SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Hobbit de ‘Çapulcu’ Olmuş, Haberimiz Yok!

Geçtiğimiz hafta yeni kitabı ‘Ustam ve Ben’ ile CNN Türk’te Enver Aysever’in programına konuk olan Elif Şafak, dilin ömrünün insan hayatından kat be kat daha uzun olduğunu söylüyor ve tam da bu yüzden dilin ‘organik’ olduğundan bahsediyordu.

Henüz kitaba başlamadım fakat, Şafak’ın Milliyet Kitap’ta Elif Tanrıyar’a verdiği röportajı okuduktan sonra iyiden iyiye sabırsızlandım.

Şafak’a katılıyorum; dil, bizi gömer!

Diğer bir deyişle, biz ne kadar katı ve ısrarcı olursak olalım, dil de tıpkı insana dair her şey gibi kendini yenilemekten geri duramaz. İster istemez olur bu.

Değişime karşı duranların bile gün gelip, yokluğa katılmak suretiyle değiştiklerini hesaba katacak olursak, her işe burnunu sokan illetinin ‘yalan dünya’nın yalan çıktısı olduğunu keşfetmekte zorlanmayız.

Noam Chomsky şöyle der:

“Dil, insanların şeyler üzerine vardıkları düşüncelerden başka bir şey değildir.”

Çağdaş dilbilimci, felsefesinde aslında basitçe bir uzlaşıdan bahseder.

Örneğin, Türkçe bilen herkesin ‘masa’ya ‘masa’; İngilizlerin ise aynı nesne için ‘table’ diyor oluşu aslında bir uzlaşıdır. Ne zaman ki ben Türkçe bir sözcük olan ‘masa’dan bahsetsem, karşımdaki Türkçe bilen kişi üstünde yemek yenen, iş yapılan, ders çalışılan, geleneksel olarak iki veya dört bacaklı bir eşyadan bahsettiğimi anlar. Fakat aynı kelime için bir İngiliz, zihninde bir şey canlandıramaz. Çünkü aynı nesne için kendi dilinde ‘table’ sözcüğü üstüne uzlaşılmıştır.

Gelgelelim, dil ne kadar organik olursa olsun, elbette günün sonunda hop diye değişen, yenilenen, hele hele de bir kişinin arzusu ve kararıyla bir anda başkalaşan bir şey değildir.

Bilmeyen herhalde kalmamıştır; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı direnişçilerine bir konuşmasında ‘çapulcu’ diye seslendikten hemen sonra Türk Dil Kurumu, kelimenin ‘yağmacı, talancı’ olan sözlük anlamını bir çırpıda ‘düzene aykırı davranışlarda bulunan, düzeni bozan, plaçkacı’olarak değiştirmişti.

Böylelikle, bir kelimenin anlamı ülkenin dil kurumu tarafından apaçık değiştirilmiş, içine katılan siyasi vurgu ile de toplumun bir kesimine ithaf edilmişti.

Aradan 6 ay geçti. Kelimenin yeni anlamına alıştık.

Bakın hem de nasıl benimsedik(!)

Aylardır beklenen “Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları”nı Türkçe alt yazılı izleyen seyircileri bir sürpriz bekliyordu. Yakalayanlar olduğu gibi, eminim alışmışlıktan dolayı kaçıranlar da çoktur:

Serinin bu ikinci filminde, LakeTown’ın efendisi ve dalkavuğu Alfrid arasında geçen konuşmada ‘troublemaker’ yani ‘başbelası’ sözcüğü ‘çapulcu’ olarak Türkçeleştirilmişti!

Gülelim mi, ağlayalım mı karar veremedim henüz, fakat durumun ilginç olduğu kesin.

Bir dil bu kadar da mı organik olur kardeşim!

Tek bir kişinin arzusu ve kararı üzerine, sözlüklerde anlamlar değişiyor . . .

Bir gün çapulcu kelimesinin anlamı eski haline çevrilir mi, yoksa madem ‘dil, organik’ dedik; bundan sonra çapulcu kelimesi kısaca ‘başbelası’ anlamında mı kalır; göreceğiz . . .

