmak benim için zor olabilir, lütfen kusuruma bakmayın...

Gazetecilikte şöyle bir şey vardır; yanlış soru değil, yanlış cevap vardır.

Öğrenme açlığı içten gelen bir durum. Ama aktarma ve can hıraş anlatmaya çabalama... Karşımda bir "Anlatan Adam" var ve mükemmel anlatan bir adam... Bu "Anlatan Adam" olma hali bilinçli bir seçim mi?

Şimdi açlık kısmı dediğiniz gibi içten geliyor ama biraz ailemin de etkisi var. Onlar kendi yapamadıkları, okuyamadıkları, anlayamadıklarını kendi çocukları üzerinden başarmak istediler. Kardeşim bu yola sapmadı. Üniversiteye gitmeyi tercih etmedi. Ama bende öyle olmadı. Yere yatarak kitap okumayı çok severim. Ortaokula, liseye giderken, ben yerde kitap okuduğumda ve sonra kalkmak zorunda kaldığımda, döndüğümde kitabın yerden yüksek bir yere kaldırıldığını görürdüm. Yani romana bile Kur’an muamelesi yapılan bir evde büyüdüm. Okumak kutsaldı. Bunun tabi sizin üzerinizde bir etkisi oluyor. Öğrenme açlığınızı tetikliyor. Mesela ben çantamda kitap olmadan dışarı çıkamam. Kendimi aşırı gergin hissediyorum. Aynı yükseklik korkusu ya da kapalı alan korkusu olan insanlar gibi düşünün. Geriliyorum ve rahatsız hissediyorum. O yüzden tatile giderken yanımda çok fazla kitap taşıyorum. Ya da eğer yoksa herhangi bir yerden rastgele bir kitap alma durumuna bile geliyorum. Eskiden bir şey okuyamadığım zaman ellerim titrerdi. Şöyle rüyalar görürdüm; dünyada çok şey var ve sen hiçbir şey bilmiyorsun. Bilinecek çok şey var ama ben cahilim, cahil öleceğim, hepsini öğrenemeyeceğim... Ailemden gelen bir şey bu. Çünkü onlar okuyamadıkları için hiçbir şey bilmediklerini düşünürlerdi ve bu anlamda benim çabalarımı hep desteklediler. Zamanla her şeyi bilemeyeceğini anlıyorsun tabi ama tam olarak da kurtulamıyorsun bundan. Öğrenmek beni inanılmaz mutlu eden bir durum. Yaptıkça yapasın gelen bir şey bu. Anlatma kısmına gelince, ailem çok soru sorardı ve ben de okuduklarımı onlara anlatırdım. Sevgi ve bilgi anlatıkça artan bir şey. Kendinde tutmanın manası yok. Mesela nefret anlattıkça azalır ama sevgi ve bilgi tam tersidir. Ben yıllardır kültür turları yaptırıyorum. Gezdiğimiz yerlerde değişik bilgiler anlatmayı seviyorum. Araştırıyorum, öğreniyorum ve bunları anlatıyorum. Paylaşmayı seviyorum. Mesela tek başına sinemaya da gitmeyi sevmiyorum, insanları seviyorum. Bir elektrik aktarıyoruz birbirimize. Mutluluk, heyecan... Yarin gül yanağı hariç, her şeyin paylaşılabileceğinden yanayım.

Bir noktada kendime bir şey sordum... Ben ne yapıyorum? Ekonomi anlatıyorum. Peki kime anlatıyorum. Bir jargonumuz var ve bilene anlatıyoruz. Sonra bilmek isteyene basitleştirerek ama vulgarize etmeden anlatmak istediğime karar verdim. Ben anladıysam herkese de anlatabilirim noktasına geldim. Türkiye bilim ve akıl açısından bir çöle döndü. Ben bundan çok mutsuzum. Sanat, teknoloji ve saf bilimden bu kadar uzak olmasından çok rahatsızım. Bir farkındalık yaratabilirsem, bir kişi de olabilir, on kişi de olabilir, bu bir kar diye düşünüyorum. Kendimi iyi hissediyorum. O bilginin üstüne kilit vurayım ben de dursun demokratik bir tavır da değil. İnsanlarla paylaşılmalı ve ben bundan çok haz alıyorum. Aynı şekilde dinlemekten de haz alıyorum. Konferanslara gidip dinlemeyi çok severim. Bazen öyle konferanslara gidiyorum ki yüzde kırkını anlayabiliyorum, çünkü profesyoneli olmadığım konular ve konuşmacı işin profesyoneli için anlatıyor. O zaman da çocukların masal dinlediği gibi dinliyorum. Bilgileri birbirine bağlamayı çok seviyorum ve bunu paylaşmayı da aynı şekilde seviyorum. Çünkü bunlar anlatılmayan şeyler. Bilginin içerisinde yüzüyorsun ve bir yerlere bağlıyorsun. Bilmek isteyen bir insan varsa benim gibi, ben her türlü anlatabilirim ona. Çünkü o da benim gibi bilmek istiyor. Saçma sorular da sorabilir, ben de sorarım bazen saçma sorular. Çünkü benim saçma sorular sorma özgürlüğüm var. Ders derste öğrenilir. Sormalısın.

"Ben kimim ve evrenin içerisinde neyim?" Bir toz zerresinden bile küçüksek ki öyleyiz, varoluşunuzu nasıl anlamlandırıyorsunuz? Varoluş sancısı çekenlerden misiniz?

Sürekli olarak kendime şöyle bir eziyet yapmıyorum; Ben kimim, ben neyim... Niçin bu hayatım var benim elimde ve bunu ne yapacağım diye soruyorum. Nereden geldim, nereye gidiyorum sorusunu sormuyorum sürekli olarak kendime. Çünkü evrimsel süreçlerin içerisinde gerçekleşen bir olaslık olduğumu düşünüyorum ve bilim de bana böyle söylüyor. Ama hayatımı anlamlandırmak benim elimde, onu ancak ben yapabilirim. Sheaksper'in çok sevdiğim bir sözü vardır, ''Her köle kendi avucunda taşır, köleliğinden kurtulma gücünü''. O bunu en kötü hiçbir umut kalmadıysa, köle olarak yaşamaktansa intihar edersin manasında söylüyor. Evet ben birşeyleri taşıyorum kendi avucumda. Ama şunu taşımıyorum mesela. Brad Pitt olma şansını taşımıyorum, öyle bir olasılık yok. O benim değiştiremeyeceğim bir şey. Ama benim değiştirebileceğim şeyler var hayatıma dair. Bir takım seçimler var ve onları yapmak ya da yapmamak benim elimde. Ben giderek olgunlaşma sürecimle birlikte, o seçimlerimi daha bilinçli yapıyorum. Yirmili yaşlarımda yaptığım hataları yapmış olmaktan dolayı da memnunum. O yaşlarda, bu yaşımdaki gibi düşünmek istemezdim. Yaşamalıydım onları. Dolayısıyla ben de kendime 'Ben ne yapıyorum? Olduğum durumdan mutlu muyum? Daha iyi olabilir mi?' diye soruyorum. Ama kendime eziyet etmiyorum. Hedonist değilim ama mutlu olmak gerektiğini düşünüyorum. Varoluşuma anlam katan ya da katamayan da benim. İnsanlar kendilerini nasıl daha iyi hissediyorlarsa, seçimlerini o yönde yapmalılar. Dünya dertlerine aldırmak istemeyebilirler, bu da onların seçimidir. Hani derler ya cehalet mutluluktur, ama ben bu saatten sonra ve bu bilinç düzeyinde onu tercih edemem. Eğer çok okumak beni mutsuz edecekse cehalete geri dönemem. Kaldı ki çok okumak beni mutlu eden bir şey. Ama bulunduğum anda nasıl mutlu olabilirimi de düşünürüm. Mesela ben çok dans ederim. Teknoyu çok severim. Ritm duygum da vardır ve saatlerce dans ederim. Çünkü seviyorum ve o bana mutluluk veriyor. Hiçbir şeyi sadece vazife duygusuyla yapmıyorum.

