SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Modern Çağın Vebası: Vazgeçme Sevdası

Yaşam koçları, danışmanlar, mutluluk naraları . . .

Bir takım sloganlar ve nakaratlar aracılığıyla ve belki farkına bile açıkça varamadığımız “bir yerlerden” her gün kafamıza çakılan bir şey var.

Markaların iletişim stratejilerinde, reklamlarında, billboardlarda bile artık varsa yoksa, hayata karışmak, doğadan esin almak ve tabi ki mutluluk!

Öte yandan bir hayat var ki; evlerimizde, sokaklarda, haberlerde ve gözün gördüğü, kulağın duyduğu her yerde . . .

Hani bu bahsi geçen, illa ki sahip olunası, sarmalanası, elden bırakılmaması lüzum gelen “mutluluk”la uzaktan yakından alakası yok.

Çünkü:

Çocuklar ölüyor, çocuklar sokakta mendil satıyor.

Kadınlar ölüyor, kadınlara özgürlükleri unutturuluyor.

Erkekler hayat kavgasına tutulmuş; bir yandan ailenin direği olmak, eve para getirmek, iş yerinde yükselmek gibi sorumlulukların altında kıvranırken, öte yandan güçlü ve beyefendi olmak durumundalar.

Kadınlar henüz yalnız ve yalnız özgürlük savaşında olduklarından onların hayattaki var olma çabalarını, uğradıkları tacizleri, yalnız devletlerinden değil, kocalarından, babalarından bile bulamadıkları şefkati, evde anne, dışarda iş kadını olma kaygı ve kavgalarını yazmıyorum bile.

Zaten bizlerle yaşamaya çalışan zavallı hayvanları taktığımız bile yok!

Mutluluğu teğet geçmiş bir hayat önümüze boylu boyunca serilmişken . . .

“Mutlu olun” çağrılarını duymak da doğal olarak insanlarda ekşi bir tat bırakıyor.

İnsanlar daha çok bileniyor sanki.

Haklılar elbet.

Çünkü gerçek dünya ve vaatler yanyana geldiğinde ortaya sadece hayal kırıklığı çıkıyor . . .

Bu yüzden insan, elinin tersiyle itiyor mutluluk peşinde koşmayı. Aslında vazgeçiyor . . .

“İlla mutluluk şart değil, yaşayalım yeter.”

Bu cümleyi son zamanlarda öyle sık duyuyorum ki . . .

Dünyaya dair istekler, hırslar, planlar –hiç ölmeyecekmişiz gibi- son hızla çoğalırken; öte yandan hayatın gerçekte nasıl bir şey olduğunu unutmuş gibiyiz.

Unutturulduk mu?

Yutturulduk mu?

Bunu bir düşünmeli.

İnsanoğlu, tıpkı diğer canlılar gibi, neden her şartta hayatta kalmayı arzu ettiğini, hatta neden bilimle, teknikle, edebiyatla uğraştığını tekrar tekrar sormalı kendine.

Hayat, bir uzun vadeli plan değil.

Hayat, bir iş toplantısı değil.

Hayat, çöpe atılacak, bu kadar kolay vazgeçilecek, bizden bağımsız bir nesne değil.

Hayat, zaten bizim içimizde. Mutluluk da orada bir yerlerde ki, yeri geliyor heyecan yapıyor, yeri geliyor kahkalarla güldürüyor, yeri geliyor kelebeklerini koşturuyor içimizde. Demek ki bir yerlerde konuşlanmış oturuyor içimizde.

O zaman mutluluktan vazgeçmek niye?

Diyeceksiniz ki, eğer bu kadar basitse, yukarıdakileri neden saydın gözümüze gözümüze?

Saydım, çünkü yüzleşmek için. Saydım çünkü hepsinin çaresi var.

Hayat, hep bildiğimiz gibi; basit, çıplak, doğanın kanunlarıyla sarmalanmış bir döngü.

Ve mutluluğu aramaktan vazgeçmek, evrenin en zeki canlıları olduğumuzu söyleyen biz insanlar için hiç de yakışık alır değil.

Mutluluktan vazgeçmek değil payımıza düşen.

Bize düşen, bizi mutluluktan vazgeçirecek her ne varsa tek tek mimlemek; bulduklarımızla yüzleşip, onları köklerinden kazımak.

Geçenlerde blogta yazmıştım; yeri gelmişken buradan da paylaşmak istedim:

Modern çağın vebası gibi bu; dünyayı parayla satın alırken, hayattan bedava vazgeçmek.

Vazgeçme sevdasına kapılmaktansa, mutluluk sevdasına kapılma alternatifinizi düşünün . . .

ŞİMDİ.

Fotoğraf: Tracy Tomsickova

Yazının devamı...

Bir Sherlock Holmes Analizi

Sherlock Holmes, bir karakter olarak daha önce hiç ağıma takılmamıştı; ta ki İngiliz yapımı o şahane diziye rastlayana dek!

