SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Uzuv farklılığı

Uzuv farklılığı, anne karnında veya doğduktan sonra çeşitli sebeplerden kaynaklı (genetik, amniyotik bant, dolaşım bozukluğu, çevre faktörleri gibi.) bireyin bir veya daha fazla uzvunda meydana gelen farklılığı tanımlamak için kullanılmaktadır. İngilizce “limb difference” kavramının çevirisi olarak Türkiye’ de Eşsiz ve Güçlü Eller sayfasında ön plana çıkan bu kavram giderek yaygınlaşmış ve birçok bu duruma sahip bireyin kendini tanımlamak için kullandığı bir kavram haline gelmiştir. Türkiye’deki akademik makaleler ve tıp dilinde ise bu durumu tanımlamak için uzuv kaybı, uzuv deformasyonu, Ampute, el-ayak anamolisi gibi terimler kullanılmaktadır.

Uzuv farklılığına sahip çocuğu olan bir anne olarak, bu tanımı gördüğümde kızımın durumunu en iyi açıklayan şey olduğunu düşündüm. Kızımın doğumundan itibaren birlikte deneyimlediğimiz birçok şey bize bunun bir şeyi engelleyen bir durum olmaktan çok, bir şeyi kendi yoluyla-farklı yoldan yapmaya işaret eden bir şey olduğunu gösterdi. Bu bir farklılıktı ve istediği şeyi yapmasına asla engel değildi. Kızım dışında gördüğüm tüm örnekler de bunun bir kanıtıydı. Ve bir şey demem gerekiyorsa böyle söyleyecektim. “Uzuv farklılığı”.

Uzuv farklılığına sahip kişiler istediği her şeyi yapıyor, hapsoldukları şey ise bir diğerinin bakışı, söylemi oluyor.

Bu sebeple bu yazıda, fiziksel-uzuv farklılığı olan kişilere bakış, konusu üzerinde durmak istiyorum.

Hayatta kendimizi nasıl tanımladığımız ve bir diğerinin bizi nasıl tanımladığı önemlidir. Bazen diğerinin bakışında kendimizi görürüz. İlk hayata başlangıcımız da böyle değil midir? Annemizin bakışında kendimizi tanımlar ve hayatı onun gözünden, dilinden algılarız.

Peki farklılıklara, bizden farklı görünene, bizden farklı özelliklere sahip olana nasıl bakıyoruz? Farklılıklara ne kadar açığız? Bizden farklı olanı ne kadar konuşuyoruz? Ne kadar hayatımızın içinde yer veriyoruz? Bir yetişkin, ebeveyn olarak farklılıkları ne kadar algılıyor, gelecek nesillere, çocuklara nasıl aktarıyoruz?

Artık kitaplarda, film-çizgi film, dizilerde, sosyal medyada farklı fiziksel özelliklere sahip daha fazla kişi ve karakterlere yer veriliyor. Büyük tekstil- kozmetik firmaları da ideal beden- güzellik algısından ayrılarak tüm beden formlarına, farklılıklara da yer vererek aynılaşma yerine farklılıkların, olanın güzelliğine işaret ediyor. Bunlar ne kadar da umut verici öyle değil mi? Peki biz çocuklara bunu ne kadar aktarabiliyoruz? Kendi farklılığından başlayarak bir diğerinin farklılığını da özümsemeyi sevmeyi...

Tüm farklılıklara sevgi ve saygıyla yaklaşmayı aktarmak, ailelerin, öğretmenlerin, ortak sorumluluğu diye düşünüyorum. Böylece kendinden farklı olanı benimseyen çocuk, bakışı ile bir diğerini kendi zihninde hapsetmeyecek aksine özgürleştirecektir. En acımasızı ve tehlikelisi zihnimizde hapsettiklerimiz önyargılarımız değil midir?

Bu farklılıkları çocuklara aktarmak içinse önce her birimiz kendimizden başlamalıyız. (Bunu tüm ebeveynler-bireyler için söylüyorum. Hem uzuv farklılığına sahip çocuğu olan anne babalar hem de diğer anne babalar) Kendimizden farklı olana ne kadar açık olduğumuzu sorgulayıp, önce kendi esnekliğimizi arttırmalıyız. Çünkü çocuklar daima anne-babaları model alırlar. Biz ne kadar esneksek onlara da o esnekliği sunmuş oluruz.

Model olmanın yanında çocuklarla evde, okulda farklılıklara sahip karakterlerden bahseden hikaye kitapları okumak, farklılığı olan oyuncak bebekler edinmek (hayvan figürleri üzerinden de olabilir. Bacağı olmayan bir kedi ile oynamaya devam etmesini desteklemek gibi) ya da evde bir parmağı, eli, kolu yani bir uzvu olmayan (kopmuş-kırılmış) bebeklerle oynamaya teşvik etmek de önemli olacaktır. Yani, olanın güzelliğine işaret etmek önemli olacaktır. Bunu yapmak çocuğunuzu korkutmaz sadece kendine ve diğerlerine daha duyarlı bir birey yapar. Hem kendi hem de diğerinin farklılığını kabullenmesine yardımcı olur. Bunu tüm çocuklara borçluyuz.

Son olarak; bir şeyi gerçekten yapmak istediğimizde, onu yapmanın bir yolunu buluruz. Farklılıklarımız ise o şeyi yapmaya engel değildir. Farklılıklarımız bizi eşsiz ve güçlü kılar.

Klinik Psikolog Eda Malkav

@essizveguclueller

@psikologedamalkav

edamalkav@gmail.com

Yazının devamı...