Bu yaşadığım hayat sadece bana mı ait diye düşünürüm. Mesela eski sevgililerimin hiç mi hakkı yoktur. Annemin, babamın, kutup ayılarının, kedim Osman'ın, oğlumun, hiç tanımadığım Afrikalı çocukların... Benim hayatım üzerinde hiç mi hakkı yoktur? Ben bunu söyleyemem, çünkü vardır. Ve ben bu bilinçle yaşamak zorundayım, bu sorumluluğu da hissetmek zorundayım. Bu benim kendimi insanlığa adayacağım, insanlığı kurtaracağım anlamında değil. Tabi ki ben insanlığı kurtarmayacağım, kendimi ancak kurtarabilirim. Ama şu bilince de sahip olmak zorundayım. sokaktaki aç kediler, bir darı tanesi peşinde koşan kuşlar, kuyruğu kesilmiş köpekler... Bunlara karşı bir sorumluluğum var. Bilimde, astronomide çok önemli bir şey vardır. Astronomlar uzaydan gelme olasılığı olan gelişmiş canlıların, kötü olacağına ihtimal vermezler. Çünkü bilinç düzeyi geliştikçe, canlıların daha fazla sorumluluk sahibi olacaklarını düşünürüz. Onların bize zarar vermeyeceğini düşünür astronomların büyük kısmı. Biz eskiden uzay aracı yolladığımızda 900 derecede fırınlanıyordu. Üzerinde bir bakteri ya da virüs kalırsa ve herhangi bir şekilde oraya taşınırsa, orada bazı yaşam formları varsa onları yok edebilir diye. Darwin der ki; pis bir su birikintisindeki bakteri milyarlarca yıl yaşamını sürdürebiliyorsa, sizin ondan üstün olduğunuzu gösteren nedir? İşte bu bilinçle fırınlıyorduk cihazlarımızı. Şimdi ise büyük bir sorunumuz var. Cihazlar çok gelişkin olduğu için fırınlayamıyoruz. Işınlara tabi tutuyoruz ama yüzde yüz arındıramıyoruz. O yüzden gönderilen robotları, Mars'a gönderilen Merak Robotu gibi, su olmadığını düşündüğümüz yerlere yolluyoruz. Ondan 1,5-2yıl sonra su olduğunu düşündüğümüz yerlere yolluyoruz. Eğer hala üstünde dünya kökenli virüs ve bakteriler kaldıysa, ölmesini ümit ediyoruz. Bunu neden anlattım. İnsanoğlu bu kadar gelişkinse gelişkin olmayanlara karşı hiçbir sorumluluğu yok mu? Var. Kapitalizmin ta kendisini görüyorsunuz ekonomide. Fakirlerin zenginlere karşı, güçlülerin zayıflara karşı hiç mi sorumluluğu yoktur? Vardır ve olmalıdır da. O zaman bilenlerin de bilmeyenlere karşı sorumluluğu vardır ve olmalıdır. Paylaşımcı olmamın bir nedeni de budur benim. Bunu da bazıları Polyanna gibi yorumluyorlar. Hayır hiç de öyle bir tarafım yok. Gayet de akıl ve mantık tarafından bakıyorum. Bu bir sorumluluktur ve olmalıdır. Çünkü ben bilgisayar yazılımı ve robot değilim...

Milyonlarca yıldır hiçbir canlı Homo Sapiens Sapiens canlısı kadar yaşadığımız dünyaya zarar vermemiştir. İnsan canlısı olmasaydı dünyanın geleceği daha mı parlak olurdu?

Bilmiyorum, o kadar emin değilim. İnsan hem dünyadaki en iyi canlı, hem de en kötü canlı. Çok iyi ve güzel insanlar da var, çok vahşi ve kötü insanlar da var. Ama insan olmasaydı daha mı iyi olurdu, bilmiyorum. Dünyada bizden önce de yaşam vardı, bizden sonra da olacak. Dünyadaki bütün canlıları yok etsek, bir süre sonra yine orman dolar. Şu anda dünyaya gelmiş bütün türlerin sadece %4'ü var, %96'sı yok olmuş... İnsan olmasaydı düşünsenize Kral Lear da yazılmayabilirdi, İlyada da yazılmayabilirdi. Ya da Marlowe olmayabilirdi. Yaşar Kemal olmayabilirdi. Özetle insan olmasaydı, güzellikler de olmayacaktı. Ama dünya da bunun farkına varmayacaktı tabi. İnsan en harika, en güzel canlı değil. Ama tabi en akıllı canlı şu an için...

Bilinç? Hayvan bilinci insan bilincinden çok mu farklı? Bizler neden kendi bilinç düzeyimizi diğer tüm canlıların üzerinde görürüz?

