SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Duygusal takipçi kadın-Duygusal mesafe koyucu erkek

İkili ilişkilerde "tavşan kaç, tazı tut" tarzı model çoğu kişi için tanıdıktır! Bu başlangıç cümlemi "kaçan kovalanır" şeklinde tanımlanan ilişkideki oyunun, başka versiyonlarına gönderme yapmak için kullandım.

Çok öfkeli evli kadınlarla çalıştım. Bu çok öfkeli kadınların karşısında mesafeyi gittikçe artırmış, soğukkanlı ve içine kapanmış erkekler gördüm. Kadının defalarca ilişkileri ile ilgili sorunlar konusunda dikkat çekmeye çalıştığı, suçlamalarda bulunduğu, düzelmesini beklediği konularda çözüm bulmak şöyle dursun bir tarafın tükendiği, öbür tarafın tamamen kendisini korumaya almak içim zırhlarını kalınlaştırdığına tanıklık ettim, etmekteyim.

Bazen evlilik terapilerinde kadın yaşadığı sorunları, hayal kırıklıklarını eşine karşı öfke dolu bir biçimde dile getirirken, eşinin sessiz ve soğuk bir şekilde kendisine anlamayan gözlerle baktığını gördüğümde;"adamın öfkesi nerede?" diye düşünürüm ve cevap açıktır; "kadın, ikisinin de öfkesini taşıyordur".

Dr Harriet Lerner "Öfke dansı" isimli kitabında genellikle kadının 'duygusal takipçi', ekeğin de 'mesafe koyucu' rollerinden bahseder ve şöyle der; "Duygusal takipçiler, duygularını paylaşarak ya da yakın duygusal bağlar kurmaya çalışarak huzursuzluklarını azaltan kişilerdir. Duygusal mesafe koyucular ise huzursuzluklarını, içlerine çekilerek ve mantığa başvurarak azaltırlar.

Yaşamın akışı içinde çiftler sorunlarla karşılaştığında kadın hızla tepki verip, bir an önce duygularını konuşmak yakınlık kurmak, sığınmak ister. Erkeğin de böyle davranmasını bekler. Erkekse kadının kabul edemeyeceği şekilde mantıklı bir tarzda davranır. Böylece kadın izler, adamın ne düşündüğünü ve ne hissettiğini daha çok bilmek ister ve erkek daha da uzaklaşır. Erkek uzaklaştıkça kadın daha çok izler ve kadın izledikçe, erkek daha çok uzaklaşır. Kadın erkeği soğuk ve tepkisiz ve insanlık dışı olmakla suçlar; adamsa kadını zorlayıcı ve denetimci olmakla.

Aslında duygusal takipçiler böyle davranarak, duygusal mesafe koyucuları korurlar. Yakınlık isteğini her iki eş adına üstlenen kadın yani duygusal takipçi mesafe koyucu erkeğin kendi bağımlılık istekleri ve güvensizlikleriyle yüzleşmekten kaçınmalarına yardım etmiş olur" yani kadın duygu işini erkek adına yapmaktadır. Bu ise erkeği rahat ettiren bir durumdur.

Bu döngü nasıl kırılır?

Kadın izlemeyi bırakıp enerjisini eşinden uzaklaşmadan ve agresyon göstermeden, yeniden kendi yaşamına yönlendirirse birliktelik konusunda daha verimli bir yol alabilirler. Kadın öfkesini kendi değişimi adına doğru yere kanalize ettiğinde, erkek kendi sorunlarıyla başbaşa kalacak ve bu sorunları ile de başetmek durumunda hissetmeye başlayacaktır.

Kadın kendi ihtiyaçlarını belirleyip, sorunların çözümünde uygun yolları geliştirip kendi adına yapması gerekenleri yaptığında, kocası adına duygusal yüklenmelerden vazgeçtiğinde işler de tamamen değişir.

Örneğin;

Sürekli eşinizi eleştirmek veya suçlamak yerine, neye ihtiyacınız olduğunu uygun bir dille ifade etmeniz, mesela; "çocuğumuzun bakımı konusunda yardımına ihtiyacım var, bana destek verirsen birlikte kaliteli zaman geçirme fırsatlarımız artacak" ya da "epeydir ihmal ettiğim arkadaşlarımla buluşup yemek yemek istiyorum, bana da iyi gelecek, ayda bir iki kez dışarı çıkarsam çocukla yalnız kalabilir misin?" gibi yaklaşımlar.

Evliliğinizi de olumsuz etkileyecek olan gerek işiniz, gerekse aileleriniz ya da iletişiminiz ve paylaşımlarınız için yaşadığınız sorunlarda önce kendi davranış düzenlemenizi zor da olsa yapabilmeniz gerekir. Bunun için yeni bir uslup geliştirmek, daha özerk davranabilmek, kendi sorun çözme yöntemlerinizi geliştirmek, bireysel hareket edebilmek, karşı taraf için baskı oluşturan davranışlardan kaçınmak, eşinizin olumlu yanlarını gözardı etmeden onları da her zaman görmeye çalışmak gibi kendi kişisel yolculuğunuzu yapabilmeniz önemlidir. Bu da takipçilikten vazgeçerek mümkündür.

Eşinizi empati ile dinlemek, onun yerine duygusal tepkiler vermemek, enerjinizi bizzat üretkenliğinize yönlendirmek, bireysel alanınızı yaratmak herşeye mantık ağırlıklı yaklaşan erkeğin konforunu bozacak ve kendi yakınlık korkusuyla yüzleşmesine yol açılacaktır. Erkek kendi zorluğunu ancak bu şekilde görebilir ve yakınlık ihtiyacının ne denli yoğun olduğunu farkedebilir.

