SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Bayram, badem şekeri, İstanbul

Modern zamanlarda bayramların yaşanma biçimi de farklılaştı. Bayram tatillerini fırsat bilen birçok kişi bayramı tatil beldelerinde geçirmeyi tercih ediyor artık. Önümüz bayram ve yine çoğunluk tatile gitmeye hazırlanıyor. Tatil beldelerinde doluluk oranı tam, yer kalmamış birçok otelde. Uçak ve otobüsler de keza öyle. Tatile gidenlere sözümüz yok ancak İstanbul' da kalanların İstanbul' un tadını doya doya çıkaracaklarından eminim.

3 yıl önce bir bayram öncesi yazmışım aşağıdaki yazıyı... Tekrar yayınlamak istedim. Herkese iyi bayramlar diliyorum.

Bu ilişkiyi kaç kere bitirmeyi düşündük

Lamba düştü "İS" yaptı, tabak düştü "TAN" dedi, küçük kızın bebeği kayboldu; annesine "BUL" dedi. Bu garip tekerleme daracık sokaklarında koşturduğumuz Mecidiyeköy' deki mahallemizde, çocukluk arkadaşlarımla birbirimize sorduğumuz bir bilmece. Anılarıma yer etmiş ki, İstanbul ile ilgili yazıyı yazmayı düşündüğümde aklıma geliverdi.

Bu küçücük bilmece, belki de İstanbul'un isi, pası, gürültüsü, kaybolan hayalleri, hayatları vb. ni metafor olarak içinde saklıyor.

İstanbul bu bayram gerçekten boştu. Kendim ve kalanlar adına ben çok mutlu oldum. Trafik kabusu yok, otoparklar boş, nereye gitsen hizmet o biçim. İstanbul'un hangi yanağından öpmek istersen, sana uzatıveriyor. Eliyle saçlarını okşuyor, kucağında taşıyor. Yeşili, maviyi ve huzuru önüne seriyor, şaka gibi.

Bu arada tatil beldelerinden gelen haberler hiç iç açıcı değildi. İnsanlar yersizlikten sahillerde uyumuş, kalabalık bunaltıcı, hizmet yetersiz. İstanbul'un anarşisi tatil yörelerindeydi. Kalanlar ise, belki bir daha tarihinde böyle bir sefa sürülmez diye bol bol aşk yaşadı İstanbul' la.. Tam da İstanbul'u "Gözleri kapalı dinlerken", sevgili dostum Atınç Uzar ile İstanbul üzerine sohbet kendiliğinden çıkıverdi. Tamamen içimizden geleni ben de söz uçar, yazı kalır diye sizinle paylaşmak istedim;

İstanbul'la ilişki, Beşiktaş'dan bu seferki kalkan vapura yetişebilecek miyim telaşı gibidir. Sen o kadar yakın ve arzuyla "ona" bakarken, "o" bir tarafını hep saklar senden; belki de arzun ona hiç bitmesin diye.

Sahipsiz zannettiğin anlarda kendini, sevgisinden midir yoksa kalabalığından mıdır bilinmez; biraz boynunu sıkarak da olsa sarılıverir sana.

Sen onunla Anadolu Hisarı' nda rakı balık yaparken, o seni aslında Taksim balık pazarında beklediğini fısıldayıverir kulağına.

Bazen pazar yerlerinden seslenir sana, bazen de Sultanahmet minaresinden okşar ruhunun derinliklerini.

Espirili yönü bir hayli gelişmiştir; her sabah sırf bana şaka olsun diye köprüyü tıkaması, bazı akşamlar anlam veremediğim yoğunluk, bazen ise bu akşam "Mutlaka trafik vardır." dediğimde, yolları benim için boşaltmasıyla şaka yaparken bulurum onu.

Hergün güneşini serer çamaşır iplerine, bazen Beylikdüzü'nden esen rüzgarın kanatlarına takar kelebekleri, bazen Samandıra' da yağan yağmurun yüzüne.

Kaç kere evlenmiştir, kaç kişiyle flört eder bilinmez ama her seferinde hep beni seçer, bensiz yapamayacağını söyler durur, benim onsuz yapamayacağım gibi!

Sabahın 5'inde "Balık hali" nde bir de çırptı mı kendini sarı kanatın gözlerinde; nasıl onu en sevdiği mısır ununa bulamam ki; akşam eve gelirken getirdiğim rokanın yanında mışıl mışıl uyusun diye.

Bazen ben sıkılırım; o zaman hemen şapkasından çıkararak beyaz incileri döker tüm evlerin çatılarına, caddelere, telefon direklerinin üzerine. Böyle de bonkördür benim sevgilim, herkesi düşünür. Kendince adaletli olduğunu savunsa da, bence bazen haksızlıkları da olmuyor değil. Hep bunu hatırlatıyorum "ona", oysa "o" bana olan aşkını...

Gözlerinin içine bakarken kız kulesinde, denizler kadar engin olduğumu anlarım. Vapur gezmelerimiz olur her pazar adalara giderken, martılara simit atışlarda kahkahalarımız.

Eminönü' ne gidersek hep buraların yoğunluğundan dem vurur, halbuki bilirim o da benim gibi bayılır balık ekmek, turşu suyuna. Sonra başlar bana eteklerindeki mirası anlatmaya... Sevgilim diye demiyorum, çok da kültürlüdür, bir oturup dinleseniz, ne demek istediğimi anlarsınız.

Yoruldum be sevgilim yoruldum dediğimde, hep teselli eder beni; Beyazıt'daki sahaflarda kitapçıların tezgahına uzanan saçlarımı okşayarak.

Balat'ın dar sokaklarında, Sütlüce'nin uykuluğunda bazen buluşuruz gizlice. Durmadan söylenir o zaman; "Aman burada ayrılalım, abimler konu komşu görür." diye. Hep bir sırrı vardır söyleyemediği...

Her ilişkide olduğu gibi bizim ilişkimizde de acıtmak, can yakmak vardır; çok fazla içti mi nargilesini Tophane rıhtımının dibinde, bir öksürüktür tutar kendisini ama bir de günündeyse, işte o zaman değmeyin keyfine; kimleri doyurur?, kimleri ısıtır? Bu kadar da vicdanlıdır.

"İstanbul'un havasına da kızına da güven olmaz" diyenlere aldırmıyor görünse de, aslında benim yarim çok hassastır, hep içerler de belli etmez.

Bu ilişkiyi kaç kere bitirmeyi düşündük ama "o" da "ben" de cesaret edemedik. Her gidişinde "dönme" diye kaç kere yalvardım içimden "ona" ama hep açık hava sinemalarında bana çay ısmarlarken buldum onu.

Yazının devamı...

Kıymetlimsin "zaman"

Bob Dylan' ın bir şarkısı vardır: "The times they are a-changin" isimli. "Zaman akıyor" diye çağrıda bulunur yazarlara, politikacılara, annelere, babalara. "Eger zamaniniz sizce biraz degerli ise, yüzmeye başlasiniz iyi olur, yoksa bir taş gibi dibe cokeceksiniz, çünkü zaman degişiyor". diye seslenmektedir.

Zaman, en kıymetli şey desem, kaç kişi karşı çıkar? Zaman geri getirilebilir, telafi edilebilir birşey midir? Zaman ekmek, su gibi harcadıklarımızdan mıdır, harcamadıklarımızdan mıdır?