Ben vejeteryanım, ahlaki vejeteryanım. Yani beğenmediğim için vs. gibi sebeplerden değil. Ama kimseye de dayatmıyorum. Bilinç dediğimiz şey acaba ne? Farkında olmak. Bence bilinç büyük oranda kendinin farkında olmak. Acaba evrimsel olarak zeka bir üstünlük mü? İnsan açısından evet. Çünkü pençeleri yok, koşamıyor vs. Biz zekayı bir silaha dönüştürmüşüz ve üstünlük kurmuşuz. Zeka bugün geldiğimiz noktada, aynı zamanda evrimsel bir felaket de olabilir. Aslında biliyor musunuz küresel ısınma dünyayı tehdit etmiyor. Küresel ısınma hayatı vs etkiliyor ama insan kendi türünü yok etme tehditi oluşturuyor. Küresel ısınma ile canlıların bir kısmı yok olacak ama onun yerine yeni canlılar çıkacak. Dinazorların soyları tükenmeseydi, biz memeliler “dünyanın hakimi” olamayacaktık. İnsan zekası şu anda insan türüne karşı bir silaha döndü. Biz bundan ancak bilinçle ki ben buna vicdan diyorum kurtulabiliriz. Kim olduğunun farkına varmak, kendini konumlandırmak ve büyük bir alçakgönüllülükle yerini ve haddini bilmek, beraber yaşama bilinci geliştirmek olarak tanımlıyorum vicdanı ben. O zaman siz köpeklerin, kedilerin, kargaların sizden daha geri olduğunu sizden daha aşağıda olduğunu söyleyemezsiniz. Yaşam kutsaldır. Tüm canlıların yaşamı kutsaldır. Bu soru bu kadar kolay yanıtlanacak bir soru da değil.

E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Twitter: @drsevdasarikaya

Facebook: Yrd Doç Dr Sevda Sarıkaya

Instagram: @dr_sevda_sarıkaya

Yazının devamı...

Aykırı Zihinler Röportaj Serisi-2; Neslihan Kozanoğlu

Çok teşekkürler röpotaj teklifimi kabul ettiğin için…

Bu röportajın bana da çok şey öğreteceğine inanıyorum. Akıllı bir kadın olduğumu biliyorum ama zeka daha farklı sanki. İşin profesyonelinden bunu duymak mutluluk verici. Ben de kendimi tanıyacağım belki de.

Biraz çocukluğundan bahsedelim. Ailen ve çevrendekiler seni nasıl tanımlardı?

İki kardeşiz. Bir tane erkek kardeşim var. Anne tarafında ilk torun, baba tarafında üçüncü torunum. Anne tarafımda ilk torun olmam dolayısıyla çok ilgi görürdüm, çok üstüme düşülürdü. Baba tarafımda ise mantık açısından bakıldığında benden önce iki torun daha olduğu için, bir fark olmamalıydı. Bir de ailede soyadını götürebilecek tek erkek torun kardeşimdi. Ama bunlara rağmen onlar da bana hep farklı davrandılar, diğerlerinden daha farklı beni sevdiklerini hissettirdiler.

Seninle ilgili bir tanımlama yaparlar mıydı? “Neslihan nasıl bir çocuktur?” sorusuna yanıtları ne şekilde olurdu mesela…

Yaramaz, istediğini mutlaka yaptıran ama çok sempatik bir çocukmuşum. Benden önce çok yetenekli, çok güzel iki kız torun ve benden sonra da tek erkek torun olan kardeşim olmasına rağmen baba tarafımda da beni çok sevmeleri bu özelliğime bağlıydı herhalde. Onu bana fazlasıyla hissettirdiler. Babamın mektupları hala durur bende. Orada her baba gibi bana elbette iltifatlar ediyor ama en çok söylediği aklına ve kendine güven sözü. Çünkü yatılı okuyordum, ilk dönemlerde ayrıydık, daha sonra yanıma taşındılar.

Okul hayatın nasıl geçti?

Ben ilkokulu Bafra’da okudum. Babam hekimdi. Annem de babam da İstanbul’da büyümüş insanlar ama ben üç yaşındayken babam Bafra Devlet Hastanesine başhekim olarak atanmış ve oraya taşınmışlar. Taşınmamız tablo gibi aklımdadır.

Üç yaşında yaşadığın bu olayı hatırlıyor musun?

Hatırlıyorum evet. Çok fırtınalı ve karanlık bir vakitte liman olmadığından dolayı teknelerin geldiğini, bizim o havada tekneye binişimizi ve deniz yolculuğu yaptığımızı hatırlıyorum. Karşıdan gelen sandalların geçişi bile aklımdadır. Orada bir çocuğun ayakkabısı düşmüştü. Bunlar tablo gibi zihnimde. Bafra’da da eski bir Rum konağının alt katını kiralamıştı babam. O gece üst kattaki ev sahibinde yemek yendi. O sahne de aklımdadır.

İlk hatırladığın sahneler kaç yaşına tekabül ediyor?

Üç yaşından hatıralar var aklımda. Mesela o yaşlarda çok sevdiğim bir bisikletim vardı. Taşınırken bisikletimi satmışlar. Hatırladığım sahne, camdan bakışım ve dışarıda oğlunun elinden tutan bir babanın benim bisikletimi götürüşü… Çok ağlamıştım.

Etrafındaki insanların senin çocukluğunla ilgili anlattıkları olaylardan örnekler verebilir misin?

Beni çok sevdiklerini biliyorum. Ama şöyle de bir durum vardı. İlkokuldayken sınıfın en çalışkanıydım. Fakat her gün anneme şikayete bir anne ve elinde çocuğu gelirdi. Ben kapının arkasında gizlice dinlerdim. “Beriha hanım çok özür dileriz, rahatsız ettik ama Neslihan hanım kızımız, oğlumuzu ısırdı/dövdü/çimdikledi/tekmeledi” gibi... Anneler çok çekinerek gelirlerdi. Küçük yer ve babam başhekim olduğu için muhtemelen yumuşatarak söylerlerdi. Ben bunu duyduğum anda annemin gardrobunun içine girip saklanırdım, çünkü ceza alacağımı biliyordum.

Çocukken daha çok neyle ilgilenirdin?

Hem her şeyle, hem de fazlaca hiçbir şeyle. Belli bir konuya ağırlık vermişlik hiçbir zaman olmadı bende. Dikkatimi tek bir şeye yoğunlaştıramazdım. Ama kendimi bildim bileli doğa çok ilgimi çeker. Çocukluğumda Bafra’da gece uyanıp tavukların yanına giderdim ve yumurta toplardım. Çiftlikte yaşamayı o yüzden tercih ettim. Ben buraya “Nesli’nin harikalar diyarı” diyorum.

Biraz dikkat dağınıklığı varmış sanırım.

Evet var. Mesela çok başarılı bir öğrenciydim ve ortaokul sınavları için İstanbul’a gelmiştim. İlkokulu Bafra’da okumama rağmen, kazanmadığım hiçbir okul yoktu, hepsini derece ile kazanmıştım. Üsküdar Amerikan’ı tercih ettim ve yatılı olarak okula başladım. Ama okula başladıktan sonra notlarım çok düştü. Muazzam bir dikkat eksikliğim vardı. Hatta hazırlık senesinde karnem annemlere Bafra’ya geldi ki, baştan aşağı kırık notlar. Beden eğitimi, Türkçe ve Müzik dersleri dışında hepsi kırıktı. Okul idaresi annemi ve babamı çağırdı. Onlara demişler ki; bu çocuk bu okulu yatılı olarak nasıl kazanabildi. Daha sonra benim sınav giriş kağıtlarımı çıkarmış bakmışlar ki okula 9.lukla girmişim. O zaman ailemden ayrı kalmama bağlamışlar bu durumu. Sonra annem İstanbul’da kalmaya başladı. Ben dikkatimi toparlayamadığım için okulu bırakmak istemiştim. Babam da tayin isteyip İstanbul’a yanımıza geldi. Sonra çok üzülmüştüm. Benim yüzümden bütün düzenleri değişti diye. Sonra okumaya devam ettim ama hiçbir zaman çok başarılı bir öğrenci olamadım. Üsküdar Amerikanı bir şekilde bitirdim.