Kadının da erkeğin de ihtiyacı yakınlıktır ve her ikisi de bundan korkmaktadır. İkisi de bu durumu anladığında çözüm süreci de başlayacaktır. Kadın kendini var etmeye başladığında olay tersine dönüp erkek kadına yaklaşacak, kendi korkularıyla barışmasının önü açılacaktır. Kadının bireysel varoluşuna sahip çıkması, dansın uyumlu olmasını sağlayacaktır.

Kaynak:

Lerner, Harrıet(2003). Öfke dansı, çev. Sinem Gül. Varlık yayınları, 4. Basım, İstanbul.

Yazının devamı...

Boşanmak son hamleniz olsun, ondan önce...

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden yapılan derlemeye göre, 2012 yılında boşanan çiftlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 2.7 artmış. Yapılan istatistiklerde boşanma nedeni arasında şiddetli geçimsizlik birinci sırada yer alıyor.

Boşanan çiftlerin sayısı 123 bin 325’e yükselmiş.

"Şiddetli geçimsizlik" başlığı halk arasında bilinen en yaygın boşanma nedeni.

Sizce de bu sayı bir yıl için oldukça fazla değil mi?

Boşanmaların yüzde 40' a yakını evliliğin ilk 5 yılında olduğuna göre, evlilik eskidiği için olmuyor çoğu boşanma. Evlenen çiftler neyi gözden kaçırıyor da bütün o şahşahalı ve hummalı hazırlıklar sonrasında, balon sönüyor.

Niye hayal kırıklıkları bu kadar büyük oluyor ve karşılıklı onarılamıyor?

Evlilikteki beklentiler karşılıklı olarak karşılanmayınca hayal kırıklıkları gerginliğe, gerginlik çatışmalara ve eşler arasında etki tepki ilişkisine dönüşüyor ve ilişki yıpranıyor.

Evlilik terapisine başvuran çiftlerle çalışırken, kadın ve erkek her ikisinin kendi psikolojik gelişimlerinin nerede olduğu konusunun birinci derecede önemli olduğunu izlemekteyim. Kendileri ile ilgili sorunlarının farkında olmayan kadın ya da erkeğin birbirlerinin ihtiyaç, istek ve tepkilerini anlama konusunda da önemli ölçüde sorun yaşayacakları bir gerçektir.

Çiftlerden biri, eğer evlilikte yaşadıkları sorunlara ilişkin kendi katkı ve etkisini göremiyorsa, görmezden geliyorsa veya farkındalık düzeyi düşük veya yoksa terapistin çalışmayı biraz da bu açıdan ele alması gerekmektedir.

Bu nedenle evlilik terapisinde çalışırken, deneyimli terapistin kadın ve erkeği kişisel aynalamaları, her ikisinin iletişim kurarken yaptıkları hatalar ve bunun diğer eş üzerindeki etkileri, kendi kişilik özelliklerine ilişkin verdiği ipuçları örneğin; hassas, detaycı, bazı konularda daha takıntılı olabildikleri, öfke kontrol bozukluğu ile ilgili bilgilendirme ve çalışmalar, depresyon bulgusunun olup olmaması, obsesif özellikler ve gerekiyorsa böyle durumlarda bir psikiyatristle ortak çalışmak gibi konularda çok yönlü yaklaşımla ilişkideki tıkanıklıkların önü bir bir açılır.

Terapide en çok işlenen konunun kadın için eşinin ilgi göstermediği ve öfke konusu iken, erkeğinki takdir ve onay görmediği, cinsellik konusunda kadının isteksizliği konularıdır. Evliliğin ilk yıllarında aile ile ilgili konularda evliliği olumsuz etkileyen sorunlardandır.

Ayrıca ekonomik nedenler, kadının iş yaşamında daha fazla yer alması nedeniyle rol çatışmaları, hızlı tüketim, sosyal medya etkisi, başarı odaklı rekabet ortamının giderek kurumlar tarafından kızıştırılması ve bunun bireyler ve dolayısıyla evlilik üzerine etkileri, değerlerdeki değişim de bu yüzyılın evliliği olumsuz etkileyen nedenleri.

Bana gelen boşanmayı telaffuz etmeye başlamış çiftlere daha baştan söylediğim birkaç cümleyi burada da söylemek istiyorum;

"Boşanmak, bundan sonra elinizde her zaman hızlı bir şekilde hayata geçirebileceğiniz bir seçenek. Karşılıklı anlaşma ile tek celsede boşanabilirsiniz ancak evliliğiniz için üçüncü bir göz ile sorunlarınızı daha sağlıklı bir şekilde ele almanız için bir şansınız var. Bir profesyonelle çalışmak çoğu kez evliliği kurtarır. Gelin arkanıza dönüp keşke dememek için birlikte çalışalım. Birçok evlilikte sorunları doğru bakış açısıyla anlayıp beraber ele aldığımızda, çok şeyin olumlu yönde değiştiğini gördük."

Evet, evliliğiniz için evlilik danışmanlığı almaktan çekinmeyin. İyi çalışıldığında ruhsal dünyanızda olumlu yönde iyileşme hissetiğinizi bizzat deneyimleyeceksiniz. Huzurlu ve mutlu bir ilişki yaşamın en önemli anahtarı, anlam kaynağı ve çocuklarınız ve kendiniz için müthiş bir zenginliktir.

Yazının devamı...

Evlilik terapisi ile ilgili yanlış inançlar

Çiftler evlilik terapistlerine, evliliklerinde kendilerini mutsuz eden sorunlarını anlama, çözüm yolları bulma ve ilişki kalitelerini artırmak amacıyla başvururlar. Evlilik terapisi ile ilgili birtakım yanlış inançlar vardır ve bu inançlar sebebiyle yardım almaktan kaçınan çiftler olduğu gibi, yardım almaya gelen bazı çiftlerde de aşılması gereken dirençler oluşabilmektedir. Aşağıda çift terapisi ile ilgili yanlış inançlar anlatılmaktadır.