Hatırlarsınız, Chomsky'nin kendisi de üstünde yazan bir afişle basında yer almıştı. Yalnız memleketin vatandaşı değil, dünyaca ünlü dilbilimci bile . . .

. . . Her neyse, uzatmayayım . . .

Öyle sanıyorum ki, bizimki kadar ateşli bir memlekette 'dil, organik midir, değil midir?' tartışmaları şimdilik yavaş ve yavan kalıyor . . .

Yazının devamı...

Münih Notları ve Şu ‘Toplum Mühendisliği’ Mevzusu

Aralık ortası.

Sıcak şarap ve tarçın kokulu şehir.

Münih . . .

4 günlük kısa bir gezi oldu bizimki. Kuzenim ve eşine ziyaret, hep beraber (şansımıza) güneşli sabahlar ve ışıklı geceler, iyi yemek, tabi ki biranın hası, insanın göğsünü ve bacaklarını ılıtan sıcak şarap ve elbette ‘Christmas’ alışverişi!

Yaklaşık 1.5 milyon nüfuslu Münih, yılbaşı dolayısıyla iki katı kalabalıktı. Fakat bana öyle geldi ki, insanlar hem dış görünüşleriyle, hem de hal ve tavır açısından görünmez gibiydiler; diğer bir deyişle ilk bakışta gözümüze çılgın gelen kalabalık bizi sıkboğaz etmedi hiç. İstanbul’un kaotik doluluğuna alıştığımızdan mıdır nedir, kalabalığın içinde keyifle salındık.

Almanlar soğuk millet canım!

Toplumun birbirine sahip çıkması durumu, ne yazık ki Avrupa ülkelerinde su götürmez biçimde bizim diyardan çok daha kuvvetli.

Bizim kadar sıcak insanlar olup olmadıklarını sorgularız ya hep . . .

Kesin kararımı verdim:

Almanlar soğuk millet! Yavaşlar, sıralarını biliyorlar, dedim ya sokakta ve kalabalıkta bile görünmez gibiler, hepsi bisikletle geziyor ve bisikletler kilitlenmediginde bile çalınmıyor! Hele o bisiklet yolları . . .

Hiç hoşuma gitmedi.

Oysa biz hamam gibi milletiz. Kapı deliğinden komşuyu gözetlemek, işyerinde işle arkadaşlığı karıştırmak, toplu taşımada taciz, her türlü sıraya kaynak, sabırsızlık, acele ve dolayısıyla kabalık ve fırsatçılık ısıtıyor bizi, sıcacık bir milletiz biz.

Can Kurtaran İncelikler

Kuzenim anlatıyor, ben dinliyorum . . .

Almanya’da demans hastalarına özel merkezlerin yanına yamacına “sahte” otobüs durakları koymuşlar. Çünkü “kaçaklar” çok büyük olasılıkla gidip bir otobüs durağında bekliyormuş. Eve veya kimbilir canlarının çektiği o yerlere gitmek üzere . . .

Halk biliyor ki bu duraklar sahte, o yüzden demans hastalarını bulmak çok daha kolay. Böylelikle polis veya merkezden yetkili kişi, durakta bekleyen hastayı bulup, ona elini uzatıyor; otobüsün bugün gelmeyeceğini söyleyip, üşümemesi veya yorulmaması için geri dönmeyi teklif ediyor. Sağ salim dönüyorlar . . .

Üstüne kafa yorulmuş, empatiyle yoğrulmuş incelikler . . .

İnsanların birbirlerini güvende tutmak için buldukları ufak detaylar . . .

Bu kadarcık uğraş bile bir birey olarak beni derinden etkiledi.

Ufak ve can kurtaran . . .

Toplum Mühendisliği

“Toplum mühendisliği” diye bir kavramdan, bu işi yapan bir takım insanlardan bahsedip duruyoruz.

Son zamanlarda bizim için pek tanıdık. Ve, nedense hep kötü yönde!

Eskiden fark edemiyorduk belki fakat nicedir memlekette apaçık şekillerde vücut bulan bir durum bu.