“Sherlock”a tutuldum . . .

Zeki kurguları, Sherlock Holmes ve Dr. John Watson’ın özenle işlenmiş karakterleri ve David Arnold’ın nefis müzikleri ile 2010 çıkışlı dizi tam bir ziyafet!

Merak edenler ve önem verenler için dizinin IMDb puanı ise 9.3.

Kim bu Sherlock?

Sherlock rolünde, yandan ayırdığı koyu kıvırcık saçları gözlerinin üstüne düşen İngiliz oyuncu Benedict Cumberbatch’i izliyoruz.

Cumberbatch’i en son 2013 sonunda vizyona giren Wikileaks filmi "Beşinci Kuvvet"te (The Fifth Estate) Julian Assange’ı canlandıran sarışın olarak izledik.

Hatırlarsanız, kendisini 2011 yapımı Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy) filminde de ‘Scalphunters’ın başı ve birliğine ihanet eden Peter Guillam olarak seyretmiştik.

Oyuncunun bembeyaz teni ve alışılmadık yüzü karakterden karaktere bürünmeye nasıl da müsait!

Crime Thriller Awards 2010 ve 2012'de Sherlock rolüyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Cumberbatch, 2013’te de Empire dergisi tarafından “En Seksi Film Yıldızı” ödülüne layık görülmüştü.

38 yaşındaki oyuncunun seksapelinde bariton ses tonunun etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum; ki Cumberbatch, şu sıralar Hobbit serisindeki korkunç ejderha Smaug’a da sesiyle can ve görkem veriyor.

Ya Dr. Watson?

Bay Holmes’un ekürisi, Dr. John Watson, meşhur mu meşhur Bay Hobbit yani Martin Freeman!

Freeman’ın oyunculuğu ile diziye kattığı değer elbette paha biçilemez.

Watson, gömlek üstü sıkıcı kazakları ve naif kişiliği ile Sherlock’un yaverliğini yapmakla kalmayıp, hemen her zaman doğru yerde bulunarak arkadaşını tehlikelerden kurtarıyor.

Dizinin ilk bölümlerinde Sherlock ve Watson kelimenin tam anlamı ile birbirlerini yiyen iki adam. Mesela Watson, Sherlock’un kendisini her şartta karizmatik gösteren uzun koyu renk paltosuyla her fırsatta dalga geçiyor. Her ikisi de birbirinin eşcinsel olduğundan ve hatta kendisinden hoşlandığından şüpheleniyor. Özel hayatları ve zevkleri hakkında birbirlerini mütemadiyen yadırgıyorlar . . .

Fakat, gün geçtikçe tüm zıtlıklarına ve aralarında gelişi güzel savuşturulan iğneleyici laflara rağmen, birbirlerine tutkuyla bağlanıyorlar. Yaratıcı ekip, bu iki apayrı erkeğin arasındaki bağı öyle güzellikle sağlamlaştırıyor ki . . . Bir yandan birbirinden ilginç olaylara, bir yandan da gerçek bir arkadaşlığa şahit oluyoruz.

Casusluk Zeka İşiyse Espri de Öyle!

İngilizlerin acayip bir espri anlayışı var; öyle ince hallerde ve öyle beklenmedik zamanlarda vücut buluyor ki bu espriler, izleyende hayranlık uyandırıyor.

Diziyi seyrederken kendimi sıklıkla kahkahalara boğulmuş bulmam tesadüf değil . . .

İngiliz Sherlock mu, yoksa Amerikalı mı?

Sherlock’un müptelası olup da dizinin yayınlanmış tüm bölümleri bir kaç günde izleyiverince, 2012 çıkışlı Amerikan versiyonu “Elemantary”ye de hızlı bir giriş yapayım dedim.

Sonuç; hüsran . . .

“Sherlock”, öyle nükteli, öyle sıradışı ve fantastik kurgulanmış ki, başrolünü Jonny Lee Miller (Sherlock) ve Lucy Liu’nun (Dr. Watson) paylaştığı Amerikan versiyon, bir CSI çeşitlemesi olmaktan öteye geçemiyor.

Amerikan Sherlock’un kişisel ve görsel olarak imajının daha net olmasını beklerdim. İngiliz versiyonda erkek olan Dr. Watson’ın Amerikan uyarlamasındaki kadın varlığı ekstra bir fark yaratmaktan çok uzak, aksine silik olarak bırakılmış gibi geldi bana . . .

İngiliz versiyonda, ikilinin evlerine düşkünlükleri, yaşlı ve tatlı ev sahibeleri, Sherlock’un keman çalması, kılıkları kıyafetleri, aralarındaki çekişmeli ama tutkulu bağ, aslında insanüstü olan bazı kişisel özellikleri öyle güzel işleniyor ki, dizi benim gözümde şimdiden bir klasik.