Terapist bir yargıç değildİr

Evliliklerinde hatayı sürekli karşı tarafta arama ve evliliklerindeki hoşnutsuzluk ile ilgili en fazla kabahatli tarafı araştırma ile meşgul olan çiftler, terapisti 'yargıç' olarak en fazla düşünenlerdir. Terapistin fonksiyonunun, ilişkilerinin varolan durumundan hangisinin sorumlu olduğunu yargılamak olduğuna inanabilirler. İlişkilerindeki çatışmalardan bireysel anlamda kendi rollerini görmek ile hiç ilgileri yoktur.

Oysa, kimse ilişkide 'günah keçisi' değildir. Terapide 'suç' ve 'suçlu' aranmaz. Terapistin rolü yargıçlık, hakemlik, aracılık, avukatlık değil, çiftlerden her ikisinin ihtiyaçlarını ve pozisyonlarını psikolojik olarak anlayan kişidir.

Tanı ölümcül mü?

Genellikle çiftler terapiye, bir doktora gidip, amansız bir hastalıkları olduğunu duymayı beklemeye benzer şekilde korku ve kötü bir önsezi ile başlarlar. Çiftler, bazen evliliğin sıkıntılı olduğunu itiraf etmeyi ilişkinin yardım edilemez ve onarılamaz olduğunu kabul etmekle eş sayarlar.

Ayrıca benliklerinin sergilenmesinden, terapistin birey ve çift olarak ikisinin vahim kusurlarını açığa çıkartmasından da korkarlar. Bu endişelerinin altında yatan mitler, "Mükemmel olmalıyız. kendi problemlerimizi çözmeye muktedir olmalıyız. Çift terapisi yardım edemez, başarısızlığın kabuludür," şeklindedir.

Bu tür inançlara sahip olan çiftler, zamanında terapotik yardım almaya gönülsüz olabilir ve terapiye eşlerden birinin halihazırda evliliğe son vermeye karar verdiği, dönüşsüz bir noktadan sonra girebilirler. Böylece inanç, kendini gerçekleştiren bir kehanet olur.

Eşin iyileştirilmesi miti(Sorun bende değil onda)

Terapist, "Doktor benim eşimi düzeltecek" rolü ile de karşılaşabilir. Böyle bir kişi, evlilik sıkıntılarının tek nedenini eşinde görür. Kişi, terapiye "Doktor onu düzelt!" hükmü ile girer. Anne-babalar da çocuklarını terapiye aynı beklentiyle getirebilir.

Böylesi vakalarda terapistler, kendilerinin diğerini memnun etmek için bir partneri "düzelttikleri" mitini yok etmeye odaklanmalı ve durumlarında her ikisinin de payı olduğunu görmek üzere eğitmelidir. Böyle yaparak terapistler aynı zamanda çifti, terapinin ne yapabileceği ve neyi başaramayacağı konusunda eğitmiş olurlar. Birçok çift, her ne kadar başta hayal kırıklığına uğrasa da, terapistin rehberliği altında kendi ilişkilerini "düzeltme" görevi için kalır.

İletişimin üstünlüğü

Çiftler, çift terapisinin ana fonksiyonunun, "iletişim" problemlerinin temizlenmesi olduğuna inanmaya eğilimlidir. Terapistler, danışanlarına "Ben" ifadeleri kullanmayı, eşit zaman tanımayı, isteklerini daha kısa ve kendini hissettiren şekilde ifade etmeyi öğretir- hepsi yararlı iletişim becerileridir. Bununla birlikte ne kadar yararlı olursa olsunlar böylesi becerileri öğretmek, çift terapisinin tek ve temel fonksiyonu değildir.

Çiftlerin iletişim yöntemleri, problemlerini ele alma biçimlerini olumsuz yönde etkiler fakat çift terapisi, en azından eşit şekilde anlaşmazlıklarının ve çatışmalarının içeriği ile de ilgilenmelidir.

Çift terapisi evlilik karşıtıdır

Çiftler, doğru ya da yanlış olarak, "çift terapistlerinin, evlilik yıkma mesleğini icra ettikleri" mitine inanarak terapotik yardım aramaya gönülsüz olabilirler. Boşanmalarının sayısındaki artışa, çift terapistlerinin sayısındaki çarpıcı artışın tedadüf etmesi bu miti beslemeye yardım etmiş olabilir.

Çiftin terapisinin başında terapistin, evlilik ve boşanma konusundaki pozisyonunu ifade etmesi önemlidir, böylesi önemli kararlar çifte aittir, terapistin rolü onları ayırmaya değil kendilerine yardım etmeleri konusunda yardıma adanmıştır.

Kaynak:

Yalom, İrvin,D.(2006). Ed. Hilda Kessler. Evlilik terapisi, çev. Yeşim Özkardeşle Şallı. Prestij yayınları, İstanbul.

Yazının devamı...

Erkeğin anne kompleksi

Karısının her isteğini yapmaya çalışan erkekler vardır. Çevrenizde böyle davranan erkekler de olabilir, gözlemlemişsinizdir. Bu erkekler sürekli olarak eşini memnun etmeye çalışır. Kendilerini dünyanın en düşünceli erkeği olarak da görebilirsiniz.

Aslında bu gördüğünüz resmin arka planında anneyi memnun etmeye çalışan bir erkek çocuğu vardır. Kendi annesiyle de benzer bir ilişkisi olan erkek çocuğun, şimdilerde benzer bir rolü karısıyla oynadığı görülür.

Fiziksel bir problemi olmadığı halde cinsel işlev bozukluğu problemi yaşayan erkeklerin bu sorunu hissetmelerinde anneleriyle aralarındaki güçlü bağın etkisi vardır. Anne ve oğul arasındaki güçlü bağ bilinçli olarak değil, bilinçdışı süreçlerde yaşanmaktadır.