Bir nevi “başımıza ekşimiş kötü niyetli taktikler silsilesi” olarak hayatımızın tam ortasında.

Nerede ve ne zaman geleceğini bilmediğimiz ve bizi hep tetikle kılan:

Halkı başka bir gündemle oyalayıp, bambaşka bir yasayı yürürlüğe koymak gibi.

Hakikaten tanıdıkmış değil mi?

Bakın, Vikipedi’de “Toplum Mühendisliği” nasıl anlatılmış:

“Toplum Mühendisliği, toplumun demografisinde, sosyal dokusunda, tarihten gelen yapısında değişiklik yapmak, tepkilerini, nefretlerini, isteklerini, sevgilerini, tutkularını ve kitlesel şekilde ifade ettiklerini duygularını yönlendirebilmek, kontrol altında tutabilmek, paralize edebilmek gibi yetileri içeren iştir. Böyle bir meslek dalı yoktur. Toplum mühendisliği, çeşitli meslek dallarından oluşan bir ekip tarafından, inansal destek, koruma, iletişim ve başka araçlar yardımı ile gerçekleştirilebilir. Daha çok askeri ve istihbari alanlarda kullanılan bir terimdir.”

İyi olan ve sorunsuz yürüyen her yazılı ve yazısız kural ve anlayış görünmezdir. Varlıklarının kıymeti yokluklarında bilinir.

Çoğunlukla kötü niyetli kullanıldığında su yüzüne çıktığından ve ilginç bulunduğundan olsa gerek, toplum mühendisliği kavramı, bu tanımda da ‘kontrol’, ‘paralize’, ‘istihbari’ gibi kelimelerle bezenip, ürpertici bir casusluk işine benzetilmiş.

Tanımda aynı zamanda, yönlendirmek ve yönetmekten bahsediliyor. Yönetmek, işin özünde hep algı işi. Algılarını yönetebildiğin herkesi yönetebilirsin. Algılarla beraber hisler de devreye giriyor elbet.

Mesela, sen bir ülkede “burada demokrasi var!” diye bangır bangır da bağırsan, eğer ülkenin insanı bunu sokağında, işinde gücünde, hayatında hissetmiyorsa, uyduruyorsun demektir. Oysa ki demokrasi, çarşıda, pazarda, hastanede, okullarda hissediliyorsa, kelimeden bahsetmeye bile yoktur gerek.

Demek ki, algıları yönetmek kolay değil, emek istiyor. Aksiyon ve çaba gerektiriyor.

Toplum mühendisliği iyi niyetli yapıldığında, yani yönetmek kavramı, zorbalıktan bağımsız, yönlendirmek, liderlik etmekle bağdaştığında, bireyler ve toplumun tamamı için bir ülke cennete dönüşebilir.

İşin içine kişisel çıkarlar ve kandırmacalarla örülü kötü niyet girdiğindeyse, memleket çorbaya döner. (Ah, bu da mı tanıdık!)

Böyle bir işe gerek var mı, bireyler zaten empati sahibi ve sorumlu kişiler olsalar, toplum civcivli uğraşlara gerek duyulmaksızın güllük gülistanlığa dönüşür mü? Tartışılır. Keşke bol bol tartışılsa.

Korkaklar Dişçisi

Kuzenim devam ediyor . . .

“Ben burada” diyor, “korkaklar için olan dişçiye gidiyorum.”

“O da neymiş?” diyorum.

“Yani” diyor, “dişçiye gitmeye korkan insanlar için önce rahatlatıcı terapi uygulayan dişçiler var, ben de onlardan birine gidiyorum.”

Psikologlar ve sosyologların, işin uzmanlarıyla bir araya gelerek, konuyu üst düzeyde insani şartlara bürüdüğü ve tıkır tıkır yürüyen bunun gibi bir sürü örnekten bahsetti kuzenim.

Şaşırdım.

Dış mihraklarda ne menem toplum mühendisleri varmış meğer!