Yazı ve edebiyat ile uğraşan biri olarak karakter ve kurgu yaratmanın ne denli zor iş olduğunu biliyorum. Elbette ki dizinin Amerikan versiyonu da başarılı, hakkını tümden yemeyeceğim. Fakat İngiliz Sherlock’un esrarının, kurgudaki sürprizlerinin, zaman zaman kurnaz geri dönüşlerinin, oyuncuların her birinin başlı başına “roman” oluşunun yanında bana göre esamesi okunmaz. Lakin, tek başına başka bir dizi olarak zevkle izlenebilir.

Belki de önce "Sherlock"u izlemeseydim, "Elementary" benim için attan inip eşeğe binmeye benzemeyecekti.

Uzun lafın kısası, tıpkı Dexter ve diğerleri gibi, Benedict Cumberbatch’in ruh verdiği Sherlock da unutulmaz, hatta daha ötesi 'özlenesi' bir karakter . . .

Yazının devamı...

Biz, Ejderha Değiliz

Olur olmadık her şeye söylenmek, memnuniyetsizlik, hoşgörüsüzlük, kendinden başkalarının da yeryüzünde yaşadığını görmezden gelmek hem bireysel bir huy, hem de birinden ötekine bulaşarak yayılan kültürel bir arıza.

Çamur gibi. İzi kalıyor!

Diğerlerine göre çok daha güzel sayılabilecek bir sabah. Deli soğuk yok. Üstelik güneşli.

Önümdeki iyi giyimli genç kadını büyük büyük el kol hareketleriyle arabalara ve yayalara küfürler savurmaya başladığı an farkediyorum.

Fark etmemek mümkün değil.

Genç kadın sinir küpü.

Belki çok kötü bir gün onun için. Belki de huyudur bu.

Bilemem.

Ama ne gerek var?

İşte bunun üzerine saatlerce tartışırım.

Mutsuzluk olağan. Hayalkırıklığı, öfke, endişe çok normal.

Hele büyük şehirlerde, tek tek hepimiz kendi başına bir savaşçı iken . . .

Hayatta her an her şey olabilir. Her şey insanlar için.

Fakat, biz insanlar ejderha değiliz.

İçimizdeki öfkeyi ateş kusarak etrafımıza gelişi güzel savuramayız.

Ejderha olmadığımız gibi, toplumun bireyleri olarak bizler, birbirimizin cezalandırıcıları da değiliz. Olamayız.

Kimse kimseye kendi üzüntüsü, mutsuzluğu, tutamadığı sözleri, parasızlık, aldatılmışlık, aşk acısı, çocukluk kaygıları, kişilik savunması uğruna hayatı zindan edemez.

Bu bir huy ise, fütursuzca sokaklara dökülmeyelim. Evlerimizde, dört duvar arasında iyileşip öyle çıkalım insan içine. Pekala ruh doktorlarına gidebilir; sözüne, telkinine güvendiğimiz dostlarımızla görüşebilir, en basitinden kendi kendimizle yüzleşebilir, hem kendimizi hem başkalarını yaralayan bu huyu üstümüzden atabiliriz.

Mutsuzluk, öfkeli olmak, bu karamsar ve karanlık ruh hallerini umursamadan başkalarına da yansıtmak bir kültür meselesi ise eğer, öyleyse millet olarak kendimizi iyileştirmeye bakalım. Hali hazırda sinirceli bir toplumu magazinle, tuhaf yarışmalar ve uyduruk haberlerle iyice yıkmayalım. Birbirimizden bir tatlı günaydını, sıcak bir iyi akşamları eksik etmeyelim. Birbirimize iyi bakalım. Bunu yapabiliriz.

Bu bir düş değil.

Hayatta her an her şey olabilir. Her şey insanlar için diyoruz ya . . . İşte bu söylemler yalnız felaketler için değil elbet; güzel günler, güzel huylar, iyi zamanlar için de . . .

Hem ejderha olmak da zor. Bir de bakarsın, büyük ejderha küçük ejderhayı yemiş! Olabilir yani, her şey insanlar için.

Fotoğraf: Louise Wackerman

Yazının devamı...

Kadınlar; Sosyal Medyanın Velinimeti

Umarım bir gün kökünden kazıyacak insanlık bu laneti, fakat şimdilik hala savaşını veriyor . . .

Çabalar harika, çok önemli adımlar atılıyor, farkındalıklar sağlanıyor; özellikle Avrupa ülkeleri özenilecek ve esin alınacak türlü örneklerle dolu. Biz de fena sayılmayız artık; gün be gün ve gittikçe kalabalıklaşarak işin bilincine varıyoruz.

Gelgelelim, üzerinde can bulduğumuz dünya, hala haşin bir ataerkil düzende seyrediyor.

