SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Memorial Sağlık Grubu CEO'su Uğur Genç;Bir başarı hikayesi

Çocukluğunuzda kendinizi gelecek için konumlandırdığınız bir yer var mıydı? Gelecek için hayal kurup da varmak istediğiniz bir nokta var mıydı?

Küçük yaşlardan itibaren yenilgiyi kabul etmeyen bir yapım vardı. Ailemden geçen bir özellik. Örneğin çocukluğumda kardeşimle top oynarken ikimizde kaleye geçmek istemezdik. Çünkü kaleye geçen gol yiyecekti. Ben genelde şartları zorlayarak olabilecek en iyi sonucu ortaya koymaya çalışırdım. Gelecek için belirlediğim hedefler herhalde ortaokul yıllarında şekillendi. O zaman da hep birilerini yönetmek, kitlelere yön göstermek veya bir fikrin doğruluğunu kabul ettirmek için mücadele etmek hoşuma giden şeylerdi. Ben Trabzon Anadolu lisesinin ilk mezunlarındanım. O günlerde, o kadar kişi arasında eğitim görmek, bir fikri anlatmak, kabullendirmek, yön göstermek beni hep heyecanlandırmış ve mutlu etmiştir.

Ben Trabzon'un küçük bir ilçesinde doğdum. Şehir merkezine 40 km mesafedeydi. Yedi yıl boyunca bu mesafeyi gidip geldim. O dönemlerde servis de yoktu. Minibüslerle gider gelirdik. Trabzon şehrindeki çocuklar ayrı bir grup oluşturmuşlardı. Biz tabi dışarıda kaldığımız için, kendini kanıtlama ve grubun içerisine girmek için çaba gösterirdik. Şimdi gülümseyerek hatırladığım bu güzel anılar bugün bulunduğum noktanın temellerinin atılmasında çok önemli yere sahip. Liseyi Trabzon’da bitirdikten sonra ODTÜ’de mühendislik okudum. Büyük şehirde yalnız kalma ve yurtta farklı kültürlerden insanlarla bir arada yaşama kültürü bana çok şey kattı. Üçüncü sınıfta başarılı olduğumu hissettim ve daha çok çalıştım ve o zamana kadar ki bölüm tarihindeki en iyi ortalama ile bölüm birincisi oldum. O yıllarda bir grubu yönetebilirim ya da insanlara fikirlerimi kabul ettirip, farklı bir şekilde onların önünde olabilirim diye düşünmeye başladım. Bu konuda kendime en çok güvendiğim ve hedeflerimi netleştirdiğim dönem ODTÜ'deki 3. yılımdır diye düşünüyorum.

Hayal kuran bir çocuk muydunuz? Ne gibi hayalleriniz vardı?

Çok değildim galiba. Ben biraz matematik zekası ağır basan biriyim. ODTÜ'lüler için daha sayısal ve analitiklerdir denir, belki style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: ">

Bu kariyer tarafınızdan daha önce kurgulandı ve sonrasında mı gerçekleşti yoksa olayların gelişi mi sizi bu noktaya taşıdı?

Kurgulamadım. Kurgulamam çok zor. Ben ODTÜ'de mühendislik okudum. Daha sonra 5 yıl mühendislik yaptım. Bu beş yılın ilk iki yılında başarılı olmayan bir projede çalıştım. Proje başarılı olmamasına rağmen büyük bir inanç ve azimle çalıştığım için, çok genç bir mühendis olmama karşın farklı sorumluluklar aldım. Sonraki üç yılımda çok büyük bir projede olma şansı yakaladım. Çok hızlı bir şekilde yükselip bir buçuk yılda işletme müdürü ünvanını alarak benden yaşça çok büyük insanları yönetmeye ve önemli kararlar almaya başladım. Bu benim için çok öğretici bir süreç oldu. Sonrasında mühendislik kariyeri için gittiğim bir Anadolu şehrinde kalıp kendimi çok fazla geliştiremeyeceğimi görüp, ABD'de işletme alanında yüksek lisans (MBA) yapmaya karar verdim. 27 yaşında bir fabrikada müdürlük fırsatı yakalamışken, her şeyi bırakıp sıfırdan başlama kararı çok az insanın yapacağı bir şey diye düşünüyorum. Bu karar benim hayatımda dönüm noktalarından biri oldu.

Bu temkinli bir davranış değil aslında. Az evvel temkinliyim dediniz ama bu sağlamcı bir karar değil. Belki ön görü...

Evet bu temkinli değil. Belki şartlar beni zorladı. Mühendislik alanında çok ilerlesem de kendimi geliştiremeyeceğimi gördüm. Sınırlı ekonomik imkanlarla Amerika'da MBA yapma cesareti göstermek tabi kolay değildi. Ayrıca ABD’ye gitmeden önce evlenmiştim. Tek başıma değil eşimi de yanıma alarak gittim. ABD'de yaşama ve eğitim alma benim hayatıma çok olumlu katkı yaptı. Döndükten sonra dünyanın önde gelen denetim, vergi ve yönetim danışmanlığı firmalarından biri olan Arthur Andersen’da yönetim danışmanı olarak çalışmaya başladım ve Türkiye’deki ve yakın coğrafyadaki büyük şirketlerin stratejilerine yön verme şansını yakaladım.

Arthur Andersen’daki yönetim danışmanlığı hayatımda kendime çok fazla kattım. Türkiye'nin en önde gelen kurumlarına ortalama üç ayda bir gidiyorduk. O kurumun problemi varsa onu bulup, çözüp nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda genel müdüre, yönetim kuruluna, genel müdür yardımcılarına önerilerde bulunmak, çözüm planı hazırlamak için çok fazla bilgiye sahip olmamız, çok emek harcamamız, problemleri bulma ve çözme konusunda kendimizi geliştirmemiz gerekiyordu. Ben ağırlıklı olarak strateji danışmanı olarak stratejik planlama projelerinde çalıştım. Şirketlerin geleceklerini tanımlamaya çalıştım. Bu beni çok geliştirdi. Hayatımdaki en önemli öğrenme sürecini orada geçirdim. Orası bana biraz farklı düşünmeyi, bir mühendis olarak içine kapanık olmayıp daha sosyal olmayı, ilişkilerin ve bağlantıların önemini, aynı sonuca varmak için farklı yollar da denenebileceğini, tarz ve üslubun önemi gibi pek çok şey öğretti. Danışmanlık yıllarım bana çok değer kattı. Sonrasında tamamen tesadüf eseri Memorial'a geldim. 12 yıldır buradayım. Sağlık sektörü oldukça zor, farklı dinamiklere sahip bir sektör. Burada çok zorlandığım dönemler oldu. İşletme mastırı yapmış bir mühendisin, oturup sağlık sektöründe fark yaratacak işler yapması çok ekstra emek ve özellikler gerektiriyor. 12 yıldır kurumda değişimi ve büyümeyi arkadaşlarımla yönetmeye çalışıyorum, riskli kararlar aldım ama her zaman danışmanlık dönemlerimden edindiğim tecrübelerle olaylara farklı pencereden bakmaya, empati kurmaya ve kararlılıkla hedeflere ulaşmaya çalıştım. Belki kendi danışmanlık firmamı kurmam gerekirdi ama ben yine style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: ">

Başarıda şansın rolü sizce ne kadardır? Doğru zamanda doğru yerde olma, doğru bağlantılar...

Şans çok az bence de, doğru yerde doğru kararı vermek önemli. İnsanlar hayatları boyunca bazı karar aşamalarına geliyorlar, oradaki manevralar önemli. Şans da önemli tabi. Benim ABD'de bir finans hocam vardı kırk kere yazı tura atarsanız kırk kere tura gelme ihtimali var ama çok uzak bir ihtimal derdi. Ben başarılı olmayı birkaç faktöre bağlıyorum. Birisi doğuştan getirdiğiniz değişmeyen özellikleriniz, ikincisi kendinizi ne kadar değişime hazır hissettiğiniz ya da ne kadar değiştirebildiğiniz, üçüncüsü ne kadar azim ve çaba gösterip çalıştığınız, dördüncüsü de ilk üç maddeyi ne kadar kullanabildiğiniz.

Belki başarıyı yakalamada şansın rolü vardır ama sürdürülebilirliğinde şansın rolü yoktur diyebiliriz o zaman.

Aynen, kesinlikle katılıyorum.

Trabzonlusunuz. Eğitim hayatınızda zorluk yaşadınız mı hiç diye soracaktım ama zaten yaşadığınız zorluklardan bahsettiniz. Aileniz eğitiminizde size yön çizip, bağlantıları ile kolaylıklar sağladı mı? Bahsettiğim ailenizin sizi iyi bir insan yapmaları için çabaları değil...

Bence insanın özü çok önemli. İnsanın özü çocukken tamamen aile ortamıyla şekilleniyor. Onun için o ''öz'' sebebiyle ailem bana çok şey vermiştir ki siz onu zaten ayırdınız. Eğitim sürecinde ise şöyle diyebilirim; babam çok gözlemci bir insandır, kim neyi iyi yapıyorsa fark edip, o yönde bizleri kanalize etmeye uğraşır. O küçük kasabadan ki o zaman köy okulunda okuyordum ben, Anadolu lisesi gibi bir konsept olduğunu, oraya gitmem gerektiğini, sınavlarına hazırlanmam gerektiğini söyleyerek beni teşvik eden kişi babamdır sonuçta. Eğer ben Anadolu lisesine gitmeseydim iyi bir balıkçı olurdum herhalde. Trabzon Anadolu Lisesinde eğitim almış olmam çok önemli bir başlangıç. O yıl Trabzon'da Anadolu lisesi açılmış olması çok büyük bir şans. Belki bir yaş daha büyük olsaydım o şansım olmayacaktı. Başka bir şehirde okula gitmek zorunda kalırdım, yüksek ihtimalle de babam beni gönderirdi ama yine de bu bir şanstır. Kardeşim ÖYS Türkiye 5.si, Boğaziçi Üniversitesini 1.likle bitirdi ve burs alarak ABD'ye gitti. Orada da birinci oldu. O belki oraya MBA için gitmiş olmasaydı ben de MBA için gitmezdim. ABD'ye gitmiş olmamda kardeşimin, Anadolu lisesine gitmiş olmamda ise babamın katkısı vardır. Bu iki olay da benim hayatımda önemli dönüm noktalarıdır.

Anneniz nasıl bir çocuk olduğunuzu söylerdi sakin? yaramaz? sorgulayıcı? meraklı?