Ya "O" 10 dakikanın neredeyse 10 yıla bedel olduğu eşsiz anlar var mıdır hayatınızda?

Ya da aslında tam da kıymetini bilmeniz gereken o anları, hay huy içinde kaçırdınız mı?

Bir daha yaşanması mümkün olamayacak deneyimlere kendinizi kapattığınız veya korkup kaçtığınız oldu mu? Geri getirebilir misiniz onları? Şimdi olsa öyle davranır mıydınız?

Anı yaşamak nasıl bir duygudur? Herkes anı yaşamaktan sözeder de, iş kendini ana bırakmaya geldiğinde, bunu ne kadar gerçekleştirebilir?

Anı yaşamak üst düzey bir varoluş biçimidir. Otantik yani sahici, olduğu gibi yaşanan deneyimler ana kendini bırakma durumudur. "Carpe diem"; "anı yaşa" anlamı nedeniyle dillere pelesenk olmuş, pek çok mekana da isim olarak konmuştur.

Uzun yıllar kanserli hasta ve yakınları ile çalıştım. Kanser tanısı alan kişilerin, bu tanıyı aldıktan sonra hayatı algılama ve yaşama biçimlerinin tamamen değiştiğine tanıklık ettim. Bir kere ölümcül bir hastalıkla yüzleşmenin, hayatın ne büyük bir mucize olduğunu anlamayı da beraberinde getirdiğini gördüm. Birçok şey, daha önce hiç olmadığı kadar anlam kazanmaktaydı.

Bir bardak portakal suyu veya kahve içmenin, ne kadar keyif verdiğini daha iyi farkediyorlardı. Deniz kenarında yürürken rüzgarı teninde hissedebilmek ve bunun rahatlığına ulaşmak ne çok şeydi. Niye diş macununu kocası veya oğlu ortadan sıkılıyor diye sinirlenmişti ki? Bunların ne önemi vardı? Bir iyileşse de evinde tekrar aile yemeği verse ve tüm sevdikleri biraraya gelse, ne kadar mutlu olacaktı... Bu yazdıklarım, tamamen hastaların tedavi sürecinde söyledikleri düşünce ve duygular.

Kaza, boğulma gibi ölümcül durumlara yaklaşan kişilerle yapılan araştırmalarda, bu kişilerin çoğunluğunun daha sonra hayatın kısalığı ve değerli olduğuna dair güçlü bir duyguya, o anı yaşama ve geçen her anın tadını çıkarma yeteneğine, hayattan tat alma isteğine ve hayatın daha fazla farkında olma duygusuna kavuştukları rapor edilmiştir.

Özgürlük duygusu daha fazla oluşur, hayat eskisinden canlıdır. Gerçek anlamda içsel değişim başlar ve kişisel bir değişimdir bu. Hayatın öncelikleri değişir, gereksiz yere kuruntu yapılan şeyler önemsizleşir. Boşuna zaman kaybettiren yapay acılardan vazgeçilir.

Anların kıymetini anlamak, keşke ölümcül olan deneyimlerle olmasa! Ölüme yazgılı olduğumuzu bilmek, hayatın ne kadar değerli olduğunu anlamak için elbette hatırımıza gelmesi gereken, yüzleşmemiz gereken bir olgu. Ancak o zaman hayatımızın anlam kaynaklarına sahip çıkabiliriz. O zaman sevdiklerimizle geçirdiğimiz anları, tüm bize sunduklarıyla ve coşkuyla yaşayabiliriz.

Her anın tek ve biricik olduğunu ve "Bir nehirde iki kere yıkanılamayacağını" anlarız. Önemsiz kaygılardan, oyalanmalardan kurtuluruz. Yaşamak istediklerimizi ertelemekten vazgeçeriz. İstemediğimiz birşeyi yapmaktan vazgeçeriz. Daha fazla risk alırız, reddedilmekten korkmayız ve başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğüne önem vermekten kurtuluruz.

Hayat ve ölüm birbirine bağlıdır, ölümle yüzleşmek kötü birşey değildir, bize acı verse de aynı zamanda kaliteli bir yaşam için aşılması gereken, önemli bir varoluş basamağıdır.

Peki siz şu anda bu yazıyı okurken "Şimdi ve burada" mısınız? Bulunduğunuz yerin kokusu, ısısı, gürültüsü nasıl? Aklınızdan ne geçiyor? Vücüdunuzun neresi gergin; sırtınız mı? Karnınız mı? Nerenizi kasıyorsunuz? Duygunuz ne? Canınız sıkkın mı? Kaygılı mısınız? Yoksa sinirli mi? Aklınız evde mi? Sevgilide mi? Çocukta mı? Gerçekten şimdi ve burada mısınız? Anı ne kadar yaşıyorsunuz? Ne kadar doruk yaşantılara geçebiliyorsunuz?

Anlarınızın hakkını vermeniz dileklerimle...

Yazının devamı...

Psikopatik kişilik - Antisosyal kişilik bozukluğu

Şu günlerde, Kevin Dutton' ın Cem Duran' ın çevirisi ile Domingo yayınlarından çıkan "Olağan Psikopatlar" adlı kitabını okuyorum.

Oxford Üniversitesi' den Prof. Kevin Duton psikopatik eğilimlerin insanın doğasında olduğunu ve gerçek hayatta da cerrahlar, avukatlar, gazeteciler, üst düzey yöneticiler ve politikacılar arasında psikopatik kişiliklerin hiç de azımsanmayacak kadar yaygın olduğuna gönderme yapıyor.

"Psikopatların ortak bir özelliği varsa, o da paravanlarının arkasında acımasız bir yırtıcının buz gibi soğuk kalbi çarpıyor olmasına rağmen, kendilerine sıradan insan havası verme konusundaki dört dörtlük becerileridir" diyen Dutton aynı zamanda psikopatların, başta kişisel cazibe ve kimliğini saklamak olmak üzere çok çeşitli becerileri oluğunu ileri sürmektedir. "Bunlar nasıl kullanılacakları ve dizginlenecekleri öğrenildikten sonra, sırf iş hayatında değil, günlük hayatta da ciddi yarar sağlayabilirler" görüşünü de belirtmektedir.

Dutton' un ileri sürdüğü şey, düşük dozdaki psikopatlığın bronzlaşmış bir kişilik gibi olduğuna ve surpriz yararlar gösterebileceğine işaret eden kanıtlar olduğunu söylemesi.

Psikopatik kişiliğin enine boyuna bilimsel gözlem ve metodlarla incelenip sonuçlarının sunulduğu bu kitabı okuduğunuzda daha geniş bir bakış açısına sahip olabilirsiniz. Ben bu kitabı okuyunca diğer adı "Antisosyal kişilik bozukluğu" olan psikopatinin klinik görünümünü anlatma ihtiyacı duydum.

Antisosyal kişilik bozukluğu 15 yaşından önce başlayan, yaygın bir antisosyal ve başka insanların haklarını çiğneme ile belirli bir bozukluktur. Ciddi sosyal sorunlara yol açtığından, tüm kişilik bozuklukları içinde en önemlilerinden biridir. Bozukluk, yalnız psikologların değil, sosyolog, hukukçu ve kriminologların da öteden beri ilgi ve dikkatini çekmiştir.

