SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Yaratılış, Evrim ve Uygarlık Üçlemesi

Evinizin salonuna asıp, belki saatlerce sıkılmadan bakabileceğiniz hareketli tablolar düşünün.

Marco Brambilla’nın Megaplex Üçlemesi sergisi, İtalyan sanatçının üç boyutlu film kolajlarından oluşturduğu bir üçleme. Ve, 400’den fazla sinema filmini bir araya getirerek, hiç durmadan değişen tablolara benziyor . . .

) olmak üzere üç ayrı eser, izleyici önlerinde uzun uzun –belki saatlerce- tutabilecek kadar ilginç hallere bürünüyor.

Bakan hep diri bir merakla kalıyor, ‘tabloların’ önünde.

Eserlerin üçünde de sıkışıklık, sıkışmışlık, kaos ve curcuna halinde renkler hakim. Her an her yerden bambaşka bir görüntü çıkıyor. Kronolojik bir sırada seyretmek şöyle dursun, iç içe geçmiş zamanlar ve mekanları aynı anda sunuyor eserlerin her biri. Bir başlangıç ve bir son yok . . .

Yorumlanması algıdan algıya çok değişir elbet, fakat ben kısacık da olsa eserlerin bende bıraktığı hislerden bahsedeyim . . .

Yaratılış (Creation) isimli eser, sonsuz bir sarmal içinde yitip yok olan insanları, çiçekleri, böcekleri, kuşları, eşyaları ve yüzlerce değişik sahneyi gözler önüne seriyor.

Sarmal, üstünde yaşadığımız dünya ise –ki iç içe geçmişliği ve zaman, mekan ve değer algılarını kaybetmişliği ile bu görüntü bana tam da dünyamızı anımsattı- dünyaya doğru yuvarlanarak savrulan her şey, evrenden -veya daha karanlık bir bakışla- cehennemden dünyaya atılan çöplere benziyor . . .

Veyahut iyimser bir bakışla, cennetteki her şeyin dünyaya düştüğünü söylebiliriz. Öyleyse, cennette “her şey” var! diye sevinebilir miyiz?

Ufak bir detay olarak; yaratılışta ‘geri dönüşüm’ var mı, emin olamıyor insan! Sanatçıya göre sanki gibi görünüyor . . .

Evrim’de (Evolution) neredeyse yalnızca savaş sahnelerini izliyoruz . . . Sanki insan doğduğundan beri savaşıyor, sanki hepimiz henüz ilk andan itibaren birer savaşçıyız. Düşününce, hiç de anlamsız gelmiyor!

Uygarlık (Civilization) isimli eserde belki de en çarpıcı görüntü, sürekli değişen görüntülerde, insanlığın hep birbirine benzer kalabalıklar halinde dev salonları doldurması ve “seyirci” oluşları oldu benim için. Aklıma 'Açlık Oyunları’ndaki iştahlı kalabalık geldi;

Her sanatçı kendi felsefesini sunuyor elbet. Meali izleyiciye düşüyor.

400'den fazla sinema eserinden gelişi güzel parçaları bir arada görmek, insanda karmaşa ve belki kaygı duygusu yaratırken, görüntülerin hepsinin insan elinden, insan beyninden çıkma olduğunu hatırlamak, aslında her şeyin bizim elimizde olduğu gerçeğini izleyicinin suratına çarpıveriyor.

İşte yalnız bu yüzden bile, 'uygarlık' seyirci kalıp kalmak istemediğine karar vermeli . . .

Marco Brambilla’nın üçlemesinden tek bir cümleyle bahset deseler “dünyamızı seyredaldığımı” söylerdim.

Kathleen Forde küratörlüğündeki sergi, Borusan Contemporary’de (Perili Köşk) 1 Mart ve 1 Haziran tarihleri arasında devam edecek.

Seyredalın efendim . . .

Yazının devamı...

“Exercise”: Peki Neyin Uğruna?

Borusan Contemporary, 28 Şubat Cuma günü üç yeni serginin açılışını yaptı.

Sergilerden biri, bakana önce “az” görünen, fakat hiç de kolay olmayan teknolojik bir ince işin, yoğun bir çabanın ve zor bir felsefenin sahibi; İrlandalı sanatçı John Gerrard’ın Exercise’ı . . .