Kişilik gelişiminin 3-5 yaş dönemi Freud tarafından fallik dönem olarak adlandırılır. Freud, bu yaş döneminde erkek çocuğun annesine karşı duyduğu aşk nedeniyle babası tarafından cezalandırılıp kısırlaştırılacağı korkusu sonucu yaşanan karmaşaya Oedipus kompleksi adını vermiştir. Erkek çocuk, cezalandırılma (iğdiş) korkusuyla annesinden vazgeçmek zorunda kalır; bu vazgeçiş sırasında cinsel dürtülerini yoğun bir şekilde bastırarak gizlilik evresine girer. Annnesine olan ilgisi de erotik olmayan sevgiye dönüşür. Erkek çocuk annesinin gözdesi olmaktan vazgeçip baba ile özdeşleşir.

Eğer anne evliliğindeki hesaplaşmalar nedeniyle, Oedipal dönemde bu durumu babaya karşı kullanırsa ve erkek çocuğu ile bağımlı bir ilişki sürdürürse o zaman anne-oğul arasında yukarıda sözünü ettiğimiz suçluluk duygularının egemen olduğu bir ilişkiyi gözlemleriz. Çünkü anne bu durumda kaşıkla verdiğini sapıyla çıkartmaya çalışacağından, oğlu hem babaya karşı duyduğu suçluluktan hem de anneyi memnun edip etmemenin verdiği suçluluktan dolayı daha sonraki ilişkilerinde de ağır bedeller ödeyecektir.

Erkeğin en büyük gelişimsel görevlerinden biri öz annesiyle bağını sağlıklı bir biçimde koparabilmektir. Kendinden fedakarlık etmek pahasına eşini memnun etmeye çalışan erkek henüz evden ayrılamamıştır. Onlar hala anne-oğul ilişkisine bağlıdırlar ve kendi ruhlarıyla ilişki kuramamaktadırlar.

Bir erkek ne zaman iyi bir çocuk olmaya zorlansa, hala anne kompleksinin gücünü telafi etmeye çalışıyordur.

Erkek çocukluğunda yaşadığı dişinin yani annesinin gücüne ilişkin deneyimin etkisiyle hareket eder. Kendini savunmak için dıştaki Ötekine (anne-eş) hükmetmeye ya da rahatlatmaya çalışır. Anneye bağımlı bu erkek korkunun denetimindedir; gidemediği için, psikolojik olarak annesinin yanından asla ayrılamadığı için korkmaktadır!

Böyle erkek en çok annesini memnun etmek ve güçsüz babasının yerine onun sevgisini kazanmak için başarılı olur. Erkek en başarılı olduğu anlarda; mezuniyet, ödül alma, terfi veya bir iş başardığında annesinin gözü üzerindedir ve o annesinin gözüne girme, gözdesi olma isteğine her zaman yenik düşmektedir. Zaten böyle durumlarda neredeyse tüm başarılar anneye ithaf edilir.

Nasıl olması gerekir?

Erkek ise anne kompleksinin etkilerinin bilincine varmadığı sürece, sorunlu ilişkilerin acısını çekecektir. Istırabı ve öfkesi kendi ruhunu yıpratmak pahasına içselleşecek ya da başkalarına yansıyacaktır, örneğin annesinin bitmek bilmeyen taleplerine karşı gelemeyen erkek öfkesini karısına yansıtacaktır.

Erkek içinde taşıdığı geçmişin ağlarının bilincine varmadığı sürece büyüyemeyecektir. İçindeki muhtaç çocuk ve annesinin onu tamamen etkisine almasından ya da terk etmesinden duyduğu korku şimdi aktif haldedir.

Erkeklerin evden(anneden) ayrılıp bilinmeyene doğru gitmeyi göze almaları gerekmektedir.

Kaynak:

Hollıs, J.(2005): Satürn' ün Gölgesinde. Çev. Suğra Öncü. Sistem Yayıncılık, İstanbul.

Yazının devamı...

Erotik sevgi

Evliliklerde çiftlerin önemli sorunlarından birisinin, cinsel yaşamlarına ilişkin olduğunu biliyoruz. Bu sorunlardan birisi de çiftlerden birisinin sevişme konusundaki isteksizliğidir.

Eskiden beri yaygın olarak bilinen durum, bu konuda kadınların daha nazlı oldukları, erkeğin sevişme talebine karşı kadının fıkra ve karikatürlere konu olan meşhur "Başım ağrıyor" bahanesinin oldukça yaygın olduğu durumudur.

Peki ya erkek sevişmek konusunda isteksizse ve kadın "Eşimle ayda 1, bazen 3-4 ayda bir sevişebiliyoruz, ben istemezsem benimle sevişmiyor, ya da sevişme taleplerimi reddediyor." derse bu size suyun tersi tarafa akması gibi gelir mi?

Bu konudan müzdarip kadın sayısı da az değil. Ne oluyor da kadın erkeğin 'arzu nesnesi' olmaktan çıkıyor. Erkeğin kadını arzulaması ile ilgili bir zorluk olduğu açık bir durum olan bu problem, evlilikte çok ciddi çatışmalara yol açabiliyor. Çünkü daha önceki yıllarda kocasının onunla sevişeceği zamanı bekleyen kadın, günümüzde kendi bedeninin ve ihtiyaçlarının daha farkında olması ve bunlara sahip çıkması nedeniyle evliliğini sorgulamayı ve çözümü için ses çıkarmayı tercih ediyor.

DSM-IV tanı kriterlerine göre 'Cinsel istek bozukluğu', sürekli olarak ya da yineleyici bir biçimde, cinsel fantazilerin ve cinsel etkinlikte bulunma isteğinin az olması ya da hiç olmaması olarak tanımlanıyor. Bu durum başka bir psikiyatrik hastalığa ya da fiziksel bir hastalığa veya ilaç kullanımına bağlı olmamalıdır.