Kadınlar, kendi hayatlarını kazanma savaşından tam bir galibiyetle henüz çıkmış değil. "Kadın kısmı" bir yandan binlerce yıl önce elinden alınan özgüveninin ve refahının peşinde; bir yandan bunu karşı cinse kabul ettirmenin haklı telaşında.

Hal böyle olunca, insanoğlunun en büyük buluşlarından biri olan medyada kadını ne yazık ki hem kurban, hem de -aslında hiç de sürpriz değil- "yürütme organı" olarak görüyoruz. Diğer bir deyişle; medyayı, özellikle de sosyal medyayı, kadınlar yürütüyor.

Peki nasıl?

Cevap çok basit: Önem vererek.

Kadınlar önem veriyor, kadınlar anlamaya çalışıyor, kadınlar paylaşıyor.

Sağlık . . . Çocuklar . . . Hayvanlar . . . Edebiyat . . . Sanat . . .

Bütün bu alanların hepsi yeri geldiğinde "kadın işi" olmuyor mu?

Öyleyse, “kadının anaç doğası medyada hüküm sürüyor" savını öne sürmekte bir eksik göremiyorum.

Kadının detaycılığı, iyi olanı her şartta araştırıp buluşu, hemcinslerine (ve dünyanın geri kalanına) mutlaka bir fırsat yaratıp duyduklarını, gördüklerini, öğrendiklerini anlatması, cesareti ve inadıyla olayların üstüne gidişi, onu medyanın (asıl) hakimi yapmaya yetiyor da artıyor bile.

Doğrudur, sosyal medyada erkek kullanıcılar çoğunlukta. Fakat, paylaşanlar kadınlar.

Bunun farkında olan markalar, şirketler ve hatta siyaset ve devlet, kadınların üzerinden iş yapmaya, önce onları "alıcı" kılmaya çalışıyor.

Fikirler, üretim ve satın alınacak, ilham verecek, hatta algılarla ilgili yönetilecek ne varsa hepsi önce kadınları hedefliyor.

Öyleyse, hem kadınlar medyayı yürütüyor; hem de medya kadınları. Yani; kadınlar bilinçli veya bilinçsiz olarak medyanın en büyük alıcıları/müşterileri.

Büyük medya patronlarının erkekler olduğu bir dünyada gerçek patronların kadınlar olduğunu görmek pek de şaşırtıcı değil.

Orhan Pamuk'un "Saf ve Düşünceli Romancı"da sözünü ettiği ince ayrım geliyor aklıma:

"Beğen ve Paylaş" yaparken antenleri açık tutmalı hanımlar. Sosyal medyanın "saf" değil, "düşünceli" velinimetleri olmaya bakalım.

Çünkü, potansiyel güç avuçlarımızın içinde . . .

Bu vesileyle, yalnız varlığı ile koskoca bir hükümeti korkutmuş, tüylerini diken diken etmiş “kırmızılı kadın”ın, yani Ceyda Sungur’un hakkında "Halkı Kanuna Uymamaya Tahrik" suçundan başlatılan soruşturmaya çıkan takipsizlik kararını sevinçle belirtmiş olayım.

Kadınların sisteme karşı durmaları ve direnmeleri statüko tarafından hep korkuyla karşılanmıştır; çünkü onların (erkeklere göre) nadiren taşan bardaklarının geri dönüşü neredeyse yoktur.

Resim: Feza Erkeller Yüksel’in “Resistanbul, Woman in Red” isimli tablosu

Yazının devamı...

Zamanın Hükümdarı Olmak - Mümkün Mü?

Hayranı olduğum bir yazarın kendi kaleminden “la arasının çok iyi olduğunu” okumuştum. Özendim. Çok özendim.

O günden beri ımı yönetmeye değil, onunla dost olmaya çalışıyorum.

Yaptığım tek şey; var oluşunun dinamikleri içine çaktırmadan kendimi monte etmeye çalışmak.

Her dakika gözünün içine bakmıyorum mesela zamanın; geçsin, beni eğlesin veya olduğu yere çakılsın diye yersiz bir ısrarla başının etini yemiyorum. Ardından yalvar yakar da olmuyorum. Sözümü dinlesin diye de kendimi helak etmiyorum.

Mümkün olsa “eller yukarı, donlar aşağı!” buyuracağız zamana. Biliyorsunuz değil mi?

İşte bunu yapmıyorum.

Doğada hükmettiğimizi sandığımız hiç bir şey, üstelik bu, insanın varlığından bu yana tapınaklarda sohbetlere, tiyatrolarda sayısız felsefe gecelerine, iki göz odada bile dost muhabbetlerine, türlü meditasyonlara, kütüphanelerce kitaba konu olmuş ZAMAN ise,

ve o ZAMAN ki, okul sıralarında, üniversite amfilerinde, bilim odalarında çürütülmüş dirseklerin sebebi, insan oğlunun en büyük ve (belki de) mütemadiyen bilinmeyeni ise . . .