İleri teknolojide bir üretim, kasvete varan yalnızlık ve sadelik ve tüm bu yalın anlatımın içine özenle işlenmiş sorgu.

John Gerrard’ın Exercise üçlemesinin (Dunhuang 2014 – Djibouti 2012 – Abadan 2011) aslında tamamını kapsayan bu his, sanatçının eserlerindeki merkezin insan vücudu olmasıyla bağdaşıyor belki de . . .

Exercise (Dunhuang) 2014 hakkındaki her şey, İngiliz bir filozof arkadaşının Gerrard’a Google map’te gizemli bir yer bulduğunu söylemesiyle başlıyor. Çin çölünün ortasında derli toplu bir karayolu ve ufak bir kasaba bu. Gerrard ve ekibi, Çin’e yolculuk ediyor ve sözü edilen esrarengiz yere ulaşıyorlar. On günlük gözlemin sonunda ortaya bu sergi çıkıyor.

İzleyici, az önce bahsettiğim düzenli karayolundaki bir işçiyi üç farklı sanal kamera ile üç farklı yerden izliyor; 1. insan boyu yüksekliğinden, 2. dairesel alçak uçuş yapan insansız uçağın bakış açısından, ve 3. uydunun dikey perspektifinden.

Prodüksiyon; tamamen yazılım. Ne gerçek kamera var; ne de gerçek insanlar. Fakat eş zaman söz konusu.

İzleyici ve işçi aynı zamandalar. İzleyici pasif. İşçi yürüyor. Bomboş bir karayolunda durmadan ve hangi amaca hizmet ettiği belirsiz bir şekilde yoluna devam ediyor. Bu arada gündüz geceye dönüyor; günler, aylar geçiyor, hatta yıl bitiyor; bir gördüğümüz sahneyi bir daha asla göremiyoruz. Tıpkı hayat gibi. Üstelik, yine tıpkı hayatın kendisi gibi, belirli bir son veya başlangıcı bile yok.

Aslında düzende otuzdokuz işçi var. İki işçi karşılaştığı zaman, hedefe en yakın olan yoluna devam ederken, diğeri yere yatıp pasif duruma geçiyor. Böylece biz yine hedefe en yakın işçiyi izlemeye devam ediyoruz. Demek ki hedef önemli. Fakat, hedefin ne olduğu belki de en büyük bilinmez.

İşçilerin hangi amaca hizmet ettiklerini kendilerinin bilip bilmediklerini, döngüyü dışardan ve kameralarla takip eden biz izleyiciler bilmiyoruz.

Boşuna mı acaba bunca çaba?

Yapayalnız yolculuk.

Yalnız tek bir hedef uğruna?

Bilemiyoruz . . .

Aslında konudan tamamen kopuğuz. Belki de gerçek kasvet burada başlıyor . . . Ve sarmalın kendisi gibi hiç bitmiyor!

Müdahele edememe sancısı. Veyahut boşvermiş kayıtsızlık? Hangisini seçerseniz? Siz hangisiyseniz?

Sanatçı John Gerrard, açılış günü yaratısını anlatırken, tesadüf olarak tam da ülkemizin şu sıralar içinde bulunduğu duruma uyduğundan -ayrıntıya girmeden- kısacık dem vurdu. Fakat insan bu yalnız işçileri ve bitmeyen düzeni düşünürken, bunun sadece Türkiye’deki değil, tüm dünyayı saran başı sonu meçhul, niyetini bir türlü kavrayamadığımız mevcut kaosun yansıması olduğunu düşünmeden edemiyor . . .

Yazının devamı...

Kadın Yazarlardan Savaş Öyküleri & Halil Gökhan'la Söyleşi

"Savaşa gitmeyen, ama savaşın en büyük kaybedenleri" olan kadınların kitabı . . .

“Savaşların bütün hafızalardan silinmesi için bir hatırlatma . . .”

“Kadın Yazarlardan Savaş Öyküleri”ni derleyen yayıncı yazar Halil Gökhan böyle anlatıyor yeni çıkan kitabını.

Ben üstüne ne eklesem eksik kalacak . . .

Kitapta, 24 kadın yazarın 24 öyküsü var; içinde nacizane benim de bir öyküm var.