Duygulara kulak verin

Çocuklarınızla duyguları hakkında yeterince konuşuyor musunuz? Bu konuda kendinize 10 üzerinden kaç puan verirsiniz? Son zamanlarda seanslarda ciddi şekilde ve üzülerek fark ettiğim bir şey var. İsyan eden çocuk ve ergenler, fakat bu isyanı duymaya kapalı anne ve babalar. Duygusal bir isyandan bahsediyorum elbette. Duygulardan çok somut şeylere, başarıya mesela, aşırı değer veren ebeveynler. Çocukların duygusal ihtiyaçlarına kulak tıkayıp sadece somut ihtiyaçlara odaklananlar. Travma öyküsü olan bir çocuk veya gençte dahi ailenin odaklandığı şey ders, başarı, gelecek...

Evet bu konu sosyolojik anlamda incelenebilir belki. Ülke ve toplum olarak ebeveynler ve gençler geleceklerinden o kadar ümitsizler ki dolayısıyla ilk düşündükleri şey hala temel bakım ihtiyaçları, hayatını idame ettirme ve bir meslek sahibi olma kaygısı. Hep dilde aynı cümle “Hocam kendini kurtarsın başka bir şey istemem.” Ebeveynlerin kaygılarını anlamaya çalışırken bir yandan da o duygusal isyana kulak vermeye çalışıyorum. Temel ihtiyaçlar ile duygusal ihtiyaçlar arasında sıkışmış çocuk ve gençler. Travmanın getirdiği duygulara dahi hayatın zorluklarından kaynaklı kendini kapatan ebeveynler...

Bazen ailelere yüksek sesle şunu sorarken buluyorum kendimi? En son ne zaman duyguları hakkında konuştunuz? Duyguları konuşmak, duygulara değer vermek de bir ihtiyaçtır. Yüksek sesle sormamın sebebi duyguları sormama rağmen hala aldığım somut ve maddi cevaplar.

Bireylere sorduğum kendini nasıl hissediyorsun sorusuna aldığım cevap ise yetişkinlerde dahil %80 oranda “kötü veya iyi” cevabı. Duygular iyi ve kötü hissetmek üzere ikiye ayrılmıyor. Gün içinde, herhangi bir şey yaşadığımızda, geçmişle- bugünle ya da gelecekle ilgili birçok çeşitli duygu hissederiz. Üzülürüz, seviniriz, şaşırırız, utanırız, öfkeleniriz, suçluluk hissederiz, kaygılanırız, mutlu oluruz, heyecanlanırız, gergin hissederiz, korkarız, stresli oluruz, huzurlu hissederiz, umutlu-umutsuz hissederiz...Hepsi de o kadar doğal ki...Yoğunluğu ve sıklığı bizim için oldukça önemli. Ve duyguları konuşulmayan sıkışmış, tıkanmış kişiler bu duyguları aktaramadıkları için terapiye başvururlar. Terapide aktardıkça rahatlamaya başlarlar.

Siz kendinizin veya çocuğunuzun, eşinizin, anne ve babanızın, kardeşinizin, arkadaşınızın, duygularına ne kadar odaklanıyorsunuz? Bugün nasıl hissettin? Bu olayı yaşadığında nasıl hissettin? Gibi soruları ne kadar kullanıyorsunuz? Ya da kendi duygularınızdan ne kadar bahsediyorsunuz?

Çocuklar dünyayı sizin gözünüzle algılar. Bir şeyler yolunda gitmiyorsa lütfen aynayı önce kendinize çevirin. Çocuğunuzu dünyayı algılarken tanırken yeteri kadar duygularını yansıttınız mı? Bir çocuk öfkelendiğinde ki bu normaldir(sürekli aşırı olmadığı sürece) ona o an yaşadığı duygunun normal olduğundan, öfkelendiğinden bahsedebilirsiniz. Böylece çocuk yaşadığı duyguyu tanımlarken bir yandan da normal olduğunu anlayacaktır. O an yapmanız gereken tek şey bu duygu üzerinde konuşup öfkelendiğinde bunu nasıl aktarabilir konusunda ona destek vermektir. Öfkeyi kapamak ya da görmezden gelmek yararlı değildir.

Yas duygusu da konuşulması açılması ve yaşanması gereken bir duygudur. Tüm kapanan duygular bedende kendilerine çıkmak için mutlaka bir yer ve yol bulurlar. İş bu noktaya gelmeden duygularınızı konuşun, aktarın, konuşulmasını destekleyin. Bir çocuğun akademik başarısından daha önemli bir şey varsa bu fiziksel sağlığının yanında ruhsal-duygusal sağlığıdır unutmayın.

Klinik Psikolog Eda MALKAV

edamalkav@gmail.com

@psikologedamalkav

Yazının devamı...

Lohusalıkta psikolojik iyilik

Doğumdan sonraki yaklaşık 6 haftalık süreye lohusalık dönemi diyoruz. Lohusalık genelde kadınlar arasında pek de iyi anılmayan, kaos olarak tanımlanan bir süreç olarak bahsedilir. Aslında kaotik görünmesi çok da normaldir. Yeni bir canlıyı dünyaya getirmek, yeni bir düzen kurmayı ve yeni bir alışma sürecini gerektirir. Bu da her zaman pek kolay değildir. Özellikle bu sürece bir de zorlu doğum sancılarından veya bir ameliyattan sonra başladığınızı düşünürseniz... Bir canlıyı dünya ile buluşturmak için kocaman ıkınmaların ya da zorunlu sebeplerden dolayı kesilerek dikilmenin gerektiği sancılı bir süreci yaşamak... Bedenin çok yorgun olduğu ancak bir canlıya bakacak kadar da dinç olması gerektiği bir dönem. Belki de beden ve zihnin en çok dinlenmeye ihtiyacı olduğunda en çok enerji harcadığı...Başlı başına bir kaos öyle değil mi?... Hormonlardan bahsetmiyorum bile...

