SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Zihnimle gerçek buluşmamdan bu yana 5 yıl geçti

Şaka değil gerçek. 

Zihnimin varlığını ve kapasitesini biliyordum elbet. Günde kaç problem çözebildiğimi, neleri merak ettiğimi, hangi konulara ilgi duyduğumu, okurken  neleri anlamadığımı, derin düşüncelere daldığımı, o güzel uykumu bölenin çalışkan zihnim olduğunu, aldığım omega 3 takviyesinin ona yaradığını biliyordum. 

Bilmediklerimle yüzleşmem beş yıl önce mindfulness pratiklerini   yapmamla başladı.

Zihninizden gelen,   susmak bilmeyen, gereksiz cümleler kuran  ve tek başına monologlar bazen de  diyaloglarla endişe yaratan sesler var mı? Cevabınız evet ise, merak etmeyin normal bir insansınız.  Zihnimizin işi bu. Sürekli konuşan bir hikaye anlatıcısı.

Bir süre önce  hikaye anlatıcılığı eğitimi aldım. Beş hafta süren bu şahane eğitimde bu işin  bir tekniği olduğunu öğrendim.  İster TED konuşmacısı ol, ister senaryo yaz, ister kitap yazmaya giriş, aslında kanıtlanmış  bir sistemi izleyebilir ve başarılı olabilirsin.  Ve işte zihin bu işi iyi yapıyor. Çalışkan  bir metin yazarı, senarist gibi devamlı hikayeler yazıyor  ve bu hikayeleri kurguluyor, anlatıyor, inandırıcı kılmak için tetikleyici olaylar yaratıyor, duyguları harekete geçiriyor ve bingo bizi sarmalının içine  çekiyor.

Bu hikayeler sürekli keyifli olsalar belki de sorun yok, ama çoğunlukla bu hikayeler  başımıza gelen olgulara olumsuz ve tehditkar anlamlar yükleyerek bizi zora sürükleyebiliyor. 

Zihnin hikaye anlatma özelliği kötü bir şey olmasa da, bazen başımızı  derde sokabiliyor.

Örneğin, bir toplantıda bir arkadaşın sana doğru bir bakış fırlattı. Devreye giren zihinden şunu duymak mümkün olabiliyor:

“Bana şimdi niye öyle baktı! O bakış hayra alamet değil. Daha önce de benzer tripleri olmuştu. Sanırım artık benden ve söylediklerimden hoşlanmıyor “

Başımıza çokça gelen bu ve benzeri anlarda farkında bir zihnin sesi ile hikaye anlatan zihnin sesini ayırt etmek önemli oluyor.

Farkında zihin ne yapar?

Gerçeklere ve o anda olana odaklanır, pratiktir. Hikaye anlatan zihin ise gerçeğin çarpıtılmış bir versiyonuna inanır, takılı kalır ve tekrarlar. Ortada sadece bir bakış olgusu varken, o bakışı tribe benzetmek, sevgisizlik yorumu getirmek ve yargılayıcı olmak bizim işimize yarar mı?  Hayır yaramaz. Hele ki zihin  buna takılıp, o günün sonuna kadar evirip çevirip aynı şeyi tekrarlıyorsa, ne kadar çok enerjimizi ve zamanımızı çalıyordur.

Farkında zihin bize yeni fırsatlar  sunar

Zihnimim bu hikayeleri ne kadar sevdiğini, eşimle konuşurken, işimi yaparken, annemle muhabbet ederken , beni  kendi  senaryosuna  hapsetmeye ve olumsuz hisleri bana yüklemeye çalıştığını ve benim de bunun içinde sürüklenme eğilimimi  mindfulness  sayesinde fark ettim. 

Öyle anlarda zihnime bir dur bakalım diyebilmek, bu bir hikaye sanırım, bunun gerçek olduğunu nerden biliyorsun demeyi hatırlamak zamanımı aldı. Bunun için hep pratik yaptım.

Bilerek isteyerek,  niyet ederek, zihnimi karşıma aldım ve düşünceleri yakalamaya çalıştım. Bu düşüncelerin bende yarattığı hisleri, duyguları görmeye anlamaya gayret ettim, hala da ediyorum. 

Pratiklerim işe yarıyor, kendimi yakaladığım bu anlarda yukardaki örnekte şöyle diyorum:

“Sadece bir bakış. Hiç bir anlamı yok. Eğer çok merak ediyorsam, arkadaşıma sorarım, bilgi alırım.  Şimdi işimize bakalım”

Bu bana yeni olasılıklar, ve ufuklar sunuyor, zamanımı ve enerjimi daha etkin kullanmama yarıyor.  Çözüme odaklanmamı kolaylaştırıyor.

En değerlisi, ise yargılayıcı olmaktansa, şefkatimi ve anlayışımı geliştiriyor.

Yapabiliriz, daha iyi bir insan, dost, eş, ebeveyn olabiliriz. 

Sibel Yücesan

Bütünsel Esenlik Danışmanı

Yazının devamı...

Ruhum zihnim kapana kısıldı

Bu pandemi süreci ve kısıtlamalar uzadıkça, ruhum ve zihnim kapana kısılmış ve kapanın anahtarı da pencereden uçup gitmiş diye hisseden kaç kişiyiz bilmiyorum ama bana iyi gelenleri sizlerle paylaşmaya geldim. 