Kıymetli yazarların isimleri şöyle sıralanıyor:

Hem kitaba, hem kadın gözüne ve üslubuna dair, hatta daha da ileri gidip kadın ve erkek yazarları –hayat felsefelerinde dahi- kıyaslayarak, sevgili Halil Gökhan ile hakikaten öz ve çarpıcı bir söyleşi yaptık.

Keyifli okumalar dilerim . . .

H.G: Bundan tam bir sene önce yayınlanan Kadın Yazarlardan Kadın Öyküleri, hayatın ve sanatın her konumundan kadın yazarlar için verilmiş bir davet gibiydi. Görülen lüzum, bir parti havasında geçen bu davetin bu yıl da, bu kez seçilen bir temayla yinelenmesi. Tabii bu partiden maksat, bir kadın yazarlar partisi kurmak ya da iktidar olmaları değil; tam tersine erkek yazar figürlerinin peşinden giden, yarışçı, tamamen onların başarı algılarını taklit eden ve görece "başarılı" muktedir kadın yazarlara karşı bir muhalefet aslında. Erkek yazarlar ne aldıklarına bakarken ne verdiklerine bakmaları gereken kadın yazarların erkek yazarlarla aralarındaki ontolojik farkı ortaya koymak yerine onları taklit etmeleri yani yarışmaları ve birinciliğe dair tapınma, kalan herkesi öldürme ve yok sayma alışkanlıkları son derece trajik... Çok lüzumlu bir hareketti, plansız, ama biyo-kültürel olarak gerçekleşti ve çok da iyi oldu ki, yineleniyor tıpkı mevsimler ve gece gündüz gibi.

H.G: Az önce dediğim gibi kadınlar yarışmazlar hayatta; oluşturur, paylaşır ve uzlaşırlar... Aksini yapanlarsa doğadışı olarak eril davranışı taklit eden başarıdan çok başarılı erkeğe, güce göz koymuş taklitçilerdir. Bunlar arasında dünya güzelleri, kadın patronlar, medyacılar ve siyaset erbapları başta gelir. Kadın sanatçıların varolma kaygıları çok endişe verici... Tanrı düşüncesinin nasıl böyle bir kaygısı yoksa kadınların da olamaz. Savaş, evet diğer bütün uygarlık rahatsızlıkları gibi bir hastalık; tedavi gerektiren bir bozukluğumuz. Erkeklerin savaşa kadınları götürmemeleri ile kadınların savaşa gitmemeleri arasında bir nedensellik farkı yok gerçekten de. Kadın biyolojik olarak yaratıcı, ama yarattıklarını korurken de güç olarak zayıflığı tercih ediyor; aslında hiç de zayıf değil... Zayıflık bir anaerkil bir strateji. Ataerkil ise durumun hiç farkında değil... Hormonlarının, savaş hatıralarının ve silahların da coşkusuyla yüzbinlerce yıldır birbirimizi öldürüyoruz erkekler olarak. Kadınlarsa birbirlerini öldürmüyorlar. Belki sadece dünyayı, yaşamı korumak adına. Bunu birilerinin yapması gerektiği için...

H.G: Bazen hatırlamamız gereken bir şeyi unuttuğumuzu anlarız. Silinmiştir. İşlemin farkındayızdır. Hatırlamamız gerekmez savaşı, onu unutmak için. Sadece gittiğimiz yolda yol işaretleri bırakmalıyız geriden gelenler için... Savaşın izlerini örten izler. Yol işaretleri o kadar çoktur ki çoğunu bilmeyiz bile, ama gitmeye devam ederiz. Kimbilir bu içgüdüyle kaç bozukluğumuzu -savaş gibi- geride bıraktık evrimlerimiz boyunca. Örneğin ilkellikten, doğadan vazgeçiş... Sonra aletleri kullanma seçimlerimiz. Savaşlarsa bu vazgeçiş ve seçimleri birbirine bağlayan keskin dönüşlerdir. Günü gelince bu keskin dönüşleri de yumuşatıp yola katabileceğiz. Bundan umutluyum...