Pekiii… Her kavuşma biraz sancılı değil midir? Ama güzeldir... Her şeyiyle bir kavuşma, yaşanan tüm acılara değer... Hele ki yavruyla kavuşulacaksa... Peki bu göze korkunç gelen bir kaosu andıran süreç psikolojik anlamda nasıl daha iyi geçer? Bebeğinizle kavuşmanın tadını nasıl çıkarabilirsiniz? Bu dönem bir kargaşaya dönmeden nasıl daha kolay bir hal alır?

Bu süreci fizyolojik ve psikolojik anlamda en iyi şekilde atlatmanın yolu öncelikle çekinmeden destek almak olsa gerek. Bazı anneler bebeklerine tek başına bakmayı isteyebilir ve kimseye ihtiyacı olmadığını düşünebilir elbette. Anne olduğumuzda unutmamamız gereken temel noktanın mükemmel olmadığımız, olduğunu düşünüyorum. Bir insan olarak güçsüz kaldığımız bir şeylere yetişmemizin mümkün olmadığı zamanlar vardır. Anne olunduğunda da bu geçerlidir. Öncelikle bir insansınız. Elbette bir canlıya bakacak güç sizde var ancak bu kadar zorlu bir süreci tek başınıza geçirmek zorunda değilsiniz.

Şöyle bir düşünün… Bedensel ve zihinsel olarak yorgunsunuz. Beden kanamaya devam ediyor. Zihin karmaşalarla dolu, duygular hormonların etkisinde... Tüm bunların arasında her şeyi üstlenmeye kalkmak oldukça zorlayıcı olsa gerek. Çevrenizden destek almaktan istemekten çekinmeyin. Böylece hem daha kolay kendinize gelebilir, bebeğinize daha kaliteli vakit ayırabilirsiniz. Bedeniniz bu sayede daha çok dinlenebilir. Sağlam bir zihin sağlam bir beden ile mümkündür. Kendinize ve bebeğinize bakarken ev işlerinde veya bebeğin bakımında size yardımcı olabilecek kişileri bir süre için kabul etmeniz oldukça işinize yarayacaktır. Mükemmel olmaya çalışmanın bu dönemde size sadece bitkinlik getireceğini unutmayın. Aynı zamanda bebeğiniz ihtiyaçlarını giderdikten sonra, dinlenmek için sadece dinlenmek için vaktinizi kullanın.

Gelelim zihinsel olarak kendinizi nasıl daha iyi hissedeceğinize... Çünkü zihinsel olarak bilinçli hareket edebilir süreci yönetebilirseniz duygularınızı da kontrol altına alabilirsiniz.

Şöyle bir hayal edin... Doğum yaptınız... Herkes başka bir şey söylüyor... Bebeğinizin beslenmesi, uykusu, gaz problemleri, giyinmesi ile ilgili herkes fikrini paylaşıyor. Aç bu çocuk diyenler... Uykusu varlar...Gazı ile ilgili bir sürü tavsiyeler...Kucağa alıştırma diyenler ne istersen var... Tüm bunları duymak zihinde de bir kaos yaratıyor... Hormonların etkisiyle duyguların da yoğun yaşanmasıyla birlikte gelen vicdan azabı, acaba yanlış mı yapıyorum-lar, dağılan zihinler…

Bu konuda tavsiyem kendinize sadece ve sadece bir metodu-bir kişiyi-bir kitabı veya sadece kendinizi referans almanız. Doğum öncesi okuduğunuz ve aklınıza çok yatan bir kitabın önerilerini uygulayabilirsiniz mesela... Ya da bebek bakımı konusunda çok güvendiğiniz birinden bu süreçte destek alabilirsiniz. Anne-Bebek gruplarına katılarak, sorularınızı sorup size mantıklı geleni uygulayabilirsiniz. Sadece doktorunuzu baz alabilirsiniz... Ya da sadece süreci içinizden gelen o annelik güdüsüne, doğallığına bırakabilirsiniz. En iyi annelik sizin içinizden gelen doğal anneliktir. Buna bir de bilinçli ve bilgili bir anne modeli eklediğinizde yapboz tamamlanmış olur. Yani içinizdeki anneye güvenin ve çok güvendiğiniz tek bir referansı model alın. Böyle yaptığınızda, bir süre sonra etraftaki seslere duyarsızlaşmaya başladığınızı göreceksiniz. Güvendiğiniz yolda ilerledikçe etraftan söylenen hiçbir şey sizi, zihninizi, ve duygularınızı ele geçiremeyecek.

Kısacası kulakları biraz tıkamak ve her defasında kendinizin yolunu kendinize hatırlatmak gerek. Gerekli bilgileri güvendiğiniz yerden aldığınızda ise berrak bir zihinle beraber duygularınızın da dinginleştiğini göreceksiniz. Kendinizi güvende hissettiğinizde kaygılarınız da azalacak elbette...

Özetlersek, ev işlerinde ve bebek bakımında destek almayı ihmal etmeyin. Kafanızın karışmaması için önce kendinizi sonra güvendiğiniz bir referansı bebek bakımı konusunda temele alın. Mükemmel olmadığınızı ve olmak zorunda olmadığınızı kendinize hatırlatın. Ve tabi ki içinizdeki anneye kulak verin yeter...

Klinik Psikolog Eda Şentürk Malkav

Soru ve görüşleriniz için;

edamalkav@gmail.com

www.edamalkav.com

@psikologedamalkav

0555 099 05 01

Yazının devamı...