Sakin derdi herhalde. Ben sakin bir insanımdır. Yani o zamanlar. Çok değiştim tabi. Mesela bizim bünyemizde 800-900 tane hekim var. Medikal yönetici arkadaşlarım hekimleri değiştiremeyeceklerini söylerler ben de kendimi örnek veririm. Çok değiştiğimi, kendimi çok geliştirdiğimi söylerim ve insanların da değişip gelişmeleri gerektiğine inanıyorum. Sakindim ama çok da sorgulayıcıydım. O belki de benim inatçılığım ve baş kaldırmamdan dolayıdır. İsyankar bir adamımdır. Bunlar aslında sorgulayıcılığın temel ögeleri. Saydığınız dört sıfat içerisinde sorgulayıcılık da vardı bende. Bunu şu anda da yapmaya çalışıyorum. Bütün çalışma arkadaşlarımı karşılaştıkları sorunlar karşısında en iyi cevabı bulmaya teşvik etmeye çalışıyorum. Toplumda herkes aklına ilk gelen, en kolay cevabı ortaya koyuyor. Ama doğru aslında biraz daha ileride. İşte o biraz daha ileride olanı bulmak için de sorgulamak lazım. Neden ve nasılı biraz daha irdeliyor olmamız gerekir.

Çocukluk döneminizde hatırladığınız yaşama dair bir saptama var mı?

İnsan canına çok önem verirdim. Birilerine yardım etme isteğim vardı, hala da öyle. Belki empati. Oğlumda da görüyorum aynı şeyi. Bir yere gittiğimizde genel müdür olduğunuz için sizden oturmanız beklenir ama ben genelde bir iş varsa style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: ">

Merak duygusu hayatınızın neresinde? Spesifik konular var mı yoksa yaşamı algılamak üzerine birçok konuda mı?

Benim algım çok açıktır. Arkada gözün mü var derler çevremdekiler. Çok şeyi görüyorum ve sonuçlarını merak ediyorum. Aradakiler de önemlidir elbette ama ben sonucu merak ediyorum. Eğer benim yapabileceğim bir şey varsa sonucunu ben getirmeye çalışıyorum. Hem şimdi hem de çocukken çok meraklı olduğumu söyleyebilirim.

İş seçiminde düsturunuz sevdiğim işi seçeyim işim hayatım olunca keyif almaya devam edeyim mi, yoksa ben görev insanıyım ne iş olursa aynı şekilde yaparım mı? Sevgi var mı işin içinde?

Bence ikisi de var. Benim için ikisini birbirinden ayırmamız çok zor. Zaten bu pozisyona gelmem tesadüflerle birlikte oldu ama bırakıp gidebilirdim sonuçta. Ben danışmanlığı çok yoğun çalışıyorum, aileme zaman ayıramıyorum ve bir de yaptığım işlerin sonuçlarını göremiyorum diye bırakmıştım. Sonuçta mühendisken çalışmalarınızın sonucunda ürünü elinize alıyorsunuz, sonucu görüyorsunuz. Danışmanlık firmasında fikirlerinizi paylaşıyorsunuz, sorunlara çözümler üretiyorsunuz ve o şirkettekiler genellikle bunları uyguluyorlar. Bizim isteğimiz dışında şeyler olabiliyordu ve uygulama sonucunu görmek ya çok zaman alıyordu ya da göremeyebiliyorduk. Sağlık sektöründe ise durum farklı. Birincisi çok fazla insanın hayatını değiştirme şansım var. Bu benim için çok önemli. Bu çok fazla insan dediklerim hastalarımız ve çalışanlarımız. Ben geldiğimde 1000 kişilik bir kadro vardı, şu an 6000 kişiyiz. Bu yıl 2,2 milyon ayaktan hastaya hizmet vermiş olacağız. Bu insanlara hizmet ediyor olmak, hayatlarında değişiklik yapabiliyor olmak farkında olmasalar da benim için çok değerli ve anlamlı. İkincisi ise ben çok yardımsever bir insanım, manevi duyguları çok güçlü olan bir insanım sonuçta. Toplumsal olaylar da beni çok yaralıyor. O insanlara yardım ediyor olmak, manevi anlamda büyük mutluluk veriyor bana. Sonuçta keyif alıyorum yaptığım işten aynı zamanda da görev adamıyım. Kendinizi görev adamı yapmazsanız, bir tarafınız eksik kalır, görevler yarım kalır.

Kendinize oluşturduğunuz kaçış alanlarınız var mı? Mesela haftada bir defa şu sporu yaparım, ya da en azından günde yarım saat tek başına oturur ve zihnimi tamamen boşaltıp bir kahve içerim gibi? Yani kendinizi şarj ettiğiniz alanlar var mı?

Ben cumartesileri de çalışıyorum. Genellikle cumartesi günlerine randevu koymuyorum. O düşünme seanslarını cumartesi öğleden sonra yapıyorum. Kitap okuyorum bazen, internette yurtdışındaki hastane gruplarının neler yaptığına bakıyorum, bu biraz da iş aslında ama ben bundan keyif alıyorum. Sizin sorunuz bağlamında tek kaçış alanım ise oturup oğlumla beraber Trabzonspor maçı izlemek. O da son zamanlarda Trabzonspor'un durumu dolayısıyla biraz sinir harbine dönüşüyor ama olsun....

Şimdi sağlık sisteminden konuşalım biraz da... Mevcut sağlık sisteminin eksi ve artıları nelerdir?

Türkiye'de sağlık sistemi çok iyi bir noktaya geldi. Birkaç yıl önce Makedonya'daydım oradaki hekimlerle konuştum. Yirmi yıl önce biz sizinle aynıydık, 20 yıl içerisinde siz aldınız başınızı gittiniz biz ise olduğumuz yerde duruyoruz dediler. Ben son 12 yıldır sektörün içerisindeyim ama çok uzun yıllardır kullanıcıyım ve bu değişimi görüyorum. Burada hakkını vermek gerekenler var. Bence birisi Sağlık Bakanlığı. Sağlık Bakanlığı çok farklı kişi ve kurumlar tarafından yönetilen hastaneleri tek bir bünyeye toplayarak, tek bir havuz içerisine koyarak çok önemli bir iş yaptı. İkinci olarak tıp fakültelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tıp fakülteleri çok iyi öğrenciler yetiştirdiler, dünya ile entegre oldular. Üçüncü olarak hekimlere büyük bir pay vermek lazım. Kendilerini çok güzel geliştiriyorlar, dünyayla entegre ediyorlar ve bilgiyi öğrenip aktarıyorlar. Dördüncü olarak özel sektörün gelişmesine bağlıyorum. Hizmetin farklılaşmasında, çıtanın yükseltilmesinde, uluslararası kalite standartları ile çalışma ve hasta odaklı olma konusunda sektörü disipline etti diye düşünüyorum. Bu saydığım dört madde sağlık sisteminin gelişmesinde ve dünyayla entegre edilmesinde önemli rol oynadı bence. Yurtdışında hangi kalitede hizmet sunuluyorsa, neredeyse tamamı bizim ülkemizde de yapılıyor. Çok becerikli hekimlerimiz ve sağlık personelimiz var. Biz de yurtdışından çok fazla hasta getiriyoruz. 2015 yılında 92 farklı ülkeden 35.000’den fazla insan Memorial Sağlık Grubu’na tedavi olmak için geldiler. Önceden biz yurtdışına tedavi olmaya giderdik ama artık bize geliyorlar. O anlamda bu değişim çok önemli. Bu kalite yeterli mi derseniz, değil, kalite problemi var ama sağlık hizmetine ulaşma anlamında çok büyük problemler çözüldü. Bundan sonra biraz hizmetin kalitesinin sorgulanıyor olması lazım.

Şu an ortalama bir Türk insanı yılda 8.2 defa doktora başvuruyor. OECD ortalaması 6.9. Çok daha yaşlı nüfusa sahip OECD 6.9 başvuruyorken bizim 8.2 başvuruyor olmamız bir yerlerde hata olduğunu gösteriyor. Artık biraz daha kalite konuşmamız lazım. Nasıl hasta bakımı ve güvenliğini daha iyi noktalara taşırız kısmını daha fazla konuşmalıyız. Şu anki iyi fazdan, bireysel başarıların olduğu fazdan, bizleri toplumsal, kitlesel başarı noktasına taşıyacak olan sağlıkta kalite anlayışının oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.

Yapılan atılımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu alanda saha da olan birisi olarak önerileriniz nelerdir?

Biliyorsunuz 2008'den beri Sağlık Bakanlığı yeni özel hastane açılmasına izin vermiyor. Ancak ruhsat alınmış ve kapanan hastanelerin yerine yenileri kurulabiliyor. Ayrıca yeni branşlar eklememiz, yeni cihazlar eklememiz, yeni bölümler eklememiz de engelleniyor. 2008'de dondurulmuş haliyle kaldık ama 2008'den itibaren dünya ve tıp çok değişti, sağlık turizmi bizi çok değiştirdi. Bu yeni dünyaya göre bu kısıtlanmış branşların önünün açılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Özel sektördeki ivmelenme, daha hızlı olma, olaylara daha farklı yaklaşma konsepti aslında devlet hastanelerinin de önünü açıyor. Size bir örnek vereyim. Bizim Diyarbakır'da da iki hastanemiz var. Oradaki kalitemiz bölgedeki en iyi hastane seviyesinde, diğer özel hastaneler bizim yaptığımız uygulamalardan örnek alıp style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: "> Şu an biliyorsunuz Şehir Hastaneleri geliyor. style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: ">

Bir hekim olarak hekim kalitesinin düştüğünü gözlemliyorum. Bunun bir kısmının eğitim kalitesinin düşüklüğü ve bir kısmının da motivasyonsuzluk olduğuna inanıyorum. Sizin kurumunuz kalitesini ispatlamış durumda. Bahsettiğim durumdan kendinizi nasıl koruyorsunuz?

Bizim doktor profilimiz biraz daha farklı. Biz seçerek alıyoruz. Referanslar çok önemli. Motivasyonu iyi olan, çalışan, hasta ile ilişkisi iyi olan hekimleri alıyoruz. Bazen yanlış aldıklarımız da olabiliyor, maalesef style="margin: 0px; font-stretch: normal; line-height: normal; font-family: ">

Memorial olarak çok önemli bir sağlık markasısınız, kalitenizi korumak dışında gelecekteki hedefleriniz nelerdir?