H.G: Bu kitabın farkı öncekine göre, bir temasının en başta yazarlara verilmiş olması ve öykülerin sadece bu kitap için yazılmış olması. Kadının, erkeklerin egemenlik alanları üzerine düşünceleri ya da düşünmemeleri onların en zayıf noktaları... Kadın şiddet karşısında tepkisini doğurmaya devam ederek tavır alıyor. Bu tavır kesinlikle anlaşılmaz erkekler katında. Çok zor... Erkekler dijital, kadınlar analog düşünür derler ya, çok doğru... Aynı konuda erkek yazarlarla çalışsaydık kesinlikle verim alamazdık; erkekler davet ve toplantılara eğer kadınlar yoksa gelmezler bile; sadece erkeklerin olduğu yerden uzak dururlar; hep bir savaş altyazısı akar gider dudaklarının arasında; bu kesinlikle doğru... Demek istediğim, bu derlemeyi erkek yazarlarla asla yapamazdım. İşin içinde güç, erk, yarışma, ödül olmadıkça erkekler kıllarını kıpırdatmazlar. Kadınlar da bu yönden talihli olduklarından çok kıpırdaklar, yani yaparak, yaratarak, yazarak, yazdırarak yaşamın anlamını oluşturuyorlar.

İşin içinde bonus varsa kesinlikle okurlar...

V.E: Kadın öykülerinin lezzeti bir okur olarak bana başka geliyor; bir editör ve elbette okur olarak siz ne düşünüyorsunuz?

H.G: Bu benim ciddi bir analiz sorunum zaten uzun süredir: Eril ve dişil yazılar var ayrı ayrı... Birbirlerine benzemeleri taklitten ve güç talebinden başka bir şey değil... “Kadın yazısı” diyebileceğimiz apayrı bir şey var; o yazıda kültürde gizli saklı kalan çok zenginlik ve modern yaşamlarımızı daha etkin, verimli kılacak sonuçlar var. Belki bundan sonra yıllık hale getireceğimiz Kadın Öyküleri de bu aklın bir ürünü olacak ve kadın yazarların gerçek kapasitelerini yazıya, kültüre dökmeleri için fırsatlar sunacak.

Bu anlamda KafeKültür'de H.E.İ.D.İ (Hayat Eğlenceden İbaret Değildir'izm) adlı bir dizimiz var: “Hayatımın Bütün Kadınları”, “Genel Hayat Öyküleri” derlemeleri gibi. Yeni yazmaya başlayan ya da yazmaya hazır kadın yazarlar bu kitaplara doğrudan çalışmalarını sunabiliyorlar ve kendilerini deniyor, bir nevi hazırlanıyorlar. Sonuçlardan memnun kalanlarla, kimlik olarak kendini sorumlu gören ve yazarlıkta kararlı kalanlarla da çeşitli projelerde yeniden buluşuyoruz. Önemli bir detay olarak şunu da eklemeli: Çıtalar yatay olarak ilerliyor (yükselmiyor) yarış yok, kahraman yok, düzen yok, ödül yok, çünkü suç ve ceza da yok. Sadece dünyayı koruyor ve kurtarıyoruz, sürekli olarak.

Yazının devamı...

Bansko Gezisinden Duygular ve Notlar

Hükümdarının dağlar olduğu, zamanın çılgın sesinin karla tek seferde ve sanki ebediyete dek örtüldüğü ufacık güzel yer . . .

Hele güneşliyken, çilli güleç bir çocuğa benziyor Bansko!

Bulgaristan’ın Pirin Dağları’nın yamacına kurulmuş kent, büyüklüğü ve her türlü zorluk derecesini yakalayabilmesiyle Doğu Avrupa’nın en iyi kayak pistlerine sahip. Özellikle Kartepe ve Uludağ’daki kalabalıktan, pahalılıktan sıkılmış Türklerin son keşfi. Bilenler çok, bilmeyenler de bir o kadar.

Ben bu sene ilk kez gittim. Otobüsle 12 saate varan uzun bir yolculuk yaptık. Uçakla gelen arkadaşlarımız Sofya Havalimanı’nda indikten sonra Bansko’ya kadar 2 saat de karayolu yolculuğu yaptılar.

Gümrükte, Türkiye’den çıkarken ve Bulgaristan’a girerken, otobüslerden iniyor, sınırı yürüyerek geçiyoruz. Bazan x-ray’den geçirmek üzere bavullar tek tek araçlardan indiriliyor, bazan yalnız görevlilerin gözüne çarpanlar. Anladığım kadarıyla şimdilik bu konuda takip edilen tek bir prosedür yok.