Farklı ama aynıyız

Bir reklamda bir kız çocuğunun söylediği söz kulağımda yankılanıyor uzun zamandır. Belki bir çoğunuzun da ilgisini çekmiş, siz de üzerine düşünmüşsünüzdür. Zaman zaman şöyle bir şey yaşarım: Aslında defalarca duyduğum bir şeyi ilk defa duymuşum gibi hisseder farkındalık yaşar ve o söz üzerine derinlemesine farkında olarak düşünürüm. Bu söz de böyle bir aydınlanma yaratmıştı bende. "Hepimiz farklıysak aslında aynıyız" diye... Ben de bazen farklılıklarımız üzerine düşünürken bulurum kendimi. İnsan ne kadar biricik ne kadar kendine has ne kadar özel bir varlık. Dünyada çok küçük olduğumuzu düşünüp kendimi bir hiç gibi hissetmektense her zaman tek ve biricik olduğumuzu düşünüp ne kadar özel canlılar olduğumuzu getirir aklıma ve kocaman hissederim kendimi.

Etrafınıza bakın... Ne kadar farklıyız. Gözümüz, saçımız, burnumuz, boyumuz posumuz, neyi nasıl algıladığımız, düşüncelerimiz, ilgi alanlarımız, sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, bir durum ve olaya verdiğimiz duygusal ve davranışsal tepkilerimiz, yapabildiklerimiz, yapamadıklarımız, eksik hissettiklerimiz ve en güçlü yanlarımız... Tüm bunları düşündüğümüzde ne kadar da kendimize has ve özeliz öyle değil mi? Bu farklılıklar bizi biz yapan şeyler. Tüm farklılıklarımızla kabul edilmeyi, sevilmeyi beklemez miyiz her şeyin özünde? Belki de bizi aynı yapan da budur bir yandan diye düşünürüm sonra... Tüm farklılıklarımıza rağmen koşulsuz sevilme ihtiyacı, güven duyma, kabul görme, değer görme ve saygı görme... Hepimiz temelde bunları isteriz ve bu da bizi aynı yapar tüm farklılıklarımıza rağmen...

Peki temelde bu kadar aynıyken neden farklılıklarımızı yadırgarız ki... Aynıyız işte… Temelde aradıklarımız aynı… Hepimizin eksikleri fazlalıkları var ama insanız işte. En nihayetinde aynı canlı kategorisindeyiz. Fiziksel, zihinsel, ruhsal ne varsa eksik hissettiğimiz onlar bizi biz yapan şeyler... Belki hiç tamamlanamayacak ama bizi biricik ve farklı, bir yandan aynı da yapan şeyler... Farklılıkları sevmek diyorum... Farklı olanı benimsemek... Farklılığın içindeki biricikliği hem de aynılığı görmek...

Öyleyse temelde aynı olduğumuzu bilmek farklılıkları sevmeyi kolaylaştırabilir. Bir diğerine baktığınızda ondaki farklılığı kabul ederek, severek saygı duyarak karşılamaktan bahsediyorum. Ne kadar zor olabilir ki? Bir insanı olduğu gibi farklılıklarıyla bütünüyle görmek ve sevmek... Ona baktığında o insanın varoluşsal sancılarını, insan olmanın gerektirdiği bir yerden duymak...

Yani öyle işte… Hepimiz farklıysak aslında bir o kadar da aynıyız... Ben birine baktığımda hem onun tüm farklılıklarını görür hem de ne kadar aynı olduğumuzu düşünürüm hep... Çünkü baktığımda gördüğüm şey tüm farklılıklarıyla aslında yalnızca bir insandır…

Klinik Psikolog Eda Şentürk Malkav

edamalkav@gmail.com

www.edamalkav.com

@psikologedamalkav

0555 099 05 01

Yazının devamı...

Corona virüsün psikolojik etkileri

Hepimizin ezberlediği gibi Corona virüs salgını ilk olarak 2019 Aralık ayında Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıktı. Türkiye'ye ulaşması ise Mart ayını buldu. Çin'de ortaya çıktığı andan itibaren endişe ile takip ettiğimiz virüs yanı başımızda beliriverdi. Haberlerde izlerken,bizden uzaktayken o kadar tehdit edici olmayan bu virüsün psikolojik etkileri tehdit bize yaklaştıkça git gide artmaya başladı. İlk başta sadece fizyolojik semptomlar ve etkilerden bahsedilirken ilerleyen safhalarda sosyal izolasyonun öneminin vurgulanması, sosyal hayatımızdaki değişiklikler, hayatımızı tehdit eden gerçek bir tehlikenin varlığı bizi psikolojik olarak da oldukça etkilemeye başladı.

İlk önce önlem olarak bahsedilen sosyal izolasyon kavramından sonra karantina kavramından bahsedilmesi, birçok ülkede sokağa çıkma yasağının gelmesi bu tehdidin ciddiyetini ortaya koyarak tedirginliği daha da arttırdı.

Başta ne olduğunu anlayamadığımız, adlandıramadığımız bir tehditken git gide hakkında birçok bilgiye sahip olduğumuz bir duruma dönüştü. Hayatımızda küçük büyük yaşadığımız kaygı anlarını düşünelim. Bir durum veya olayı adlandıramadığımızda, bize tüm belirsizliğini dayattığında oldukça kaygılanmaya başlarız. Bu kaygıyı yatıştırmak içinse bu durum ve olayı daha belirgin hale getirmek için bilgi edinmeye çalışırız. Yaşanan beklenmedik bir durum karşısında kendi ruhsallığımızı koruyabilmenin yolu bilmediğimiz şeyi daha bilinir hale getirmektir. Çünkü bu bilinmeyen üzerindeki kontrolümüzü arttırır ve gerekli bilgilerle önlemeleri almaya başlarız. Kaygının birinci rahatlama yolu budur.