Peki ya sonrası, üniversite dönemleri…

Benim baba tarafım hep doktor ve doktor olmayı çok istedim. Kendimce yetenekli olduğumu da düşünüyordum. Laboratuarlara giderdim, araştırmalar yapardım. Ya psikiyatrist ya da cerrah olmak istiyordum.

İki uç branş ama senden harika bir psikiyatrist olurmuş, onu belirteyim…

Bence de… Daha sonra tıp yazdım ama kazanamadım. Sonra çalışmak istedim ve kendime çok iyi bir iş buldum. Lisan olunca oldukça iyi bir şirkette, iyi bir maaşla çalışabiliyordun. Sonra babama geldim ve dedim ki; babacım bakın, siz kaç senelik hekimsiniz, ben daha üniversiteyi bitirmeden sizin kadar maaş alıyorum. Babam da döndü, tebrik ederim ama hiçbir zaman bir altın bileziğin olmayacak senin dedi. Bu laf çok ağırıma gitti. Bir de babama çok fazla hayranlığım olduğu için, onun istediği bir şeyi yapamamak hoşuma gitmedi. İşe başladım ama o sırada sınava da çalıştım. Bir daha sınava girdim ve İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatını kazandım. Okulu kazanınca istifa ettim. Şirketimizin müdürü buna müsaade etmedi. En küçüğümüz ama harika çocuğumuz derdiler bana. Derslerime gitmeme izin vererek ve maaşımı da kesmeden devam ettirerek çalışmamı önerdiler.

Zor olmadı mı?

Yok gayet güzel gidiyordu ama ben o sırada bir de evlenme krizine girdim. Çünkü çocuğum olmasını çok istedim.

Eyvah! Bir de evlilikle birlikte hem iş, hem okul yürüttüm deme…

Aynen öyle oldu. Sonra hemen hamile kaldım ve bunu öğrenince yine istifa ettim.

Artık bu defa müsaade etmişlerdir. Hepsi birlikte gitmez çünkü…

Hayır yine müsaade etmediler. Belki de Amerikalılarla çalışmanın en büyük avantajı buydu. Personel iyi çalışıyor ve ona güveniyorlarsa müsamaha gösteriyorlar. Dediler ki sen yaparsın, biz sana güveniyoruz. Hemen bir program yaptılar. Doğum iznin var, sonrasında istediğinde bebeğini emzirir gelirsin vs.

Bu arada okul aksıyor mu?

Hayır, okul çok kolay geliyordu.

Peki biraz başka şeyler konuşalım. Herhangi bir arkadaş ortamında, ya da topluluk içerisinde kendini uzaylı gibi yani tamamen yabancı hissettiğin oluyor mu?

Oluyor. Bazen şöyle bir şey oluyor. Bir espri oluyor mesela ben hiç gülmüyorum. Anlamadığımı sanıyorlar ya da kimsenin gülmediklerine çok gülebiliyorum. Bir de genellikle çok hızlı karar veriyorum. Uzun uzun düşünüp incelemek gibi bir durumum olmuyor. İnsanlara bazen kendi fikrimi ya da algıladıklarımı anlatabilmem zaman alıyor.

Hiç anlaşılamadığını düşündüğün oldu mu?

Yok pek olmadı. Fazla netim belki ondandır.

Türkiye’de organik tarımı ilk başlatan kişisin. Bununla ilgili karar verme sürecin de mi çok hızlı oldu? Nasıl öngördün Türkiye’de bu kadar ilgi göreceğini?

Türkiye’de organik tarım, ekolojik tarım gibi kavramların pek bilinmediği bir dönemdi. Bir ABD seyahatim sırasında marketin manav reyonunda “organik” yazısını gördüm. “Aa bu ne demek?” diye düşündüm, araştırdım. Çok hoşuma gitti. Ben niye yapmıyorum diye düşünüp, bir gün içerisinde karar verdim.

Bu kadar hızlı karar vermelerinden dolayı hiç zarar gördün mü?

Hayır, görmedim.

Organik tarıma başlamadan önce nerede çalışıyordun?

Önce Uniroyal sonra Koç holdingte çalıştım. Bir çocuğum vardı ve boşanmıştım. Onun bütün sorumluluğu benim üzerimdeydi. Ama hiçbir zaman da kenara biraz para atayım şeklinde bir yapım olmadı. Gerektiğini düşündüğüm her şeye harcardım. Sevdiğim şeylere para harcamayı durdurmaktansa, çalışmayı tercih ettim. Mesela gece eve geldim çocuğumla ilgilenip, uyuttuktan sonra tercümeler yapardım.

Çalışmayı hiç bırakmadın değil mi? Çünkü ben seni ne zaman görsem hep bir şeyler üretiyorsun ve hiç durmuyorsun…

Hayır çalışmayı hiç bırakmadım. Ahmet’le olan evliliğimden sonra da hiç durmadım. Rakamlarında sıfır hatası yaptığını düşünebileceğim kadar zengin bir adamın eşi oldum ama ben hep kendi varlığıma inandım ve varlığın en önemli işareti olan üretkenliğim hiç durmadı. Tarlaya girdim, tohum ürettim oradan para kazandım…

Kozanoğlu Çiftliğini sen yaptın…

Evet ben yaptım. Şöyle ki, tabi karı-koca beraber fikirler ürettik ama şu ağaçların çoğunu elimle ekmişimdir. Hala elemanlarım olmasına rağmen her şeyi kendim yapıyorum Yani açıp telefonu, evin bir odası değişecek, bana kataloglar getirin demiyorum. Kendim araştırıyorum, uygun fiyatlı yerler buluyorum, gidip mağazada tek tek seçiyorum, diktiriyorum. Yani her şeye elimin tek tek değmesi lazım.

Hep çok sosyal bir insan mıydın?

Evet. Ben hiçbir zaman tek bir kişiyle dolaşmadım. Etrafımda birçok arkadaşım olmalı. Bir kere seviyorum. İnsan ilişkilerini seviyorum, arkadaşlığı seviyorum. Ama bana baskı kurulmasına dayanamıyorum.

Baskı hissettiğin durumlarda, arkadaşlıklarından kolayca çekip gidebiliyor musun?