Bulgaristan sınırına girer girmez keskin bir duygu sarıyor insanı. Yokluk, yoksunluk evet . . . ama müthiş bir naiflik var öte yandan havada. Terkedilmiş gibi görünen pek çok kentin ortasından geçtik. Acıyla, yaşanmışlıkla, savaşla yıkılmaya yüz tutmuş binaların arasından süzüldük.

Şoför, karla kaplı masalsı ormanların içinden sürerken, otobüsteki diğer yolcular gibi ben de sabırsız, meraklı ve neşeliydim. Uzun, upuzun çamların tepeleri göğe değer gibiydi.

Sonunda Bansko’ya vardık . . .

Biz turla gitmiştik ve bizi hiç de üzmeyen güzelce bir otelde kaldık. Geçen sene eşim arkadaşlarıyla gittiğinde daha küçük ama yine temiz ve sevimli bir otelde kalmış ve ziyadesiyle mutlu dönmüştü.

Odak noktası amacına uygun olarak kaymak olunca, temiz yatak ve akşamları güzel yemek, Bansko’da insanı mutlu etmek için yetiyor da artıyor bile.

Yazımda, ince ince detaylara girmektense kente dair genel havayı ve duyguyu anlatmayı tercih ederken, diğer yandan da “Banskocu”ların çok iyi bildiği fakat ilk kez gidecekler için rehber olacak bir kaç önerimi de paylaşmayı borç biliyorum.

Buyrun, devam edelim . . .

Dağ ve Pist

40 dakika boyunca hiç durmadan kayabileceğiniz bir pist düşünün. Türkiye’de çok zor. Bansko’yu kayakçılar ve snowboardçular için şimdiden vazgeçilmez kılan en önemli özelliği, kesinlikle harika pistlere sahip olması. (Ben, kendi ve ilk snowboard deneyimimi bir önceki yazımda anlatmıştım.)

Halktan dinlediğimize göre, aynı pistler, yazın da bisikletçilerin ve yürüyüşçülerin vazgeçilmezi oluyormuş.

Bansko’nun resmi temsili görselindeki “S” harfi kayak pistlerini simgelerken, “O”daki güneş, meğer kentin tüm mevsimlerde turistler için cezbedici olan doğasını anlatıyormuş.

Yeme-İçme

Neredeyse tüm dünya mutfaklarını cebinizi yormayan paralarla yiyebileceğiniz bir yer Bansko. Porsiyonları hakikaten bol kepçe. İçkiler buraya göre ucuz.

-İyi servis, güzel yemek ve karaoke için Penguins biçilmiş kaftan.

-Dağdan dönüşte hemen yol üstündeki Euphoria’da bira içerek güneşi batırmanın keyfi bir başka. Euphoria akşam yemekleri için de çok iyi bir seçim.

-Yine dağdan dönüşe keyif katan alternatiflerden biri de Bansko'nun en büyük barı Happy End. Tamamı ahşap olan mekan, gece eğlenceleri için de çok tercih ediliyor.

-Cheeseburger’i ve benim gibi sebzecilerin bayılacağı nefis çorbalarıyla nam salmış Irish Harp de sıcak ve güzel bir mekan.

-Ocakbaşı sevenler için La Skara’yı tavsiye etmeli.

-Benim gönlümde yatan aslan, tatilimizin son gecesine denk gelen doğum günümde gittiğimiz Victoria. Uniqato Boutique Hotel'in girişinde bulunan şık restoran, yemekleri ve güleryüzlü, ince düşünceli çalışanları ile (eşim rezervasyonda iyi bir masa rica ederken, doğum günüm olduğunu belirttiğinden, masamıza güzel kokulu taptaze çiçekler koymuşlardı) bana kalırsa, Bansko’nun en nezih mekanı. Bir dahaki gidişimde Victoria'yı önceliklendireceğim kesin.

Alışveriş

Kısaca, kentin merkezindeki "Winter Süpermarket"ten yeme-içme namına dilediğiniz her şeyi rahatlıkla bulacağınızı söyleyip geçeceğim; onun haricinde tabi ki mevsime ve spora uygun kılık ve kıyafeti satın alabileceğiniz, ekipman kiralayabileceğiniz pek çok yer var. Fiyatlar (ders fiyatları da dahil) Türkiye’yle eş, hatta bazan çok daha ucuz.