Farklı tanı ölçütleri kullanılarak yapılan çalışmalarda antisosyal kişilik bozukluğunun yaygınlığı % 0.05-15 arasında bulunmuştur. Bu oran Amerikalı erkeklerde %3 den yüksek, Amerikalı kadınlarda ise % 1'den düşük bulunmuştur. Antisosyal kişilik bozukluğu erkeklerde kadınlardan belirgin olarak daha yüksek oranda bulunur.

Kişi 15 yaşından önce davranım bozukluğu tablosu göstermiş olmalıdır. Antisosyal; bir toplumda suç, ayıp, günah ya da ahlak dışı sayılan davranışları tekrarlamaya eğilimli, demektir. Bu karakter yapısı, tüm kişilik bozukluklarında olduğu gibi küçük yaşlardan itibaren kendini belli eder.

Hasta her türlü suçu işleyebilir.. Bunlar polis tarafından tutuklanması gereken ağır suçlar olabilir. Bunlar arasında en çok görülenler, hırsızlık, gasp, saldırganlık, ırza geçme, ya da diğer cinsel suçlardır. Bazen de yalnızca, ahlak, işyeri, ya da okul kurallarını çiğnemekle sınırlı olabilir.

Başka insanlara karşı sorumluluk, sadakat ve dürüstlük duygusu yoktur. Verdiği sözleri tutmaz, durmadan yalan söyler ve insanları kolayca aldatır. Başkalarının iyi niyetinden yararlanır. Yalanı yüzüne vurulunca utanmaz. Dolandırıcılık, sahtekarlık, insanları zevk için enayi yerine koyma gibi davranışlar sık görülür. Eşlerine de bağlı değillerdir. Nikahlı ya da nikahsız sık eş değiştirebilir.

Bu kişilerin çoğu iş tutmaz ve bir baltaya sap olmaz. Eğer bir işe girecek olursa, işi aksatması ya da diğer disiplin bozucu davranışları sebebiyle çabuk kovulur. Geçnebilmek için ya parası olan bir yakınını sömürür ya da yasadışı yollardan para kazanır.

Kendisinin ve başkalarının güvenliğini düşünmez. Heyecan ve uyarılma açlığı nedeniyle, tehlikeli serüvenlere atılabilir ya da önüne gelenle yatabilir.

En kötü özellikleri arasında saldırganlık ve kolay öfkelenme vardır. Kolay kavga çıkarır, böyle durumlarda karşısındakini ağır yaralayabilir. Bundan en çok zarar görenler genellikle ailesi ve çocuklarıdır. Çocuğu varsa, ebeveynlik görevlerini de genellikle yerine getirmez.

Önemli bir özellik kişinin asla yaptıkları yüzünden pişmanlık ya da suçluluk duymamasıdır. Başkalarına verdiği zararı kolayca rasyonalize eder. Asla ders almaz, ceza vermenin etkisi olmaz. Pişmanlık gösterileri genellikle sahtedir.

Alkol ya da madde bağımlılığı (ya da kötüye kullanımı) çok sık gelişir. Cinsel sadizm genel populasyondan daha sık görülür ve cinsel suçlarının nedenini oluşturabilir. Ağır vakalar normal yaşam süremez. Bunların doğal olmayan yollardan (kaza, intihar ya da başkasının elinden) ölme olasılığı daha yüksektir.

Yaş ilerledikçe tablo bir miktar "sönme" eğilimi gösterir. Saldırganlık, irritabilite ve cinsel suçların sıklığı azalır.

Anne-babasız büyümüş çocuklarda, örneğin sokakta ya da yetiştirme yurtlarında büyümüş ya da tutarlı bir ebeveyn eğitimi görmemeiş çocuklarda ieride bu bozukluğun ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir. Babada alkolizm olması, çocukken cinsel ya da fiziksel olarak sömürülmüş olma da saptanmış yatkınlaştırıcı etkenlerdir.

Tedavi

Tedavi umudu en az olan kişilik bozukluğudur. Tedavi amacıyla hastaneye yatırılmaları faydadan çok zarar verir. Batıda, cezaevi koşullarında uygulanan bazı "düzeltme" programlarının yararlı olduğu ileri sürülmüştür.

Kaynaklar

Öztürk, M.O.(1997). Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. Hekimler Yayın Birliği, 7. Basım, Ankara.

Dutton, K.(2012). Olağan psikopatlar. Çev. Cem Duran, Domingo yayınları, 3. Baskı, 2013, İstanbul.

Yazının devamı...

Kendinizi önemsiyor musunuz?

Yaşamınız boyunca kendinize nasıl davrandığınızı hiç düşündünüz mü? Başkalarının size değer verip vermediği konusu fazlasıyla sizi meşgul ederken, siz kendinize ne kadar değer veriyorsunuz? Hak ettiğiniz şeyleri, siz kendinize layık görüyor musunuz? Ekonomik ve sosyal şartlarınız elverdiği ölçüde kendi yaşam kalitenizi yükseltecek, bedeninizi ve ruhunuzu iyileştirecek şeyleri istiyor ve aynı zamanda bunları gerçekleştirmeye çalışıyor musunuz?

"Gözardı edilebilir olan önemlidir" demiş Jonathan Miller. Layık olduğunuz ve hak ettiğiniz şeyleri gözardı ediyorsanız, yeniden düşünmeniz için yazıyorum bu yazıyı...

Bana gelen danışanlarımla zaman zaman bu konu gündeme gelir ama gelme şekli, kendisi farkında olarak değildir. Herhangi bir durumdan bahsederlerken anlarım ki hakkı olan şeyleri 'hak görmüyordur'. Layık olduğu şeyleri kendisinin çok uzağında hissediyordur. "İnsanlar iyi şeylere layıktır" cümlesi onlar için geçerli değildir ama üzücü olan kendileri böyle hissediyordur, başkaları değil.

Terapilerde danışanlarımın bu tür konulara dikkatlerini çektiğim an, bu onlar için çok şaşırtıcı gelebiliyor. Çünkü daha önce bu açıdan hiç bakmadıkları ve kendilerine dair algılarının ya 'kurban' psikolojisi olduğu ya da birçok şeyi hak ettiğini, hakkı olduğunu ve layık olduğunu düşünmediği için.

Kendisine yaşam boyu hakkettiği davranışı,

Çevresindeki insanların ona sundukları şeyleri,

Mağazadaki gördüğü ve beğendiği güzel elbiseyi,

Restaurantta yiyeceği yemeği,

Ailesinin kendisi için ayırdığı eğitim parasını,

Verilen hediyeyi,

Saygı görmeyi,

İyi bir tatili,

İyi bir sevişmeyi,

Kendisine ayırdığı zamanı,

Sabahleyin içaçıcı bir kahvaltıyı,

Yalnızken de güzel bir yemek yemeyi...

HAK EDİYORSUNUZ!

Böyle kişilik özelliği olan kişilerde, yakınlarından veya çevresindeki kişilerden kendisi adına birşey talep edebilme davranışı da gelişmemiştir. Başkalarına rahatsızlık vermemek veya reddedilmek kaygısıyla talep edemezler. Ailelerinin verdiği desteğin altında ezilir ya da suçluluk hissederler.