Cinsel istek bozukluğuna sebep biyolojik, psikolojik, kültürel ve çevresel pek çok faktör vardır. Koroner hastalıklar, hormonal dengesizlik, ilaç kullanımı, depresyon, bağlanma bozukluğu, eksik cinsel eğitim, dinsel faktörler, uygun olmayan çevresel koşullar cinsel isteksizlik yaratabilirler.

Bu nedenle cinsel istek bozukluğunu değerlendirirken, çeşitli unsurları gözönünde bulundurup kişiye özel durumu anlayıp ona göre uygun tedavi ve yaklaşımda bulunmak gerekmektedir.

Burada değinmek istediğim konu, hikayenin flört döneminde evlenene kadar çok iyi cinsel yaşamları olan çiftlerin evlendikten sonra hatta balayı gecesi başlayan bir isteksizlik durumunu içeren yönü ile ilgilidir. Evlendikten sonra erkek tarafında hızla düşüş yaşanmakta ve giderek çiftlerin cinsel yaşamı yok denecek kadar az olmaktadır.

Bir başka hikaye ise, çocuk olduktan sonra cinsel yaşamın tamamen sekteye uğramasıdır.

Anneye aşırı bağımlı erkekler evlendikten sonra eşlerine de aşırı bağımlılık geliştirip, eşini annesinin yerine koyması ve olgunlaşmamış cinsellik nedeniyle eşine karşı cinsel arzu duymayabilir. Bunlar sürekli olarak eşinden ilgi ve şefkat bekleyen erkeklerdir.

Başka bir şekilde anlatmak gerekirse, evlendikten sonra karısını kutsallaştırıp, arzu nesnesi olmaktan çıkartır. Bu durum, erkeğin kadında cinsel olanla, anneliğe yüklediği rolleri birleştirememesi, ikisini bölmesidir. Böyle olduğunda evdeki kutsal, dışarıdaki cinsel olandır.

Eşi doğum yaptıktan sonra da hem eşini anne olarak gördüğünden hem de eşinin değişen fiziksel görüntüsünden dolayı eşinden uzaklaşan erkekler vardır. Bu durumda, doğum sonrası bozulan cinsel yaşamı tekrar toparlamakta oldukça zorluk yaşanabilmektedir.

Eşine fiziksel değişimi nedeniyle ilgisini kaybeden erkek, dışarıdakinin daha iyi olduğu düşüncesiyle başka kadınlar ile ilgili arayışlar içine girebilmektedir. Bu durum da evlilikte daha kötü sonuçlara yol açabilmektedir.

Eşlerinin bazı fiziksel durumlarından kaynaklanan etkilerden dolayı da cinsel uzaklaşma yaşanabilir. Örneğin ağız ve vücüt kokusu gibi.

Eşler arasındaki iletişim zorlukları ve çatışmalar da cinsel yaşamı olumsuz etkiler. Tıpkı kadınlar gibi erkekler de evliliklerinde yaşanan çatışma ve kavgalardan duydukları kızgınlık ve öfkeleri sebebiyle eşlerinden uzaklaşırlar ve cinsel yakınlaşmadan kaçınırlar.

Kadın-erkek ilişkisini diğerlerinden ayıran 'erotik sevgi' dir. Erkek de kadın da arzulanmayı ister ama kadının ikili ilişkide durduğu yer, seks yaşantısından daha önemlisi 'arzu nesnesi' olmasıdır yani kadın 'arzu' nun peşindedir.

Kadın olduğunu hissetmek, dişilik, çekicilik, hayranlık gibi duyguları yaşaması, hayatındaki erkeğin ona tuttuğu güzel ayna ile mümkündür. Kadın, erkeğin gözünden gördüğü kendini daha çok sevecek ve canlanıp güzelleşecektir. Aksi takdirde arzulanmayan, sevişilmeyen kadın tıpkı bir yaprak gibi kuruyup cansızlaşmaya başlar.

Bu yüzden sorunu doğru yerden anlayıp profesyonel yardım almak, eşlerin kaygı ve depresyona sebep olan bu durumdan kurtulmalarını sağlar. İyi bir evlilik, cinsel yaşamdan bağımsız değildir.

Yazının devamı...

Histerik(histriyonik) kişilikler

Histriyonik kişilikten söz edilmediği dönemlerde, isterik kişilikten sözediliyordu. İsterik sözcüğünün etimolojik kaynağı, yunanca 'husteros' tur ve kadının başlıca özgül organı rahim anlamına gelir. Eski Yunanlılar gerçekten de kendilerini aşırı ve gürültülü ifade biçimlerinin rahimin iç hareketliliğinden kaynaklandığını düşünüyorlardı. Hekimler hiçbir bedensel hastalığa bağlı olmayan felç, kasılma, kriz ve unutma gibi aniden başlayan ve sona eren bozukluklara rastlıyorlardı. XIX. yüzyıla kadar bu bozukluklar hala "rahimsel çılgınlık" adıyla anılıyordu.

1980 yılında, "isterik kişilik" deyimi, psikolojik bozuklukların Amerikan sınıflandırmasından (DSM-III) çıkarıldı. İsterik denilen kişiliklerin heyecanlarını aşırı ve abartmalı bir şekilde ifade etmeleri, kişiliklerinin oldukça değişmez bir özelliği olarak görülüyordu.

İşte bu nedenle, Latince histrio sözcüğünden gelen ve flüt sesiyle pandomim yapan oyuncuyu çağrıştıran "histriyonik" teriminin kullanılmasına karar verildi.

İsterik kelimesinin günlük dilde onur kırıcı bir anlamı da vardı; değişimin bir sebebi de bu idi.

Histriyonik belirtiler genellikle yatkın bir nörotik kişilikte görülür. Histriyonik kişiliğin özellikleri hakkında görüşler değişiktir.