Her milletin mazisinde karanlık ve can acıtıcı yerler var. İnsan “bozulduğundan” bu yana, bütün toplumlar acı ve kahır çekti. Çekiyoruz . . .

Marifet, bunu elden gelenin en iyisiyle telafiye uğraşmakta.

Fotoğraf: Vuslat Erkmen

Yazının devamı...

Sanat Dediğin Elin Kiri Midir?

Bir moda dergisinin editörü, bir ressamla röportaj yapmak istiyor ve diyor ki; “Sen o güne kadar bir kaç yeni resim hazırlayıver.”

Fıkra gibi duyuluyor değil mi? Yok, değil . . .

Öte yandan söz konusu talep, içinde yaşadığımız hızlı ve çılgın tüketim dünyasının ‘malum’ şartlarına nasıl da birebir uyuyor. Aslında fazla şaşırmamak gerek.

Aşk, sevda bile arz-talep sarmalına girmişken, sanat da girivermiş çok mu?

Vallahi çok, bu kadarı da çok.

Gelgelelim ressam talebi red edince, editör geri adım atmıyor. Röportaj gerçekleşmiyor.

Derken, bu sefer editörün bir çalışma arkadaşından ressamın e-posta kutusuna zarafetten epey uzak bir mesaj düşüyor. Belli ki, ressamın "siparişe" karşı çıkışı ofis ahalisi olarak kafalarına yatmamış, hızlarını alamamışlar.

Sanatla uğraşan insanların çoğu bir takım sözde kültür - sanat editörlerine bile kendilerini anlatamazken, eş dost, çevre tarafından elbette hiç anlaşılamıyorlar. Cam tasarımcısı bir arkadaşım geçenlerde şöyle diyordu:

Kimi zaman bu “sanat manat” işlerine gözlerimiz öyle kapalı ki, ne uğraşana, ne işin kendisine ilgimiz ve saygımız var. Basit, hor ve yok saymaya ne de çok hazırız:

Zihniyette gerçekten bu noktada isek, yazıklar olsun bize.

Sanat, elin kiri değildir.

İnternetten çanta sipariş eder gibi, sanatçıya sanatını sipariş eden anlayış, başkalarının işine kolaylıkla burun sokacak derecede de kendinden emin.

Fakat ne ilginçtir ki, iş bilmezlerin ucuz yargılarına maruz kalması gerekmeksizin, gerçek bir sanatçı kendinin ne denli yeterli olduğunu ve olamadığını bilir. Çünkü zaten aklı fikri çıtayı hep bir tık daha yükseltmektedir.

Çabasız ‘fırlama’lardır, kendilerini bir çırpıda ‘oldum’, ‘bitirdim’ sanan ve bir iş için özveri ve çabayla uğraşanları sorgulayıp, yargılayan.

Gerçek işbilirler ve yaratıcı insanlar, iyiye ve güzele erişmenin bitmeyen bir yolculuk olduğunu bildiklerinden mütevazidirler.

Fırlamalar ise, hiç bir şey bilmediklerinden cüretkar.

Gecelerini gündüzlerini bir tabloyu, bir müzik parçasını, bir tiyatro oyununu, bir heykeli bitirmeye ve yaptığı işte gerçekten iyi olmaya adamış kişilerin alçakgönüllü olmamak gibi bir şansları var mıdır ki? Sık sık kendilerine meydan okurlarken? Her fırsatta kendileri ile, yapabildikleri ve yapamadıkları ile, hataları ve tekrarları ile yüzleşmek zorunda kalırlarken?

İyilik ve güzellik namına hiç bir şey şişkin bir egoyla bulunamaz . . . Aranır da bulunamaz.

Sanatın yollarında kendini beğenmişlik vardır elbet; fakat bu, dev aynasının önündeki şişinmeden pek başkadır. Eh malum, biri yaratma gücünden gelir, diğeri laf salatasından . . .

Resim: Picasso, Jacqueline with Flowers, 1954

Yazının devamı...

Hani Tasarımda Doğadan İlham Alıyorduk?

Zaha Hadid’i takip edenler mimarideki üstün yeteneğini ve hayali, gerçeğe dönüştürmedeki ustalığını bilirler.