Ayrıca hayatımızda birtakım değişiklikler yapmak durumunda olduğumuzda yine de olabildiğince rutinimizi korumaya çalışmak, ya da yeni bir rutin oluşturmak da işe yarayacaktır. Bu aynı zamanda çocukları da oldukça rahatlatmaktadır. Kimi çocuk bu evde kalma durumunu anlayabilecekken kimi çocuk yaşı ile de bağlantılı olarak anlam veremeyecek ya da çok kaygılı olduğu için yatışmakta zorluk çekecektir. Burada ebeveynlere en önemli tavsiye, anlayabilecekleri dilden her yaş çocuğa bu durumun belirsizliğini azaltmak için bir takım bilgi paylaşımlarında bulunmaktır. Bu virüsü onun anlayacağı dilden (mikrop ya da hastalık olarak bahsedebilirsiniz hatta oyun çağındaki çocuğunuza birtakım etkinlik ve oyunlarla bunu anlatabilirsiniz.) tanımlayarak, alabileceğimiz önlemleri anlatmak önemlidir. Bu önlemleri aldığınız sürece güvende olacağınızı çocuğunuza anlatabilirsiniz. Bu süreci çok fazla ölümle bağdaştırmamak da doğacak kaygıları engelleyecektir. Elbette bunu destekleyecek şekilde televizyonda veya sosyal medya da bu haberleri görmesini sınırlandırmanız da sizi destekleyecektir. Aynı şey biz yetişkinler için de geçerlidir. Belirsizlik ve bilgisizlik kadar yanlış bilgi de kişinin hayatının travmatize olmasına sebep olabilir ve kişi yoğun kaygılar yaşayabilir. Bu dönemde gerçekçi haber ve bilgi kaynaklarına ulaşmak hem sizler hem de çocuklarınız için oldukça önemlidir. Edindiğiniz yanlış, gerçekçi olmayan ve felaketleştirici bir bilgi kaygılarınızın artmasına sebep olabilir. Dolayısıyla bilgiyi süzmeli, güvenilir bilgi kaynaklarından sınırlı bilgiler edinmelisiniz. Hem gerçeklikten uzaklaşmadan hem de felaket senaryoları ile zihninizi meşgul etmeden devam edeceğiniz bir süreç size daha iyi gelecektir.

Bir de sürekli evde olma hali, hareket ve özgürlük alanının kısıtlanması, sınırlı sosyallik, iletişimin azalması, sevdiklerimiz, yakınlarımız, ailemiz, eşimiz ile sosyal-fiziksel mesafemizin artması, fiziksel temasın azalması ile birlikte dokunma, sarılma ihtiyacımızın giderilmemesi, tüm bunlar bizi daha depresif ve daha öfkeli yapabilir. En stresli, kaygılı,üzgün olduğumuz anlarda birine sarılmak her zaman iyi gelmez mi? Ancak tam da burada dilin işlevini unutmamak gerekir. Dil fiziksel temas dışında karşıdaki kişi ile iletişimimizi sağlar. Duyguların aktarımı dille mümkündür. Bu süreçte olabildiğince aile içinde duygularınızı birbirinizle paylaşmak açmak iyi gelecektir. Yetişkinler birbiri ile bu süreci dil yoluyla iletişim kurarak aktarırken, çocuklarının duygularını da anlayarak aktarmalarına yardımcı olarak(yine konuşarak veya oyun oynayarak) bu süreci ruhsal açıdan daha sağlıklı atlatmalarına yardımcı olabilirler.

Bu aktarımı sağlamak için oldukça birlikte zamanı paylaşmak, birlikte oyunlar oynamak, ev içinde aktiviteler yapmak hem yetişkinlere hem de çocuklara iyi gelecektir. Çocuklarınızın tamamen dersten kopmalarına izin vermeyerek eski rutinlerini korumaya çalışabilir ve online derslerine devam ettikten sonra belirli ders çalışma saatleri belirleyebilirsiniz. Belli saatlerde belli aktiviteleri yapmak bu süreçte hayatlarındaki belirsizliği azalttığından onlara iyi gelecektir. Aynı şey sizin için de geçerlidir. Kendinize günlük rutinler belirleyerek belirli saatlerde o rutinleri gerçekleştirebilirsiniz(kitap okuma, yemek yapma, yoga-pilates pratiği, puzzle yapma gibi).

Genelde yoğun bir çalışma döneminden sonra evde olmayı hayal eder ve yapmak istediklerimizi gerçekleştirmek için gerekli zamanımız olduğunu hayal etmekle yetiniriz. İşin bu noktadaki iyimser tarafı kendinizi geliştirmek adına, dinlenmek adına yapabileceğiniz birçok şeyi bu süreçte evinizde yapabilirsiniz. Bu süreci verimli bir zamana çevirmek elimizde. Evet çok kolay olmasa da yapabileceğimiz şeyler var. Bu süreçten ruhsal anlamda da sağlıklı çıkabilmek için bu önlemleri almanın oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde bu sürecin sonuna gelindiğinde psikiyatri servisleri, psikoloji klinikleri birçok kaygı ve depresyon vakaları ile dolacaktır. Şimdiden çok fazla kaygı ile bağlantılı bedensel semptomlar duymaktayız. Nefes daralması,kalp çarpıntısı, göğüs ağrısı, terleme veya titremeler gibi kaygı semptomları virüsün semptomları ile de uyuştuğundan oldukça fazla yaşanmaktadır. Her semptom enfekte olduğunuz anlamına gelmez. Önce kendinizi sakinleştirmeyi deneyin. Bu kaygıların sizdeki yarattığı bedensel semptomlar da olabilir. Bunun için az önce bahsettiğim etkinlikleri arttırmak, felaketleştirici haberlerden uzak durmak iyi olacaktır. Aynı zamanda gün içerisinde iyi hissetmediğiniz zamanlarda nefes egzersizleri(3 sn al-6 sn ver/4 sn al-8 sn ver şeklinde-hatta yapabiliyorsanız nefes alma-nefes verme arasında alma kadar nefesinizi tutabilirsiniz.)veya yoga-meditasyon yapabilirsiniz. Tüm bunlar nefesinizi dengeye ulaştıracağından kaygıdan kaynaklı semptomların azalmasına yardımcı olacaktır.