Giderim, anında giderim.

Duygularını nasıl yaşarsın? Öfkeni, hüznünü ya da sevincini…

Dışarıda yaşarım. Sevindiğimde, oynarım, çığlık atarım, kahkaha atarım. İçimde ne fırtına kopuyorsa dışa vurur. Üzülürsem, depresyona girerim, yemeden içmeden kesilirim, mahsunlaşırım. Hüznümü içimde yaşarım. Kızdığım zaman, o fena. Anında ifade ederim. Mesela sen bana burada ters bir şey yapsan, hemen tepki verip sorarım “Sevda sen şimdi burada neden bana bunu yaptın?” derim.

İfaden çok güçlü o zaman.

İfadem mi güçlü, kontrolsüz müyüm?

Bence o biraz özgür ruhunla ilişkili bir şey. Hesaplı yaşamıyorsun gibi..

Hiç… İyi bir şeyde de hesabım yok, kötü bir şeyde de. Mesela birisine kızıp da pusuya yatıp, planlar yapmıyorum. Biri bana kötülük ya da haksızlık mı yaptı, sadece kendi içime girip kapımı kapatıyorum. Üzülüyor muyum? Elbette üzülüyorum. Yıllarını verdiğin bir arkadaşlıkta şanssızlıklardan doğan bir yanlış anlaşılma oluyor ve karşı taraf anlamak için bir çaba göstermiyorsa, çekiliyorum ve o insan kalbimde bitiyor. Sonra o artık anlasa da eskisi gibi olamıyorum.

Kendinle yalnız kaldığında neler düşünürsün?

Ben gece uykumda bile düşünürüm. Yatmadan önce bir problem varsa kafamda, sabaha onu çözmüş olarak uyanabiliyorum. Ben bazen kalabalık içinde de kendimle kalırım.

Kalabalık içerisinde kendinle başbaşa kalmayı nasıl başarıyorsun?

Burada 100 kişi olsun, ben yine kendimle kalabilirim, kendimle konuşurum. Bulunduğum ortamda kendimi izole edebilirim.

Hangi zamanlarda bunu yaparsın?

Eğer o anda ortamdan çok sıkıldıysam, kendimle eğlenmeye başlarım. Hatta ortama dışarıdan bir göz gibi bakıp, içine karışmadan da eğlenebilirim.

Çok güzel özellikler bunlar. Zihninizi hep taze tutar ve çocuksu tarafınızı besler. Hoşlanmadığın bir durum içerisinde canını sıkmaktansa, kendini eğlendirmek. Kendi mizahını yaratmak…

Ooo anında sistemi kurarım. Görmemem, duymamam gerekene gözlerimi, kulaklarımı kilitlerim ve bambaşka bir aleme geçerim. Örneğin bir ortamdayım ve fikir olarak aynı paralele gelmem mümkün değil, ben ak diyorum o kara diyor. Kendimi ifade etmeye çalışsam karşımdaki ile baş edemeyeceğim. Artık o ortamın ve o insanların benim gözümde işi bitiyor. Ben oraya bir saniye daha vakit ayırmak istemiyorum. Ama pat diye hadi bana Allaha ısmarladık desem, bozuldu, kırıldı diyecekler ve iş daha çok uzayacak. O zaman bu sistemi uygulamaya başlıyorum.

Hayatı nasıl görüyorsun, nasıl anlamlandırıyorsun?

Öğrenmenin bir sınırı olmadığına inanıyorum. Bu yaşla da ilgili bir şey değil. Annemin vefatından sonra benim için birçok şey değişti. Hayatı bir oyun gibi düşünüyorum. Birçok maddi değer gözümde sıfıra indi. Bugün ya da yarın herkes eksiliyor hayatımızdan bir gün sen olacaksın eksilen. Hayat bir oyun ve benim oyuncaklarım var. Sevdiğim şeyler, sevdiğim oyunlar var. O şekilde yaşıyorum hayatı ve yeni oyun alanları yaratıyorum kendime. Mesela geçen gün “Ben oyuncu olmak istiyorum” dedim içimden. Bizim çiftlikte çekilmedik dizi ve film kalmadı ama hiçbir yönetmen beni kaydadeğer bulup teklifte bulunmadı diye kendi kendimle eğleniyordum. Ve ne tesadüftür ki bir hafta sonra bir sit-com için Sevgili Armağan Çağlayan aradı beni. Nasıl sevindim anlatamam. Dediğim gibi, işin özeti; hayatı bir oyun olarak görmeye başladım.

Yazının devamı...

Kirleniyoruz...

Merdivenleri çıkarken omzuna dokunan ak pak ellerin sen yükseldikçe karardığına şahitlik edersin ya… İşte o zaman yüreğinin önündeki perde, dokumalarını kalınlaştırdıkça kalınlaştırır. Gözün merdivenin tepesinde de değildir hani. Neden yürüdüğünü bilmeden yürürsün. Belki inancın, belki iraden belki de yüreğinin saflığıdır yoldaşın.

Bi bakarsın epey çıkmışsın. Üzerindeki ellerin hepsi kömürden de kara, yırtarak seni çekmeye çalışırlar aşağıya… Yukarıda ise hava epey soğuk, içini titretir insanın. Halbuki sen yukarı-aşağı sınıflamalarına da inanmazsın. Ayakların basamakları izlerken geldiğin yere şaşarsın. Daha da şaştığın ise en sıcak halini gördüğün o bembeyaz ellerin çirkinliğidir. Ha bir de gözler var tabi. Önceden içine işleyen bakışlarla “Hadi birlikte bir şeyler yapalım” derlerken, yüreğini söküp çıkarıp, avuçlarında en kanlı haliyle bakmak isteyen o değişmiş gözler. İnanamazsın…

Dünya mı değişti yoksa ben mi diye klasik kendini suçlama tavırlarına geri dönersin. Halbuki hiçbir şey değişmemiştir. Sen aynı sen, çevrendekiler aynı insanlar. Kendi oyunları içerisinde oynarken rollerine fazlaca kapılmış olanlar. Ama bu oyunda herkes kral!

Oyuna ayak uydurmak istersin. “Öyleyse ben de kralım, hem de kraldan da kral!”. Oynarsın, oynarlar, oynarız…

Kirleniyoruz…

El değmeden kirletiyorlar bizi

Önce alıyorlar yüreklerimizi

Sonrasında sevemiyoz

Facebook: Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu

Twitter: @drsevdasarikaya

Insagram: @dr_sevda_sarikaya

e-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Yazının devamı...