Anlamlı sosyal bağlantılar kurmak  

Sosyal hayatımız alt üst oldu, arkadaşlarımı özlüyorum, bahar da geldi ben neden sevdiklerimle hayatın kokusunu  doya doya içime çekmek adına birlikte olamıyorum, kaygısızca dostlarıma sarılamıyorum, omuzlarında ağlayıp gülemiyorum?  Bu sorular çoğumuzun zihnini meşgul ediyor olabilir. Ortak bir insanlık temasında buluştuk.  Zihnimizde, ruh halimizde benzer  tilkiler dolaşıyor ve kuyrukları birbirine karışıyor.  İnsan olmanın özünü besleyen sosyal ilişkiler en fazla yarayı aldı maalesef. İyi olma halimizin yakıt deposu  bitiyor hissi  canımızı acıtıyor. O zaman ne yapalım? Değiştiremeyeceğimiz bu koşullarda hayata devam etme isteğimizi canlandırmamız gerekiyor ve bunun yolu içimize kapanmaktan çok, sevdiklerimizi çok düzenli ve sık aramak ve hal hatır sormaktan geçiyor.  Bir küçük mesaj atmak, sesli mesaj bırakmak, çevrim içi  teknolojileri kullanarak  grup görüşmeleri düzenlemek ve bunu bir plan dahilinde yapmak. Örneğin, bugün arayacağım üç arkadaşım şunlar demek. Karşılığını beklemeden hal hatır sormak, bazen eski keyifli anıları hatırlamak, anmak  ve mümkünse birlikte gülmek. Gülmenin bile planı yapılır mı derseniz evet yapılır. Gün içinde okuduğumuz bir karikatür, bir ince espri, hayatın komik tarafları bu planın gayet de güzel bir parçası olabilir.  Bunu daha da genişletebiliriz. Pişirdiğim bir keki,  ördüğüm bir atkıyı,  sevdiğim bir kokuyu dostlarıma yollamak gibi.  Özel bir neden beklemeden sadece karşımdakini düşündüğümü   belli etmek.  Dışarıya çıktığımda karşılaştığım, market görevlisi, mağaza elemanı, kurye, güvenlik görevlisi, mahalle fırınındaki çırak, toplu taşıma aracı sürücüsü selam verdiğim, hal hatır sorduğum yeni kişiler olabilir mi?  İyi olduklarına sevindiğimizi belirtmek,  sağlıklarını sürdürmeleri için iyi dileklerimizi paylaşmak karşımızdaki kadar bize de iyi gelecek ve hayatla aramızdaki bağları güçlendirecek, sosyal bir olma halimizi keyiflendirecek. 

Fiziksel olarak aktif olmak

Evet bu bilmediğimiz bir şey değil ve imkanlarımız pandemi  dolayısıyla kısıtlı. Ancak  bedeni düzenli aralıklarla gün içinde hareket ettirmek, beyin ve ruh sağlığımızın olmazsa olmazı. Doğru düşünebilmek, odaklanmak gibi  bilişsel becerilerimizi beslemek için enerjinin sinir sistemimiz içinde doğru akması gerekiyor.  Bu yüzden her 30-40 dakikada bir hareket etmek, telefon görüşmelerini yürüyerek yapmak, sevdiğimiz beden hareketlerini  hayata katmak ve benim gibi seviyorsanız dans etmek  fazlasıyla buna hizmet edebilir. Tam iki ay bir kırık dolayısıyla yatakta kalmanın, beynimdeki hücreleri beslemediğine, düşüncelerimi bulanıklaştırdığına, aklımı derleme toplama konusunda beni oldukça zorladığına yakinen tanıklık etmiş biri olarak, her fırsatta bedenime soruyorum: Birlikte bir şeyler yapmaya ne dersin?

Mevcut Olmak

Bu ne demek şimdi diye sorabilirsiniz.  Mevcut olmak, yaptığımız iş her ne ise, odağımızı dikkatimizi ona vermek demek.  Örneğin, yediğimiz yemekte, yazdığımız epostada , yaptığımız konuşmada, başına oturduğumuz o zoom görüşmesinde, izlediğimiz dizide olmak. Mevcut ana odaklanmak, stresimizi  yönetmemize fazlasıyla yardımcı olabilir.  Zira şu sıra geleceği düşünmek endişe ve kaygının belki de korkuların üstüne benzin döküyormuş hissi verebilir mi, evet hem de fazlasıyla. O zaman tesadüfen değil ama niyet ederek, bilerek isteyerek, dikkatimizi yaptığımız işe, birlikte olduğumuz kişiye getirmek.  Kimbilir belki bir sürü hoşumuza gidecek şeyi fark etmek için fırsatlar da yakalayabiliriz. Kedinin o güzel suratı, o yemeğin hoş kokusu, birinin kullandığı nazik kelimeler, anıları coşturan bir fotoğraf bu serüvenin bir parçası kolaylıkla olabilirler. Hayatın içinde kendimize bu alanı yaratmak, bunun niyetiyle hareket etmek hak ettiklerimizin başında gelmiyor mu?

Merak kediyi öldürür derler ama biz insanlar  için iyidir.

Komşunun evinde neler oluyor veya kuryeler apartmanda kime en fazla paketi getiriyor merakından çok öğrenme ve gelişme merakından bahsediyorum. Bilgi ve becerilerimi besleyecek, beni büyütecek, bakım yapacak, parlatacak merak her zaman değerli olmakla beraber bugünlerde  en önemli reçete.  Çok istediğim o gitarı çalmayı öğrenmek, bitkileri anlamak, meditasyon veya mindfulness pratiklerine başlamak, sosyolojiye takılmak, listelediğim kitapların derinliklerine dalmak veya bir mentor veya koç ile çalışıp  ,iş alanında kendimi geliştirecek keşifler yapmak  için olan merak bana hayat heyecanı, peşinden gidilecek bir hedef, varılacak  keyifli bir durak sağlayacaktır. İçimizdeki küçük çocuk heyecanı ile merak vanamızı tekrar açmak benim bayıldıklarım arasında.

Şimdilik aklıma bunlar geliyor. Varsa sizin aklınızın yaratıcı ürünleri, keşifleri hadi paylaşalım. Bu fırsatı yakalamak için en yakınınızdakine sormak ister misiniz?  Bugünlerde nasılsın ve sana iyi gelecek neler yapabiliyorsun?

Sibel Yücesan

Bütünsel Esenlik Danışmanı

Yazının devamı...

Menüden seçer misin?: Sempati, empati, şefkat

Bir süredir bu kavramların tanımını ve farkını araştırıyordum. Popüler kelimeler gibi dururken, içlerini doldurmamız için bir fırsat sundu pandemi. Testler ile empati seviyemizi ölçmeye çalışırken, gerçek hayat sınav yaptı,  yüz üstünden doksan aferin, veya hala yapman gerekenler var dersi tekrarla dedi bize. Şefkat ise  bu dönemin büyük starı olarak girdi sahneye. Derinlerde bir yerde gizlenmişse bile tamam artık bana sıra geldi diyerek içimizden dışarıya taştı. Merak ediyorsanız soruyorum:

Sempatiyi kimlere gösterir siniz?

Empatik olduğunuzu nereden biliyorsunuz?