Siz; 'Kendinize iyi davranmak' cümlesinden ne anlıyorsunuz? Siz, kendinize özenli olmayı hiç öğrenememiş ya da eskiden öyleydi de boşlamış olabilir misiniz?

"Kurban olmak bir seçimdir" demiştim bir yazımda... Eğer daha çok başkalarının memnuniyeti üzerine bir hayat yaşıyorsanız, bedellerinin ne olduğunu bir düşünün. Siz kendinizi düşünmezseniz, başkaları bir süre sonra sadece buna tanıklık eder ya da konforuna alışır.

Yeni bebek sahibi olmuş bir anne aylarca dışarı çıkmadan evde bakım verme işine kendini kaptırınca, depresyon ve öfke nöbetleri ile karşı karşıya kalabiliyor, Bebeğini bir akşam yakınlarına bırakıp eşiyle vakit geçirmekten suçluluk duyabiliyor. Tıpkı uçak havalanmadan hostesin verdiği talimat gibi; "Oksijen maskesini önce kendinize sonra çocuğunuza takın" durumu psikolojik ihtiyaçlarınız için de geçerli. Siz iyi olursanız bu durum çevrenizdeki herşeye dalga dalga yayılır.

Kendisine hiç tatil hakkı tanımadan yıllarca çalışan yöneticiler; kendinizi çok gergin hissetmeye ve hayat anlamsız gelmeye başlamadı mı?

Yukarıda sıralamaya çalıştığım bunun gibi benzer konularda hakkınız olanı alın. Sağlam bir 'kendilik' için, verme davranışı kadar karşıdan almak ve kendi ihtiyaçlarınızı farkedip bunları gözardı etmemek oldukça önemlidir.

Unutmayın; en iyi yatırım kendinize yaptığınız yatırımdır!

www.esduyum.com

Yazının devamı...

İlişkilerde inkar mekanizması

Kişilerarası ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürümesine engel olan birçok etmen bulunmaktadır. Kişilik özelliklerimiz ise en büyük belirleyicidir. İlişkilerimizde iletişim kurma biçimlerimizi önemli ölçüde etkileyen çeşitli 'savunma mekanizmaları' vardır. Egonun bu savunma mekanizmaları, bir yere kadar ego bütünlüğünün korunması için gereklidir. Ancak bu savunma mekanizmalarının kullanımının patolojik biçim aldığı durumlar sözkonusu olduğunda bunun olumsuz etkileri, kişilerde ruhsal açıdan sıkıntılar yaratmaya başlar.

Savunma mekanizmaları, bireyin başedemeyeceği bir durumla ilgili ortaya çıkabilecek kaygıdan ve bu durumun yol açacağı sonuçlardan kendisini korumak ve bunu sürdürmek için bilinçsizce geliştirdiği psikolojik stratejilerdir.

Savunma mekanizmaları, kabul edilemez dürtüler tarafından oluşturulan tehditleri azaltan bilinçsiz başa çıkma mekanizmalarıdır.

Ben bu yazımda, egonun savunma düzeneklerinden 'inkar, yadsıma' ingilizce karşılığı 'deny' olan savunma düzeneğinden söz etmek istiyorum.

Tüm ilişki biçimlerinde yaygın olarak kullanılan inkarın, ikili ilişkileri oldukça zora soktuğunu biz terapistler danışanlarımızla çalışırken gözlemleriz. İlişkilerinde inkarı sıklıkla kullanan kişiler, bu yaptıkları şeyin bilinç düzeyinde farkında olmadıklarından, durumun farkında olan karşısındaki kişi için büyük zorluk oluşturan bir durum olduğunun da ayrımına varamazlar.

Karşılıklı etkileşim ve paylaşımlarla yürütülmesi gereken ilişki sürecinde bir tarafın bazı şeyleri yok sayarak ilişkiyi devam ettirmeye çalışması, kaçınılmaz olarak kişinin hem kendisinde hem ilişkisinde önemli sorunlara yol açmaktadır. Kişide gerginlik, sıkıntı ve yorgunluk, karşı tarafta çaresizlik ve öfke, ilişkide ise bozulma ve tıkanıklık olması kaçınılmazdır.

Nasıl bir mekanizmadır inkar?

Acı verici duyumları ve olguları yadsıma eğilimi, acının kendisi kadar eskidir. Küçük çocuklarda hoşa gitmeyen gerçeğin zevk verici yadsınması, çok yaygın bir şeydir. İnkar, en ilkel savunma mekanizmalarından biridir. Anna Freud, genellikle hoşnutsuzluğu tanımayı reddetmeye "savunmanın ön dönemi" ismini vermiştir.

Gerçeği değerlendirme yetisinin gittikçe gelişmesi, gerçeğin bu şekilde tamamen değiştirilmesini olanaksız kılar. Bununla birlikte bu yadsıma eğilimleri etkin kalmaya çalışırlar.

Kuşkusuz daha sonraki gelişim dönemlerindeki bütün inkar çabalarının rakipleri, egonun algılama ve bellek fonksiyonlarıdır. Herhangi bir olay yaşamımızın ilk yıllarındaki acı verici yaşantıyı andırdığında otomatik olarak meydana gelen acı verici olay ve bunların anıları basit inkar yöntemlerini terke zorlar. Egonun ve gerçeklik ilkesinin iyi yönde gelişmesi, denemeyi ve belleği pekiştirir ve inkar eğilimini gittikçe zayıflatır. Ego zayıf kaldığı sürece inkar eğilimine yatkınlık artacaktır.

Daha geç çocukluk döneminde karakteristik çözüm yolu, egonun mantıklı bölümü hoşa gitmeyen gerçeklik ve yadsımanın oyunsu ya da fantastik karakterini tanıdığı halde hoşa gitmeyen gerçeğin oyunda ve fantazilerde etkin şekilde yadsınmasıdır. Bu durum gerçeği yadsıyan düşlemlerden zevk alan bazı erişkinlerde devam eder. Ancak, çocuklukta oyunların ve yadsımaların önemi büyük olduğu halde, erişkinlerde bu tür düşlemler "önemsiz" kalır ve sadece gerçeğin yükünden kısa bir süre kurtulmayı sağlayan bir sığınağı belirtir.

Deja vu olarak bilinen "Ben bunu daha önce yaşadım" durumunda da güncel bir yaşantı bastırılmış(represe edilmiş) bir yaşantıyla birleştirilir. Ego bastırılmış olan birşeyi anımsamak istemez ve deja vu duygusu, egonun istemine karşın bastırılmış bu şeyin anımsanmasından başka birşey değildir.

Genelde bastırılan şey suçluluk duygusu olduğundan, ikili ilişkilerde bastıran kişi için "hatırlama komutu" anlamına gelen her durum korku ya da kaygı verici olarak hissedilir.

Evet, kişinin kendini tanıması neden önemlidir? Kendini tanıma, benliğin güçlenmesi, sağlıklı ve doyumlu ilişkiler yaşamak, hayatın kontrolünün daha elinde olduğunu hissedebilmek için gerekli ve önemlidir.

Terapi, kendinizi tanıma ve kendinizle uğraşmayı göze alma sürecidir. Sonuç; aydınlanmadır. Psikoterapi, "kaybettim" sandığınız çocukluğunuzla buluşmaya aracılık ederken, şimdiki durumunuza bunun olumlu getirilerini de terapistinizle birlikte deneyimlersiniz.