Bu süreci en kısa sürede, en sağlıklı şekilde atlatmak ve yaşamımızın, özgürlüğümüzün iplerini yeniden elimize almak dileğiyle, sağlıklı günler, sevgiler ...

Uzm. Klinik Psk. Eda Malkav

Sorularınız için;

0555 099 05 01 / edamalkav@gmail.com

www.edamalkav.com

Yazının devamı...

Etkili ebeveynlik

Son zamanlarda oldukça popüler olan bir kavram haline geldi, etkili ebeveynlik. Peki nasıl etkili ebeveyn olunur? Gelin birlikte inceleyelim.

Etkili ebeveyn deyince çocuğunu doğru yönlendirme konusunda, bir şeyi öğretme konusunda ona etki eden, etkileyebilen bir ebeveyn geliyor akla.

Ebeveynler çocuklarını istedikleri gibi yetiştirmek, kültür ve değerlerini aşılamak ve doğru davranışı öğretmek konusunda oldukça hevesli olabiliyor. Kaldı ki araştırmalarla da desteklendiği üzere ebeveynlerin, ebeveyn tutumlarının bireyin üzerindeki psikolojik etkisi yadsınamayacak kadar büyük.

Bir birey ile görüşmelerimizde bireyin genetik özelliklerini, kişilik özelliklerini ve aile ile olan ilişkilerini detaylıca öğrenmeye çalışırız. Çünkü biliriz ki genetik kadar önemli olan bir diğer faktör de çevre koşullarıdır. Bireyin nasıl bir ailede büyüdüğü, aile bireylerinin özellikleri, yaşadığı çevre ve ortam, sosyoekonomik ve sosyokültürel faktörler kişinin hayatını etkileyen çevre faktörlerini oluşturur. İkizler ile yapılan araştırmalar da göstermiştir ki farklı çevre koşullarında büyüyen ikiz kardeşler tamamen birbirinden farklı özellikler geliştirebilmekte ve farklı özellikleri olan iki birey olabilmektedirler. Hal böyle olunca ebeveynlerin çocuklarına yaklaşımları tutumları oldukça önemlidir. Yaptığımız klinik görüşmelerde de bunun önemini oldukça fazla görmekteyiz.

Ebeveynlik model olmak ile başlar. Bebek, doğduğu andan itibaren annenin bir parçasıdır ve kendini anneden ayrı bir varlık olarak göremez. Bebek ile annenin arasındaki bu simbiyotik bağ, henüz ayrışmamış ve bebeğin anneye muhtaç olduğu bir bağdır. Bu bağ zamanla çocuğun kendini fark etmesi, keşfetmesi(annenin de buradaki desteği oldukça önemlidir.) ile güvenli ve bağımlı değil, bağlı bir ilişkiye dönüşür. Bu dönem ve sonrasında çocuğun bireyselliğinin desteklenmesi oldukça önemlidir. Toplumsal olarak bu ayrışma ve bireyselleşme dönemlerinin genel itibariyle nasıl gerçekleştiğinin oldukça önemli olduğunu düşünmekteyim. Ve ebeveynlerin buna ne kadar izin verdiği oldukça önemli.

Yürümeye, keşfetmeye, merak etmeye, oyun oynamaya başlayan çocuk ebeveynleri tarafından bir engellenme yaşamaz ve merakları konusunda desteklenirse orada sağlıklı bireyselliğin yolları açılıyor demektir. Koltuğa tırmanmaya çalışan bir çocuğu düşünelim. Çok basit bir örnekle, çocuğun düşmesin diye hemen arkadan desteklenmesi, tutulması çocuğun keşfini engelleyen bir davranıştır. Çocuk çabalarken, beklemek, desteklemek ise sağlıklı bir ruhsallık geliştirmesine yardımcı olur. Kendi başına yemek yemesini desteklemek, oyuncaklarıyla istediği şekilde oynamasına izin vermek gerekmektedir. Sürekli koruyan her şeyi onun yerine yapan değil, onun yanında olduğunu hissettiren ve yapabileceğine inandığınızı gösteren bir konumda olmak, basit ve bir o kadar önemlidir. Böylece başaracağına inanan,kendine güvenen ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilirsiniz.

Bir diğer önemli dönem de elbette ki ergenlik. Ergenliğin bir yaş sınırlaması olduğunu düşünenlerden değilim. Yine klinikte oldukça fazla rastladığımız, yetişkin diyebileceğimiz yaşta ancak henüz ergenliğinin çatışmalarını atlatamamış, bireyselleşmenin sağlanmadığı ve sağlıklı bir ayrışmanın gerçekleşmediği bireylere rastlamaktayız. Ergenlikte de ayrışmayan, ayrışmasına izin verilmeyen bireyler sonrasında çeşitli semptomlarla kliniğimize başvurmaktadır. Buradaki genel gözlemim ise bir türlü bireyselleşmeye izin vermeyen aşırı düzeyde koruyucu, kaygılı aileler, ebeveynler. Ve buna çaresizce boyun eğen ayrışmanın son derece kendisinde kaygı ve suçluluk hissettirdiği yetişkin bireyler...