Şefkatli insanlar sizce diğerlerinden neyi farklı yaparlar?   

 

Size sempati duyuyorum  demenin diğer bir söylemi,  size karşı sıcak bir yakınlık duyuyorum ve içinde bulunduğunuz duruma sempati duydum derken söylediğimiz gerçekte senin duygularını ve durumunu anlayabiliyorum.  Sempati duymak bir jest yapmak gibi duruyor benim için ama yine de sana uzağım demek gibi de geliyor. Sempati biraz mesafeli bir duruş sergilemiyor mu?  Sempatim var ama o kadar,  henüz bundan öteye geçemem sizle ilgili bir şey yapamam der gibi.  Peki kimlere sempati duyuyoruz? Açık açık konuşalım derseniz, sadece bize benzeyenlere, ortak yargı, benzer görüş, benzer duruş, yakın görünüş sahibi olanlara daha çok sempati duyuyoruz. Ayrımcılık yapıyoruz yani. 

Sempati ne zaman büyür serpilir de empatiye dönüşür?  İşte  orda  bir seviye atlamacadan bahsediyoruz, karşı tarafı anlayabilmenin ötesinde onun duygularını hissedebilmeden.   Dizileri seyrederken kahramanın başına gelenler  bazen bizi ağlatıyorsa sevinebiliriz  zira orada empatik bir yaklaşım sergiliyoruz.  Çok küçükken öğrenmeye başlıyoruz empati duymayı. Etrafımızdaki küçük bebekleri düşünelim daha birkaç aylıkken bile, kendileriyle yakın temasta  olan anne, babalarının kendilerine gülmelerine veya dil çıkarmalarına karşılık vermelerini ve yüz beden dilini taklit etmelerini hayranlıkla seyredenlerden misiniz? Uzmanlar bunun bir nedeninin bilinçsiz empati geliştirme süreciyle ilgili  olduğunu belirtiyorlar. Yine aynı nedenle erken dönemde çocuklarımızla duyguların anlamlandırılması  konusunda ne kadar çok sohbet eder, açıklama yaparsak o kadar empati geliştirmelerine destek olabiliyoruz.  Hele küçük çocuklarımız varken depresyona falan girmeyelim  lütfen zira bizdeki duygu donukluğu süreci çocuklarımızın gelişimini sekteye uğratabiliyor.

Pandemide ne dedik? Empati göster bana yapamıyorum, yorgunum, işime  odaklanamıyorum dedik. Empatik yöneticiliğin tarifine geri döndük. Duygusal zeka yeniden gündemimize bütün ağırlığıyla oturdu. Zorlayan hatta oldukça zorlayan bu özel dönemde başkasının duygularını anlamanın ötesinde onun yerinde olup aynen iliklerine kadar hissetmenin  ne kadar da değerli olduğunu deneyimledik. Bazen bir musibet bin nasihatten daha iyi değil mi?  Öncesinde içini boşalttığımız mekanik bir kavramdı  empati. Dilimizde olan ama pratiği eksik kalan bir moda kavram.  Bunun da tuzağı var maalesef.  Kişilerin empatiyi kendilerine daha yakın ve daha benzer insanlara karşı gösterdikleriyle ilgili ipuçları var, yani kendilerine daha uzak olanları iyice bir anlamama halini tetikleyebiliyor.  Bir de seni anlıyorum seni görüyorum, duyuyorum, acını hissedebiliyorum dedik ki bu çok güzel olmakla birlikte bunun karşı tarafa ne faydası var diye soralım. 

Anladın ve hissettin sonra ne olacak? Anlamak ve aynısını hissetmek, başkasının acısının içinde kaybolmanın ona yardım edemediğimiz zaman bir önemi var mı? Var elbet tabi ki var ama belki de esas olan bu acıda onla birlikte erimemek ve iyi olma halini koruyarak ona yardım edebilmek ve çözüm sunabilmek. Yürüyebilmesi için sağlam bir dayanak olmak,  rahatça ağlaması için çökmemiş bir omuz sunmak. İşte oyunun kuralını değiştiren bu an, sahneye başka bir olma halini davet ediyor ki onun adı şefkat. Şefkat empatinin elinden tutuyor ve eyleme davet ediyor. Yani şöyle diyor: şimdi senin için buradayım yardım etmek isterim senin için ne yapabilirim? İşte  bana bu lazım der misiniz?  Sadece anlayışın değil, ötesinde bir yerden sesleniyorum der misiniz?

 Ve yılbaşı akşamı yaşadığım kaza sonucu dört hafta yatağa ve ailemin tam kapasite desteğine ihtiyaç duymamla birlikte yaşadığım  deneyim farkı netleştirdi benim için.  Kaza anından hastaneye ve sonrasına  uzanan tüm süreçte  empati değil şefkat kazandı.  Benim duygularımın içinde kaybolmayan ama içinde bulunduğum durumu gayet iyi anlayıp beni sakinleştiren ve her anında yardımcı akılcı çözümleri geliştirip başımı okşayan şefkatin elleri kızımda ve eşimdeydi. Şimdi çok net biliyorum şefkatin önemini ve şefkatin sadece tanıdık bildik kişilere değil, tüm dünyaya gösterilebilecek kadar zengin ve özel bir kaynağı olduğunu biliyorum. Ve inanıyorum ki dünyanın ihtiyacı olan şey empatiden öte şefkat.  Şefkatin üstünde çalışılabilir mi evet. Beynimizin bir şefkat bölümü var ve gelişmek için can atıyor.

 

Sibel Yücesan

Yazının devamı...

Kadın elini eteğini çekerse dünyada sadece acı kalır

Temmuzdu.  Siyah beyaz fotoğraflarımızı sosyal medyaya yükledik #challengeaccepted dedik, madem ölüyoruz, birbirimize yaslanalım dedik. İyi mi ettik kötü mü ettik bilinmez ama gerçekten ölüyoruz.  Aralık ayında yılı kapatırken, kadın cinayetleri haberleri manşetleri süslerken hep beraber  ölmeye devam ediyoruz.  Sadece Türkiye’de değil dünyada da ölüyoruz, hem de  en yakınımız tarafından öldürülüyoruz. Ölmesek de hayatımızda en az bir kez, yakın partnerımız  tarafından bir çeşit şiddete uğrayanlarımızın sayısı küçümsenmeyecek kadar fazla.