Bizim en büyük amacımız Memorial kalitesini daha fazla insana sunabilmek.>

Aslında bizler çok genç kurumlarız. Cleveland’a, Mayo'ya bakıyorum onlar yüz yılın üzerinde kurumlar ama bizim de hızlı bir şekilde bunları yapabiliyor olmamız lazım. “Hasta Deneyimi” sektörümüz için çok önemli. Bizi telefonla aradığı andan, taburculuğuna kadar olan süreçte hastamızın yanında olmaya çalışıyoruz. Bu deneyimi nasıl daha mükemmelleştiririz, nasıl daha iyi hale getiririz sorularının yanıtları bizim için çok önemli. Artık hastaneler ve hekimler arasındaki kalite farkı azalmaya başladı. Bu nedenle hastanın yaşadığı deneyimi iyileştirerek, farkı hastaya daha net gösterebilmemiz lazım. Mutlu hastanın ve sürece eşlik eden hasta yakınlarının referansının çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bizim için hastalarımız çok değerli. Tıbbi sürecinin yanı sıra hastanede geçirdikleri her anda mutlu olmaları için çalışıyoruz. Onlara sunduğumuz hizmetin kalitesini anlatmaya çalışıyoruz. Maalesef burada biraz eksiğiz, kalitemizi ve farkımızı daha fazla vurgulayıp anlatabiliyor olmamız lazım. Bu sayede bilinçli ve aldığı hizmeti sorgulayan hastalar sektörün kalite çıtasını yukarı çekecektir. Biz en iyiyi sunmak için çalışıyor, en önemlisi yetinmemeye çalışıyoruz. Hep daha iyisi olduğunu biliyoruz ve daha iyisine ulaşabilmek için de hep sorgulayıp, azimle yürekten çalışıyoruz.

E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Twitter: @drsevdasarikaya

Facebook: Yrd Doç Dr Sevda Sarıkaya/Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu

Instagram: @dr_sevda_sarıkaya

Yazının devamı...

''Hastayı daha fazla dinlemeye ihtiyacımız var.''

Yılların kıdemli ve en iyi üniversitelerinde yöneticilik yapmış bir hocası olarak bir tıp fakültesinde "iyi bir hekim yetiştirebilmek için" olmazsa olmazlar nelerdir?

Ben bunu öğrencilerime anlattığım gibi size de aynı şekilde anlatacağım ki Ankara Tıp Fakültesinde ihtisas yaptığınız için benim de öğrencim sayılırsınız. Bir binanın sağlam olabilmesi için temelinin sağlam olması ve sonra da çatısının sağlam çatılması gerekir. Bunu depremde de görüyoruz, bazı binalar yıkılırken bazı binalar ayakta kalıyor. Aynı bunun gibi tıp fakültesinin olmazsa olmazı temel bilimlerdir. Anatomi, Fizyoloji, Biyokimya, Tıbbi Biyoloji, Histoloji, Mikrobiyoloji gibi temel bilimler eğitimini iyi almadan hiçbir şey olamazsınız. Öğrencilerime şöyle örnek veriyorum. Siz "Böğrüm ağrıyor" diyene de "Lomber bölgemde ağrım var" diyene de hizmet vereceksiniz. Doktoru aynı zamanda bir Sosyolog gibi görüyorum. Her kesime aynı hizmeti sunabilmeli. O nedenle Avrupa Parlementosu’nun önerileri doğrultusunda tıp jargonu içermeyecek bir dille açıklamalarınızı yapmalısınız. Dolayısıyla tıp fakültesinin temeli temel bilimlerden geçiyor. Stajlara geldiğimiz zaman sizin de çok iyi bildiğiniz gibi 4., 5., 6. sınıflarda mutlaka temel bilimleri tekrar tekrar stajların içerisine koyarak ilerlenmelidir. Temel Bilimler olmadan klinik bilimler, klinik bilimler olmadan da hekim olunmaz. Bunun yanında etik değerleri de gözetmemiz gerekiyor. Sizin dönemleriniz ve eski dönemleri kıyasladığımızda hastaya yeterince vakit ayrılamadığını gözlemliyoruz. Neyin var diye iki dakikada işi çözmeye çalışıyoruz. Aynı Avrupa ya da ABD'de olduğu gibi hastalara en az 15-20 dakika zaman ayırmamız gerekiyor.

Hekim adayları kaçıncı yılda hastane ortamı ile tanışacaklar? Hasta ile muhatabiyeti açısından kendilerini hekim olmaya hazırladıkları bu süreçte Ankara ekolü mü yoksa İstanbul ekolü mü benimsenecek? Her iki ekolü de gören birisi olarak arada ciddi fark olduğunu biliyorum...

Bir yer yeni kurulduğu zaman, o yere gelecek yeni öğretim üyeleri çok farklı bölgelerden gelebilir. Örneğin Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinin kurulma kadrosu içerisinde Ankara Tıp, Hacettepe Tıp, Gülhane Tıp Fakülteleri, Yüksek İhtisas Hastanesi gibi birçok yerden öğretim üyeleri gittiler ve bir karma grup oluşturdular. Ne zaman ki Gazi Üniversitesi’nin kendi mezunları olmaya başladı, kurum kültürü yavaş yavaş oturdu. Ben de buraya iki yıl önce geldiğimde hazır bir kadro buldum. O kadronun içerisinde değişik fakültelerden deneyimli öğretim üyeleri vardı. Kimi Marmara'dan kimi Maltepe'den gelmişti. Onlarla birlikte oturduk, İstanbul veya Ankara ekolü değil, Türkiye'ye hizmet edebilecek müfredatı birlikte oluşturduk. Bu müfredatla yola çıktık. Bu müfredatın temelinde şu var; derse devamın şart olduğunu düşünüyoruz. Bu hem teoride, hem pratikte böyle. Ve diyoruz ki yıl içindeki notlar çok önemlidir. O nedenle son not oluşturulurken sene içindeki notların %60'ını alıyoruz, finalin %40'ını alıyoruz. Bu ne demek oluyor, biz yıl içindeki notlara çok daha fazla önem veriyoruz. Şimdi 1., 2., 3. sınıfta temel bilimler görüyorlar ama 3. sınıfta klinik bilimlere giriş var. Dördüncü sınıftan itibaren klinikte staja başlayacaklar. Burada hem Türk hem uluslararası uyruklu öğrenciler var. Uluslararası öğrencilere bir kural getirdik. Diyoruz ki 4. sınıftan itibaren hasta ile karşı karşıya kalacaksınız, o nedenle siz Türkçe öğreneceksiniz. Vizite gittiğinizde hasta ile İngilizce konuşmayacaksınız, elbette Türkçe konuşacaksınız. Stajlarda dersler İngilizce olarak devam edecek ama hasta başında Türkçe olarak devam edecekler.

İlk yılımızda bir deneyimimiz oldu. Çocuklar hazırlık sınıfı okudukları halde 1. sınıfa geçince yeterince anlayamadıklarını söylediler. Biz de hazırlık sınıfına Medikal İngilizce dersi koyduk. Çocuklar bundan çok mutlu oldular. Hem sonrasında daha iyi anlayabildikleri için hem de hazırlık sınıfından itibaren tıp fakültesi öğrencisi olduklarını hissedebildikleri için. Bir de öğrencilerimizi araştırmaya teşvik açısından bilimsel araştırma nasıl yapılır, yöntemler nelerdir onları anlatmaya başladık.

Siz de hekimsiniz ve çok yönlü bir insansınız ki bence hekim çok yönlü olmak zorundadır. O nedenle biz üniversitemizde “happy life” dediğimiz boş zamanlarını değerlendirebilecekleri 55-60 tane kulüp kurduk. Bu kulüplerin yanı sıra bir kredilik ders almak zorundasınız. Yani seçmeli dersler içerisinde yaşantınızı renklendirecek müzik, spor gibi dersler var. Artık işe girerken mülakatlarda sadece eğitimleriniz değil, hobileriniz nelerdir sorusu da yöneltiliyor. Hekim çok yönlü olmak durumunda. Okuyacak, güzel sanatlarla, resimle, müzikle, plastik sanatlarla ilgilenecek. Dolayısıyla biz bu uygulamayı gerçekleştiriyoruz. Bu da bizim üniversitemize özgü bir model. Bütün öğrenciler bu dersleri almak durumundalar.

Hedef her yerde iyi hekimlik uygulayabilecek bireyler mi, TUS mu (Türkiye'de Tıpta Uzmanlık Sınavı), USMLE mi (ABD'de hekimlik yapabilmek için verilmesi gereken sınavlar bütünü)? İlki halka ikincisi halka ve öğrenciye, üçüncüsü öğrenciye yarar? Üçü de diyorsanız denge nasıl tutacak?

Bu kadar karmaşık bir model olamaz. Önce biz Türk halkına, her bireye sağlık hizmetini verebilecek hekimler yetiştirmek durumundayız. Benim temel prensibim budur. Siz de çok güzel bir biçiminde öğrencilik döneminde yaşadıklarınızdan yola çıkarak bu soruyu sordunuz. Önce hekim olacaksın ki sonra uzmanlık sınavına çalışabileceksin. Önce el becerilerini yani Hipokrat’tan beri usta-çırak ilişkisini bizim öğrencilerimize anlatmamız lazım ki mezun olduklarında iyi hekimlik uygulayabilsinler. Tıp fakültesi öğrencisi özellikle 3. sınıftan sonra yaz stajları gibi uygulamalarla pratiklerini artırmalı. Ben bu konuda kendimi de bir örnek olarak gösteriyorum. Ben cerrah olmaya karar verdiğimde yaz tatillerinde bile cerrahi servislerinde sabahladım. Ameliyat masası hazırladım. Kıdemli abilerim, ablalarım bana dikiş attırdılar, basit müdahaleler yaptım. Ben mezun olduğumda diğer arkadaşlarımdan biraz daha farklıydım. Dolayısıyla onlar tatildeyken ben cerrahide çalışıyordum ama sonra bunun faydasını meslek yaşantımda çok gördüm. Bugün bakın siz hala okuyorsunuz, ben 69 yaşında gece bire kadar hala okuyorum. Bu şevk olmalı.

Yukarıda bizim kan alma gibi işlemlerin yapılabildiği simülasyon laboratuvarımız var. Ama gerçek hastada yapmak farklıdır. Bunları öğrenmeliler. Teorideki pratiğe usta-çırak ilişkisi ile uygulanır. Önce iyi bir hekim olarak yetişmeliler sonra TUS dediğimiz ucu bucağı olmayan sistem içerisinde bilinçli tercih yapmalarını tavsiye ederim hekim adaylarına. 1987 yılında TUS ilk defa gündeme geldiğinde ÖSYM’de oluşturulan ekibin içerisinde ben de vardım. TUS ile birlikte bazı usulsüzlükler ortadan kalktı ama tercih sıralamalarındaki hatalar her halükarda olabiliyor. TUS'da bilinçli tercih yani uygun branş ve bölge seçimi çok önemli. Açılan kontenjana göre farklı bölgelerde de seçim yapabilirsin. Aynı senin örneğinde olduğu gibi Cerrahpaşa'dan Ankara Tıpa gelmişsin. Farklı bir bölge tanımışsın. TUS’un olmasından yanayım. En azından sınavla alım yapıldığı için belli usulsüzlükler ortadan kaldırıldı. Ama belki ek yapılabilir. Belli bir puanın üzerinde görüşmeler yapılarak seçim yapılabilir. Daha yararlı olacağı düşüncesindeyim.