Dünyaca ünlü mimarın ismini henüz duymayanlar için kısaca belirtelim; Hadid, 1950 yılında Bağdat’ta doğup, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde Matematik okuduktan sonra, Londra’ya giderek, Mimarlık Fakültesi’ni bitiren bir kadın. 1980’de kendi bürosunu kurduktan sonra Hadid, dünyanın çeşitli ve prestijli okullarında hocalıklar yapıyor, uluslararası pek çok yarışmada ödülleri topluyor. Başarıları katlanarak devam ediyor . . .

Kendi gibi mimar, tasarımcı, hayalperest binlerce insan, Hadid’in yaratılarının peşini sürüyor . . .

Hadid en son, geçtiğimiz haftalarda, tasarımını yaptığı Katar'daki El Vakrah Stadyumu ile gündeme geldi. Daha doğrusu dündeme bomba gibi düştü.

Stadyum, Katar'ın 2022 Dünya Kupası hazırlıkları kapsamında inşa edilecek. Yazılıp çizilene göre de neredeyse gören herkes tarafından dev bir vajinaya benzetiliyor! Vay vay vay . . . Konu ciddi!

Alıcı gözüyle baktım da . . . Gerçekten benziyor?

Ve yine tam Hadid’in tarzı, yine görkemli, yine meydan okuyan bir tasarım.

Tasarımı animasyon video ile tanıtan AECOM yetkilileri, stadyumun Katarlıların eski çağlarda inci avcılığında kullandıkları "dhou" adı verilen teknelerden esinlenilerek dizayn edildiğini belirttiler.

Hadid ise söz konusu tasarım erkek bir mimara ait olsaydı, mevzunun asla bu kadar büyütülmeyeceğini söylüyor.

Bir Hadid hayranı, bir kadın olarak ben de ister istemez soruyorum:

İnsanoğlu, neden binlerce yıldır kendi cinsel organını kolundan bacağından bu denli gayrı tutuyor? Acılara, travmalara ve insanlığın kimi zaman yerlerde sürünmesine sebep olan bu durum daha ne kadar sürecek?

Her şeye benzeyen ve hiç bir şeye benzemeyen ne tasarımlar görüyoruz da bir stadyum kadın cinsel organına benzeyince neden ayağa kalkıyoruz?

Alkışlamak için olmadığı kesin.

Yine konu edelim elbet fakat neden bunu red ederek, kötüleyerek, şaşırarak, dalga geçerek, tiksinerek ve ayıplayarak yapıyoruz?

Dünyanın en başarılı mimarlarından, yaşayan en büyük hayalperestlerinden biri, hem de hayallerini gerçeğe aktarmada, sanata dönüştürmede böylesine usta biri, cinsel organa benzeyen şahane bir stadyum tasarlamış.

Bilinçli olarak veya değil.

Ne olmuş?

Bulut çağında yaşayan biz insanoğlu, akıllı telefonlarımız doğadan esin alınca(!) bayılıyoruz da, stadyumun tekini vajinaya -düpedüz kendi doğamıza- benzettik diye neden ödümüz kopuyor?

Buyrun bakalım, buradan yakın . . .

Herkese doğayla iç içe, kendi doğasıyla barışık harika bir haftasonu dilerim.

Ne klişe bir dilek oldu değil mi? "Doğa", "kendiyle barışık" falan?

Klişeler yazılırken, okunurken iyi hoş da, içini gerçek anlamıyla doldurmaya gelince hep kaygı, hep kaygı . . .

Yazının devamı...

Açlık Oyunları Geldi, Yer Misiniz?

-“Bizden korkmuyorlar!”

-“Çünkü umutları var.”

-“Umut varken korku işe yaramaz.”

-“Öyleyse umudu yok edeceğiz!”

-“Ama nasıl?”

-“Bir tarafta lüksü, diğer tarafta meydan dayağını sokacağız gözlerinin içine.”

-“Bir tarafta fevkalade bir düğün izlerken, diğer tarafta asılanları görecekler!”