Dünya Ekonomik Forumu 2019 küresel riskler raporunda şöyle bir başlık attı: “Öfke Dönemi”.

Bu başlık altında zihinsel sağlımızın bozulması ile ilgili çok kritik veriler var. Evlerin içindeki şiddet konusunda tüm dünyadan cesur veri toplamak o kadar da kolay değil olsa da, istatistiki  tahmin, en az %30 kadın nüfusunun yakın partner şiddetine maruz kaldığı.  Bu sadece  fiziksel şiddet için bir veri. Bunun daha sözel şiddet, finansal şiddet gibi boyutları var.  Kim bilir kaç kadın, elinden parasının alınmasına ses çıkartamıyor ve kendi isteği dışında kazandığı paraya el konulmasını şiddet olarak algılamıyor.  Diğer bir veri de Birleşmiş Milletlerden gelsin.  BM raporlarına göre  kadınların yüzde 35’i ömründe en az 1 kez şiddete maruz kalıyor. 15-49 yaş aralığındaki her 5 kadın ve kız çocuğundan biri yakınları tarafından fiziksel ve cinsel şiddet görüyor. 200 milyon kadın ve kız çocuğu “sünnet” gibi uygulamalarla sakat bırakılıyor. Kısacası, en gelişmişinden en yoksuluna tüm dünyada, toplumun yarısı şiddet cenderesinde yaşamaya devam ediyor.

Bunun sebeplerini tartışmaya girsek sayfalarca yazı yazmalıyız ki, amacım bu değil.  “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır”, “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Elinin hamuruyla erkek işine karışma”, “ adam ol”, “adam akıllı iş yap”, “sözünün eri ol”ları çocuklarımız artık duymasın, bunlarla zihinleri bulanmasın.  Artık farklı şeyler söyleyelim, dilimizi değiştirelim ki yüreğimiz değişsin, zihnimiz yola gelsin. Bu her alanda yer bulsun. Önce diziler ve reklamlar değişsin.  Mevcutta nasıl algı  mı yaratılıyor?

-Kadınlar evin içinde, erkekler evin dışında yer alıyor

-Yemek, bulaşık, temizlik işlerini kadınlar; para kazanma ve iş hayatı sorumluluğunu erkek alıyor

-Erkek yemek masasında başta oturuyor, kadınsa yanında

-Kadınlar en çok alışveriş yapıyor, tek amacı güzelliği. Kadın nazik, kırılgan, erkek ise güçlü 

Üstelik, erkeğin belinde veya elinde silahına arkadaşlık eden şiddet dili sunan dizilerin sayısı o kadar çok ki. Önce farkında olalım, toplum olarak buna karşı çıkalım. Bu bir kadın meselesi değil, insanlık meselesi.  Konu siyah beyaz fotomuzun çok ötesinde, çok derininde. Üstünü kapatmayalım, mış gibi yapmayalım, üstüne basıp geçmeyelim.   Çok yönlü ele alalım

yapabileceklerimiz bir o kadar çok iken, sadece konuşmak yerine eyleme geçmeyi canı gönülden isteyelim ve hadi gelin kadın erkek safları sıklaştıralım. 

Şiddet içimize işlemesin, yani içselleşmesin, kök salmasın, hücrelerimize nüfuz etmesin. Şiddet gözümüzü kör etmesin, yüzümüze tokat gibi inmesin, belimizi bükmesin,   başımızı taştan taşa vurdurtmasın, rengimizi soldurtmasın, böğrümüze, boğazımıza  bıçak saplamasın.   Unutmayalım kadın masada yoksa sükunet, sevgi, yaratıcılık, empati eksik kalır. Kadın siyasette yoksa barış yolda kalır. Kadın elini eteğini çekerse dünyada sadece acı kalır. Kadının adı tam ve sürekli var olsun.  

Artık sevgiyi konuşalım, nezaketi bilelim, şefkatli kollarımız dillerimiz olsun. İçimiz acısın, vicdanımız susmasın ve birlikte var olmaya yemin edelim. 

Yazının devamı...

Öz şefkat

Bunu ben değil, Erich Fromm söylüyor hem de ilk basımı 1967 yılı olan Sevme Sanatı adlı kitabında. Ve şöyle de ekliyor: “Sevgi, insanoğlunun gelişmesinin ilk dönemlerinden başlayarak günümüze dek yaşayabilen vazgeçilmez bir duygu, anlam dolu bir sözcük. Tüm çabalar, uğraşlar, tutkular, yaratılan tüm sanat yapıtları bir anlamda hep sevgisiz kalmamak için belki de.”

Sevmek gerçekten bir sanat mı? Acaba  ilk nerde öğreniyoruz  bu duyguyu, nerde tanışıyoruz? Doğal bir yeti mi? Sevgi depomuz mu var, anne karnında mı dolduruluyor bu depo ve bu depo boşalırsa tekrar nereye başvuruyoruz? Cevapları arayıp duruyoruz hep. Bildiğim bir şey sevginin bizi besleyen ve ayakta tutan  bir duygu olduğu. Muhtemel olarak ilk bebek halimizle bize bakan insanlardan aldığımız ve doğal olarak karşılığını geliştirdiğimiz bir hal. Hani en sevgisiz diye etiketlediğimiz birinin bile içinde bir sevgi vanası var ama açmayı öğrenmemiş gibi gelir bana. Yani belki de almamış ve verememiş, bilememiş sahip olduğu bu kaynağın vanasını açmayı ve pas tutmuş bir yerlerde.

Şefkat nedir peki?  Sevginin biraz daha merhametle buluşmuş hali. Hatta bir de nezaketle  tatlandırılmış tarifi. Düşünsenize, şefkatli biri dediğiniz kişi, haşin olur mu?   Güçlü bir kelime şefkat ve günümüzde üzerinde çok da yazılan çizilen bir kelime. Hadi gelin bunun başına öz kelimesini ekleyelim. O zaman nasıl değişir anlamı?