Kaynak:

Fenıchel, O.(1945). Nevrozların Psikoanalitik Teorisi, çev.Tuncer, S., Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kitaplar Serisi No. 98. Ege Üniversitesi Matbaası, Bornova-İzmir, 1974.

Yazının devamı...

Aşık olma kapasitesi (2)

Geçen haftaki yazımda, aşk konusunda zorluk yaşayan kişilerin kişilik yapılarından söz etmiştim. Sözü edilen gelişimsel başarısızlığı anlayabilmek için, normal gelişimin ne olduğunu da anlamamız gerekmektedir.

Bu konuda ünlü psikanalist Margaret Mahler kişiliğimizin, "psikolojik doğum" adını verdiği gelişim sürecinin ürünü olduğunu söylemektedir. Mahler, meslektaşlarıyla birlikte "sıradan annelerin normal çocuklarını" doğumdan üç yaşına dek izlemiştir sonuçta:

0-36 ay arasında, otistik aşamadan(0-2 ay arası), sembiyotik aşama(2-5ay arası), anneden ayrışma ve bağımsız bir benlik geliştirme aşaması(6-36ay arası) na kadar çocuğun bu aşamalardan başarıyla geçmesi sonucu psikolojik doğum gerçekleşir.

OTİSTİK AŞAMA:

Bebeğin yaşamındaki ilk aşamadır. 0-2 ay arasıdır. Bu aşamada bebek yalnız içsel ihtiyaçlara tepki verir ve uyku süresi uyanıklık süresinden fazladır.

SEMBİYOTİK AŞAMA:

2-5 ay arasıdır. Bebeğin benliği yoktur. Bu anneyle bir olma durumu; sevme yetisi ve ilerideki aşk ilişkileri için bir temel taşıdır. Bu aşamadan başarıyla geçilmesi annenin annelik yapma becerisine, bebeğinse bunu kabul etme becerisine bağlıdır.

ANNEDEN AYRILMA VE BAĞIMSIZ BİR BENLİK GELİŞTİRME:

Ünlü psikanalist Donald Winnicott, duygusal açıdan sağlıklı bebek yetiştirmek için kusursuz bir anne olmak gerekmediğini, "yeterince iyi bir anne" olmanın yeterli olduğunu söyleyerek tedirgin annelere büyük bir iyilik yapmıştır. Bebeğin annesi "yeterince iyi bir anneyse", bebek annesinden ayrışıp bir özkimlik oluşturmaya başlayabilir. Anneden ayrışıp bağımsız bir benlik geliştirme süreci dört aşamada gerçekleşir:

Ayrışma

6-9 ay arası. Bu aşamada bebek dünyayı gözleriyle, elleriyle, ayaklarıyla ve ağzıyla keşfeder. Ayrışmanın başlangıcı, yumruğunu emmeye başlayan bir bebekte gözlenebilir. Bebeğin yüzündeki hayret ve sonsuz merak ifadesi, hem ağzındaki, hem de yumruğundaki hissin kendisine ait olduğunu ve bunu istediği zaman tekrarlayabileceğini anlamaya başladığının işaretidir. Bebeğin ilk gerçeklik sınavının bu olduğunu söyleyenler vardır.

Bebek ancak kendisiyle kendisi olmayanı ayırt ettikten sonra şeyleri, yani insanları, ilişkileri, ve eşyaları içselleştirmeye başlayabilir. Bebeğin ilk sevgi nesnesi olan anne, ilk içselleştirilen şeydir.

Pratik

10-16 ay arası. Çocuk anneden ayrılma pratiği yapmaya başlar. Dünyayla aşk yaşamaktadır. Bu aşamada çocuklar emekler ve yürür, "anneden uzaklaşma" oyununa bayılırlar. Annenin bu uzaklaşmaya tahammül edebilmesi ve çocuğun ihtiyaç ve tercihlerini tanıyarak bağımsız benliğin oluşumunu teşvik etmesi gerekir.

Yakınlaşma

17-24 ay arası. Bağımsızlık giderek artarken zaman zaman geri adımların atılmasıdır; ayrılığın ardından anne sevgisine koşulur. Annenin çocuğun kendisinden uzaklaşmasına izin vermesi, ancak yeni kazanılmış bu bağımsızlık ürkütücü hale geldiğinde ona sarılıp yanında bulunması önemlidir.

Bireyselliğin pekiştirilmesi

24-36 ay arası içselleştirilen sevgi nesnelerinden olan çocuğun iç dünyası, çocuğun tutarlı duygusal ilişkiler kurmasını, isteklerini erteleyebilmesini, zorluklarla başa çıkabilmesini ve bağımsız bir benliğin tadını çıkarmasını sağlar.

Niye bunları anlatma gereği duydum: Bireyselleşmiş bir kişi, ilk heyecan geçtikten sonra bile, zorluklara, hayal kırıklıklarına ve saldırılara rağmen uzun süreli aşk ilişkileri sürdürebilir. Bu kişiler doyumu erteleyebilir, kaygıya tahammül edebilir ve bağımsız bir ego sahibi olmaktan dolayı memnuniyet duyarlar. Kendilerini ötekinden ayırt edebilir ve ötekinin bağımsız kimliğinden keyif alabilirler.

Yukarıdaki gelişim aşamalarından herhangi birinde bir travma yaşanması, ayrılık korkusuna veya kendini ilişkinin içinde kaybetme korkusuna neden olabilir. Çocuğun yakınlık ihtiyacı, bağımsızlığı vaktinden önce teşvik eden veya ihtiyaç duyduğunda çocuğunu savunmayan bir ebeveyn tarafından zedelendiğinde, çocuk terk edilme korkusu ve alışılmadık derecede kuvvetli bir yakınlık ve birleşme ihtiyacı geliştirir. Bu bilinçdışı gereksinimler, yaşamının ileriki dönemlerinde çocuğun romantik eş seçimlerini ve çiftlerin arasındaki dinamiği etkiler.

Sevme becerisi bir bütün olarak tanımlanabilir. En üst noktasında, tam cinsel doyumlu, derin ve istikrarlı bir ilişki kurabilme becerisi yer alır, bu, anneyle sembiyozdan ayrılma ve bağımsız ve ayrışmış bir benlik geliştirme sürecindeki başarının bir işaretidir.

En alt noktasında ise, aşk ve cinsellik içeren yakın bir ilişki kurma aczi yer alır ki bu da, bireyselleşmede ciddi bir başarısızlığa işaret eder. Gelişim sürecindeki başarısızlık ne kadar erken aşamada yaşanmışsa ve yol açtığı sarsıntı ne kadar büyükse, sevme kabiliyetinin o kadar sekteye uğradığı düşünülebilir.

Yararlanılan kaynaklar:

Kernberg, O.F. (2003). Aşk İlişkileri Normallik ve Patoloji. çev. Yılmaz, A. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Pines,A.,M.(2005). Aşık olmak. Sevgililerimizi neye göre seçeriz? çev. Mercan Yurdakuler Uluengin, M., Y. İlietişim Yayınları, 2010, İstanbul.

Yazının devamı...

Aşık olma kapasitesi (1)

Kimler aşık olamaz? Aşık olmak bir kapasite meselesi midir?

Neden bazı insanlar aşık olamazlar? "Ben hiç aşık olmadım diyen birilerine rastlamadınız mı?