“Ve umutları gün be gün yok olacak . . .“

Filmde, Başkan Snow (Donald Sutherland) ve “Açlık Oyunları”nın yaratıcısı Plutarch Heavensbee’nin (Philip Seymour Hoffman) kafa kafaya verdikleri bir sahnede, halkın devrim umutlarını ve çabalarını çökertmeye yönelik beyin fırtınasından çıkan taktikleri okudunuz.

İzlenen yol, her zaman insanı içten çökertmek. Bireyler domino taşları gibi bir bir çökecek, umutlarını kaybedecek ki, dağ gibi halk yığınları bir anda yerle yeksan olsun.

Hiç de yabancı gelmiyor?

Görkemli partiler, düğünler ve bir çantaya milyarlarca lira para sayan, yapılı-boyalı bir takım insanlarla, sefalet, yokluk ve ölümle boğuşan insan kitlelerinin haberlerinin medyada art arda verildiği dünyamız, “Açlık Oyunları”nın yalnız başka bir bölümüne benzemiyor mu?

Bana kalırsa bazılarının düşündüğü gibi film, mevcut durumun abartılı bir yansıması değil, ne yazık ki ta kendisi.

Yalnız ülkemizde değil, insanoğlunun binlece yıllık medeniyet düşünün geldiği son noktada hepimiz filmden bir karakteriz aslında . . .

Meydanlarda, alkışlar ve “yaşa, yarol!” çığlıklarıyla kendisini karşılayan milyonların önünde konuşan Başkan Snow bir ara halkın umudu Katniss Eveerden’e (Jennifer Lawrence) şöyle diyor:

“Sizin düğününüz, insanlara gerçek dertlerini unutturacak.”

İnsanlar gerçek dertlerini nereye kadar unutabilir, unutacak; filmde de, şimdiki hayatlarımızda da göreceğiz . . .

Açlık Oyunları 2 - Ateşi Yakalamak, sezona müthiş bir ilgi ve izlenme oranıyla giriş yaptı. Sosyal medyada, ikinci bölümün çok daha iyi olduğunu söyleyen insanları okuduğumda, asıl felsefenin anlatıldığı ve seyirciyi bu son bölüme hazırlayan ilk bölümün hakkının yendiğini düşündüm.

Suzanne Collins’in aynı isimli kitabından uyarlanan Açlık Oyunları, görsel ve teknik olarak harika bir film olmasının yanı sıra; okumaya, yazmaya, bazı gerçekleri aramaya üşenen kitleleri uyandırmak açısından benim gözümde şimdiden on numara bir felsefi film. Tekrar tekrar izlenesi ve üstüne derin derin düşünülesi . . .

Fazla söze gerek yok; anlayana filmde her şey apaçık ortada. Anlamayana sivrisinek, her zaman oralarda bir yerlerde.

İzleyenler hatırlayacaktır; Katniss ve Peeta (Josh Hutcherson) onuruna verilen partide bir içkiden söz ediliyordu; tok karnına içilen ve insanı kusturarak midesinde yeniden yemeğe yer açan pembe bir içki.

Bir tarafta açlık oyunları, diğer yanda, tıka basa yiyip, gözü doymayanlar . . .

Belki de taraf olmak sırası gelmiştir?

Açlık Oyunları geldi, yer misiniz?

Yazının devamı...

Araf'ta Af Çıkacak Mı?

Bir erkeğin, bir kadını sonsuza kadar ya da sonsuza yakın bir süre sevmesi mümkün mü?

Veya bir kadının bir erkeği?

Acılara, kızgınlıklara, öfkeye, alınan intikamlara, arayışlara, hayatın ta kendisine rağmen?

Peki ya bir adam, sahip olduğunu sandığı kadını ne kadar evcilleştirebilir, nereye kadar bir kadının dünyasına hükmedebilir?

Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın birlikte kurdukları Oyun Atölyesi’nde izlediğim Araf isimli oyun, işte bu soruların ve çok daha fazlasının yanıtını arıyor. Tekrar tekrar yaşanmasına rağmen, her seferinde başka zihinler ve bedenlerde bambaşka şekillerle karşımıza çıkan o eski hikayeyi sorguluyor:

Bir kadın. Bir Erkek.