Özümüzdeki sevgi kaynağının adı öz şefkat.. Kendimize karşı merhametli ve nazik olmaktan bahsediyoruz. Hayatımız boyunca en uzun dostluk kendimizle. İçinden geçtiğimiz pandemi sürecinde hiç planlamadığımız şartlarda bulduk kendimizi. Belki bu sürece uyum sağladık belki sağlamadık,  özgürlüğümüzün kısıtlanması hoşumuza gitmedi, belki performansımız düştü, belki kendimizi bulanık sularda gezinirken bulduk, hoşnut olmadık, ilişkilerimizde hatalar yaptık, muhtemel endişe kaygı duyduk, öfke ve üzüntü üzerimizden elini çekmedi. İşte bu gibi süreçlerde yanımızda belki birileri vardı belki de yoktu. Her iki durumda da kendi kendimizin dostu olmamız öz şefkatin kısa tanımı.  Zaman zaman kendinizi kendinize düşman ediyor musunuz? O sertçe eleştiren sesinizi kendinize yükseltiyor musunuz? Olmadı, olmuyor, yapamıyorsun, berbat ettin derken kendinize, sonunda ne elde ediyorsunuz?  Belki kendi çapınızda biraz üstünüzü başınızı düzeltip, düştüğünüz yerden kalkıyor, biraz cesaretle tekrar deniyor, belki hiç kulak asmıyor gibi yapıyor belki de düştüğünüz o yere daha fazla seriliyor ve kalkmak için uzun süre bekliyor, öz güveninizden yiyorsunuz.  Öz şefkatin karşısında olan bir durum öz eleştiri.

Bu biraz da çocukluğumuzdan ve ebeveynlerimizin ve içinde bulunduğumuz sosyal çevrelerin bize öğrettiklerinden kaynaklı. Aslen derinden ebeveyn eleştirel bakışını maalesef benimsiyoruz. Hatırlayın anneniz, babanız, o yetişkin komşunuz size ne derdi? “Aa olur mu , saçmalama, el alem ne der, sana gülecekler, insan içine böyle çıkılmaz ”... Bir yere kadar iyidir bu sesler, bizi korur, sosyal kabulü sağlar... Ama fazlası bizi sınırlar, fırsatları değerlendirmekten alıkoyar,  kendimize karşı olan güvenimizi tırtıklar.

Bugünlerde konu öz şefkat olduğunda sanki yanlış anlaşılmalar var gibi.. Neden önce kendimi seveyim, niye önce kendime şefkat duyayım, ne saçma, sevgi önce başkasıyla olur, bir beslenme halidir, bir rezonans durumudur, öyle önce kendini sevmekle çözülmüyor her şey, bak insanlığa sevgisizlik diz boyu diyenlerden misiniz?

O zaman belki şunları tekrar hatırlayalım. Öz şefkat bir bencillik veya kendimize acıma durumu değil. Kendimizden uzaklaşmak, kibirli tarafımızla kendimize bakmak, kendimizi herkesten üstün tutmak, egomuzu şişirmek değil. Önce ben önemliyim başkaları değil demek hiç değil.

Tam tersi kendi insanlık halimizin farkına varmak, kendi olma halimizle barışmak, bu olma halinin içinde yer alan tüm yokluk alanlarını görmek ve oradan yola çıkmak üzere kendimize karşı nazik bir el uzatmak. Zorluklar karşısında mış gibi yapmadan, yapamadığım zamanlardaki duygularımı görmek, belki biraz orda kalmak ama sonra   kendime  dost eli uzatmak, yerden kaldırmak. Sarıp sarmalamak, olabilir demek, herkesin başına benzer durumlar geliyor demek, sen neleri başardın bak bunu da yaparsın  demek,  neye ihtiyacın var diye sormak, ve tüm bu soruların cevaplarına can kulağını vermek.  Gerçek öz şefkatin koruyan kollayan, sakinleştiren tavrı kadar, harekete geçiren motive eden hali de var. Hadi bakalım kalk ayağa diyen,  yolumuza devam ediyoruz diyen, o yola ışık tutan rehberlik eden  diğer bir yönü ki bu da sarıp sarmalayan kadar kıymetli.

İçimizdeki kaynak hep dışarıdan dolmuyor, üstelik bugünün dünyasında bolca kıyaslama, başarı kaygısı, rekabet varken. İçerdeki muslukları, vanaları  keşfetmek, paslarını silmek ve  zaman zaman o kaynakları doya doya kullanmak lazım. Kendi kendimize ziyarete gelebilir, hoş sohbetlere dalabilir, keyifli anıları havalandırıp, gelecek için cesaret ve güven tohumlarını tarlaya serpmeye devam edebiliriz. Kendimize karşı konuksever olmak bu kadar da zor olmamalı değil mi?

 

Sibel Yücesan

Kurumsal Zindelik Danışman ve Eğitmeni

Yazının devamı...

Bilim kırık kalbi onarır mı?

Gelişmeler ve araştırmalar gösteriyor ki, bilimdeki gelişmeler teknolojiyle desteklenince sağlığımıza yarayacak bir sürü adım atılıyor. Mesela, insan bedeni için yedek parça basmak şimdiden mümkün ve anlıyorum ki eğer böbreklerimden birinde sorun olursa yirmi yıl içinde, bir 3D yazıcıda düzgün bir şekilde basılmış ve kendi hücrelerimden yapılmış yepyeni bir böbreğe sahip olabilirim. Ancak ilerleyen teknolojik tıp, kırık bir kalbi onarabilecek mi? Geçen gün okuduğum bir makaleden aklıma kazınan “Bilimle ne yaparsak yapalım, içimizde 50.000 yıllık bir işletim sistemiyle hala duygusal varlıklarız.”

Duygularımız bedenimiz, zihnimiz kadar bizi tamamlayan, kimliğimizin altını çizen, bizi biz yapan parçamız. Bu duyguların bir kısmına bayılıyor, bir kısmıyla baş etmeye çalışıyor bazen görmemezlikten geliyor, bazen bırakmak istemiyor, sarılıp koynumuza alıyor ve günlerce sırtımızda taşıyoruz. Zor duygularımızı göstermememiz ve paylaşmamamız gerekir diye düşünenlerden misiniz? Sanki göğsümüzün ortasında bir derin dondurucu var da orada duyguların bazılarını donduruyor ve yıllarca saklamaya çalışıyoruz. Geçmişimizi içimizde tutabiliyoruz ve korku, yalnızlık, utanç gibi duyguları ve özellikle kederimizi bastırmaya çabalıyoruz. Bazı duyguları olumsuz olarak adlandırıp, onları sosyal olarak paylaşmayı reddediyoruz. Mesela topluluk içinde ağlamak çoğu zaman bir zayıflık işareti olarak kabul edilir diye düşünüyoruz ve evet belki de öyle. Oysa kaybettiğin biri, birileri, bir şey seni derinden üzmüş olabilir değil mi? Belki boşanma sürecinden geçiyorsun, belki iflas ettin ve kendini çok kötü hissediyorsun.