İnsanlarla yakınlaşmaktan kaçınıyor musunuz?

Yakın ilişkileriniz samimi ve tatminkar mı?

Yoksa "Doğru düzgün kadın yok, ya da doğru düzgün adam yok" bahanesine mi sığınıyorsunuz?

Veya kadını elde edene kadar tek ayak üstünde kırk ceviz kıran, kırk takla atan, ultra düşünceli ve ilgili davranan ama kadın teslim olunca ortadan kaybolan erkeklere şahit olmadınız mı? Bu erkeklerin, kadın artık durumu kabullenmeye başlayınca, eften püften bahane söyleyip geri geldikleri ve bu durumu kadına tekrar tekrar yaşattıktan sonra, kadının ancak adamı reddettiği sürece o ilişkinin devam edeceği gerçeğini eninde sonunda kadının anladığı ilişki biçimi de bu duruma bir örnek oluşturur.

Yakınlık ve bağımsızlık! Gerilim hattında salınım. Her birimizde ve bütün romantik ilişkilerde bulunuyor. Bunların ikisi de tercih edilmiyor ve ikisi de sürekli mevcut olmuyor. Daha ziyade aralarında süregelen bir etkileşim var.

Yıllar önce süpervizyon veren hocalarımdan birisine, süpervizyon çalışması sırasında bir danışanımın (erkek, 40 yaşlarında, hiç aşık olmamış) sürekli olarak "aşık olmak" istediğini söylediğinden bahsettim. Hocam acele bir şekilde "Hiçbirşey olmaz, aşık olamaz." diye cevap verdi. "Nasıl?" diye sordum, "Aşık olacak adam 40 yaşına kadar kendini belli ederdi, 'aşık olmak istiyorum' diye aşık olunmaz." dedi. Mesleğimin ilerleyen yıllarında hocamın ne demek istediğini daha iyi anladım elbette.

Psikanalist Otto Kernberg, sevme yetisinin bireyin gelişmişlik seviyesini yansıttığını söyler. Aşık olmak ve bir aşk ilişkisini sürdürebilmek için, kişinin belli bir duygusal derinliğe ve olgunluğa erişmiş olması gerekir.

Kernberg, sevme yetisini beş maddelik ölçeğe göre tanımlıyor:

Sevme beceriksizliği

Cinsel sevgi içeren ilişkiler kurma beceriksizliğini temsil ediyor. Narsisist, şizofren bir kişilik yapısının uç örneklerini karakterize ediyor.

Narsisist bir kişiliği, büyüklük sanrıları ve sonsuz bir hayranlık beklentisi betimler. Kişinin kendisiyle bu kadar meşgul olması, yakın ilişki kurmasını engeller.

Başka kişiler tarafından çekici ve değerli bulunan kişilere daha çok cinsel heyecan duyar. Bu aşk gibi görünse de geçici bir hevestir. Çünkü heyecan duyduğu kişiyi ele geçirdikten sonra, "fetih" ihtiyacını doyurur. Sonrasında arzuladığı bu kişiyi hızla değersizleştirme süreci işler ve hem cinsel heyecan hem de kişisel ilgi hızla ortadan kalkar.

Narsisistik kişiler geçici olarak birlikte oldukları kişiyi, sonrasında "küçük görerek" değersizleştirip uzaklaşırlar. Bu aslında kendi bilinçdışındaki kadına karşı kıskançlık ve öfkenin yansıtılmasıdır. Erken dönemde anneye duyulan aşk-nefret ilişkisinin sağlıklı olarak bütünleştirilememesidir.Böylece ilişkiye girdiği kişiyi yıkıcı bir şekilde yok etme isteğinin verdiği kaygıdan; o kişiyi değersizleştirerek kaçıp kurtulmaya çalışır.

Şizofreniyse, algıda, güdülenmede ve duygularda önemli bozukluklara yol açan ciddi bir ruh hastalığı.

Rastgele cinsel ilişkiler

Narsisist kişilik bozukluğunun daha hafif biçimi olarak beliriyor. Bundan mustarip kişiler yakın ilişkiler kurma yetisine sahip oluyor; ancak başkalarına kendi doyumları için birer araçmışçasına muamele ettikleri için, yakın ilişkileri gelişmemiş, eksik ve genellikle cinsel odaklı oluyor.

Çocukca bağımlılık

Üçüncü örüntü, bağımlılıkla tanımlanıyor ve manik depresif kişilik bozukluğunu ifade ediyor. Bu rahatsızlıktan mustarip kişilerin insan ilişkileri tutarsız oluyor ve mutlak idealizasyonla mutlak red arasında gidip geliyor. Ayrıca duygusal olarak dengesiz, fevri ve gerçek veya hayali bir terki umutsuzca önlemeye çalışan kişiler oluyorlar.

Tam bir cinsel doyum almaksızın istikrarlı ilişkiler kurabilme becerisi

Dördüncü örüntü, daha önemsiz kişilik bozukluklarını ve nevrozları temsil ediyor. Nevrozlar, kaygı yaratan bilinçsiz bir çatışmadan kaynaklanan bozukluklardır. Kaygı, bireyi gerçekliği çarpıtan çeşitli savunma mekanizmaları kullanmaya iter.

Sağlıklı bir cinsellik ve ötekine karşı duyarlılık içeren derin yakın ilişkiler

Bu beşinci örüntü, ölçeğin olumlu ucudur.

Ölçekteki farklı seviyeler,"gelişimsel başarısızlık" ın yaşandığı aşama tarafından belirlenen olgunluk veya "kişilik düzeni" seviyesini temsil eder.

Farklı kişilik bozukluklarından kaynaklanan yakınlık güçlüklerinden söz eden bir diğer kuramcı da Masterson' dır. Manik-depresif kişilik bozukluğu beraberinde birleşme, coşma ve geri çekilmeihtiyacı; narsisist kişilik bozukluğu beraberinde, ancak ötekinin aynasındaki olumlu yansımayla ilişki kurabilen bir kendine düşkünlük getirir. Masterson, manik-depresif kadınların narsisist adamlarla evlenme sıklığı, bu ilişkilerde yaşanan dramatik patlamalar ve iki narsisistin birbirlerine tuttukları aynalarda var olmaları gibi konulara dikkat çekmiştir.

Şizoid kişilik bozukluğu

Bu konuda en yakından ilgili kişilik bozukluğu şizoid kişilik bozukluğudur. Bu rahatsızlığı olan kişiler, cinsel aşk ilişkileri de dahil olmak üzere bütün yakın ilişkilerden kaçınır ve herkese şüphe ve mesafeyle yaklaşır. Yakın ilişkiler, onları kontrol etmekle ve iç dünyalarını ele geçirmekle tehdit eder. Evlendiklerinde veya yakın bir ilişkideyken eşlerine çok az ilgi gösterir, düşüncelerini ve hislerini paylaşmazlar.

Sosyal ilişkilere karşı da tamaen ilgisizdirler; bir sohbeti sürdürmek gibi temel temel toplumsal becerilerden de mahrumdurlar. Eğer varsa arkadaşlarının sayısı bir elin parmaklarını geçmez; son derece yalnızdırlar. Sosyal yaşamları çok fakir olduğu halde, iç dünyaları fantazi ve hayallerle doludur.