Eğitimde kadavra sıkıntısından etkilenenlerden misiniz? Türkiye genelindeki diğer tıp fakülteleri ile kıyaslandığında sizde durum nedir? Benim dönemimde özellikle Cerrahpaşa'da çok iyi kadavra eğitimi vardı. Artık bu konuda sıkıntılar yaşanıyormuş diye duydum ki kadavra başında Anatomi dersinin bir hekim adayı için en önemli eğitimlerden birisi olduğunu düşünüyorum…

Sizin ve bizim dönemdeki kadavra temini ile şu dönemdeki durum arasında dağlar kadar, okyanuslar kadar fark var. Artık kadavra bulmak çok zorlaştı. Yurt içinden kadavra bulmak mümkün değil. 2014 yılında çıkarılan bir torba yasa doğrultusunda kadavra ithaline müsaade edildi. Biz de bu yasa doğrultusunda tanesi 15.000 dolar olan iki tane kadavrayı ABD'den ithal ettik. Dolayısıyla iki tane kadavramız var. Aynı şey kemik için de geçerli. Kemik bulmakta da zorluklar yaşıyoruz. Bunlar sadece bizim için değil, bütün tıp fakülteleri için geçerli. Bizim sınıf mevcudumuz çok fazla olmadığından elimizdekiler yeterli ama elbette ki daha fazla olması iyi olurdu. Gönüllülük esasına dayalı olmalı. Aynı sıkıntıyı organ naklinde de yaşıyoruz biliyorsunuz.

Kendi tecrübelerinizden yola çıkarak şu anda tıp fakültelerindeki eğitimi geçmişe kıyasla yorumlayabilir misiniz? Özellikle özel tıp fakülteleri durumun neresinde? Ya da neredeydi nereye geldi. Ben Türkiye'nin en köklü tıp fakültelerinden eğitim almış bir hekim olarak artık hastaya bile dokunmadan mezun olunan yerler olduğunu biliyorum, biliyoruz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Şöyle söyleyeyim, eskiye nazaran daha iyiye gittiğimizi söylemek mümkün değil. O günkü dar veya kısıtlı olanaklarla bizler ve sizler iyi birer hekim olarak yetiştik. Bu olay sadece sağlık bilimlerinde değil, bütün temel bilimlerde yaşanan büyük bir sorun. Az evvel de ifade etmeye çalıştığım gibi temel bilimlerde doktoralı eleman bulmakta zorlanıyoruz. Yani Anatomide, Fizyolojide, Histolojide, Biyokimyada... Ama dedim ya temel olmadan klinik çatılmaz diye. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar üniversitelerde bu dallara doktora açılması, doktoraların desteklenmesi, daha sonra da doktoralı gençlerin burada istihdam edilmesi gerekiyor. Bence en büyük sorun temel bilimlerde. O nedenle bazı fakültelerde hocalar bugün bizde yarın sizde ders veriyor. Ama siz hangi fakültenin hocasısınız dediğinizde cevap veremiyor. Hâlbuki biraz evvel kurumsal kimlik ve aidiyetten bahsetmiştim. Yeni kurulan her fakültenin kendi kadrosunu kendisinin oluşturması esastır. Gerektiği takdirde tabi ki diğer fakültelere de yardımcı olmalıdır. Eğitimin iyi sürdürülmesi için her fakültenin kendine yeter olması lazım aslında.

Bir de İngilizce Türkçe tıp eğitim sorunu var. Herkes İngilizce tıp eğitimi veremiyor ya da ders anlatamıyor. Ben 1982 yılında Çapa'da doçentlik sınavımda ders anlattım ve ders anlatarak doçent oldum. Ama artık doçentlikte böyle bir koşul yok. Ders anlatmadan doçent olan insanlar var. Sadece bizim alanda değil, her alanda bu şekilde, hukukta da mühendislikte de...

Tekrar başa dönecek olursak temel bilimlerdeki sorunun çözümlenmesi lazım. Temel bilimlerde yeteri kadar doktoralı eleman olmaması yeni açılan tıp fakültelerinin en büyük sorunudur.

Bir hekim ve davranış nörobilimci olarak şunu söyleyebilirim ki tıp fakültelerindeki eğitimde en büyük eksikliklerden birisi iletişim derslerinin olmaması. Hasta ile iletişimde sıkıntılar yaşayan hekimler yetişmesi ve sonucunda hem istenmeyen olaylar yaşanması hem de basında biz hekimlerin canavar olarak gösterilmesine neden olan en büyük etkenlerden birisi bence... Bu konuda ne düşünüyorsunuz, sizde hasta ile iletişim ve yaşanabilecek sorunlarla ilgili özel bir ders olacak mı? Ben Yeditepe'deki öğrencilerime dersten çok bunu anlatıyordum mesela...

Bu sorudan son derece memnun ve mutlu oldum çünkü bu dersi ben veriyorum. İletişimin son derece önemli olduğunu az evvel belirtmiştik bir defa daha vurgulayalım. Karşınızdaki insan bir mühendis olabilir, avukat olabilir ya da köyünden gelmiş bir insan olabilir, hepsi ile iletişiminizi belli bir standartta sağlayabilmeniz gerekir. Mezuniyetten itibaren düşürsek 24 yaşında çalışmaya başlıyoruz, 65 yaşında da emekli oluyoruz, yani 41 yıl biz bu işi yapıyoruz. 1990 yılında Dünya Tabipler Birliği tıp eğitimini şöyle tanımlıyor; “Tıp fakültesine girişle başlayıp, emeklilikle sona eren bir öğrenme sürecidir.” Ama bugün siz de biliyorsunuz ki emekliliğe rağmen hala çalışıyoruz. Bu kavram artık yaşam boyu eğitime döndü. Avrupa Parlementosu’nun yaptığı bir çalışma var, her dört hastadan bir tanesinin verilen reçeteyi anlamadığı, hekime geri dönüp de bunu sormadığı ortaya çıkıyor. Daha sonra Avrupa Parlementosu diyor ki, hastaya tıp jargonu içermeyen bir şekilde yönelin. Bu son derece önemli. İletişimde bu konu son yıllarda yavaş yavaş gündeme gelmeye başladı. Bir de kadın, erkek konusu var. Kadın hastaya şikâyetini sorduğumuzda eşi anlatmaya başlıyor. Bu tip şeylerle de karşı karşıya kalıyoruz. Bu da bir iletişim sorunu aslında.

Hastanın yüzüne bakmalısınız, değer verdiğinizi hissettirmelisiniz. Düzgün iletişim kurmalısınız. ABD'de yapılan çalışmada doktorların her 14 saniyede bir hastanın sözünü kestiği ortaya çıkmış. Hastayı önce dinlemek gerek ama başka sıkıntılar da var. Siz dinlemeye çalışırken kapıdaki hastalar sürekli kapıyı tıklatıyor ve içeriye giriyor, o yoğunlukta bazı şeyler gözden kaçabiliyor.

Toplamda kaç, burslu kaç öğrenci alıyorsunuz?

60 öğrenci alıyoruz. Bizim tıp fakültemizin şöyle bir uygulaması var bütün öğrenciler burslu. Altı tanesi %100 burslu, 24 tanesi %50 burslu, 30 tanesi de %25 burslu. Burssuz öğrencimiz yok. Geçen seneden itibaren tıp fakülteleri ilk 40.000'den öğrenci alıyor. Bu sene bizim son öğrencimiz 28.000inci sırayla geldi.

Hastanenizden söz edelim biraz da? Yeni açıldı sanıyorum. Biraz anlatır mısınız?

Bu ay içerisinde açıyoruz hastanemizi. Önce size kendi kişisel görüşüm olan ve buraya başladığımızda mütevelli heyet başkanımıza söylediğim bir cümle ile başlamak istiyorum. Özel hastanede tıp eğitimi olmaz. O nedenle dedim ki, ben Ankara Tıp Fakültesi’nde 2500 yataklı iki hastaneyi yönettim. Sizin de birikimleriniz var, gelin kendi hastanemizi kuralım, öğrencilerimize burada eğitim yaptıralım. Daha sonra iki tane saygın vakıf hastanesini ziyaret ettiğimde özel hastane ile tıp fakültesi hastanelerini birbirinden ayırdıklarını ifade ettiler. Biz de yaklaşık bir yıl gibi çok kısa bir süre içerisinde yarı tamamlanmış bir binayı aldık ve hastane haline getirdik. Tuzla İçmeler'de 50.000 metrekarelik bir konumda 250 yataklı bir hastaneyi oluşturduk. On tane ameliyathane var. Ben cerrahım, siz de eğitiminiz sırasında Ankara Tıp Fakültesi’nin acilindeki ameliyathaneleri görmüşsünüzdür. Acile ameliyathane koymamın nedeni kirli vakaların yani travmaların acil olarak ameliyata alınabilmesi, diğer tarafta sıra beklememesi idi. Benzeri bir uygulamayı buraya da yaptık. Modern bir acil servisimiz var. Acil servisin içerisinde ilave bir ameliyathane var. Görüntüleme teknolojisinin en son ürünlerini de hastaneye yerleştirdik. Cihaz alımını yaptığımız firma, Avrupa'da mükemmeliyet merkezi olarak ilan ettiği hastanemize Avrupa'dan stajyerler getirip eğitim yapma kararı verdi. Onun yanı sıra radyoterapi cihazı ve PET CT’miz var. Diğer laboratuvar cihazlarımız da son teknoloji. Bu ayın sonunda da hizmete açılacak. Tüm kadromuz tamamlandı. Elemanlarımız şu an eğitimdeler. Hasta ile iletişim dersleri de alıyorlar. Hastanemizin konumunun havaalanına yakınlığı nedeniyle yurtdışı hastalarımıza da rahatlıkla hizmet verebilecek durumdayız.

Sağlık sistemi sürekli geliştirilmeye çalışılıyor ama geliştirilirken de yeni defektler ortaya çıkabiliyor, bir devinim içerisinde... Tecrübe ve gözlemlerinizden yola çıkarak son olarak bize sistemle ilgili ve yapılması gerekenlerle ilgili yorumlarınızı söyleyebilir misiniz?