. . . asla bizim isteğimiz üzerine eğilip, bükülmez.

Hele ki, kıytırık günlük koşturmacalarımız için zamanı bölüp, toplayıp, dilimlere ayırdığımızı sandığımız her an, kendi kendimizi kandırmaktan başka bir şey değil; üstüne bir de günlük planları bir gün önceden yapmak, koskoca yarını kafada bugünden bitirmek demek.

Ve kötü haberin en büyüğü;

Haftalar, aylar sonrası için yapılan katı ve üst üste planlar bizzat bugünü yok etmek ve bizi plan yapabildiğimiz o son noktaya kadar yaşlandırmaktan öteye gitmiyor.

Bu yüzden ben, bilmem kaç yıllık kalkınma planlarını hiç sevmem. Korkutucu!

Elbette, bir “yapılacaklar listesi” her zaman işimize yarar, benim tavsiyem sabah ilk iş olarak yapılmasıdır; 'bugün'ü kutsamak ve içinde var olduğumuz 'asıl' zamanın ayırdında olmak üzere . . .

Hepimiz aslında ayırdındayız elbet:

döndükçe zaman da kürenin etrafını saran oynak bir çarşaf gibi onunla hareket ediyor.

İşte, benim kocaman itirazım burada devreye giriyor:

Zamanın kendi özgür yörüngesi içindeki salınımı şüphesiz ve çaresiz kabulümüz.

Fakat, bizim işimiz ve gücümüz, başkaları yani biz olmayan kişiler tarafından üstünde önceden uzlaşılmış bir hızla değil, dünyaya kendi ayak uydurma hızımızda olmalı.

Tıpkı bir çocuk gibi kendi devinimlerimizle, bizim dünyanın etrafında ve dünyanın bizim etrafımızda nasıl ve hangi hızla döndüğü ile ilgili olmalıyız.

Yoksa, basitçe zamanın ve başkalarının zamanlarının kölesi olmaktan, hatta elde kırbaç, vahşi bir atı ehlileştirmeye çalışan iktidarsız, gülünç bir hükümdardan öteye gidemeyiz.

Zamanın yanında yürüyüp, ona yakın kalmak, kendi hızımızın ayarını tuttururken ona da tatlılıkla göz kırpmak . . .

İyi fikir!

Deneyin.

Fotoğraf: Natalia Drepina

Yazının devamı...

Ebru Gökçe: Kişisel Değil

Taptaze raflarda.

Bir çırpıda okunacak ve sonra tekrar tekrar dönülecek, yavaş yavaş yeniden okunacak ve sonunda baş ucundan eksik edilmeyecek bir kitap Ebru Gökçe'nin ilk kitabı. Kısa kısa ama ille de öz notlarla hayatın tam orta yerine dalan, oradan hiç çıkmayan bir kitap.

Tam bir hayat kitabı bu!

Ebru Gökçe'yle derinlere değen, sıkı bir röportaj yaptık:

Neden “Kişisel Değil”?

Kitabın adı Kişisel Değil; çünkü içimdeki anti tarafı yansıtıyor. Birçok kişi bu kitabı kişisel gelişim türü olarak değerlendirse de, bana göre bu kitabın türü bir denemedir. Diğer yandan, içerik olarak tüm bireyleri ilgilendiren hayata dair pek çok konuyu ve alanı kapsıyor. Bu yüzden de kişisel olamaz.

Seni sevenler ve bilenler ne zamandır bekliyordu, kitabın çıkış zamanlaması hakkında neler söylersin?

Aslında kitabı önce Mart'ta bir yayınevine teslim etmiştim ve oradan çıkacağına çok emindim. Ama hayat işte, her şey planlandığı gibi gitmediği gibi her şeyde bir hayır da vardır. Bu yayın eviyle ruhlarımız hiç uyumlu olmadığından, planlar değişti. Araştırmaya devam ettim ve sonunda çok sevgili bir arkadaşım şu an beraber çalıştığım Kafe Kitap'ın kurucusu Halil Gökhan'la tanıştırdı beni. “Anlaşacağınızı düşünüyorum, o da senin gibi sistem dışı bir adam" deyince o anda içim ısındı bu fikre ne yalan söyleyeyim ve Mart'tan beri beklenilen kitap sonunda dünyaya geldi.

Kitap, hayata dair pek çok duygu ve detay hakkında oldukça öz bir tavra sahip. Hayatı da böyle net ve yoğun mu yaşıyorsun?