Şizoid kişilik bozukluğuna sahip kişilerin yakın ilişkilerden yoksun olmalarını bir sorun olarak algılamadıklarını ve değinmek istemediklerini belirtmekte fayda var.

İstediği halde yakın ilişki kurmayanların durumu bunlardan bir hayli farklıdır. Bu durum onlarda büyük sıkıntı yaratır ve bunu değiştirmek için çırpınırlar.

Aşık olmanın ve yakın ilişki geliştirmenin önündeki psikolojik engellerden yukarıda söz ettim. Bir sonraki yazımda bu gelişimsel duraklamaların erken çocukluk dönemindeki dinamiklerinden bahsedeceğim. Zorluklarla başa çıkma, bağlanma, başkalarını kabul etme ve ayrılığa ve çatışmalara göğüs gerebilme becerisi olan, eşsiz ve tutarlı bir özkimliğe sahip bir kişiliğin gelişimine ilk adım olacak çocukluk dönemindeki gelişimsel başarısızlıklar, gelecek haftaki yazı konusu olacak.

Yararlanılan kaynak:

Kernberg, O.F. (2003). Aşk İlişkileri Normallik ve Patoloji. çev. Yılmaz, A. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Pines,A.,M.(2005). Aşık olmak. Sevgililerimizi neye göre seçeriz? çev. Mercan Yurdakuler Uluengin, M., Y. İlietişim Yayınları, 2010, İstanbul.

Yazının devamı...

"Gerçi aşkın kralını da yazsan, bu devirde para etmez" İncir reçeli

Geçtiğimiz yıllarda oynayan, Amerikan televizyon dizisi 'Gossip Girl' de geçen bir cümle şöyledir: "Parayla saadet olmaz diyen kişi, nerede alışveriş yapacağını bilmiyordur". Günümüz tüketim ilşkilerini çok iyi anlatan bu cümlenin insanlığı, Walter Scott' un "Paranın öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden daha fazladır" noktasına doğru götürdüğüne şüphe yok. Ancak para icat olduğundan bu yana kanaatim odur ki, ruhlarımızın çürümesinin baş sebebi gibi.

Paranın güç ilişkileri bağlamında önemli bir araç olması sebebiyle, insanlar üzerindeki etkileri psikanalizin de konusu olmuştur.

Çevrenizdeki insanların para ile olan ilişkilerini az ya da çok gözlemlemişsinizdir. Kimisine "tutumlu", bir diğerine "eli açık", bir başkasına "cimri", ya da "parayı sever", "cebinde akrep var", "ya abi, adam aldığı borcu geri ödemez" demez misiniz? Ya da tam tersi "çok savurgan", "paranın kıymetini bilmez", "hiç para tutmaz" gibi yorumlar duymadınız mı?

Para alışverişinde bulunduğunuz, ticari ilişkiniz olan insanlarla bu konuda sıkıntı yaşadığınız oldu mu olmadı mı? Ya da çevrenizde bununla ilgili sorun yaşayan tanıdığınız kimseler yok mu?

Para birçok sembolik işlevi üstlenmiştir. İnsanların parayla kurduğu ilişki farklı farklıdır ve oldukça ilgi çekici dinamikleri içerir.

Freud yaklaşık 100 yıl önce insanların para ile ilgili konulara tutarsız, ahlakçılık taslayarak ve ikiyüzlülükle yaklaştığını belirtmişti. O zamandan beri çok az şey değişti. İnsanların para hakkındaki gerçekliklerini, düşlemlerini, duygularını ve isteklerini dingin bir şekilde konuşmaları hala güçtür. Bunun nedeni sadece paranın dış gerçeklikte önemli olması değil, aynı zamanda duyguların içsel dünyasında da güçlü anlamlara sahip olmasıdır.

Kernberg, narsisistik kişilik tanımlamalarında bu kişilerin zenginlik peşinde koşuşlarındaki yoğun çabalarını şu şekilde açıklamaktadır; sanki para sahibi olmak kişinin sevilmeyecek ve kötü yani saldırgan biri olmadığının güvencesini sağlar ancak böylesi bir hoşnutluk amacına bir türlü ulaşılamaz ve narsistik kişi bunu bir serap gibi kovalar.

Klein' a göre para, anne ile kurulan çatışmalı güven ilişkisini ilerideki yıllarda sembolize etmekteydi. Çocukların yoksulluk korkuları anneye yönelik bitmek bilmez düşmanca düşlemleri nedeniyle, cezalandırılma beklentilerini ele vermekteydi.

Para konusunda kendilik psikolojisi ise, varlıklı olmak istemenin teşhirci yanına vurgu yapmıştır. Kişinin parasal başarısının gösterişini yapması renkli donanımları yanında, insanlardan onay ve beğeni aramanın bir yolunu sağlamaktaydı. Bu olumlu bir kendilik imgesinin sürdürülmesine yardımcı olmakta ve aynı zamanda kırılgan kendiliğe canlılık ve bütünlük duygusu sağlamaktaydı.

Manik durumlarda aşırı abartılı para harcama ve şiddetli depresyonda yoksulluktan sanrısal düzeyde korkma, psikopatolojinin parayla ilişkili herkesçe bilinen görüntüleridir.

Psikolojik çatışmaların şekillendirdiği ve hemen göze çarpmayan parayla ilgili bazı tutumlar az bilinirler. Bunlar aşağıda bahsedeceğim tutumlardır:

Kronik cimrilik:

Sıklıkla kişilerin arkasından konuşulan cimrilik konusu birçok piskolojik ve kişiler arası yönleri olan çok yönlü bir sorundur, Ancak bu yönlere girmeden önce cimriliğin kişinin gerçek para varlığı ile ilişkisiz olduğu vurgulanmalıdır. Hem varlıklı kişiler hem de yoksul kişiler cimri ya da cömert olabilirler. Eli sıkılık cömertlğin tersidir.

Cimri kişi özel olarak korkunç bir kaygı yaşamaktadır. Para vermek onda yoksul ve çaresiz kalma korkularını alevlendirir. Para biriktirmek ruhsal güvenlik sağlamakla eş anlamlıdır ve bu kişiler en ufak para kaybını kan kaybından ölmek gibi hissederler. Cimrinin kaygı yüklü iç dünyasının aksine kişiler arası ilişkileri bilinçli olarak farkında olmasa da sadizm ile yüklüdür.

Cimri erken dönem bakım verenleriyle (anne, bakıcı, vb.) yoğun ve örseleyici bir bakımsızlık yaşamıştır ve onlarla özdeşim yapıp vermeyici bir tutum benimsemiştir. Dünkü kurban bugünkü zalim olmuştur. Kaba ve esirgeyen bir erişkin zafer edasıyla gösteriş yaparken, içeride yoksul bırakılmış bir çocuk ağlamaktadır.

Kişiliğe Bağlı Aşırı Para Harcama:

Birçok kişi kaygı durumunda kendini alışverişe kaptırır. Alışveriş içsel kargaşadan uzaklaşma işlevi görür ve satın alma davranışı edilgenliğe ve benlik güçsüzlüğüne karşı bir güvence işlevi görür. Değersizlik duyguları parasal tüm güçlülük pırıltılarıyla maskelenir. Bu yolla depresif duygulanımlar da savuşturulabilirler. Böylesi 'duruma bağlı' aşırı para harcamalar yanında, 'kişiliğe bağlı' olarak daha iyi açıklanabilecek aşırı para harcama örüntüleri bulunur.