Kahkaha atmanın, sesli gülmenin, fazla neşenin bile toplumda rahatsızlık uyandıracağının hatta çok gülmenin ağlamak getireceğinin kulağımıza fısıldanmasıyla büyüdük biz. Yani mümkünse bastır duygularını dediler bize. Hatta şirketlerde yapılan kişilik analizlerinde duygusal olmak gelişim haritalarında aşılması gereken bir engel bir kurulum hatası olarak algılandı yıllarca.

Bundan dolayıdır ki biz duygularımızı bastırdık, hatta kendimizden bile sakladık. Peki bu bastırılan veya dondurucuya atılan duyguların ne olacağını düşünüyoruz? Beden akıllıdır ve hafızası vardır. Bu zorlayan duyguları bir yere kadar bekçilik eder ama bir noktadan sonra paketler ve anksiyete, depresyon gibi isimlerle gözümüzün önüne koyar ki görmemezlikten gelmeyelim. Zaten göstergeleri başlamıştır ve bizi zorlayan durumların artmasıyla gideceğimiz uzman veya doktorlar teşhisi basarlar: endişe kaygı artmış, depresyondasın veya panik atak geçiriyorsun gibi.

Peki farklı bir soru?

Dijital teknolojideki üstün yükselişin ve sanal bir dünyada yaşamanın artan yalnızlık duygumuz ve anlam kaybımızla bağlantılı olması mümkün mü?

Her şeyden önce, kaygı hakkındaki düşüncelerimize tekrar bakalım. Anksiyete bozukluğunuz olduğunu söylemek, kolunuz kırıldığında ağrınız olduğunu söylemek gibidir. Ağrı, kolunuzun kırıldığına dair bir belirtidir uyarı işaretidir ve birçok durumda anksiyetenin, depresyon gibi başka bir sorunun belirtisi olduğuna inanabilir miyiz? Bunların ortaya çıkmasından çok önce filiz vermiştir topraklarımızda. Küçük yönetebildiğimizi düşündüğümüz kısa keder dalgaları, panik anları, göğüs sıkışmaları, alerji atakları, yalnızlık duygusu ve benzeri işaretler vardır ama yine biz görmemezlikten geliriz. Düzeni bildiğimiz gibi sürdürmeye devam ederiz. Stres kavramı ortalığı silip süpürüyor, ruhumuza fazla gelen şeyler var. Yeni bir düzene ihtiyacımız var. Çünkü çoğumuz duygusal sıkıntı veya hatta fiziksel sıkıntı içindeyken nasıl yardım isteyeceğimiz konusunda fazla fikrimiz yok. Yardım istemek, duyguları paylaşmak, kalbimizi kırılganlıklarımızı açmak, açmaları için başkalarına alan açmak, davet etmek, onların paylaşımlarıyla iyileşmek.

Çoğu zaman sevdiğimiz insanlarla nasıl iletişim kuracağımızı da bilmiyoruz. Zor zamanlarda en önemli reçete aslen sevdiklerimiz. Konu çok mu boyu mu ruhumu aşıyor o zaman muhakkak uzmanından yardım destek almak değerli.

Çok teknik var bize yardımcı olacak. Nefes teknikleri mesela, nefesin sakinleştirici gücünden faydalanmak, mindfulness pratikleri yapmak, yazmak, duyguları sanatla müzikle ifade etmek akmasını sağlamak. Yeter ki donmuş duyguları çözmeyi ve akıtmayı gerçekten isteyelim, niyet edelim. Dondurucunun fişini çekelim artık. Temizlik vakti geldi. İçerisi bir havalansın, mis gibi sonbahar havası dolsun. Isıtalım orayı, havası değişsin. Bakmaktan, atmaktan çekinmeyelim, ürkmeyelim. Biz onlara bakmazsak gün geliyor onlar canavarlaşmış bir şekilde kendilerine dev ekrana yansıtıyor. Ve inanın tüm bu durum insanlığın ortak uğraşı. Yani yok birbirimizden çok farkımız, derdimiz, tasamız benzer, gönül paylaşmak, duyulmak ister.

Sibel YÜCESAN

SiZe Bütünsel Yaklaşım Danışmanlık Kurucu Ortağı

Yazının devamı...

Stresli sohbetler

Son devrin en önemli musibeti nedir deseler tabii ki stres deriz. Başınız ağrıyor doktora gidiyorsunuz muayenede belirgin bir şey bulamıyor ve suçladığı şey stres, reçetesi stresten uzak durun, olmadı anti-depresana başlayın oluyor. Arkadaşınızı arayıp hal hatır soruyorsunuz, çok stresli bir dönemdeyim diyor, şikayetlerini soluksuz sıralıyor. Medyada stresi azaltmanın bin bir mucizevi yolu başlıklı listeler dolanıyor. İyi hissetmiyorum, olsa olsa strestendir diyorsunuz. Bakıyorsunuz çocuğunuz için aynı, dostlarınız için aynı, iş arkadaşlarınız için aynı, ebeveynleriniz için aynı, çevreniz için aynı, dünya için aynı ezber stres söylemlerini sıralıyorsunuz.

Haydi birlikte imgeleyelim. Elinize alsanız stres neye benzerdi? Köşeli, yuvarlak, biçimsiz, kokulu, kokusuz, yumuşak, sert, renksiz, koyu renkli, parlak, mat, kat kat, tek kat, ince, kalın, pürüzlü, pürüzsüz, gaz bulutu, sıvı akışkan, salkım salkım, yapışkan, kaygan, sivri, dümdüz? Önce kendi stresimizi tanımlayalım. Stresin elli değişik semptomu olduğunu söylesem? Senin stres kumanda tablonda ne gibi göstergelerin var? Kırmızı ışığın yandığını nereden anlıyorsun? Hepimizin farklı tepkileri duyumları hisleri olabilir. Mesela, baş ağrısı, diş sıkma, uykusuzluk, odaklanamama, alerji atakları, mide spazmları, hızlanan nabız bunlardan en popüler olanları. Bunu bilmek önemli mi diye soruyorsan evet bunların farkındalığı çok önemli, zira sende yarattığı etkileri anlamlandırabilmen, hayatındaki ciddi yokuşları zamanında tanıyarak vitesi küçültmeyi hatırlaman için değerli.