Klasik kitaplarda belirtilmiş özellikler:

Başkalarının dikkatini çekmeye çalışır, dış görünümleri ile baştan çıkarıcı gibidir.

Genel ilginin odağında olmadığı durumlardan hoşlanmaz.

Yoğun olarak etrafındakilerin sevgisini arar.

Oyuncu ve teatraldır.

Benmerkezcil, çabuk kırılan, çocuksu, telkine yatkındır.

Sık sık değişen duygularını dramatize ederek açığa vurur, duygulanım oynak ve yüzeyeldir.

Daha çok, izlenimlerini yansıtan, açık olmayan ve ayrıntıları kaçıran duygusal bir konuşma tarzı vardır.

Çevresindeki kişileri abartılı biçimde idealize etme ya da aşağılama eğilimindedir.

Cinsel düzensizlik; histerikler genel olarak cinselliğe karşı düşkün olmaktan çok, cinsel alanda derin kısıtlanışları ve düzensizlikleri olan kişilerdir. İlgi ve sevgi gerksinimlerini cinsel beraberlikler üzerinden de alma yoluna gidebilirler.

Oyuncu kişilikler ilk başta çok çekici görünebilirler, ancak aşırı gösterileri, mizaç değiştirmeleri, ilgiye olan susuzlukları birlikte olduğu kişiyi yorar ve ondan uzaklaşmasına yol açar. Sonunda histriyonik kişilikler, hiç durmadan çevrelerini büyülemek ve ayartmak gerektiğine daha çok inanırlar; böyle yapmazlarsa yalnız kalacaklardır ve yeniden daha histriyonik bir biçimde yeni bir ilişkiye girerler, fakat bu ilişkinin de sonu hüsrandır.

Bazı sinema yıldızlarının mutsuz duygusal yaşamları, histriyonik kişiliklerinin bir işaretidir: bunlar düzenli biçimde, önce şaşırtıcı davranışlarıyla büyüledikleri sonra da bıktırdıkları sevgilileri tarafından terk edilirler ya da kendileriyle, daha fazla ilgilenen bir sevgili için onları terk ederler.

Histriyonik kişilikte, kaynağını çocukluk dönemlerinden alan bir iç çatışma vardır. Yani bireyin dürtüleyici dizgesinde, dışavurulması ve doyurulması olanaksız bir dürtü, bir gereksinim bulunmaktadır.

Örneğin; aşırı baba sevgisi olan bir genç kız, yaşam boyunca hep babası gibi bir insan aramaktadır; bir türlü bulamamaktadır ve mutlu olamamaktadır. Kendisi mutsuzluğunun nedeni olarak bir baba örneği aradığının bilincinde değildir. İşte histerik kişide böyle bir durum, yani yasak dürtülere karşı sürekli bir bastırma zorunluluğu vardır. Herhangi yüklü bir yaşantı bu dengeyi dürtü yönünde bozma etkisini gösterebilir. O zaman benliğin kullanmakta olduğu bastırma mekanizması yetersiz kalır; bu nedenle ortatya çatışma durumu çıkar. O zaman da konversiyon(döndürme) ya da disosiyasyon(çözülme) düzenekleri görülür.

Görülüyor ki, histerik belirti bir çatışmayı temsil etmektedir ve çatışmanın doğuracağı bunaltıyı önlemektedir. Buna birincil kazanç adı verilir. Konversiyon histerisinde çok zaman ikincil kazançlar da vardır. Bunlar kişinin belirtileri yüzünden gördüğü ilgi, bakım, ödün, işten ve sorumluluktan uzak kalma gibi kazançlardır.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki, hem birincil hem, hem ikincil kazançların sağlanması bilinçdışıdır ve bu kazançlar dolayısı ile hastayı suçlama, oyun yapıyor kanısıyla ona kızma tümden yanlıştır.

Histriyonik kişiliklerde en etkin sağaltım yolu, bireysel psikoterapiye ek olarak çevresel koşulların düzeltilmesi ve aile psikoterapisinin birlikte uygulanmasıdır. Burada bireysel psikoterapi derken, gerektiğinde analitik yönelimli, gerektiğinde destekleyici ve rehberlik yapan esnek yaklaşımlı bir psikoterapiden söz edilmektedir.

Kaynaklar

Öztürk, M.O.(1997). Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. Hekimler Yayın Birliği, 7. Basım, Ankara.

Lelord, F., Andre, C.(2006). "Zor Kişilikler" le Yaşamak. Çev. Rıfat Madenci. İletişim yayınları, 15. Baskı, İstanbul.

Yazının devamı...

"Karar" ile flört mü, eyleme geçmek mi?

Karar vermek bazı kişiler için neden zordur? Yalnızca evet diyemediği için değil hayır da diyemediği için felç olan kişiler.

Karar, dilemek ile eyleme geçmek arasındaki köprüdür. Karar vermek , kendini bir eylemin akışına adamak demektir. "Eğer ardından hiçbir eylem gelmiyorsa gerçek bir karar olmadığına, bunun kararla flört etmek olduğuna , başarısız bir karar olduğuna inanıyorum ben." der psikanalist Irvın Yalom.

Samuel Beckett' in "Godot' yu Beklerken" i yarıda kesilen kararlar abidesidir. Karakterler düşünür, plan yapar, bunu kesinleştirir, fakat karar veremezler. Oyun şu konuşmayla sona erer.

Vladimir: Gidelim mi?

Esragon : Hadi gidelim.

[Sahneleme talimatı]:] Kimse kıpırdamaz.

Bazı danışanlar bir karar sancısı yaşamaları yüzünden terapiye girerler. Bu karar genellikle de bir ilişki veya meslekle ilgilidir. Terapist danışanın kararla ilgili kaygısının bilinçdışı anlamını kavramasına yardımcı olur. Geçmişteki kararlara yönelik krizleri tarar ve tedavi hedefi özellikle hastanın belirli bir kararı vermesine yardım etmek de olabilir, hastanın o kararı ve ilişkili olanları uyuma yönelik bir biçimde vermesini sağlamak için çatışmalı alanları çözmek de.