Genelden özele inecek olursak, devlet bütçesindeki en büyük giderlerden birisi sağlık harcama kalemleri... SGK’nın kurulduğu 2008 yılında, devlet sağlık harcama kalemlerinde bu kadar büyük bir yükün altına gireceğini herhalde düşünememişti. O zaman SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı ve Yeşil Kart vardı. Hepsi birleştirildi. Mevzuat çok süratli değişiyor. Hasta başvuru sayılarında da artış meydana geldi. Gerekli gereksiz ameliyatlar, tetkikler yapılır oldu. Tabi bunda hekimlerdeki performans sisteminin etkisi büyük. Üç dakika içerisinde bir hastaya reçete yazınca, ilaçlardan birisi mutlaka antibiyotik oluyor. Türkiye'de bu kadar enfeksiyon hastası yok. Antibiyotik kullanımında başı çeken ülkelerden birisiyiz. Bu da sıkıntılı bir durum. Hastayı daha fazla dinlemeye vaktimiz olursa bu durum ortadan kalkabilir. Çok fazla sayıda katarakt ameliyatı yapılıyor mesela. Bunlara dikkat edilmeli. Sağlık sisteminde yük giderek artıyor. Ayrıca vatandaşın cebinden çıkacak olan para da gün geçtikçe artıyor. Eskiden %5’lerde alınan fark %15-20’lere çıkmış durumda. Yapılan güzel uygulamalar da var. Mesela aşılama da son zamanlarda gösterilen çabaları takdirle karşılamak lazım. Ama tekrar ediyorum uygulamanın dört dörtlük olduğunu söylemek mümkün değil. İşin içerisinde tıp fakültelerinin ve bilimselliğin de dâhil edildiği sağlıklı bir diyalogla, ortak çözüm önerileri bularak bunların aşılabileceğini düşünüyorum. Ben dört dönem de Sağlık Grup Başkanlığı yapmıştım. Burada yüzlerce bilim adamının ortaya koyduğu önerileri devlet biraz daha ciddi bir şekilde ele almalı ve değerlendirmeli diye düşünüyorum.

Yazının devamı...

Cildimiz yaşlanmaya ne kadar karşı durabilir? Kök hücre tedavisi neler vaat ediyor?

Sonbahar da geldiğine göre, yaz boyunca ihmal ettiğimiz cildimizle ilgilenmenin zamanı gelmiş demektir. Merak ettiklerinizi çok güvendiğim ve cildimi ellerine emanet ettiğim güzel arkadaşım Dermatoloji uzmanı Dr. Şenay Sarıtaş'a sordum, içtenlikle yanıtladı. Bilgi dolu bir sohbet oldu, keyifli okumalar...

Son zamanlarda çok fazla duyduğumuz bir kelime "antiaging". Türkçesi yaşlanma karşıtı demek. Tedavilerde hep bu yönde geliştiriliyor. Öncelikle şunu sorayım; cildimizde yaşlanma hangi yaşlarda başlıyor?

En çok merak edilen konulardan birisi antiaging. Yaşlanma karşıtı anlamına da gelen antiaging son zamanlarda güzel görünmenin önem kazanmasıyla birlikte güncel konu haline geldi. Yaşlanma cildimizde 20li yaşlarla birlikte yavaş olarak başlar. Aile büyüklerimizden annemize baktığımızda, kendi geleceğimizi, cildimizin yaşlanma durumunu kısmen görebiliyoruz. Saçlar ne zaman beyazlamaya başladı, göz çevreleri ve cildi ne zaman kırışmaya başladı, ne zamandan itibaren ne kadar derin kırışıyor gibi soruların yanıtları az çok kendimizdeki durumu tahmin etmemizi sağlar. "Yaşlanma karşıtı ürünleri, ne kadar geç kullanırsam o kadar iyi" düşüncesi çok yanlış! Çünkü bakım ürünlerine başlamak için çok beklememek gerekiyor. Cildimizdeki kırışıklıklar artıp, derinleştikten sonra daha uzun ve hatta masraflı tedaviler gerekebilir.

Elbette her yaşın cilt bakımı farklı ama cilt bakımına başladığımız yaşlardan itibaren, bulunduğumuz döneme uygun antiaging içerikli krem ve serumlar kullanmalı mıyız?

Antioksidan içerikli ürünler retinol, A ve C vitamini, hyaluronik asit, peptidler, alfa hidroksi asit, niasinamid içerikli serum ve kremler öncelikli tercihlerimiz arasındadır. Özellikle dermokozmetik ürünleri tercih etmekte yarar vardır dermatoloğumuzun önerdiği komedojenik etkinin düşük, allerjen içermeyen dermokozmetik ürünler bu açıdan oldukça önemlidir.

Cilt yaşlanmasını geciktirmek için önerebilecekleriniz nelerdir? Mesela beslenme açısından dikkat edeceklerimiz var mı? Yani bu yönde kader çizgimizi biraz olsun etkileyebileceğimiz bir şeyler mevcut mu?

Çizgilenme, gözeneklerde genişleme ve sarkma, donuk cilt, 20li yaşlardan sonra sık yaşanılan cilt sorunları. Cildimiz hep o eski canlılığında kalacak sanıyoruz maalesef yaş ilerledikçe ve özellikle bu geçiş dönemlerinde sorunlar yaşamaya başlıyoruz. Yirmibeş yaşından itibaren artık cildimize daha titiz ve özenli davranmamız gerektiğini bilmeliyiz. Etkilerini bilmeden hatta test etmeden her ürünün alıp kullanılmaması gerekiyor. Her yaşın kullanması gereken temizleme ve nemlendirme ürünleri farklıdır. Göz çevresi dikkat edilmesi en önemli olanlardan, çünkü yaşlanma belirtilerini ilk görmeye başladığımız ve derinden yaşadığımız bölge burasıdır. Beslenmemizden, mimik hareketlerimize kadar dikkat etmemiz gerekiyor. Doğal gıdalara yönelip katı yağlardan, kafeinden ve fast foodtan uzak durmalıyız. Cilt dostu Omega-3 açısından balık tüketimine ağırlık vermeliyiz. Özellikle bol su tüketmeliyiz. Yaş faktörü dışında, fazla makyaj yapmak, makyajla uyumak, uygun temizleyici kullanmamak, göz çevresini iyi temizleyememek gibi bir sürü dış faktörde kırışıklık sebebidir. Çizgiler inceyken kremler işe yarar ve yaşlanma etkilerini geciktirir. Erken yaşta kullanmaya başlamak koruyucu tedbirler almamızı sağlar o yüzden yanlış bilinen ne kadar geç başlarsam o kadar iyi yöntemini tercih etmeyin.

Cilt bakım ürünlerinin sınırı yok. Daha iyisi derseniz bir servet ödemeniz gerekebilir. Maddi imkanları kısıtlı olanlar, yaşlanma etkilerinden korunamaz gibi bir algı yaratılıyor. Siz bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Buna katılıyor musunuz?

Cilt bakım ürünlerinde önemli olan pahalı ürünler seçmek olmamalı. Özellikle yaşımıza, cildimizin yapısına ihtiyacına göre ürünler tercih etmeliyiz. 20li yaşların ortalarına geldiğimizde, cildin yapısında bulunan kollojen proteinin sentezi yavaşlamaya başlar. Bunun sonucu olarak ciltte hafif kırışıklıklar ve ince çizgiler belirir. Bu döneme "ön yaşlanma dönemi" denir. 30lu yaşlarda cildinizin nem seviyesi düşmeye başlar ve artık ciltteki ince çizgiler daha belirgin hale gelir. Ciltteki kuruluk, cilt renginin daha cansız görünmesine neden olur. Otuzlu yaşlarda artık cildinize daha güçlü antiaging uygulamalar yapmamız gereklidir. Kırklı yaşlar, ciltteki kollojen yapım hızının çok düştüğü yaşlardır. Cilt bakımının tam anlamıyla gerçekten başlaması gereken yaş dönemleridir. Artık yaşlanmaya karşı etkin ürünler kullanmanın tam zamanıdır.

Yaşlanma etkilerine karşı küçük dermatolojik dokunuşlar bazen mucizelere sebep olabildiği gibi bazen de çok yapay ve tek tip bir sonuç doğurabiliyor. Bunun sınırı nedir? Nerede durmak gerekir? Bir Dermatolog olarak size büyük bir yük olmalı bu. Sizin çalışma sisteminize aşinalığımdan, hoş olmayan sonuçlar doğuracaksa yapmadığınızı biliyorum. Bu çizgiyi nasıl koruyorsunuz?

Bize başvuran her hastanın ayrı istekleri olduğu gibi temel görüş mucizeler yaratmamız şeklinde. Ben öncelikle kişiye uygun cilt yapısına, dokusuna, hayat görüşüne ve beklentilerine yönelik karar verip izah etmekteyim. Kişilerin tercihleri farklı olduğu için antiaging uygulamalarda tercihlerine, kişinin isteklerine göre uygun olanı yapmaya çalışmaktayım.

Biraz da yeni gelişmelerden bahsedelim. Yaşlanma karşıtı tedaviler ne durumda, ümit var mı, yaşım kırka yaklaşıyor, çabuk söyle!

Son zamanlarda antiaging konusunda güzel ve önemli gelişmeler kaydedilmektedir ki her geçen gün yeni teknolojik gelişmelerle birlikte, alan oldukça genişlemekte ve yeni metodlar üretmekteyiz. Özellikle fibrocell tedavisi, PRP oldukça yaygın sıkça kullandığımız yöntemler arasında yer almaktadır. Botox ve dolgu uygulamaları, örümcek ağı tedavisi ile asma yöntemleri de tercih edilen uygulamalar arasında yer almaktadır.

Kök hücre tedavisinin sonuçları nasıl ve ne tür hastalarda daha iyi sonuçlar alıyorsunuz? Bir de tekrarlanma sıklığı ne olmalı?

Kök hücre tedavisi olarak anılan Fibrocell yöntemi, cildin fibroblast hücrelerini vücut dışında doku kültürlerinde üretip, tekrar deriye verme esasına dayanır. Fibroblast hücreleri derinin sağlamlığını, elastikliğini ve yumuşaklığını sağlayan kolajen, elastik, retiküler lifler üretirler, diğer yandan hyalüronik asit gibi cildin kalitesini ve nemlenmesini arttıran maddeler sentezlerler. Peki Fibrocell yönteminden nerelerde faydalanılır derseniz; yüz ve dekoltede deri kalitesinin arttırılması ve kırışıklıkların azaltılması, yer çekimi ve yağ kaybı etkisiyle ortaya çıkan boyun ve çenede sarkma, akne izleri, yanık ve cerrahi skarların tedavisi, fotoyaşlanma sonucu canlılığını yitirmiş, gözenekli, mat deri yapısının düzeltilmesi gibi birçok alanda kullanabiliyoruz.

Peki Fibrocell yönteminde uygulanacak materyal nasıl elde ediliyor? Kişinin kendisinden değil mi?