Evet, kesinlikle oldukça net düşüncelere ve tavırlara sahip olduğumu söyleyebiliriz. İnsanların benimle ilgili sonradan şoka girmek gibi bir durumda kalmaları çok zor. Geçenlerde 25 yıllık dostumla sohbet ediyoruz. Biriyle ilgili "Beni yanlış mı anladı acaba?" dedim ve aslında ömrümde aldığım en güzel iltifatı aldım. "Sen hayatımda tanıdığım yanlış anlaşılması en zor insansın. O kadar netsin ki" dedi. Kısa bir düşünme anından sonra üzerine kısa bir kıkırdaşma bile yaşadık. Çünkü hatta bazen fazla net bile olabiliyorum. Yoğun konusuna gelince ben bir akrebim, hayatı yaşarken yüzeyde kalmam çok zor. Yaşam enerjim çok yüksek. Ayım da oğlakta olduğu için düşünce ve duygu anlamında da yüzeyde kalmam zor. Bu yüzden birçok kişiye göre tüm duyguları, renkleri yaşama dair her şeyi biraz daha yoğun yaşıyorum diyebiliriz.

“Bizler bu dünyaya mutluluğumuz için savaşmaya geldik” diyorsun. Gün olsa iç sesimiz cılızlaşsa, viraneler altında bile kalsa, hayat enerjisi yolunu bulur diyorsun. Bir nevi bu kitabın tamamı, iç sesimizi ayakta ve farkında tutmak için yazılmış gibi . . .

Doğru, “farkındalık” kavramı bu kitabın omurgası diyebiliriz. Birey tek başına öylesine güçlü bir öze sahip ki, bizler arada bunu unutarak bilinçsizce ve şuursuz bir koyvermişlik içinde savrulabiliyoruz. Böyle durumlarda benlikleri dürterek uyandırmayı seviyorum diyelim. Kendi benliğim de buna dahil tabi ki . . .

Bildiğimiz anlamda dindar biri olmadığını biliyorum ve kitabında dua etmekten, inançtan ve umut etmekten bahsettiğin pek çok kısım var. İnsanın manen dimdik kalabilmesi, görüşünü durulaştırabilmesi için bu üçü çok önemli değil mi?

Ah evet, bu konuda insanların algıları çok karışıyor. Dini inançla hiçbir ilgisi olmayan bir inanç sistemi mevcut. Bireyler Tanrı'ya inanmasa da özlerine ve bütüne karşı geliştirecekleri bir inanca sahip olmak durumundalar. Bu konudan bahsettiğim zaman kafalar karışabiliyor ve hemen olayı dini inanca bağlayabiliyorlar. Oysa dediğim gibi, bahsettiğim inanç sisteminin bununla hiç ilgisi yok. Duacı olmak sure okumak anlamına gelmez. Yürekten dilenecek her şey evrene bir dua olarak savrulur. Bu bir enerjidir ve evren bu saf bir inançla yapıldığı zaman bu enerjiye asla kayıtsız kalmayacaktır. İsteyen bunu Tanrı süzgecinden de geçirebilir. Bunda hiçbir sakınca yok. Ancak her zaman söylerim, bizler doğal bir sihir setiyle doğmuş şanslı varlıklarız. İçimizde istediğimiz ve iyi niyetli olan her şeyi mümkün kılacak müthiş bir güç var. Böyle olmasa kanser hastalarının iyileşmesi veya büyük sarsıntılardan tekrar düze çıkmamız asla mümkün olmazdı. Bu da uzun konu ve 2. kitapta bundan daha derin bir şekilde bahsedeceğim.

Facebook’taki özel hesabında da her gün tıpkı kitabındaki gibi birbirinden farklı konularda belki de insanların hiç hesaba katmadıkları taraflardan bakarak yazıyorsun. Sosyal medya, etki-tepki için çok daha kolay bir yer. Nasıl tepkiler alıyorsun?

İçten bir enerjiyle davrandığın sürece içten karşılıklar alıyorsun. İletişimim güçlüdür. Sakın yanlış anlaşılmasın; bunu kendimi övmek için söylemiyorum. Ama hiç tanımadığım insanların beni çok fazla sevmesinin en büyük nedeni gerçekten samimi olabilmemden ve güçlü iletişimler kurabilmemden kaynaklanıyor. Hiç tanımadığım insanların birbirinden bağımsız sorunlarıyla ilgili attıkları mesajlara da mutlaka yanıt veririm. Bu sebeple çok fazla dost edindiğim gibi, hiç yüz yüze gelmesem de o beyaz ve donuk ekranın ardından karşılıklı kaliteli enerjiler paylaşabildiğim ve sıcacık iletişimler sürdürdüğüm çok değerli insanlar var. Herkesin görünmez bağlarla birbirine bağlı olduğuna sonsuz inanıyorum. Sanırım bu inancımın güçlü oluşu da iletişimi kolay kılıyor. Bu sözlerimden bazı limitlerim olmadığı sonucu çıkmamalı; ama genel anlamda iletişim konusunda engelleyici duvarlar ören bir yapım da yok.