Arabanın kumanda tablosunda göstergelerde farklılık varsa, arabayı kenara çeker veya en yakın servise götürürüz değil mi? Biliriz ki, bunu yapmazsak yolda kalabilir, tatsız bir macera içine girebiliriz. Oysa bedenimizde, duygularımızda, zihnimizde bu teklemeler olduğunda pek farkında olmadan yola son gaz devam etmeyi seçebiliyoruz. Bu teklemelerimiz bizi sonunda bitik pozisyona hatta tükenmişlik çizgisine, hastalıklara, sakatlanmalara sürüklediği zaman mecburen duruyoruz.

Peki stres bu kadar büyük bir risk ve düşman mı?

Öncelikle iyi haber. Stres ile performans birbirini bir aşamaya kadar dostane destekliyorlar. Yani kol kola el ele birlikte gelişiyorlar. Hayatımızda hiç stres olmasa, çok şey sıkıcı olabilir. Çünkü az stres, az performansı getiriyor. Hedef yok, koşturmak yok, bir yerden sonra performans yok ve potansiyelimizi ortaya çıkaracak, bizi zorlayacak koşullar da oluşmayacak. Stres artıkça, bizde stres yapan neler varsa, iş, ilişkiler, finansal durum, ev işleri, trafik, ebeveynler, okul, projeler vs zorluk etkisini artırdıkça bizde de performans artıyor. Yani halletmeye çalışıyor, ilişkileri düzeltiyor, bir sürü işi bir arada kotarıyor, işteki projeleri uykusuz kalıp bitiriyor, çocukların programlarıyla baş ediyor, paramızı idareli kullanmayı öğreniyoruz. Bunlar kısa süreli vuruşlar olduğu sürece, kişisel baş etme becerimiz gelişiyor. Kendi potansiyellerimizin farkına varıyor ve gerçekleştiriyoruz. Ne zaman ki stres seviyesi artıyor, faktörler üst üste biniyor, uzun sürüyor, işin üstüne pandemi, onun üstüne sevdiklerimizin hastalığı, çoğalan ev işleri katmanlar oluşturuyor işte o zaman o yığının altında kalmaya, nefes alamamaya başlıyoruz ve tabii performans strese küsüyor, oyundan yavaşça çekiliyor ve işte biz o zaman stresi düşmanımız olarak görmeye başlıyoruz. Yani biliyoruz stresin belirli bir dozu ve süresi hepimiz için iyi, bizi çalışkan üretken sevimli biri haline getiriyor, çocuklarımıza ders çalıştırıyor, bize projeleri bitirtiyor.

Hepimiz için bizi yoldan çıkaran, arabayı durduran bu stresin dozu, zamanı, ağırlığı, yükü aynı mı? Benzer iş yükü, aynı sayıda proje, bankada aynı miktarda kredi, aynı ev işi listesi olduğunda bizler aynı stres seviyesinde mi duruyoruz? İşte işin sırrı burada yatıyor. Cevap hayır. O meşhur sabah trafiği, haftada 3 zorlu müşteri toplantısı, yetişmeye zorlandığımız yemekli aile programı, evde ütülenmeyi bekleyen beş pantolon dört elbise hepimizde aynı stres seviyesini tetiklemiyor, hatta bazılarımız bunları stres yapan durumlar olarak bile görmüyor. Sebep basit. Olay bu olguların koşulsuz stres yapması değil, bizim onları stres olarak algılamamız. Yani ruhen, aklen, bedenen biz bunları stres koşulları olarak kodluyor, algı sistemimize tanıtıyor, oradan sonra gerektiğinde level atlattırıyoruz.

Düşünelim bir, bizim karnımız ağrırken iş arkadaşımız aynı projede gülümseyerek bilgisayarın başında sunum hazırlıyor, biz çocuğumuza ders çalışmadığı için bağırırken, aynı sınıftan bir veli sakinlikle yol gösteriyor, trafik kırmızı bir hattan ibaret olduğunda biz dişlerimizi kamaştırırken yan arabadaki şoför müzikle uyumlu kafa sallıyor olabiliyor değil mi? Biz de buna şaşırıyoruz. Tüm bunlar olayları nasıl yorumladığımız, zihin haritamızda hangi önem sırasına yerleştirdiğimiz, evirip çevirip hangi renge boyadığımız ile ilgili. Stres hakkında ne düşündüğümüz tepkimizi farklı kılıyor.

O zaman, amacımız stresi ortadan kaldırmak değil, stres zamanlarında daha iyi olmayı öğrenmek. Stresin iyi tarafı sadece bizi performansa zorlaması değil ayrıca sosyalleştirmesi. Bilim insanları ortaya koydular ki, stres zamanlarında bedenimiz sarılma hormonu olarak da geçen oksitosin salgılıyor. Bu hormon strese tepki olarak salgılandığında bizi destek aramaya motive ediyor. Etrafımızdakilerle, sevdiklerimizle bunu paylaşmaya teşvik ediyor. Onların şefkatli kollarına, dayanacak omuzlarına ihtiyaç duyuyoruz ve bu ilişkilerimiz ve uzun vadede sağlığımız için son derece yararlı oluyor. Sadece ruhumuza değil, bedenimize de iyi gelecek oksitosin kalp hücrelerinin yenilenmesine yol açıyor. Stresle akıllıca dans etmek için onu tetikleyen faktörleri bilmek, göstergelerinin farkında olmak ve hangilerini yönetip hangilerini hayatımızdan tamamen çıkaracağımıza karar vermemiz gerekiyor.

Stres ile ilgili görüşleriniz biraz olsun değişti mi? Tavsiye olacak şey, stressiz bir hayat kovalamak yerine, hedeflerimizin ve amaçlarımızın peşinde koşmak ve bu koşunun yaratacağı stresle başa çıkabileceğimize olan inancımızı geliştirmek, büyütmek olsun.