Bu arada, dünyanın bir numaralı gül üreticisi olan Bulgaristan'ın her yerinde gül özlü ve organik kozmetik ve bakım ürünleri satılıyor. Eğer gül seviyorsanız, cennete düştünüz demektir.

Pirin Caddesi üzerindeki antikacıda (Bansko Antique Shop) ise irili ufaklı harika parçalar var; fakat fiyatların ucuz olduğu bu kez söylenemez.

Bansko Halkı

Bansko’daki insanların hemen hepsi güleryüzlü ve çalışkan insanlar. Neredeyse hepsi en az bir iki cümle de olsa Türkçe biliyor, bazıları şakır şakır dilimizi konuşuyor; sosyal ve hoşsohbetler.

Ben kendi adıma bu ufak ve “az” ama “yeter de artar” kentte bulunduğumuz süre boyunca, snowboard vesilesiyle düşüp kalkmama rağmen ruhumun su gibi durulduğunu söylemeden edemeyeceğim.

Seneye bu mevsimde yine Bansko’da olmayı dört gözle bekleyenlerin arasına karışmış bulunuyorum. Darısı karı, kayağı, board’u ve sakinliği seven tüm dostların başına . . .

Fotoğraf: Okan Erkmen

Yazının devamı...

En Son Ne Zaman Yeni Bir Şey Denedin?

İmkansızların mümkün olduğu diyara yolculuk . . .

En son ne zaman yeni bir şey denedin?

Ben bir haftadır deniyorum.

Snowboard öğrenmeye çalışıyorum. Hem de hiç öyle "kar kış insanı" olmadığım, kat kat giyinmekten nefret ettiğim, düşmekten deli gibi korktuğum halde.

Olsun!

Başladım . . .

Yeni bir şey öğrenmenin yoluna baş koydum.

Yine . . .

Ben bunu hep yapıyorum.

Her yeni deneyim, bir gün beni gerçekten bulutların üzerine çıkaracak o kanatlardan bir çiftini daha ekleniyor sanki sırtıma.

Her yeni bilgi, yepyeni iki kanat daha demek.

Cüret ettiğim her yeni şeyle, tepelerin ardında ve bulutların üzerindeki o yere; imkansızların mümkünolduğu, "asla"ların esamesinin okunmadığı o diyara biraz daha yaklaşıyorum.

Zoru kimse sevmez.

Ben de sevmiyorum elbet.

Ama gaza geliyorum.

Horozlanıyorum.

Tweety'nin Sylvester'ın karşısında hükmedici bir deve dönüşmesi gibi dönüşüyorum ben de.

Büyüyorum.

Yepyeniye adım atacak cesareti kendimde bulmak için!

İlk Gün

Şimdi böyle havalanmak güzel de . . .

Henüz ilk gün horozlanmak ve dev Tweety bir yana dursun, ufacığım!

Ürkek, titrek, minik bir kuşum.

Hem kendime de acıyorum, ne güzel!

Korkularım, kaygılarım, uzayıp giden bahaneler, vazgeçişler, yok ben yapamayacağımlar havada uçuşuyor.

Hani o imkansızların olmadığı bulutların üstündeki diyar var ya, işte oraya ben değil ancak bahanelerim ve sıkıntılı, üzüntülü, acıklı suratlarım uçuşmakta:

Of! Ah! Hayır!

Hayır değil, evet!

Yapacağım.

Çünkü yaparsam uçacağım.

Kanatlar yolda, uzaktan bana göz kırpıyorlar görüyorum . . .

Kanatları gözlerken mi, yoksa board'un üstündeki bacaklarım tir tir titrediğinden mi bilmem, henüz yeni yeni ayaklanmışken çok fena düşüyorum!

Canım öyle çok yanıyor ki, o gün dersten vazgeçiyorum.

İkinci Gün

Ertesi gün yine dağdayım.

Acayip bir hocam var; Martin.

Önceden hazırladığım o sıcacık, tatlı bahanelerime uzanacak cümlelerim, sayesinde hep yarıda kalıyor.

Martin mızıldanmalarıma aldırmadan beni itiyor, kakıyor . . .

Ayaklarıma çakılı neredeyse boyum kadar bir board, bileklerimden yukarıya uzanan ve alçıdaymışım hissi yaratan her biri sanki onar kiloluk botlarla ben, yokuş aşağı hem dengede kalmaya hem de kaymaya çalışıyorum.