Kitapta sana dair pek çok an, anı ve hikaye var . . . Mesela, Halil Cibran’ın “Kırık Kanatlar”ından dem vurarak anlattığın kısmı okuyunca ben çok duygulandım. Yaşanmışlıklar okuyucuyu gerçekten etkiliyor mu?

Bana göre bir yazar ne kadar içten ve gerçek olursa o kadar etkileyici ve saydam olur. Bu sebeple kendimi asla gizli saklı ve geride tutmadan yazarım ben. Çünkü bu benim bir yazarda aradığım ilk ve en önemli özelliklerden biridir.

Çok sıkı bir hayvan hakları savunucusu olduğunu ve kedi dostlarınla yaşadığını biliyorum, kitapta da onlarla ilgili çıkarımların ve hislerin var; yazarken seni rahat bırakıyorlar mı?

Elbette hayır. Ama ben her şeyi onlarla beraber yapmaya çok alışkınım. Arada dikkatim dağılsa da, bana verdikleri huzur ve dinginlikle her şeyi rahatça yapıyorum. Yaramazlık söz konusuysa kısa bir azar molası verebiliyorum. Bunun dışında kucağımda, oturduğum sandalyenin arkasında ve hatta ayaklarımın üzerinde bile yatan ve sürekli pırpır ederek mutluluk enerjisi yayan sıcak varlıklar olması şifa verici bir nimet benim hayatımda.

Bir sonraki kitabın konusu ve/veya tavrı belli mi?

Arada başka bir proje olabilir. Bana çok fazla danışılan ve bu konuyla ilgili detaylı bir paylaşım yapmamla ilgili beklentiler olan bir konuda diyelim. Ama netleşmeden paylaşmak istemiyorum. O sürpriz olsun. Kişisel Değil’in ikincisi, içerikte farklı konulardan da bahsedecek olsam da aynı tavırda olacak.

Yazının devamı...

Ankara'dan 2014 Öyküleri

Yeni yıl edebiyata da iyi gelecek.

Haberler Ankara’dan:

Yılın İlk Kitap Fuarı

Ankara Kitap Fuarı kapılarını 8. defa kitap sevdalılarına açtı. Fuar, 3-12 Ocak 2014 tarihleri arasında Ankara Ticaret Odası Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleştiriliyor.

Yaklaşık 250 yayınevi ve 24 sahaf dükkanı ziyaretçilerini ağırlamaya başladı bile . . .

Fuardaki indirimler %20 ve %30 arasında değişiyor. Geçen yıl yüz binin üzerinde ziyaretçiyi ağırlayan fuar, bu sene yüz elli bini bulmayı hedefliyor. Giriş ücreti yetişkinler için 1 lira iken öğrenciler, öğretmenler ve engelliler için ücret alınmıyor. Ayrıca şehrin belli başlı noktalarından ücretsiz olarak kalkan servislerle fuara erişmek çok kolay. Daha ne olsun!

Fuarda, bu senenin konuk ülkesi ise İtalya.

Geçtiğimiz Kasım’da İstanbul’da gerçekleşen fuardaki indirimler, açıkçası yayınevlerinin özellikle internet sitelerindeki olağan indirimlerinden farklı olmadığı için, fuardan geçen senelerdeki gibi elim kolum dolu değil, fakat okumayı arzu ettiğim birkaç özel öykü kitabını bulup alarak ayrılmıştım.

Nursel Duruel’in 2006 Can Yayınları baskısı ile “Geyikler, Annem ve Almanya”sı ve Ferit Edgü’nün Ocak 2013'te Notos Kitap’tan çıkmış güzel kapaklı yeni öykü kitabı “Giden Bir Kedinin Ardından” bunlardan iki tanesiydi . . .

14. Uluslararası Ankara Öykü Günleri

18 Eylül 2013’de Ankara Kızılay’da yazar Özcan Karabulut’un genel başkanlığında kurulan Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği, 14. Uluslararası Ankara Öykü Günlerine hazırlanıyor.

14. Uluslararası Ankara Öykü Günleri, 14-18 Mayıs 2014’te Dernek ve Ankara Üniversitesi işbirliği ile gerçekleştirilecek. Etkinliğin bu seneki onur konuğu Necati Tosuner; ortada bir de Amin Maalouf’un ismi geçiyor ki, gelse ne iyi olur!

Özcan Karabulut'tan edindiğim bilgiye göre Orhan Kemal ve Julio Cortazar'ın 100. doğum yılları anısına düzenlenecek oturum programları hemen hemen kesinleşti.

Bu arada, belirtmeden geçmek olmaz:

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği, toplumlar arası köprüler kurmanın yanısıra, gençleri edebiyata teşvik edici ve aynı zamanda insan hakları ve ifade özgürlüğüne dair kültürel, sosyal ve bilimsel faaliyetlerde bulunuyor olacak. Derneğin asli sorumlulukları arasında yayıncılık, etkinlikler, söyleşiler, forumlar, atölyeler ve ödüllü yarışmalar ve hatta AB projeleri bulunuyor.