Alzheimer; "bir insanı kendi bedenine gömmek durumunda kaldığımız tek hastalıktır"

Psikoz dediğimiz gerçekliğin yittiği özellikle hezeyanlı psikiyatrik bozuklarda aile üyelerinin de hastanın hezeyanlarına ortak olduğu tablolara rastlanır. Biz bunlara paylaşılmış psikoz diyoruz. Örneğin hasta aslında var olmayan hayalinde yarattığı birine aşıktır hastanın yakını da tıpkı hasta gibi bu kişinin varlığına ve o insanla yakınının ilişkisi olduğuna inanır. Hastanın anlattığı hikayeleri sanki gerçekmiş gibi dinler ve bu hayali hikayeler doğrultusunda hareket eder.

Paylaşılmış psikoz biraz farklı bir durumdur ancak pek çok ruhsal hastalıkta da birlikte yaşayan aile üyelerinin düşünce, duygu ve davranışları doğal olarak hastanın hastalık belirtileriyle hem yönlenir hem de yapılanır. Alzheimer hastalığında da durum budur. Geçmişi, anıları zamanla silinen, hiç kimseyi hatırlamaz hale gelen bir insanla yaşamak son derece zor bir iştir.

Diyelim ki bebeğiniz oldu... Onun da anıları henüz yoktur sizi tanımıyordur ama zamanla anılarının oluştuğunu, sizi tanıdığını, ortak yaşantılar içine girebildiğinizi görmeniz sizi mutlu eder. Öyle değil mi? Dünyanıza artık yeni bir insan girmiş ve sizle birlikte varolacaktır.

Alzheimer hastalığında durum tam tersidir. En yakınınız hayatınızın içindedir ama sizle birlikte yaşarken yok olmaktadır. Onun anılarının yavaş yavaş silinmesi onun açısından ona yabancılaşmanızla sonuçlanırken aslında o da size yabancılaşmaktadır. Vardır ama eski babanız, anneniz değildir. Alzheimer hastalarıyla birlikte yaşamak bu yüzden diğer psikiyatrik hastalıklardan da farklı, özel çok zorlu bir yaşantıdır.

Çok acı ama belki "bir insanı kendi bedenine gömmek durumunda kaldığımız tek hastalıktır" diyebiliriz. Ki bu süreç bir de yavaş yavaş olmaktadır. Hastalığın ortaya çıkardığı bakım zorlukları da yakınları hem derinden etkilemekte hem hırpalamaktadır.

Hepten kötü müdür bu süreç derseniz bence değil. Tüm yıpratıcılığına rağmen insana hayatta herkese nasip olmayacak görevlerini yapma zamanı ve şansı tanıyan da bir süreçtir.

Sizi tanımayan, yabancılayan ve ona göre hareket eden bir insanla onu yabancılama şansınız olmadan yaşamak...En yakınınız ama gökte sizden uzaklaşan bir cisim gibi uzaklaşıp gidiyor veda bile edemeden, etme şansı olmadan ve bunu bilmeden.

Aile üyelerinin yeni ve zorlu durumlara sağlıklı adaptif kapasiteleri ne kadar yüksekse hastaları, hastalık belirtilerini, tedavi planını idare edebilmeleri, yönetmeleri, hastanın davranışları ve hastalıkla başetmeleri o kadar iyi olacaktır. Aile üyelerinin hastalıklar karşısında ortaya çıkan yeni duruma uyum kabiliyetleri hem kişilikleri hem yetişme biçimleri hem de kendi aralarındaki ilişkinin tarihi içinde oluşan dengelerle çok yakından ilişkilidir. Bir aile üyesi merhametlidir bir diğeri daha az, biri ailenin yükünü çeker diğerleri kendi hayatını yaşar. Kişiliği tahammüllüdür birinin, ötekinin değil, biri hastadır, öteki sağlıklı. Biri çocuklukta alzheimerli olan annesiyle çok yakın olmuş öteki olamamıştır. O kadar çok faktör var ki hasta bakımını etkileyen. Sonunda toplumumuzda yükü ortak kaldırma kültürü yok. Bu faktörlerden doğan zorlukları aşmada en önemli şey de o kültür. Ya aile bazında gelenekselleşmiş yardımlaşma kültürü yok veya yok oldu, sosyal çerçevede ise kurumsal yardımlaşma mekanizmaları çok yetersiz. Cenazeyi ortak kaldırırız ama yükü ortak kaldırmada o kadar güçlü bir kültüre ve geleneğe sahip değiliz ya da artık sahip değiliz demek daha doğru ne yazık ki.

Yine de ailenin aile üyelerinin alzheimer gibi hastalıklarda bir psikiyatriste giderek duygusal ve maddi yükü ortaklaşarak, paylaşarak kaldırmak için yeni denge arayışlarını sürdürmeleri çok yerinde ve sağlıklı olacaktır. Ben hemen alzheimerli hastadan aile yakınlarının durumuna geldim biliyorum ama aile yakınlarının iyiliği alzheimer hastalarının da iyiliği anlamına gelmektedir. Aile içi başetme mekanizmaları, yükü paylaşarak kaldırabilmede ilişkisel zorlukları aşmaya gönüllü olabilmeleri sevdikleri insanın da hastalıktan daha az acı çekmesini, hastalığın seyrinin daha iyi olmasını sağlayacaktır. O kadar önemlidir ki aile üyelerinin hastalıktan korkup, hastalığın yükünden korkup hastadan, bakımından uzak kalmaları... Korktuğu için, katlanamadığı için, işine gelmediği için olsun farketmez bu uzaklaşmalar belki de hastalarda anıların nörobiyolojik olarak silinmesinden önce psikolojik olarak silinmesinin yolunu açmaktadır. Yabancılaşmayı hızlandırmaktadır.

Bu soruya verilebilecek genel cevap budur. Daha özel çözümler için aile üyelerinin durumla başetmek üzere bir psikiyatriste başvurmaları gerekir. Her aileye uygulanabilecek bundan daha fazla ortak bir reçeteden söz edemeyeceğim.

Şimdi bir bebeğiniz olursa yeni bir insan girer hayatınıza burada bir insan hayattayken hayatınızdan çıkmaya başlamaktadır. Yukarda söz ettiğim gibi bir insanı kendi bedenine anılardan yoksun gömmek zorunda kaldığınız tek hastalıktır Alzheimer. Bu sebeple bu hastalıkta aile yakınlarının geçmiş olduğu psikolojik fazları da bilmekte fayda vardır. Alzheimer'in akla ve davranışlara yansıyan belirtileri çok açık bile olsa bazı ailelerde bunu kabul çok zor olmaktadır. Zorlu bir yaşam olayıyla, ölümle, kayıpla, hastalıkla karşılaştığımızda verdiğimiz ilk tepki şok sonra inkardır. inkar fazı uzayabilir ve hastalıklara müdahaleyi geciktirebilir. Yakıştıramayız, hem de çok bilgimiz yoktur çünkü. Bu fazların olabildiğince hızlı aşılması hastanın ve yakınlarının yaşam kalitelerini restore edebilmeleri için önemlidir. Bu sebeple bir an evel bilgilenmek, hastalığı tanımak çok önemlidir. Alzheimer hastalığı teşhisinin konmasının ardından şok, inkar, pazarlık (şu olsa aceba olmazmıydı, şu yapılsa iyi mi olurdu gibi psikolojik veya aile içi hesaplaşmaları) fazlarının bir an önce aşılıp kabullenme aşamasına geçilmesi gerekmektedir.