Özetle, çocuğunuzu büyütürken en küçük yaştan itibaren onun bir birey olduğunu kabul ederek, sevdiği, değer verdiği şeylere saygı duyarak, kendi benliğini oluşturmasına ve kendini tanımasına izin vererek daha sağlıklı bir ruhsallık geliştirmesine destek verebilir ve birey olmasında etkili bir ebeveyn olabilirsiniz.

Uzm. Klinik Psikolog Eda MALKAV

0555 099 05 01

www.edamalkav.com

edamalkav@gmail.com

@psikologedamalkav

Yazının devamı...

Bir Psikolog Gözünden Kadına Şiddet

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında Ahenk Bayazıt ile gerçekleştirdiğimiz röportaj.

Şiddetin ortaya çıkmasında sadece psikolojik değil; sosyolojik, fizyolojik birçok etken etkilidir. Psikolojik anlamda ilk akla gelen ise aslında hepimizde var olan 'saldırganlık' dürtüsüdür. Bu dürtü, Sigmund Freud'un çokça bahsettiği iki temel dürtüden biridir (diğeri cinselliktir). Bu dürtülerin öncesinde nasıl bastırıldığı ve sonrasında nasıl dışarı aktarıldığı şiddeti etkileyen süreçlerdendir. Bazılarımız -çoğunlukla da erkekler- bu dürtüyü kontrol etmekte zorlanır. Burada öğrenilmiş toplumsal cinsiyet rollerinin oldukça etkili olduğunu düşünüyorum. Bir futbol maçını düşünün. Statlar genellikle erkeklerin bir araya gelerek öfkelerini rahatça ortaya çıkardıkları ortamlardır. Buralarda sık sık sözel veya fiziksel şiddet görüntüleri ortaya çıkar ve sanki bunların hepsi için onlara bu izin verilmiştir. Ancak aynı stadı kadınların doldurduğunu düşünün. Yüksek ihtimalle gözünüzde şiddet içerikli sahneler canlanmayacaktır.

Herhangi bir psikolojik rahatsızlıkla ilgili çalışırken mutlaka bireyin ailesini de tanırız ve inceleriz. Aileyi biz sormasak bile kişi kendiliğinden bahsetmeye başlar. Bireyi aileden ve toplumdan ayrı düşünmemiz mümkün değildir. Sadece şiddet konusunda değil, çocuk birçok konuda doğduğu andan itibaren anne ve babayı rol model alır. Onların davranışlarını gözlemler, taklit eder ve öğrenir. Hayatında hiç küfür duymayan bir çocuğun küfür etmesi mümkün müdür? John Locke'un da ortaya attığı 'tabula rasa' (boş levha) kavramını düşünecek olursak; doğduğumuz andan itibaren hepimizin zihni boştur aslında. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımız, o boş levhayı dolduruyor. Önce ailede sonra okulda şiddet ve zarar verme konusunda iyi bir eğitim alan ve iyi modellerle karşılaşan bireyin şiddete yönelimi daha az oluyor. Şiddeti gören, duyan, maruz kalan çocuk ise öfkesini zarar vererek dışarı çıkarıyor. Travmalar da bu konuda oldukça etkili. Bu konuda şu an vizyonda olan Müslüm Gürses'in hayatını anlatan Müslüm filmini izlediyseniz travmanın bireyin ilerideki yaşantısında nasıl geri geldiğini görebilirsiniz. Orada bir travma vardır. Kişiyi zorlayan, hayatını fiziksel ve psikolojik anlamda tehdit eden ve kişinin kontolünü aşan bir gerçeklik... Bu ızdırap veren gerçekliğin karşısında fiziksel ve ruhsal olarak bütünlüğünü korumak adına birey, farkında olmadan birtakım yöntemler geliştirir. Aynı Müslüm Gürses'in hayatının anlatıldığı o en acı veren sahnenin sürekli olarak Müslüm Gürses'in zihninde canlanması ve onu bir şekilde telafi etmeye çalışması gibi... Burada yapılması gereken, mutlaka ve mutlaka bir uzmandan yardım almak, psikoterapi ile bu travmatik yaşantıları çözümlemektir. Aksi takdirde bu kişilerin hem kendilerine hem başkalarına zarar verdikleri durumlar ortaya çıkacaktır.

Şiddete eğilimli bireylerin fark edilmesi aslında zor değildir. Daha çok küçük yaşta nesneleri hırpalayan, zarar veren, başkasının canını acıtan, başkasına zarar veren çocuklar vardır. Bunu bilinçli ya da bilinçsiz yapıyor olabilirler. Ancak ikisi de oldukça sağlıksızdır. Bu durum çocuklarda davranış bozuklukları, dürtü kontrol bozukluğuna işaret ediyor olabilir. Şiddete eğilimli çocuklar çoğunlukla öfkeli olurlar. Başkalarının yaşadıkları acılara karşı üzüntü duymayabilirler, kendi zarar verici davranışları ile ilgili vicdan azabı ve pişmanlık duymayabilirler. Bunların dışında ilgi çekmek için de bu davranışları sergiliyor olabilirler. Bu durum fark edildiği andan itibaren bir uzmandan yardım alınmalıdır. Bu özellikler kemikleşmeden müdahale etmek etkili olacaktır.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki psikoterapiye gelenlerin çoğu kadın. Çoğu zaman şiddeti gösterenler değil, şiddeti görenler yardım almaya geliyor. Oysa asıl iyileştirilmesi ve tedavi görmesi gerekenler şiddeti gösterenlerdir. Daha çok kadınlar maruz kaldıkları şiddetle birlikte yaşadıkları çaresizlik, acizlik, aşağılanma duyguları ile baş etmek için geliyorlar. Destek verdiklerimin çoğunluğu, hatta neredeyse hepsi hayatlarında en az bir kez sözlü, fiziksel, psikolojik şiddete veya mobbinge maruz kalmış durumdalar. Ancak şunu da söylemeliyim ki; bazı durumlarda öfkesini şiddete başvurarak gösteren erkek danışanlar ile görüşmelerimde bu kişilerin mutlaka geçmişinde bir şiddet izine rastlıyorum. Şiddet şiddeti doğuruyor. Dövülen çocuk -özellikle erkek çocuk- kendi yaşadığı çaresizlik ve acizlikle başa çıkabilmek için sonrasında başkasını dövüyor. İşte tam da burada toplumsal cinsiyetin etkilerini görüyoruz. Şiddeti gösterenin çoğunlukla erkek olması toplumun bu cinsiyete yüklediği bazı anlamlar ve 'güçlü olma zorunluluğu' ile doğrudan bağlantılı. 'Erkek güçlüdür, erkek ağlamaz, erkek korur ve kollar, erkek aileye bakmak zorundadır, erkek cinselliği fazlaca deneyimlemelidir, bu onu daha iyi ve güçlü yapar' şeklindeki baskılar, erkekleri 'tanımlandıkları gibi olmaya' iter. Böyle davranan erkeklerin güçlü olduğu zannedilir. Ancak herhangi bir aksi durumda 'güçsüz duruma düşen' erkekler, şiddete başvurur. Kadını aşağılayan erkek o gücü geri kazandığını düşünür.