Çok az sayıda karar tam olarak bilinçli çabayla verilir. İnsan kararlarının büyük çoğunluğu çaba harcamadan verilir.

William James "Akla uygun karar" diye adlandırdığı karar verme biçimini şöyle tarif etmektedir: Belirli bir hareket tarzının lehinde ve aleyhinde iddiaları düşünür ve bir alternatif üzerinde karar kılarız. Hesapların mantıklı bir şekilde dengelenmesidir; bu karara tam bir özgür olma duygusuyla varırız.

Bireyin karakter yapısı, izi sürülüp ortadan kaldırılabilecekolan çok önemli tek bir kararın sonucu değil, hayat boyu yapılan sayısız seçim ve vazgeçilen alternatiflerden oluşmaktadır.

Kararlar neden zordur?

Karar ve karar verilen eylem arasında ne olur? Neden bazı kişiler karar vermeyi olağanüstü derecede zor bulurlar? Gerçekten danışanların hemen hemen hepsinin bir kararla boğuştuğu görülmektedir: Önemli bir ilişki ile ilgili olarak ne yapmak gerektiği, evli kalmak mı boşanmak mı, okula dönüp dönmemek, çocuk sahibi olup olmamak.

Diğer danışanlar ne yapamak zorunda olduklarını bildiklerini söylüyorlar -içkiyi ya da sigarayı bırakmak, kilo kaybetmak, insanlarla tanışmaya çalışmak veya yakın bir ilişki kurmaya çalışmak- ama karar veremiyorlar yani kendilerini bunu yapmay adayamıyorlar.

Hatta bazıları neyin yanlış gittiğini bildiklerini söylüyorlar örneğin, çok kibirliler, işkolikler veye ilgisizler ama değişmeye nasıl karar vereceklerini bilmiyorlar.

Bu verilmemiş kararlarda oldukça acı veren birşeyler var. Kararlar birçok neden yüzünden zordur: bazıları belirgin, bazıları bilinçsiz ve bazıları varoluşun en derin köklerine dokunmaktadır.

Kararların zor oluşunun temel nedeni "Seçeneklerin dışlanması" dır.

Her evet için bir hayır olmalıdır. Bir şeye karar vermek her zaman başka bir şeyden vazgeçmek anlamına gelir. Vazgeçmek karar eşlik eder hep. İnsan seçeneklerden, çoğu zaman bir daha ele geçmeyecek seçeneklerden vazgeçmek zorunda kalır. Kararlar acı verir, çünkü olasılıkların sınırlılığını ifade eder; ve insanın olasılıkları ne kadar sınırlıysa insan ölüme o kadar yaklaşır.

Wheelis, kararın yolculuktaki dörtyol ağzı ve vazgeçişin de seçilmeyen yol olduğu şeklindeki metaforda konuyu çok güzel bir biçimde ifade etmektedir:

Bazı insanlar dörtyol ağızlarında oturur, aynı anda ikisine de giremedikleri için iki yola da girmezler, orada yeterince otururlarsa yolların sonunda birleşeceği ve böylece her ikisini seçmenin de olası hale geleceği yanılsamasının tadını çıkarırlar. Olgunluk ve cesaretin büyük bir kısmı böylesi feragatlerde bulunabilme yeteneğidir ve aklın büyük bir kısmı da insanın mümkün olduğunca az şeyden vazgeçmenin yollarını bulma yeteneğidir.

Karar tek başına bir harekettir ve bizim kendi hareketimizdir; kimse bizim yerimize karar veremez. İnsan ancak kendi verdiği kararın sorumluluğunu alabilir.

Bazı insanlar için karar vermek, bütün kararlarının kötü ve yasak olduğu deneyimini yaşatan anne ve baba yüzünden suçluluk duygusu yaşandığı için zordur. Böyle kimseler karar vermeye hakları olmadığını hissederler. Yetişkinlikte büyük kararlar, hem ayrılık korkusundan ve hem de baskın olan diğerine karşı çıkmanın verdiği suçluluktan kaynaklanan sıkıntılı bir durum yaratırlar.

Bir de varoluşsal suçluluk vardır; kişi eğer büyük bir değişim kararı verirse sahip olduğu tek hayatında ne kadar çok şeyi feda ettiğini, gereksiz yere harcadığını düşünebilir. Geçmişteki enkazdan sorumlu olduğu ve çok uzun zaman önce değiştirebileceği anlamı çıktığında geçmişteki hareketlerinin ezici sorumluluğunu kabul etmesi gerekir ve bu kolay değildir.

Suçlulukla başa çıkmanın en iyi -belki de tek- yolu telafidir. İnsan geriye doğru iradesini kullanamaz. Ancak geleceği değiştirerek geçmişi telafi edebilir.

Karar her başarılı terapi seyrinde merkezi rol oynar. Değişim mekanizmasını harekete geçiren şey karardır. Çaba olmadan hiçbir değişim olası değildir. ve karar çabanın tetiğidir. Terapistin görevi hastayı özgürce seçim yapabileceği noktaya getirmektir.

Karar vermenin, bir kararla ya da karar vermemeyle sona ermediğini hatırlamak önemlidir. İnsanın tekrar tekrar yeniden karar vermesi gerekebilir. Bir kararı uygulayamama onu sonsuza dek "boşa harcamak" anlamına gelmez ve bir sonraki karar için herhangi bir anlam taşıması da gerekmez; ama böylesi bir başarısızlıktan çok şey öğrenilebilir.

Ayrıca, danışanın bir karar vermeye hazır olmadığı veya karar veremediği zamanlar olabilir. Terapist danışanın böyle bir zamanda karar vermeme kararını destekleyerek ona rahatlık sağlayabilir.