Evet elbette kendisinden elde ediliyor. Öncelikle kulak arkasından 2-3 mm çapında bir doku parçası alınırak laboratuvara gönderilir. Bu küçük deri parçasından saflaştırılan fibroblastlar 3-6 hafta içinde çoğaltılır. Yeni elde edilecek materyal 2. ve 3. seanslarda kullanılır. Cilde ilk uygulama yapıldıktan sonra da laboratuarda üretim sürdürülür. Yeni elde edilen solüsyonlar, ikinci ve üçüncü seanslarda kullanılırlar. Öncelikle uygulama yapılacak bölge lokal anestezik kremlerle uyuşturulur. Her uygulamada 20-40 milyon adet hücre deri içine verilmiş olur. Genellikle ayda bir tekrarlanan üç seans sonunda tedavi tamamlanmış olur. İlk etkiler diğer yöntemlere göre daha geç ortaya çıkar. Ancak 6. ay ile 24. ay arasında giderek belirginleşen iyilik hali, parlaklık ve canlılık ile kırışıklıklarda belirgin azalma ortaya çıkar. Sonuç olarak kırışıklıkları ve sarkması azalmış, parlak canlı bir cilt ortaya çıkar. Elde edilen düzelmenin 5 yıl kadar sürebildiği gösterilmiştir. Öncelikle fibrocell sisteminin bir kök hücre yöntemi olması, kişinin kendi dokusundan elde edilmesi sebebiyle alerji riski taşımaması önemlidir. Ciddi bir yan etki riski taşımaz. Bunun yanında etkinliğini uzun süre koruması da (5yıl) çok mühimdir. Diğer yöntemlerle kombine edilmesinde sakınca yoktur

Son dönemin moda yöntemlerinden örümcek ağı estetiği konusunda bizlere neler söyleyebilirsiniz? Hasta seçiminde nelere dikkat edilmeli? Bu yöntem kullanılan hastalarda ilerleyen dönemde sıkıntılar yaşanabilir mi?

Örümcek Ağı Tekniği (FTC tedavisi) ameliyatsız yüz germe, canlandırma ve form kazandırma işlemidir. Yer çekimine ve ilerleyen yaşa bağlı olarak zaman içinde oluşan ince çizgiler, aynı zamanda sağlıksız beslenme ve sık kilo alıp vermeye bağlı olarak, daha da derinleşmeye başlar. Tüm bu süreç özellikle yüz bölgesinde sadece çizgilerin oluşmasına değil, aynı zamanda yanakların ve gıdığın sarkmasına, yüzün giderek ovalleşmesine neden olur. Yüzünüzdeki değişimi eski resimlere bakarak çok daha net bir şekilde anlamaya başlarsınız. Örümcek Ağı Tekniği işte bu noktada estetik cerrahiye alternatif, ameliyatsız yüz gençleştirme uygulaması olarak cildinizdeki olası sorunları çözümlenmesine fayda sağlar. Uygulama lokal anestezi altında cilt altına belirli kalınlıkta eriyebilen ipler yerleştirilerek asma işlemidir. Etkisi bir ayda başlar, yaklaşık etki 3 yıla kadar devam eder. Komplikasyonu olmayan rahatlıkla uygulanabilen işlem konforludur. Kişi güncel hayatına devam edebilmektedir.

Somon DNA’sı konusunda neler düşünüyorsunuz? Hangi tür hastalarda tercih edilmelidir?

Somon DNAsı gençlik aşısı uygulamaları son yıllarda oldukça sık uyguladığımız metodlardan biridir. İlk aşama olan nemlendirme işleminde, hyaluronik asit tedavisi ile cildin kaybettiği nem dengesinin düzene girmesi sağlanır ve asıl tedavi için cildin alt yapısı hazırlanır. Yaklaşık iki hafta süren bu aşamanın ardından asıl gençleşmeyi sağlayan ikinci aşamaya geçilir. Bu aşamada somon balıklarının sütünden elde edilen bir serumun deri altına enjekte edilmesi uygulanır. Bu uygulama ile birlikte cildin ihtiyaç duyduğu ancak yaşlanma, aşırı UV ışınları, sigara, alkol gibi olumsuz etkenlerden dolayı sağlanamayan proteinler tamamlanır. Bu proteinlerin tamamlanması sonucunda ciltte gün içerisinde gençleşme sağlanır.

Sağlıksız yaşam tarzı, kötü beslenme ,sigara dumanı, güneş ışınları ve yaşlılığa bağlı olarak göz çevresi, dudak çizgisi, alın bölgesinde oluşan kırışıklıkların, cildin nem dengesinin bozulması ve yer çekimine yenik düşmesi sonucu oluşan sarkmaların engellenip düzeltilmesi için deri altına mezoterapi yöntemi ile verilen somon DNAsı cildin canlılığını kazanmasını sağlar. Canlanan ve tazelenen cilt, kişilerde daha genç bir görünüme neden olacaktır . En etkili antiaging uygulamalarından olan bu yöntem cilde farklı bir nemlilik kattığı için etkisi daha uzun süre devam eder. Bunların yanında hızlı kilo alıp verme sonucu oluşan vücut çatlaklarının çözümünde de somon DNA tedavisi kullanılabilmekteyiz. Bu cilt gençleştirme yönteminde bazen sadece somon balığı sütü kullanılırken bazen de cildin ihtiyacına göre mezoterapiyle birlikte değişik vitamin takviyeleri de yapılabilir.

Çok doğalsınız. Kendinize henüz Botox bile yapmadığınızı biliyorum. 44 yaş ve bu güzellik için sırlarınızı alabilir miyim?

Çok teşekkürler, ben doğallıktan yanayım. Kendimde de doğal olmaya, doğal görünmeye dikkat ediyorum Doğru nemlendirici ve serumlarla korumaya özen gösteriyorum, özellikle günlük 3 lt su içmeye dikkat ediyorum. Yaş itibariyle doğal yaşlanma süresince genç görünebilmek için gerekli tedavileri uygulattırmaya başladım. Tabii bu arada genetik faktörleri de hesaba katmak gerek.

E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Twitter: @drsevdasarikaya

Facebook: Yrd Doç Dr Sevda Sarıkaya/Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu

Instagram: @dr_sevda_sarıkaya

Yazının devamı...

Bir Gün Alzheimer Olursam...

21 Eylül Dünya Alzheimer günü. Her sene yaptığım gibi bu sene de Alzheimer hastalığına farkındalığı artırmak için neler yapabileceğimi düşündüm. Çok kıymet verdiğim bir hasta yakınım, sanki düşündüklerimi hissetmiş gibi bir mesaj gönderdi bana. ''Hocam ben bugün hastanede babamla birlikte çok sıkıntı yaşadım. Tek istediğim babama rapor çıkarmaktı. Ailece perişan olduk. Madem Dünya Alzheimer Günü yaklaştı, bir şeyler başlatalım ve farkındalığı artıralım''. Babası ile birlikte olan fotoğrafının (Yazıda kullandığım görsel) altına da bir şeyler karalamış; Elli yaşında iken, 75 yaşında bir oğlunuz olsun ister misiniz? Bir düşünün, bir gün uyandığınızda tüm hafızanız gitmiş ve geri gelmeyecek... Çok şey değil aslında istediğimiz, basit bir kart... Hastanede ya da benzeri kurumlarda sıra beklemeyelim yeter. Daha fazla FARKINDALIK, daha fazla DUYARLILIK...''

O halde insanların bizi anlamaları için önce empati yapmaları gerektiği düşüncesinden yola çıktık. #birgünalzheimerolursam etiketi ile paylaşımlar yaparsak, herkes bir gün Alzheimer hastalığının onları bulma ihtimali olduğunu bilerek, gelecekte neler hissedeceklerini şimdiden düşünmelerini hedefledik. Çok kıymetli bazı gazeteci dostlarımızın da desteği ile Twitter üzerinden birçok kişiye ulaştık. Herkes bir gün Alzheimer olursa neler hissedebileceği hakkında yorumlar yaptı, şimdiden bazı temennilerde bulundu. Empatinin gücü, direkt anlatımın çok ötesindedir. Sizler de bize destek olmak istiyorsanız sosyal medya üzerinde #birgünalzheimerolursam etiketi ile paylaşımlar yapabilirsiniz.

Bir gün Alzheimer olma ihtimalim ve tüm hastalar için geçen sene yazdığım bir yazıyı tekrar paylaşmak istiyorum.

'' Bugün güne bir hayal ile başladım. Bilirim ki gerçeklerin bir adım öncesi hep hayaldir. Size biraz hayalimden bahsedeyim. Duymuş olanlarınız vardır. Bazı hastaneler "Bebek Dostu Hastane" ünvanı alırlar. Bu özendirici bir ünvandır. Doğum hizmeti veren hastanelerden; gebeliklerinden itibaren anne adaylarını anne sütü ve emzirme konusunda bilgilendiren, doğumdan hemen sonra annelerin bebeklerini emzirmesini sağlayan, güncel bilgilerle eğitilmiş sağlık personeli ile annelere bebeklerini nasıl emzirecekleri konusunda yardımcı olan hastaneler "Bebek Dostu Hastane" ünvanını alırlar.

Bir hastane düşünün...

Alzheimer hastanız ile içeri girdiğinizde sizi güler yüzlü bir personel karşılayacak. Hastanız "Bu kim? Benden ne istiyor?" diye agresif tavırlar sergilediğinde "Sadece sizin rahatınız için buradayım, benden istediğiniz bir şey olursa buralardayım." diyebilecek.

Bir hastane düşünün...

Randevunuz önceden ayarlanmış olacak ve hastanız sıra beklemeyecek. Biraz beklemek durumunda ise onlara özel dizayn edilmiş mekanlarda oyalanabilecek. Aynı çocuk polikliniğinin önünde çocuklara özel yapılmış alanlar gibi düşünün. Ama tabi ki Alzheimer hastaları için yapılacak olan daha farklı özellikler taşıyacak.

Bir hastane düşünün...

Tüm personel hastanızın gösterebileceği "tuhaf" tavırlara karşı eğitimli olacak. Davranışları hiçbir şekilde hastanızı rahatsız etmeyecek, aksine rahatlatacak.

Bir hastane düşünün...

Hastanızın tüm işlemleri mümkün olan en kısa sürede tamamlanmaya çalışılacak. Çok zorda kalmadıkça yatışı yapılmayacak.

Bir hastane düşünün...

Kontrol gerektiğinde, hasta yorulmadan, hasta yakını gelip durumu bildirecek ya da evde kontrol sağlanabilecek.

Bir hastane düşünün ...

Fotoğraftaki Alzheimer hastası anneannemizin saçını kızımın taradığı zaman beliren tebessümünü orada da koruyabilecek.

Bir hastane düşünün ...

"Alzheimer Dostu Hastane" ünvanı taşıyacak. Hem teşvik edici ve özendirici olmaz mıydı? Belki sesimizi duyan olur, ne dersiniz? Kafamda çok daha fazlası var aslında...''

E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Facebook: Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu/Yrd. Doç. Dr. Sevda Sarıkaya

Twitter: @drsevdasarikaya

Instagram: dr_sevda_sarikaya

Yazının devamı...

Unutkanlığı Önlemenin Yolları Var Mı?

Hastalığın popülaritesi olur mu? Dünyada gittikçe sıklığı artan Alzheimer hastalığı söz konusu olduğunda ve etrafımızdaki her iki kişiden birisi ‘Ben unutuyorum’ dediğinde olabiliyor sanırım. O zaman biraz unutkanlıktan bahsedelim...