İlk günkü düşüşümün acısı bedenimde ikinci gün daha da arttığından, bu kez düşmekten çok daha fazla korkuyorum.

Yine de kıvırıyorum bir şeyler! Çalıştığımız pistte tek başıma aşağıya kadar kayıyorum . . .

Yokuş bitince hocamla beraber yeniden tepeye tırmanıyoruz. Martin yine anlatıyor, ben yine korkuyorum, Martin bahanelerime kulak tıkayıp, board'uma ayağıyla "tıklıyor" ve tek hamlesiyle beni yokuştan aşağıya atıveriyor, ben yine çırpınıyorum.

Bir daha ve bir daha yapıyoruz bunu.

İkinci gün hiç düşmüyorum.

Azar azar da beceriyorum sanki?

Akşam kendimi anneme gülücüklü bir mesaj atarken buluyorum:

"Bugün biraz kaydım."

Son Gün

En son bir haftadır yeni bir şey deniyorum.

Hem de hiç sevmeyeceğimi, beceremeyeceğimi, hatta durduk yere başıma iş açıp, kendimi sakatlayacağımı düşünerek, inat ve önyargıyla başladığım bir şeyi.

Ve gün geçtikçe, hayır değil evet dedikçe, kıvırabileceğime inandıkça, horozlandıkça devleşiyor, devleştikçe başarıyorum. Başardıkça kanatlarıma ve bulutların ötesine daha çok, daha çok yaklaşıyorum.

Yarın son kez kayacağım.

Artık mızmızlanmıyorum.

Yarın son kez, bir daha belki seneye kadar bu keyfi yaşayamayacağımın farkında, elimden gelenin en iyisiyle, bulutların üstünü düşleyerek ve gelecek yıl çok daha iyisini yapacağımı bilerek, tadını çıkara çıkara yapacağım bu işi.

Düşebilirim, evet. Çünkü düşmeye de evet.

Bazan dikenlere değmeden gülü koklayamıyor insan.

Aslaları aşmadan her şeyin mümkün olduğu diyara eremiyor.

Kanatlanmadan uçamıyor.

Ve uçmadan göremiyor bulutların üstünü.

Bulutların üstü evet, tabii ya; hani o en büyük çocukluk hayalimiz?

İçindeki çocuğa söz veren herkese duyurulur;

Bugün yeni bir şey deneyin.

Belki önce düşe kalka ve sonra kanatlanıp da uçarak . . .

NOT: Yazı, yayına alındığında yazar bulutların üstüne yolculuğunda hevesli ve kararlı adımlarla ilerlemektedir . . .

Fotoğraf: Taylor Dorrell

Yazının devamı...

Stefano D'Anna'dan "Düşleyenler için Ajanda ve Günlük"

Takipçileri, “Tanrılar Okulu” (The School of Gods) kitabının önsözündeki bu ilk cümleyi hatırlayacaklar. Kitap boyunca yazar, kendi içindeki "Dreamer/Düşleyen" ile konuşurken, okuyucusunu düşlere salmakta, yüreklendirmekte ve özgür iradeye davet etmektedir . . .

Geçtiğimiz Cuma günü bir toplantı vesilesiyle dünya üzerinde 12 dile çevrilen bu etkileyici “bestseller”ın yaratıcısı Prof. Stefano D’Anna ile tanışma şerefine nail oldum.

Konuşurken insanın gözlerinin içine bakan, mütevazi, esprili bir modern çağ filozofu . . .

European School of Economics’in ve Future Leaders for the World programının kurucusu. Aynı zamanda hem ekonomist, hem de sosyolog.

2011’de İngilizce olarak yayınlanan son kitabı, A Dream for the World’ün (Dünya İçin Bir Düş) ardından Profesör, bu Ocak ayında 2014 yılı için hazırladığı ajandayı okuyucularına sundu.

Bu, aslında hem ajanda, hem günlük olarak kullanılmak üzere tasarlanmış büyükçe, ciltli bir defter. Bembeyaz ve çok da şık. Benim gibi defter tutkunlarının hep tekrarladığı gibi “yazmaya kıyılamayacak kadar güzel” bir defter. Üstünde “Agenda & Diary for Dreamers” yazıyor:

“Düşleyenler için Ajanda ve Günlük

Elbette, defterde Profesör’ün birbirinden güzel ve esin verici yazıları var.