Alzheimer hastaları ile ilgilenen aile üyelerinin kendi ruh ve beden sağlıklarını da düşünmeleri gerekmektedir. Ruh sağlığı açısından bu hastalıkta tedavinin sonuçlarını, nasıl ilerleyeceğini. hastalığın tabiatına anlamada yardımcı olacak bilgileri öğrendikten sonra hasta yakınlarının hastalık ile mücadele ederken suçluluk, aşırı adanmışlık duygusu ile hasta ile uğraşmalarını sağlıklı bulmayız. Ben alzheimer hastalığının insanı hem bedensel hem ruhsal, duygusal olarak yoran belirtilerinden ve bu belirtiler sırasında yakınların düşünce, duygu ve tutumlarına çok çeşitli durumlar mümkün olduğundan tek tek değinemiyeceğim. Ancak bu aşırı ilgi, adanmışlık, suçluluk duygularını çok yaygın görmekteyiz. Ya da uzak durma, öfkelenme, ilişkileri yakınları ile bozma, diğerlerini suçlama gibi davranışlar da ortaya çıkmaktadır. Bu türden davranışlar içinde hareket eden yakınların bir psikiyatriste başvurmaları gerektiğini söylemek isterim. İnsan gerektiğinde veya gerekmediğinde dahi diğer yakınlarından yardım isteyebilmelidir. Kendi için de isteyebilmelidir bu yardımı. Bu yardımı alıp alamama ayrı meseledir ancak yardım almanın yollarını kendi sağlığı için de arayabilmeli bundan utanmamalıdır.

Bir diğer merak edilen konu, Alzheimer veya diğer tür demans hastaları ile aynı evde yaşayan çocuklar ve ergenler ne tür sıkıntılar yaşayabilirler? Onları korumak için neler yapılmalıdır?

Evde yaşayan bu tür hastalar, çocuklara elbette psikolojik bir yük oluşturur. Burada önemli olan, yaşlarına uygun olarak çocukların bu hastalık konusunda bilgilendirilmeleri, aile içinde sağlıklı davranışların her an olmasa da hakim kılınmasıdır. Bu tür duygusal paylaşımlar, kötü etki bir yana, çocuklarda mesela insani değerlerin yerli yerine oturmasını bile sağlayabilir.

Yazının devamı...

''Kehribar zamanında Aşk''

Son zamanların en güzel dönem romanı. Hem de birebir tanıklık eden kişinin kaleminden. Çok sevdiğim yazar dostum Bige Güven Kızılay, aneeanne ve dedesinin aşkını kaleme almış. Hastalarımın gençlik yıllarını anlattıklarında hissettiklerimin bir benzerini hissettim kitabı okuduğumda. Bambaşka ve çok daha saf duyguların olduğu bir dünyaya götürüyor bu kitap sizi. Kadılık makamının olduğu dönemlerden itibaren hukukçu bir ailenin öyküsü bu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemlerinde yaşananları, bir başka gözle görmemizi de sağlayan tarafları var. Okumanızı ısrarla öneririm. Sevgili Bige'nin annesi Av. Ülkü Türk Güven de beni kırmayarak katıldı röportajımıza. Şimdi Sevgili Bige Güven Kızılay'a kulak verelim...

İki nedeni var, birincisi, erkek kahramanımızın gözleri kehribar rengi. Çok güzel ela gözleri vardı dedemin.. Başka kimsede öyle değişik renk görmedim, ortası akide şekeri gibi sarı, kenarları gri hareli... Çok da güzel bakardı... Dolayısıyla kehribar rengi aklıma hep sevgiyi getirir. İkincisi ve asıl nedeni, ben aşkı kehribara benzetirim... Biliyorsunuz, kehribar dediğimiz şey aslında reçinedir. Ve bir ağacın özsuyu gibi her insanın doğasında vardır. Ağaca bir zarar geldiğinde, bir dalı kırıldığında veya bir yeri çatladığında reçine salgılanır, orayı korumak için kaplar. Ve binbir mevsimi yaşar o reçine... En sert rüzgarlarda savrulur, yağmur taneleriyle dövülür, en soğuk karla kaplanır, en kızın güneşle kavrulur... Bütün bunların sonunda da çok değerli bir taşa dönüşür. Adına o zaman “kehribar” deriz. Aşk da böyle olması gereken bir duygu bence... Hayatta en çok kadın erkek ilişkilerinde sınanıyoruz sanırım. Fikir ayrılıkları, yokluklar, kişilik çatışmaları, ne bileyim, hastalıklar, maddi iniş çıkışlar, her birini farklı hava koşulları gibi düşünürsek, işte o koşullara ellerimizi kenetleyerek katlanabildiğimizde, sonunda aşkın da bir kehribar hali vardır diyorum ben. Onların hikayesinde ise, ben doğduğumda, kendi aşklarının kehribar zamanını yaşıyorlardı ve ben buna tanık olarak büyüdüm, yetiştim.

İnanın belli bir zamanı yok. Geriye bakıp düşündüğümde sanki dünyaya geliş amaçlarımdan biri de buymuş diye bile düşünüyorum. Kendimi bildim bileli onların hayatını yazacağımı düşlerdim... İlk refleksim, benim için çok değerli, canımın içi iki insanı ölümsüzleştirmekti sanırım. Çok da kolay olacağını sanmıştım, oysa klavyenin başına oturunca, sadece çocukluktan beri duyarak büyüdüğüm veya tanık olduğum olayları yazmakla sınırlı kalamayacağımı anladım. “Bir aile akşam sofraya oturdu mu neler konuşurdu ?” sorusundan hareketle, 1940-1970 arası gazete başlıkları taradım. Bana inanılmaz bir yolculuk oldu. Bu sayede, bugünün Türkiye’si ile, o dönemin Türkiye’sini çok farklı bir pencereden karşılaştırma şansım oldu. Ve bana inanılmaz bir ufuk açtı. Onların, o gencecik cumhuriyetin bilge neslinin, nasıl inançlı, umutlu, çalışkan, sabırlı ve azimli olduklarına bakıp, bugün şikayet ettiğimiz konulardan ve yılgınlığımızdan utandım. O yüzden romanın kapağında Atatürk’ün “ Dinlenmemek üzere yola çıkanlar asla yorulmazlar” sözünü kullandım. Çünkü o nesil cidden “dinlenmemek üzere” dünyaya gelmişler. Ben her ikisinin de ağzından bir kez “yoruldum” lafını duymuş değilim. Biz ise sanki dinlenmek için doğmuşuz da çalışarak eziyet görüyormuşuz duygusu içindeyiz. Bu değişim ne zaman oldu sorusu ayrı bir kitap konusu, ama bence bu romanı okuyarak hepimizin bir şeyden şikayet etmeden, umutsuzluğa kapılmadan önce kendi anneanne ve dedelerimizi hatırlamamız gerek. Onlardan örnek almamız gereken çok şey var, özellikle değer yargıları ve bakış açıları konusunda... Kaybolan erdemleri yeniden gündeme getirmemiz umuduyla yazdım bu kitabı diyebilirim...