Yolları açık olsun.

Sekiz sene yaşadım. Ankara, yazmak ve okumak için biçilmiş kaftan; suskun hali ve grinin binlerce tonu ile insanın bambaşka dünyaların kapısını aralamakta acele edeceği bir tuhaf ve yalnız kent.

Kimbilir belki bu yüzden, Ankaralı öykücü arkadaşlarım bir arada olmayı ve birbirlerinden destek almayı ne mutlu ki çok iyi biliyor.

14 Şubat Dünya Öykü Günü

Dünya Öykü Günü / World Short Story Day yine Özcan Karabulut ve Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin önderliğinde hayat bulacak projelerden biri.

Ankara, Diyarbakır, İstanbul, Eskişehir, Denizli, Kayseri, Erzurum, Sakarya . . .

Programlar henüz netleşmemekle beraber, 14 Şubat 2014 için hazırlıklar çok geniş bir coğrafyayı, tahminen 10'dan fazla ili kapsayacak şekilde hızla devam ediyor. Galiba, şahane bir katılıma ve öykücülük adına harika bir güne tanıklık edeceğiz.

Bana sorarsanız herkes, kendi kentindeki etkinliğin peşini sürmeli ve arkadaşlarını da yanına katıp gitmeli.

Derneği, Öykü Günlerini ve 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü Facebook'tan takip edebilirsiniz.

İnsanlığın en önemli icadı yazının yeryüzünde vücut bulmuş en güzel hali, öyküleri öksüz koymamalı. Çünkü onlar bizi asla yalnız bırakmaz . . .

Fotoğraf: Marta Bevacqua

Yazının devamı...

2013 Türk Sanatı: Mizah

Acayip bir sene yaşadık!

Cümbür cemaat.

Memleketin heyheyleri hep üstünde; gözyaşları, coşku, kırılmalar hep zirvede; her an her türlü depreme alışkınız.

Biz Türkler komik insanlarız.

Bir o kadar da hüzünlüyüz.

Melankolisiz yapamayız bir kere; aşkı, kavgayı, huzursuz kıpırdanışları aramayı severiz.

Duygularımız eserekli . . .

Kendimize değin fıkralara ve acınacak halimize kah kah güler, kapı gıcırtısına oynar, olur olmadık şeylere ağlarız.

Bildik şeyler işte. Hepimizin bildiği haller.

Aynı tas, aynı hamam!

Derken . . .

Mayıs sonunda bize yeni bir şey oldu:

Varlık göstermeyi öğrendik!

Ve savaşmayı.

Nihayet!

Özgürlük için, biz olmak için, devam etmek için, daha iyisi için!

Mızıldanmayı bırakıp harekete geçtik!

Hem de çoluk çocuk, genç, yaşlı, kızlı erkekli!

Eskiyi yaşlılar tutar; değişimi gençler kovalar.

Böyle başladık.

İşin tuhaf tarafı bu sefer yaş gözetmeksizin aradı değişimi, insanlar.

Dönüşmeye başladık.

Beraber.

Beraber olunca ivmelendik.

Mizah en büyük silahımız oldu.

Mizah sonradan öğrenilmez, mizah insanın mayasında varsa, vardır.

Bizde alası varmış meğer!

Baş gösterdi!

Gezi döneminden sonra ülkede artık, geri dönüşü olmayan, yeni ve benzersiz bir kültürel akım peydah oldu:

Mizah!

Mizahla derinleşmeyi, mizahla gerçekleri aramayı, mizahla paylaşmayı, ne kadar ağlasak da mizahla ayakta kalmayı başardık.

Şiir sokaklara çıktı, graffiti altın çağını yaşıyor, sosyal medya tavan yaptı; mizahı her yerde ince ince, neredeyse sanat gibi işliyoruz.

Bir başkaldırı, bir çözüm arayışı, birliktelik ve haber aracı olarak mizah, öyle sanıyorum ki bundan sonra Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olarak ve katlanarak büyümeye devam edecek . . .

Acılar, kızgınlıklar, kayıplarımız, kahrediş, çekişme ve isyan dolu günler bir yana, 2013’ten çok büyük bir şeye, yepyeni bir duyguya vasıl olarak çıktık:

Kendimize inanmaya.

Ne olursa olsun, özgürlüğün peşini bırakmamaya.

Sırf bu yüzden 2014’ten umutluyum.

Çünkü sadece bu yüzden yeni yılda bu sayfada kültür ve sanat namına çok daha fazla ve güzel oluşumu; yepyeni sanatçıları, yazarları, düşünürleri paylaşacağımızı biliyorum.

Espriyi patlatan da aynısını hissediyordur herhalde:

Karikatür: Selçuk Erdem

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.