Karar kaçınılmazdır ve her yerde vardır. Eğer kişi kararlarının her yerde bulunma özelliğini tamamen kabul ederse otantik tarzda varoluş durumuyla karşı karşıya gelir. İnsan hayatta kalmak için bile karar verir.

İnsanın karar verme şekli büyük önem taşımaktadır. Karara aktif yaklaşım, insanın kendi gücünün ve kaynaklarının aktif kabulüyle uyumludur.

Her kararda bir ödül vardır. Eğer kişi bir karara bağlı kalamazsa, içinde kendine ait bir ödülü barındıran başka bir karar verdiği varsayılmalıdır. Ancak dikkat çekilmesi gereken nokta, ödüllerin kişiyi ketleyici değil ileriye doğru geliştirici olması durumudur. Örneğin danışanımın değişmek istememesi bir karardır ve somut veya sembolik ödülleri vardır -örneğin yakınlarından ilgi görmek, sürekli yardıma ihtiyacı olduğunu göstermek. İşte bu ödül insanın ileriye doğru gelişimini engelleyen bir ödüldür.

Yarattığınız dünyayı ancak siz değiştirebilirsiniz ve değişimde tehlike yoktur.

Kaynak:

Yalom, I.(1999): Varoluşçu Psikoterapi. Çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit. Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

Yazının devamı...

"Adam olmak zor zanaat" dedim...

Geçenlerde hayatı hiç de boşa harcamamış, demlenmiş, dünyanın en cennet beldelerinden birinde yaşayan, çelebi ruhlu, elinden kitabı eksik olmayan bir insanla sohbet ederken "Adamlık zor zanaat" dedim, "Fakat çok zevkli" dedi. Yüzüme bir gülümseme yayıldı, çok etkileyici bir cevaptı. Adamlık yani insanlık, adam olmak, yani insan olmak...

Yazar Reynolds ve Press "Seks İsyanları" adlı kitaplarında Fransız edebiyat kuramcısı ve yazar Blanchot' nun "Başkalarının en büyük ıstırapları benim duyduğum hazdan daha önemsizdir" demesinden bahsederler. Bu durumu yani Sanatçının etik/dayanışma/süperego(üstbenlik, vicdan, yasaklar) karşısında, estetik/arzu/id(altbenlik, güdüsel olan, durdurulamayan; cinsellik, saldırganlık, kin) ' i tercih etmesini sanatçı kişiliğin bir yansıması olarak görebiliriz.

Peki hazcılık veya haz düşkünlüğü olarak bilinen Hedonizm' in öğreticisi kimdir?

Sokrates' in öğrencisi Aristippos' a göre her davranışın nedeni mutlu olmak isteğidir, en üstün iyilik hazdır. Haz veren herşey iyi, acı veren herşey ise kötüdür. Epikurus' a göre Aristippos' un bedensel hazzına karşılık, en büyük haz ruh dinginliğidir. Buna da bedensel hazlar peşinde koşmakla değil, bilgelikle varılır.

Efendim, aşırı katı süperego yani yasaklar ve bunun sonucunda yaşanan suçluluk duyguları kişinin ruh ve beden sağlığı açısından ne kedar zorlayıcı ve sağlıksız bir durumsa , aşırı gevşek, vicdan ve değerlerden yoksun bir süperego da o kadar kişinin iç dünyasında ve ilişkilerinde zorlayıcı bir durum yaratır.

Ego, id ile süperego arasında bireyin yaşantılarını düzenleyen karar verici mekanizmadır. Ruh sağlığı ıd ile süperegonun arasındaki dengenin sağlanmasıyla mümkündür.

Ruhsal açıdan sağlıklı bir birey olmak, tüm sosyal baskı ve beklentilere rağmen başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar vermeden kendisi olabilmektir.

Günümüzde aşırı tüketim, hemen ve şimdi hazza ulaşma isteği ve hazzı erteleyememe durumları bizi limit neresi sorusuna yöneltmektedir. Cinsellikten tutun da maddesel ve sanal olan herşeyi insanlık koca bir ağız olmuş yutmaktadır; çiğnemeden, hazmetmeden...

Nihai sonuç; bencilliğin getirdiği yalnızlık, anlamsızlık, boşluk duygusu, doyumsuzluk ve depresyon!

Kişinin başkalarının ıstırabına rağmen kendi hazlarını yaşaması, başkalarının acı çekmesi ve zarar görmesine rağmen kendi istek ve zevklerini önceliğine alması kişilerarası ilişkiler bağlamında düşünüldüğünde ne kadar ahlakidir?

Konuyu kadın erkek ilişkilerine getirmeden olmaz! İlişkilerde birine adanmışlık mı? Yoksa hazzının peşinde koşmak mı? Bu bir seçimdir! Ya biriyle paylaşmanın, anılar biriktirmenin, çoğalmanın, yoldaşlığın ve yaşam yolculuğunda sana eşlik eden, yanında güven duyacağın birinin varlığını istersin ya da hazlarını...

Birine evet demek ötekine hayır demektir. Eğer biriyle hayat ortaklığını seçmişsen ona karşı sorumlulukların olduğunu kabul ediyorsundur. Diğerine saygı ve empati göstermek, karşındakine senin yüzünden acı ve ıstırap verecek davranış ve hareketlerde bulunmamak demektir.

Biriyle beraber olmak, onu mutlu etme sorumluluğunu beraberinde taşımak demektir.

Bu durum, kişilerin kendini bilmesi ve seçimlerini bu doğrultuda yapması anlamına gelir. Neye ihtiyacınız olduğunu bilmek; kendini tanımaktır. Kendini tanımak ise kendin ile uğraşmayı göze almaktır, bu kolay olmamakla birlikte varolmanın en haz verici halidir!

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.