Her unutkanlık Alzheimer midir? Elbette ki değildir. Unutkanlığın birçok sebebi vardır. Özellikle gençlerde beslenme tarzı, depresyon, anksiyete bozukluğu (panik bozukluk), vitamin eksiklikleri, hormon düzensizlikleri gibi birçok nedeni olabilir. Bunların tespiti için öncelikle kanda bazı tetkikler yapmak gerekir. Eksik olan ne ise düzeltilir ve durum geçer.

Peki biz ileride Alzheimer hastası olmamak için neler yapmalıyız? Ya da mevcut zaman dilimimiz içerisinde unutkanlığı önlemek için bir şeyler yapılabilir mi? Yazı içerisinde sizlere son yapılan bilimsel çalışmaların bir özetini sunmaya çalışacağım.

Atalarımızın ‘’İşleyen demir ışıldar’’ sözü bu konuda da geçerliliğini korumaktadır. Hem zihinsel, hem bedensel olarak kendimizi aktif tuttuğumuzda unutkanlıklarınızın belirgin olarak düzeldiğini fark edeceksiniz. Sabahları düzenli spor yapmak -ki bunun en basiti yürüyüştür- kan akımını hızlandıracak, dolayısıyla beynimiz de bundan kendine gereken payı alacaktır. Zihinsel egzersiz ise her bireye göre farklılık gösterir. Entelektüel düzeyi yüksek kişiler için kitap okumak bir zihin egzersizi değildir. Ancak başka bir birey için kitap okumak bir zihin egzersizi sayılabilir. Basitten zora doğru birkaç zihin egzersizi sayacak olursak; Kitap ve gazete okumak, bulmaca çözmek, Sudoku çözmek, Briç oynamak, bilgisayarda strateji oyunları oynamak ve yeni bir dil öğrenmek. Ben genellikle en son verdiğim örneği çok başarılı bulurum. Çünkü yeni bir dil öğrenmek beyin hücreleri arasındaki bütün bağlantıları çalıştırır. Hücreler arası bağlantılar en az hücreler kadar önem taşırlar.

Depresyon gençlerde unutkanlığın en önemli nedenlerinden birisidir. Ayrıca her depresyon atağı beyin hücre ölümüne yol açar. Bu da demektir ki; her atak bizi Alzheimer hastalığına basamak basamak yaklaştırır. Bunun yanında belirtmek gereken önemli başka bir durum da şudur; her kendini kötü hissetme depresyon değildir. Son dönemde depresyon tanısı gereksiz olarak konulabilmektedir. Ya da hekime gitmeden eczaneden kolayca antidepresanlara ulaşılabilmektedir. Unutmamak gerekir ki depresyon tanısı olmadan kullanılan antidepresan ilaçlar da beyin hücre ölümüne ve dolayısıyla unutkanlığa neden olur. Konu ilaçlardan açılmışken, bir başka ilaç türü ile devam edelim. Yeşil reçete ile satılan diazepam türündeki sakinleştirici ilaçlar ileride Alzheimer hastalığının yolunu açan bir diğer etkendir.

Peki unutmamak için nasıl beslenmeliyiz? Yapılan çalışmalar göstermiştir ki Akdeniz diyeti (bol sebze ve meyve, zeytinyağı) ile beslenen toplumlarda Alzheimer hastalığı daha az görülmektedir. Yüksek folik asit içeren koyu yeşil yapraklı sebzeler ve baklagilleri diyetimizden eksik etmemeliyiz. Asetil L-Karnitin isimli antioksidanın da bu hastalığa karşı koruyucu olduğu gösterilmiştir. Asetil L-Karnitin yağsız kırmızı et, balık eti, süzme peynir ve peynir altı suyunda bolca bulunmaktadır. Omega -3 yağ asitlerinden zengin beslenmek de unutkanlığınızı azaltacaktır. Özellikle soğuk sularda yaşayan yağlı balıklar (Somon balığı gibi) Omega-3 yağ asitlerinden oldukça zengindir.

Resveratrol içeren siyah üzüm çekirdeği kabuğu da son dönem çalışmalarda unutkanlığa karşı koruyucu bulunmuştur. Resveratrolün diğer kaynakları olan ananas ve yer fıstığını da tüketmekte fayda var. Yeşil çay, içerisindeki kateşin maddesi dolayısıyla önerilmektedir. Hindistan cevizi ve kolinden zengin yumurta sarısı da bu konuda etkili bulunmuştur. Ama lütfen son dönemde Hindistan cevizi yağı ile ilgili çıkan yanlış haberlerle bu durumu karıştırmayalım! Burada bahsedilen henüz hastalık gelişmemiş normal bireylerde Alzheimer hastalğından korunmak için arada sırada diyetlerinde Hindistan cevizinin kendisine yer vermeleridir. Birçoğumuzun tüketmekten hoşlandığı kahvede bulunan kafeini de az miktarda almak unutkanlığa karşı koruyucu olabilmektedir.

Eğer yazıyı sonuna kadar okuyup, yazının içeriğini anımsıyorsanız endişelenmenize gerek yok. Ancak şu anda ben ne okumuştum diye hayıflanıyorsanız, önerileri dikkate almanızı tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Alzheimer Hastalığında Hindistan Cevizi Yağı "Mucize"si!

Çok kısaca Alzheimer hastalığının patolojisinden bahsedersek, en kabul gören teori; nöron olarak adlandırılan beyin hücreleri içerisinde ve arasında, hafıza alanlarından başlamak üzere biriken anormal proteinler sebebi ile, hücrelerin ölmesi sonucu meydana gelen küçülmedir. Bu patoloji ile birlikte beyin fonksiyonları da yavaş yavaş yitirilmektedir. Alzheimer hastalığından dolayı hasarlanan nöronlar, enerji üretmek için artık glukozu kullanamaz hale gelirler. Aslında bu anlattıklarımın hepsi birer teoridir. Beynin neden glukozu kullanamaz hale geldiği de net olarak bilinmemektedir. Nöronların hasarlı olmasına bağlanmaktadır. Bilim camiasından bazı çevreler de durumu insülinle ilgili başka teorilere dayandırmaktadır. Neyse biz konumuza dönelim. Bilmemiz gereken ve kesin olan, beynin glukozu yeterli miktarda kullanamamasıdır.

Bilim adamlarının, bu sorudan yola çıkarak, epilepsi hastası olan çocuklarda kullanılan bir yöntem akıllarına gelir. Çok fazla nöbet geçiren çocuklarda, eski dönemlerde kullanılıp bırakılan, son yıllarda tekrar gündeme gelen bir diyet biçimi olan Ketojenik Diyettir bu. Karbonhidrat metabolizması ile tetiklenen nöbetler, nöronların glukozdan başka yakıt kaynağı kullanmaları ile azaltılmaktadır. Ketojenik diyet, karbonhidrat alımının aşırı kısıtlandığı ve yağ alımının artırıldığı bir diyet tipidir. Böylelikle nöronlar yakıt olarak, karbonhidrat metabolizması ile ortaya çıkan glukozu değil, yağ metabolizması ile ortaya çıkan keton cisimciklerini kullanacaktır. Ama elbette bunun olabilmesi için KARBONHİDRAT ALIMI CİDDİ ANLAMDA KISITLANMALIDIR.

Hindistan Cevizi yağı orta zincirli trigliserit türünde doymuş bir yağdır. Amerikan Alzheimer Birliğinin açıklamalarına göre, Alzheimer hastalığına iyi geldiği ile ilgili hiçbir bilimsel kanıt yoktur. Bu yağın satışını yapan firmaların bilimsel dayanağı olmayan söylemlerine göre, glukozu kaynak olarak kullanamayan beyin hücreleri, Hindistan Cevizi yağının metabolize olması ile ortaya çıkacak olan keton cisimciklerini yakıt olarak kullanacaktır. Şu andaki bilimsel verilerle nerden tutsanız elinizde kalacak olan bu söylemle ilgili kafa karışıklığına bir son vermek için aşağıdaki maddelere bir göz atın isterseniz…

Antioksidan özelliği dolayısıyla, beyin sağlığını koruma amacı ile, Hindistan Cevizinin kendisine ara sıra diyetinizde yer vermenizde fayda var. Ancak çok yoğun miktarda doymuş yağ içeren, piyasada satılan Hindistan Cevizi yağlarının uzun dönem etkileri bilinmediğinden dolayı, kullanmanızı pek tavsiye etmem…

Hastalarımdan 5 tanesi durumlarında kötüleşme ile başvurdu. Hepsi de pazarlamacıların belirttiği gibi “Günde 7 kaşık” kullanıyordu. Üçü şiddetli ishal sonucu acile başvurduktan bir süre sonra kontrole geldi. Araya giren bu ishal durumu nedeniyle genel durumlarında da bir kötüleşme ve durgunluk vardı. İkisi ise bu yağı kullanmaya başladıktan birkaç gün sonra bulantı ve kusma semptomları ile acile başvurmuşlardı. Kusanlardan bir tanesine zorla yağı vermeye devam etmeleri üzerine durumu daha da kötüleşmişti. Onların dışında sorgulama ile üç hastamın daha bu yağı kullanmış olduğunu tespit ettim(eminim sorgulama ile söylemeyen birçok hastam daha vardır). Onlarda da barsak düzensizliği olmuş ama bir-iki gün içerisinde geçmişti. Hastalarının zihinsel durumu ile ilgili hiçbir fark yoktu. İlerleme ve dalgalanma kendi seyrinde devam ediyordu. Olası zararlarını anlattıktan sonra önerim üzerine yağı kullanmaya son verdiler…

İngiltere Alzheimer Birliği, Alzheimer hastaları üzerinde Hindistan Cevizi yağının olası etkilerini, net sonuçlarla halka ulaştırmak üzere, 2017 senesinde sonlanacak olan bir çalışma yürütmektedirler. Şu an için yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı önerilmeyen bu yöntemle ilgili daha fazla bilgiye o zaman ulaşabileceğiz. Tıpkı Alzheimer hastalığının tedavisi üzerine yürütülen diğer çalışmalarda olduğu gibi…

Yazının devamı...

MS'in Türkiye'deki Gizli Kahramanı...

Önce biraz hastalık hikayenden bahsetmeni isteyeceğim. Kaç sene önce ve hangi bulgularla başladı? Hissettiğin anda hekime başvurdun mu? Tanı sonrası geriye baktığında "Aaa evet bu da hastalığımdan dolayıymış" dediklerin oldu mu?