Bu konuda daha önce de yazılar yazdım. Bu konu hem bireysel hem de bir o kadar toplumsal bir konu. Erkek ve kadının eşitliğinden bahsetmek, çocukları anne ve baba rolleri için de bu şekilde yetiştirmek çok önemli. Erkekler ile kadınlar eşittir demek yetmez. Bunu çocuğa tutarlı bir biçimde ailede ve toplumda da göstermek gerekir. Bu konuda çocuklardan çok anne ve babalara eğitim verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Anne ve babaların bu konudaki farkındalıkları arttırılırsa, aileler çocukları ile güvenli ve tutarlı bir ilişki kurabilirlerse, çocuklarına sevilmeye ve saygı duyulmaya hakkı olan bir birey olduklarını hissettirebilirlerse, çocukları da aynı döngüyü hem kendileri hem de ileride kendi çocukları için sağlayabileceklerdir. Dolayısıyla anne babalara bu konuyla ilgili eğitimler vermek, onları bilinçlendirmek, gerekiyorsa psikoterapi konusunda yardım almalarını desteklemek çok önemli. Şiddetle kurulan zincirin halkası olmak da o zinciri kırmak da anne ve babaların elinde. Bu zarar veren zincirin bir halkası olmamak için yardım almaktan, kendileriyle yüzleşmekten asla kaçınmamaları gerekiyor.

Yazının devamı...

2018-2019 Eğitim ve Öğretim Yılı Bugün İtibariyle Başladı. İyi Bir Gün Olsun.

Bugün okullar açılıyor... Kimisinin mutluluğu, kimisinin korkuları, kimisinin heyecanları var bugüne dair...

Ama her yeni başlangıç, ve her yeni bir gün umuttur. O yüzden bugün iyi bir gün. Tadını çıkarın.

Bir şeye başlamak ve ilk adımı atmak her zaman zordur. Ama sonrasında her şey kendiliğinden devam eder ve yeni günlere, güzel günlere, hedeflere, hayallere ulaşırsınız.

Hiçbir gün, ay, yıl ne birbirinden daha kolay ne de daha zor. Bu senin o anı, zamanı nasıl karşıladığınla ilgili. O halde bugünü "iyi bir gün" olarak karşılayalım ve her yeni iyi bir gün için kendimize inanalım.

2018-2019 Eğitim ve Öğretim Yılı başlasın o zaman...

Umarım tüm öğrenciler için hedeflerine hayallerine bir adım daha yaklaştıkları bir yıl olur.

Hiçbir zaman en başarılı olmak zorunda değilsiniz. Çok başarılı olmak zorunda da değilsiniz. Bazen çok başarılı insanların hayatları başarısızlıklar ile doludur. Bu hep böyledir. Başarılı insanlar hayatlarında birçok inişler ve çıkışlar yaşamışlardır. Hayat her zaman düz bir yol değildir. Engebeli, sert virajlı yollar da vardır.

Önemli olan, güçlükler ve zorlukları da kabul edip, bunları kendini geliştirmek daha yükseğe taşımak için ders niteliğinde olumluya, fırsata dönüştürmektir.

Ebeveynler ve öğretmenler siz de bu yeni yılla birlikte başarının sevgiden önce gelmediğini unutmayın ve lütfen tüm çocukları, öğrencileri önce sevin ve saygı duyun. Onların bir birey olduğunu unutmadan tüm yönleriyle görün,sevin ve sayın. Her çocuk, öğrenci her konuda başarılı veya yetenekli olmak zorunda değildir. Kaldı ki bu çoğu zaman mümkün de değildir.

Onlara zaman zaman başarısız da olsalar bazı yetenekleri yeterli olmasa da, her zaman yapamayacaklarına değil yapabileceklerine yönlendirin ve onlar için alternatifler geliştirerek her zaman yeni bir kapının ve yolun olduğunu gösterin.

Herkesin becerisi, yeteneği farklıdır unutmayın. Her birey, çocuk, öğrenci kendine hastır, özeldir.

İyi bir gün, İyi bir yıl olması dileğimle...

Başlamak en zordur, gerisi ise daha kolay. Ve siz başladınız bile...

Klinik Psk. Eda MALKAV

Armoni Psikolojik Danışmanlık

Herhangi bir konu hakkında danışmak, bilgi ve randevu almak için;

Gsm: 0555 099 05 01

E-mail: edamalkav@gmail.com / bilgi@edamalkav.com

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.