Çok bastırılmış, nevrotik kişiler kılık değiştirmiş cinsel doyum elde etmek için aşırı para harcarlar. Narsisistik hipomani ve antisosyal kişiliklerdeki aşırı parça harcama güdüleri farklıdır. Hesapsızca para harcayarak partiler verirler, bahşiş dağıtırlar, pahalı elbiseler giyerler, gösterişli arabalar kullanırlar, aşırı pahalı gezilere çıkarlar. Tüm bunlara gerçek hayatta paraya yönelik yapmacık bir hor görme eşlik eder. Bu tür davranışların altında kendini büyük göstermek, kaynaklarının sınırlılığına meydan okumak, başkalarını etkilemek, şükran satın almak ve insanlar üzerinde bir etki bırakarak ikincil kazanç elde etmek gibi güdülenmeler yatar.

Ölçüsüz cömertlik:

Zevk düşkünlüğü ve kişilik için yapılan aşırı miktarda para harcamanın aksine ölçüsüz cömertlik sendromu başkalarına büyük miktarda para vermeyi içerir. Bu tür davranışlar varlığı olan kişilerin halka yararlı işler için para bağışladığı gerçek hayırseverlik ten farklıdır. Ölçüsüz cömertlik durumunda kişinin fazla parası yoktur ve verdiği kişi de gerçekte muhtaç değildir. Sadece para verenin zihninde öyle yorumlanmıştır. Başkalarına yönelik bu gereksiz parasal hoşgörü 'yalancı yardımseverliğin' dinamikleri ile aynıdır.

Zorlantılı bakım verme ve kendini feda etme saldırganlığa, hasete ve nesneyi kontrol etme gereksinimine yönelik bir paravan ve savunmadır. Genellikle bu davranışta bilinçli haz çok azdır ya da hiç yoktur. Ancak analitik bir gözlemci genellikle bilinçdışı olarak başkalarını baskı altına almayı hedefleyen dramatik eziyet çekme dışavurumları içerisinde sadistik keyfin kanıtlarını algılayabilir.

Parasal mazohizm:

Şu davranışların bazılarını ya da hepsini sergileyen kişilerde görülür: (1) Hak ettikleri halde maaşlarında artış talep etmeme, (2) daha fazla para kazanma fırsatlarını kullanmama, (3) verdiği hizmet için sürekli olarak ortalama pazar fiyatından daha düşük fiyat talep etme, (4) kendileri için para harcamama (5)birikimlerinden en fazla kazancı elde edecek şekilde yatırım yapmama, (6) parasal anlaşmaları düzgün bir biçimde yürütememe (7) sık sık parasını koyduğum yeri unutma ve kaybetme (8) Kendisine verilen pahalı hediyeleri kullanamama ya da keyfini çıkaramama ve (9) umulmadık bir yerden para gelince örtük biçimde depresifleşme ya da kendini yaralayıcı davranışlar gösterme.

Ucuzluk avcılığı:

Bazı kişilerin sergilediği gereksinim duymadıkları ancak ucuza satın alabilecekleri eşyalara dayanılmaz bir çekim hissetme eğilimi ucuzluk avcılığının temelini oluşturur. Bu durumda nesnenin fiyatı yararından ndan daha önemlidir. Ucuzluk avcısı için satın almak akılcı bir durum değil zekaların savaşıdır. Ucuzluk avcısı satıcıyı zekasıyla alt etmeye çalışırken, öte yandan satıcı da farkında olmayan 'enayi' ye narsisistik zafer yanılsamasını yaşatmaya çalışır.

Ucuzluk avcıları kötü gerçeklik (anne yerine geçeni) kendilerini reddetmek istiyormuş ve kendisini pazarlık etmek işleminin kararlılığında gösteren bir saldırganlıkla akıllıca alt edilmesi gerekiyormuş gibi davranırlar. Ancak ucuzluk avcısının yaşadığı zaferin hazzı kısa ömürlüdür. Kısa bir süre sonra bunun yerine 'satın alanın pişmanlığı' ve alışverişin başarısı ile ilgili şüphe alır. Ucuzluk avcısı "Bunları daha ucuza alabilir miydim?" diye merak eder. Bu ızdırap kişinin açgözlüğünü besleyen oral sadizminin mazoşistlik eşdeğeridir.

Patolojik kumar:

Patolojik kumar sendromu ucuzluk avcılığı ile yakından ilişkilidir. Bir şeyi alma isteği doruğa ulaşır. Kişinin harcadığı para miktarı (örn. piyango bileti, rulet, bahis) ile kazanmak istediği (binlerce, milyonlarca lira) arasındaki orantısızlık kişinin alacağı paranın bedelsiz olduğu yanılsamasını yaratır. Bu durum kişinin aklını başından alır çünkü kişinin bir şeyi hiç bedel ödemeden elde etmeye yönelik bebeksi arzusunu gizlice doyurur. Ne de olsa kişi herşeyi (maddi ya da duygusal) sadece bebeklik ve çocukluk da gerçekten karşılıksız alabilir. Bu dönem geçtikten sonra her türlü maddi gereksinim hatta sevgi ve saygı bile kazanılmalıdır.

Kumar oynama, başına talih kuşu konacağı ve 'doğa ana' dan cömert bir hediye 'vaadi' ile sanki yeniden dertsiz tasasız bir çocuk olma olasılığını doğurur. Aynı zamanda kazanma olasılığının küçük olduğu gerçeğini göz ardı etmek mazohistik kendini cezalandırmanın zeminini hazırlar. Başarı için adaletsiz ve zahmetsiz bir yola başvurmanın suçluluğu böylece giderilir.

Kumar oynama bağımlılığının mastürbasyonla özel bir bağlantısı vardır, her ikisi de uyarılma heyecan ve doruğa ulaşmayı içerir. Her ikisi de etkinlik nedeniyle ceza çekmeyİ etkinliğin içerdiği düşlemleri bilinçdışında tutmak için pazarlıkta bir bahane olarak kullanır. Son olarak her ikisi de bir tür oyundur.

Çocukluk ve ergenlikteki mastürbasyon bu anlamda cinsel uyarılmayı 'oynamak', benliği bu heyecanla tanıştırmak ve bunu kontrol etme yeteneği için hazırlamaktır. Kumar oynama başlangıçta 'kahin' e daha ciddi bir durumda nasıl karar vereceğinin sorulduğu şakacı bir oyun gibi düşünülür. İçsel gerginliklerin baskısı altında şakacı nitelik kaydedilebilir. Benlik artık başlattığı şeyi kontrol edemez. Kaygı, güvence alabilmek için şiddetli bir gereksinim ve bu şiddetin yoğunluğunun kaygısından oluşan çiddi kısır döngü ile bunalır. Eğlence bir ölüm kalım neticesine dönüşür.

Kaynak:

Akhtar, Salman. Dinamik Psikoterapide Dönüm Noktaları: Başlangıç değerlendirmesi, sınırlar, para, aksamalar ve özkıyım krizleri. çev. Alkan, M., Gürdal, C. Ed. Eğrilmez, A.. Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Eğitim Hizmetleri, Org. Ltd. Şti. Yayınları, No:15. İzmir, 2011.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.