Fakat, asıl olay bambaşka:

Defterin sol yaprakları bir haftayı gösteren ajanda olarak tasarlanmışken; sağ yaprakları bomboş. Neden? diye merak ederken, sayfaların sağ üst köşelerindeki yazılara dikkat kesiliyor insan:

Sol yapraklar, yani ajandaya ayrılmış tarafların bir ismi var: “Time/Zaman”

Oysa ki, sağdaki bomboş sayfalar “Timeless/Zamansız” olarak adlandırılmış. Ve, sayfaların altında şöyle yazıyor:

“Take Time To Be Timeless” – “Zamansız Olmak İçin Zaman Ayır”

Hatırladınız hemen değil mi? Bizden bahsediyor. Hepimizden. Kendi zamanını yönetiyormuş sanıp, onu avuçlarının içinden kayıp giden sabun köpüğü gibi kaçıran biz modern insanlardan. Sistemin kölelerinden. Sırtı yere gelmişlerden!

Profesör, karşımda zamandan ve ondan bağımsız olmaktan bahsetmeye devam ediyor; derya deniz . . .

Ağzından çıkan sözler, kulaklarımı uğuldatarak, aklıma çakılıyor:

“Bölünen her şey, çoktan ölmüştür. Ve zaman da bize bunu gösteren bir filtredir. Zaman, yalnız ve yalnız “bütünlüğe” saygı duyar.

Stefano D’Anna, sahibinin işte tam da bu yüzden bu güzelim deftere kıymasını ve ona her gün yazmasını öğütlüyor.

Defteri edinen kişi işe koyulup, bir güzel yazacak. Yazacak ki, işlerini toparlayacak. Yazacak ki, kendini toparlayacak. Sol taraftaki ajandasına saatler, yapılacak işler, aciliyetler koyacak; ama sonra o sağdaki düz beyaz sayfalara içinden dökülenleri yazacak. Set çekmeden, ket vurmadan, özgürce; zihninden, yüreğinden geldiği gibi.

Düz yazmak zor. Öyle kolay değil, hele yazmayı unutan biz yeni dünya insanlarına pek zor geliyor, biliyorum.

Ama belki işte o ilk günler azar azar ve alıştıkça çoğalarak, kim bilir sonraları irdeleyerek, farklılaşarak, iyiden iyiye sorgulayarak ve gittikçe coşkulanarak yazacak, yazan. Hafifleyerek; zamandan kopup, zamansızlaşarak . . .

Neden sonra, günün birinde bakacak ki, artık sol taraftaki hızır acil işler ister istemez azalmış, sağ taraftaki “serbest” yazılar çoğalmakta. Öncelikler değişecek! Ve işin en can alıcı tarafı; onun için bir başkası değil, zamanın kendisi bile değil, salt kendisi yapacak bunu.

Ve bir sene tamamlandığında, bu güzel defter, sahibinin elindeki kalemden yapraklara su gibi dökülmüş bir kitap olacak: Sahibinin kitabı.

Benzersiz. Bir daha aynısı yazılamayacak ve belki de ikincisini, üçüncüsünü, onuncusunu da peşinden sürekleyecek “kendi” kitabı olacak.

İç dünyasının “zamansız” ve son kullanma tarihi hiç tükenmeyecek bir biyografisi . . . Eline alıp defteri her açışında yazarına farklı anları ve duyguları verecek yaratıcı bir roman!

“Düşleyenler için Ajanda ve Günlük”ün pratikte de çok hoş bir mesajı var; o da sağ taraftaki “yaratıcı ve özgür” tarafın, soldaki ajanda tarafını “dik” kesiyor oluşu. Diğer bir deyişle, iç dünyanın (zamansızlığın) zamana paralel olmayışı; zamandan bağımsız varlığı . . .

Profesör sözlerine son verirken, yine yapıyor yapacağını:

“Zamanın içinde yaşayıp giderken çözümleri bulmak imkansız; insan, ancak zamansız bir boyuta geçmeli ki, çözümü bulup geri gelsin.”

Ben, ajandamın bembeyaz sağ yapraklarını iştahla doldurduğum yolculuğuma dönerken siz sevgili okuyucuları zamansız olmak için kendinize zaman yaratmaya; bununla yetinmeyip, kendi iç sesinizin kitabını yazmaya davet ediyorum . . .

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.