Sibel YÜCESAN

SiZe Bütünsel Yaklaşım Danışmanlık Kurucu Ortağı

Yazının devamı...

Denge için sabah rutinleri

Bu sabah hangi duyguyla yataktan uyandın? Aklından hangi deli sorular geçiyordu? Zihnini meşgul eden düşünceler ne hakkındaydı? Günün geri kalanının nasıl geçeceğini düşündün? Bedeninin enerjisi nasıldı? Motivasyonun günün geri kalanını kotaracak kadar iyi miydi? Sabahlar senin için ne ifade ediyor?

Bu soruları daha önce kendine sormamış olabilirsin ama cevaplarını çok merak ediyorum zira sabahların ve sabah rutinlerinin önemli olduğunu düşünenlerdenim. Sabahları neler yaptığın günün geri kalanını gerçekten derinden etkiliyor.

İlk adım, uyanınca kendine bir günaydın demek. Gönlünün en derin köşesinden sevgi dolu bir merhaba ve günün aydın olsun demek kadar değerlisi var mı? Saçın başın ruhun dağınık, zihnin akşamdan kalma, bakışların hala bulanık olsa da önce kendini selamlamak hal hatır sormak zor olmamalı. Nasılsın sorusunun ilk muhatabı sen olsan, bu sorunun cevabını can kulağıyla dinlesen ve farkındalığını artırarak başlasan, neler farklı olabilirdi?

İkinci adım, zihnini güne uyarlamak. Hemen cep telefonuna sarılanlardan mısın? Cep telefonunda sosyal medyayı kontrol etmek, tam olarak hazırlanmadan, haberlere bakmak stres seviyemizi hemen yukarı çekiyor. Kortizol seviyesini yukarı çekmek, günün kalanına yorgunluk olarak damgasını vurabiliyor.

Bunun yerine günü planlamak, yapacaklarını gözden geçirmek, zamanlamaları kontrol etmek gerekli hazırlıkları hatırlamayı, acil ve önemli işleri diğerlerinden ayırt ederek, belki kısıtlı zamanı doğru işlere ayırmayı sağlayabilir.

Baktın zihin karman çorman ve odaklanma sıkıntısı var o zaman kısa bir mola vermek örneğin meditasyon uzun değil kısa bir şekilde dikkatini sadece içinde bulunduğun şimdiki zamana getirmek, çalkantılı ve dibi bulanık denizi, sakin duru bir gölle değiş tokuş edecek ve ancak o zaman planlama yapmak daha kolay olacak.

Sabahları vermemiz gereken kararlar var değil mi? Ne yenecek? Ne giyilecek? Bunlardan kendini en tekrar edeni. Sabahları karar vermekte zorlananlardansan eğer, haftalık rutinler oluşturmak seçenekleri azaltmak sana hem zaman hem enerji kazandırabilir.

Üçüncü adım, bedeni hazırlamak. Hazırlamak bedenle bağlantı kurmakla başlıyor. Beden, içinde yaşadığımız evimiz. Gün boyunca koşturacak olan, zindeliği bozulunca moralimiz kadar planlarımızı bozan, bizi yavaşlatan bazen de durduran beden. O zaman hak ettiği sabah özenini ve bakımını ona sağlamak nasıl olur? Eklemleri çalıştırmak, esnetmek, sevdiği aktiviteleri benimseyebildiği kadarıyla yapmak, bu yoga da olabilir, basit bir denge hareketi, duş almak neyse listemizde yer alanlar o kadarıyla… Beden çok yorgun olduğunun işaretini çakıyorsa, belki dinlenme anları ve molalar yaratmaya özen göstermek. Bedeni besleme seçeneklerimiz de günün geri kalanındaki enerjimize yarıyor ya da yaramıyor. Neyi seviyoruz? Poğaça, açma yoksa geleneksel kahvaltı yoksa pas mı geçiyoruz? Seçimlerimizin sonuçları ne oluyor? Gözlemliyor muyuz? Neyi yediğimizde, zindeliğimiz mutlu mesut hallerde?

Dördüncü adım, ruhumuza ve duygularımıza ayar vermek. Bazen paramparça bir ruh hali, bazen kahkaha atacak kadar neşeli ve güneşli bir hava durumu, bazen ne olduğunu tarif edemeyecek kadar karışık duygu düzeni ile kalkıyor olabiliriz. Hepsi normal, önünde sonunda insanız. Ama hizalanabiliriz. Basit pratikleri hayatımıza sokarak günün geri kalanında keyif olasılığını artırabiliriz. Hayatında oldukları için şükredebildiklerin olabilir mi? Bunlar sevdiklerinin varlıkları, yürüyebilmen, gözlerinin görmesi kadar aslında sıradan gözüken ama aslen mucizelerden bir seçki olan güzellikler olsa! Şükürle güne başlamak denemesi keyifli bir oyuna bile dönüşebilir. Kafan çok mu bozuk, şükredecek bir şey bulmak istemiyor musun o zaman en sevdiğin şarkıdan birazcık mırıldanmak, en sevdiğin fotoğrafı seyretmek, mümkünse ne hakkında olursa olsun yazmak, en sevdiğin arkadaşınla mesajlaşmak, konuşmak bozulan çarklıya ince ama önemli bir ayar verecektir.

Motivasyonumuzu etkileyen çok fazla dış faktör var olmasına rağmen, kendi iyi olma halimizden birincil olarak kendimiz sorumluyuz. Kendimize göstereceğimiz şefkat ve sevgi başkalarına göstereceğimiz ki kadar önemli. İçimizde takdiri bekleyen, nazik olmazsak kırılan, kırılınca küsen bir ben var ki, düzenli yumuşak bir ziyareti her zaman hak ediyor. Onun mutluluğu, benim mutluluğum ve birbirimize sarılarak güne başlamaya ne dersin?

Sabah rutinleri altın değerinde. Hani mücevherler takıp, güzel giysiler giyip, parfümler sıkıyoruz ya, işte onlardan daha değerli çünkü, ruhumuzu, bedenimizi ve zihnimizi parlatıyor ve bunun ışığı yüzümüze ve günün geri kalanına yansıyor, yolumuz ışıldıyor. Kim bilir hayatımızda hangi olumlu olasılıklara yer açıyoruz.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.