1998 yılında Mayıs ayında lise öğrencisiydim. Bir sabah okula gitmek için uyandığımda, parmak uçlarımın uyuşuk olduğunu hissettim. Üstüne yattım herhalde dedim ama gömleğimi giyemedim, düğmeleri ve ilikleri hissedemedim. Annemi uyandırmıştım panikle. Üstüne yatmış olabileceğimi, o yüzden olduğunu düşündük. İki gün boyunca geçmedi. Bu arada evimiz 4. kattaydı. Merdivenlerden çıkarken yaşadığım yorgunluk tarifsiz şekilde çoktu, yarım saat dinleniyordum. Hatta annem yoksa bir madde mi kullanıyorsun diye üstüme geliyodu. Anne bu yorgunluk normal değil doktora gidelim dedim ve gittik. Parmak uçlarımdaki uyuşma azalmıştı. Doktor kan tahlilleri istedi, muayene etti ve stresten diyerek antidepresan ilaçlar verdi. İlaçları içince okulda çok kötü hissettiğim için bıraktım o ilaçları ve şikayetlerimde geçti kendiliğinden. O yaz yani bunlardan 1-2 ay sonra hiç güneşlenemedim ve çabuk yorulduğum için arkadaşlarımla gezemedim pek. Eylül-Ekim ayında yine okuldan eve dönerken -yürüyerek dönüyordum- dümdüz yürüyemediğimi, düz çizgi üzerinde yürür gibi yapmaya çalışınca sağa doğru yürüdüğümü farkettim. Tekrar doktora gidince birçok test ve en son MR çekimi ile MS (Multipl Skleroz) teşhisim kondu. Geriye dönüp baktığımda güneşlenememem ve arkadaşlarımla çok gezememem bu yüzdenmiş demek ki dedim...

MS tanısı aldıktan sonraki duygu durumundan ve zamanla değişiminden biraz bahsedebilir misin? Ailen ve çevrenin bu değişimdeki rolü nasıldı?

15 yaşında böyle bir hastalık teşhisiyle karşılaşmak çok yıkıcı. Bomba etkisi yaratıyor. Hayatınızın ortasına MS diye bir bomba bırakılıyor ki ben ilk tanı konurken de biraz travma şeklinde öğrendim. Doktor vücudun çok güzel dikkat et, uzun yıllar kortizon alacaksın, şimdi odadan çıkabilirsin demişti. Özel bir hastanede bu muamele o yaşta hastanenin başıma yıkılmasına neden olmuştu ki MSi hiç duymamıştım ve hayatta kalacak mıyım onu bile bilmiyordum. Annem bir yandan ağlarken onu teselli etmeye çalışan 15 yaşında bir kız çocuğu... Yaşadığım travmayı tahmin ediyorsunuzdur. Daha sonra hayatımı değiştiren doktor hocamla tanıştım ve odasından çıkarken ben de ailem de kendimizi çok güçlü ve hastalıkla baş edebilir hissettik. En büyük destek tabii ki ailem özellikle abim. O olmasa bugün yaptığım hiçbir şeyi yapamazdım O Allah'ın bir lütfu benim için. Arkadaşlarımın içinde mutlaka iyi gün dostlarını ayırt edebildim, ama hep yanımda olan dostlarım arkadaşlarımla, varlıklarına şükrederek devam ettim. Çünkü destek her şey bir sağlık sorunuyla karşılaşıldığında...

Şu anda Türkiye'de MS hastalarının en fazla takip ettiği MS'li Dostlar sitenin kurucususun. Oldukça başarılı ve takdir ettiğim bir platform. Böyle bir site açmaya neden ve nasıl karar verdin?

Ben MS teşhisi aldığımda MS olan ve senelerdir bu hastalıkla yaşayan biriyle sohbet etmeyi çok istedim. Ama sadece doktora gittiğimde, beklerken gördüğüm kişilerle konuşabildim. Bir gün abimle otururken evde böyle bir site yapsak mı, hasta olanlar gelir, konuşur, sohbet eder dedik. Abim bilgisayara teknik olarak daha hakim olduğu için, olur hatta çok güzel olur dedi. sitemiz böyle hayat buldu. İlk önce 3-5 üyemiz varken, bugün 4000'e yakın üye var forum sitemizde. Ben aktif olarak hep oradayım, sürekli takip ediyorum. O yaşanan durumları yaşayan biri olarak iyi anladığımı düşünüyorum.


Belli aralıklarla buluşmalar düzenliyorsunuz? Bu buluşmalarda neler yapıyorsunuz? Sonrasında geri dönüşleri nasıl oluyor? Benim takip ettiğim kadarıyla tüm MS'li Dostlar buluşma zamanını iple çekiyor...

Net üzerinden sürekli iletişim halindeyiz senede bir buluşma organize ediyorum. Öyle sıcak ilişkiler kurmuşuz ki, ilk kez yüz yüze görüşüyoruz ama öyle paylaşımlarımız olmuş ki sanki senelerdir tanışıyor gibiyiz. O buluşmalarda bazen MS ile ilgili deneyimlerden bahsediliyor, bazen de günlük sıradan sohbetler... Öyle güzel dostluklar ki birimizin sevindirici haberine hepimiz seviniyor, birimizin üzücü haberine hepimiz üzülüyoruz ve birbirimize destek oluyoruz. Birbirimizin başarı öykülerini dinledikçe de güçleniyoruz. Bir arkadaşımız geçirdiği zor bir atak döneminden bahsedip atlattığını anlatınca bir başka arkadaş aylar sonra bir sıkıntı yaşadığında ''aklıma o geldi ve çok güçlü hissettim kendimi bende yapabilirim'' diye düşündüm diyebiliyor. Fiziksel olarak sıkıntı yaşayan MSli dostlar olduğu için buluşmalarda herkesin gelebileceği erişimi olan yerler seçmeye dikkat ediyorum. Bazen de ulaşım için belediyelerden destek arayıp bulmaya çalışıyoruz. Hep beraber olmak amaç çünkü...


Türkiye MS Derneği sizler için neler yapıyor?

Türkiye MS derneği hep hasta bilinçlendirmek ve toplumda MS farkındalığı yaratabilmek için çalışıyor. Ben de derneğin yönetim kurulu üyesiyim artık ve öncelikler hep bu yönde. MS hastalarının dernek için bizim derneğimiz sahiplenmesini yaşaması çok önemli... Her ayın ilk Pazar günü konunun uzmanı bir doktorla bilgilendirme toplantısı ve her yıl Mayıs ayının son çarşambası, Dünya MS günü olduğu için ''Dünya MS Günü Toplantısı'' düzenliyoruz. Farkındalık oluşturabilmek için projeler geliştirmeye çalışıyoruz.

Bildiğim kadarıyla Psikoloji öğrencisisin hatta Davranış Nöröbilime de ilgin var ki bir Davranış Nöroloğu olarak ilk öğrendiğimde gurur duydum. Psikoloji okumaya nasıl karar verdin ve ilerideki dönemde bu alanda nasıl bir kariyer planın var?

Ben bu forum sitemizde, bircok dostla sohbet etme imkanı buldum.Tabii ki zaman zaman psikolojik desteğe ihtiyacımız oluyor ve profesyonel yardım almasını önerdiğimde, belki doğru belki yanlış ama ''benim yaşadıklarımı yaşasın ondan sonra konuşalım psikologla'' dediklerine şahit oldum. O zaman tabiri caizse kafamda ampuller yandı ''Evet ben psikolog olmalıyım, bu hem kendim için hem de kronik bir hastalık yaşayan kişiler için çok faydalı verimli olabilir'' dedim. Özelliklede MS olan kişiler için. Çünkü gerçekten bir başkası sadece tahmin edebilir yaşayan biri gibi anlayamaz...

Nöropsikolojiyle ilgilenmek istiyorum. Küçük yaştan beri MS ile yaşıyorum. Beyin çok gizemli ve büyüleyici. Ben psikolog olma yolunda ilerlerken bunu beyinle ilgili bir alanda yapmalıyım diye düşündüm. Umarım başarabilirim...


Okula giderken tekerlekli sandalyeden dolayı zorluk çekiyor musun? Okul bu anlamda rahat bir ortam sunabiliyor mu?

Okula giderken sandalye kullanmak zorundayım ve açıkcası ilk önce okula gidip orada rahat edebilir miyim okuyabilir miyim diye abimle baktık. Okulda herhangi bir zorluk yaşamıyorum, derslerim benim erişimim olan sınıflarda oluyor. Bunu ayarlıyorlar, gözden kaçırırlarsa da, onlarla iletişime geçip sorunu hallediyoruz.

Kurmuş olduğun gruptan dolayı birçok MS hastasının sıkıntısından haberdarsın. Sence Türkiye'de MS hastaları en çok nelerden rahatsızlık duyuyor? Kaliteli bir yaşam için bir şeylerin değişmesini isteseler bunlar neler olurdu?

Türkiye'deki MS hastalarının en büyük sorunu anlaşılamamak. Fiziksel olarak bir sorunu yoksa, yorgunluklarına ve şikayetlerine inandıramıyorlar kimseyi. Ya da MS bulaşıcı mı, hatta akli dengesinde sorun var mı gibi sorular bile oluyor. Anlatmaya çalışırken, sinirlerin üstündeki kılıf vs. şeklinde açıklama yaparken zorlanabiliyoruz. O zaman da karşıdan ''Asabiyet mi yapıyor? '' gibi sorular gelebiliyor. Bir şeylerin değişmesini isteseler eminim ki insanların daha farkında olmasını MSi bilmesini ve anlamaya çalışmalarını isterlerdi.


MS hastalarının hekime ulaşma, ilaç temini ve hizmet alma konularında sorunları var mı? Sağlık sistemi ile ilgili neler düşünüyorsun?

MS hastaları hekime ulaşabiliyor. Bazen bu konu üzerinde çalışan bazı doktorlarla özel olarak görüşmek maddi açıdan külfetli olabiliyor ancak çoğu hastanede MS polikliniği mevcut. İlaç konusunda bazen bakanlık prosedurleri zorlayıcı olabiliyor, ama çaresiz doktorlarımızla beraber alternatifleri değerlendiriyoruz.

Bir ilacın SGK ödemesi ile ilgili sıkıntımız var. Tecfidera adında bir MS ilacı var ve hekimlerimiz uygun gördüğünde kullanıyoruz. Bu ilacı önceden SGK ödüyordu. Şimdi Arjantin'den muadil başka bir ilacı ödüyor sadece. Ama doktorlarımız biyoeşdeğerliliği konusunda pek emin olamadıkları için önermiyorlar. Tecfidera'nın ise ruhsat başvurusu 3 yıldır bekletiliyor. En kısa sürede çözüme ulaştırılmasını diliyoruz.

Son olarak bizimle paylaşmak ve okuyan kişilere duyurmak istediğin bir şeyler var mı?

Şahsım adına söyleyebilirim ki pes etmeyince ve hedef belli olup ne istediğinizi bilirseniz hedefe ulaşacak bir yol buluyorsunuz.Ms adına lütfen kulaktan dolma bilgilere itibar etmeyelim ve doğruları öğrenmeye çalışalım. Sadece biraz anlayış...

E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com

Twitter: @drsevdasarikaya

Facebook: Yrd Doç Dr Sevda Sarıkaya

Instagram: @dr_sevda_sarıkaya

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.