Televizyonun olmadığı o güzel, büyülü zamanlarda, bizim evde akşamları sohbetle geçerdi. Fonda radyoda Türk Sanat Müziği çalar, veya bahçede cırcır böceklerinin ötüşü eşlik eder, annemle dayım şiirler okurlardı. Sonra da anneannemle dedem hep anlatırlardı. Biz kendi kendimize çok gülen bir aileyiz sanırım. Onlar eskilerden bahsederken kah güler, kah gözlerimiz dolu dolu, öyle masal dinler gibi dinlerdik. Annemle başbaşa kaldığımızda da çok konuşuruz eskilerden.. Hala da yüz kere dinlediğim, çok da iyi bildiğim bazı anıları annemin ağzından dinlemeye bayılırım... Çok da canlı anlatır. O kısım annemin başarısı sanırım. Bana gelen kitap yorumlarında “Sanki içinde yaşar gibiydik, sanki o evin içindeydik...” diyen çok oluyor, o ailemin olayları bana anlatmaktaki içtenliğinde yatıyor bence. Yani çok içselleştirmişim ki, yazarken de film tadı verebilmişim... En çok da anneme teşekkür borçluyum burada.. Onun aktardıkları dile geldi, kelimeler döküldü.

.

Romanı yazmakla ilgili en çok zorlandığım kısım tam da bu işte. Düşünün ki, hayatta en yakın, en sevdiğiniz insanlar.. Ve siz elinize kalemi almış, onların yaşadıklarını kendi yorumunuzla kitap haline getiriyorsunuz. Çok büyük sorumluluk. Birisini incitir miyim diye uykularım kaçtı desem yalan olmaz. Hepsine teker teker okuttum, hepsinin onayını aldım. Onaydan öte, “kalpten kabulunu” aldım diyelim. Bir tek kişi, “Bige beni böyle mi görüyormuş ?” deyip üzülseydi, kendimi asla affetmezdim. Hepsine gönül dolusu teşekkür ediyorum, o kadar olgunlukla ve sevgiyle karşıladılar ki, ben de cesaret aldım onların desteğinden... Bu roman ailemizde müthiş bir sevinç yarattı diyebilirim. Alnımın akıyla çıktığım için şükrediyorum.

Romanda da geçiyor ya, dedem meslekler konusunda ana renkleri tutar gibiydi diye.. Ben ODTÜ Sosyoloji mezunuyum, ve çok istediğim bir bölümdü. Yalova’daki yazlık evlerinde üniversite sınav sonuçlarını beklediğimiz sıralarda sormuştu, “ Evladım, sosyoloji okumak istiyorsun anladım, ama oradan mezun olunca ne olacaksın?” Dilimin döndüğünce ona anlatmış, ama sorusuna da direkt bir yanıt verememiştim. Yine bir akşamüstü güneş batarken el ele dilek dilediğimiz bir gün, ben ona ne diledin diye sorduğumda, “Arzu ettiğin yere girmeni diledim..” demişti.. Ve ben orayı kazandığımda ben mutluyum diye çok mutlu oldu. Sonrasında mezun olunca da Sümerbank’da işe girince çok sevinmişti, onların kuşağı için devlet memuru olmak çok prestijli ve güvenli bir şeydi. İçi rahat etmişti yani. Bir de yirmili yaşlarımda bile, ne zaman evlerine gitsem beş yaşındayken beni nasıl karşılıyorsa öyle karşılardı.. Ayağa kalkar, ellerini birbirine vurarak, “Aman da aman, kim gelmiş, canımın canı gelmiş..” diye... Sonsuz bir coşkuyla... O hali gözümün önüne geldikçe hala burnuma incecikten bir sızı gelir oturur.

Aslında benim en çok etkilendiğim kısımlardan birisi Cebeci'deki köşkün bahçesi. Her şeyin organik yetişmesi ve bahçeden yemeleri. Akşamları orada kurulan sofralar... Bunları siz sadece annenizin anlattıkları ile hatırlayabilirsinizi sanırım ama Ülkü Teyzeyi de tanıdığımdan bu soru da ona olsun. Bahçe ile ilgili birkaç anı daha istesem çok şey istemiş olur muyum? Hayalimde daha net canlansın istiyorum :)

İlk kameriye gelir aklıma.. Arka taraftan bahçeye inince o çıkardı karşımıza.. Kocaman demir borulardan yapılmış, ama çiçeklerden neredeyse demirleri görünmeyen… Sağ yanını, geceleri mis gibi kokan hanımelleri sarmış, öyle ince, öyle güzeller ki. .Karşı tarafı mis kokulu, minik pembe sarmaşık güllerinin yeri; hani annemin sabahları bir tane alıp yapraklarını çaya attığı. Bu güller, annemle babamın yatak odasının penceresini de süsler. Kameriyenin ortasında yerler çakıl taşı. İrili ufaklı, siyahlı beyazlı. Ortada bir havuz var minik... Dışı maviye boyalı.. Bir de fıskiye... Bazen o fıskiyenin üstüne pinpon topları yerleştiriyorlar, suyun hareketiyle o minik toplar dans edip duruyor. O kameriyenin içinde hep bir tatlı su sesi var inceden... Şırıl şırıl... Demirden yapılmış bir masa ve sandalyeler.. Sandalyelerin bir kısmı kapalı durur, bir misafir geldiğinde açılmak üzere. Masanın üstünde gündüzleri örtü olmaz, biz de Ülker ablamla üç taş oynarız. Akşamları, evin erkeklerinin gelme saatine yakın, kolalı, işlemeli örtüler serilir. Kahveler, en çok Beyba dedemin içtiği bol köpüklü sade kahveler, yaldızlı, ayaklı kahve fincanları. Dedem bahçede daha az değerli fincanları kabul etmiyor çünkü. Onun keyfi de o. Kalabalık ailemiz, gelen misafirlerle görmüş geçirmiş kameriyemiz. Bugün duruyor olsaydı, dili olsaydı neler anlatırdı kim bilir...

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.