Aşk. Acı. İntikam.

Ve, arafta yüzleşme.

Derya Artemel ve Muharrem Özcan’ın rol aldığı oyun, kadın ve adamın, birbirlerini acımasızca kanattıkları ortak hayatlarının ardından, yaşam ve ölüm arasında yine beraber sıkıştıkları yerde, arafta geçiyor.

Araftan çıkmanın tek yolu var: Affetmek.

Peki, yazıldığı, okunduğu ve duyulduğu kadar kolay gelecek mi af?

İçin için hepimiz biliyoruz ki;

Hayır. Af, öyle kolay gelmeyecek.

Öyle kolay gelmiyor af . . .

Derya Artemel’in şapka çıkarttıran yorumuyla vücut bulan kadın karakter, ailesini, memleketini terk edip geldiği yabancı bir ülkede kocasının kendisini başka bir kadın için terketmesiyle sokaklarda kalıyor. Karakter bıçak sırtında; arafta ölümle yaşam arasında kaldığı kadar, kendi hikayesinde de sanrı ve gerçek arasında gidip geliyor.

Kadın, kendisini başka bir kadın için sokaklara atan kocasını affedebilecek midir?

Peki aynı kadın, geceleri horlayan kocasını uyandırmaya kıyamayan ve bunu ona asla söylememiş bu kadın, öz çocuklarını öldürecek kadar zalim olabilir mi?

Şimdi pişman mıdır?

Yine olsa, yine aynı şeyi yapar mıydı?

Muharrem Özcan’ın oyunculuğuyla hakkını sonuna kadar verdiği, çocuklarını kaybetmiş ve bu acıya dayanamayıp intihar etmiş koca, bir zamanlar aşkla sevdiği, geceleri o uyurken gözleriyle sevdiği karısını affedebilecek mi?

Ariel Dorfman’ın yazıp, A. Feyzi Korur’un çevirdiği oyunun yönetmenliğini yine Muharrem Özcan yapıyor. Özlem Karabay’ın yalın ve çarpıcı sahnesi, Selen Öztürk ve Berk Öztürk’ün tüyleri diken diken eden müzikleriyle hayat buluyor.

Konu kadın ve erkek ilişkisi olunca, gerginlik, öfke, haykırış ve itiraf haliyle tavan yapıyor. Bu açıdan, oyunun bizzat konusu ve elbette oyuncular, izleyiciyi hep aynı yükseklikteki duygu seviyesinde tutmayı kolaylıkla başarıyor.

Arada, bir de “diğer kadın” mevzusu var ki, Derya Artemel’in yine delilik ve mantık arasında gidip geldiği, kendini o kadının yerine koymaktan ölesiye korktuğu sahneler övgüye değer nitelikte.

Araf, 7-9-10-11 Aralık’ta yeniden sahnede olacak.

Ben, kaçırmayın, derim.

Kadınla erkeğin ne bu taraftaki, ne “aradaki” serüveni bitmez. Hele öyle kolay kolay, hiç . . .

Online Bilet: http://ebilet.oyunatolyesi.com

Gişe Telefon: 0216 345 39 39

Yazının devamı...

Çöpteki Sanat, Neyin Kafası?

Efe Işıldaksoy diye bir adam çıkmış, resim yapıyor, sonra da gidip çöpe atıyor!

Biten her resmini sosyal medyadan o gün hangi civardaki çöplüklerden birine atacağını ilan ediyor. Eserini bulup, alanlarla işi yok, yalnız bir ricası var; kendi deyimiyle “çöp”ün nerede ve nasıl değerlendirildiğini bir fotoğrafla görmek istiyor. Bu kadar.

Sanat. Çöp. Bedava.

Kafanız mı karıştı?

Efe, kendi Facebook hesabında haklı ve çok da yerinde bir felsefi çıkarımla niyetini şöyle anlatıyor:

“Neden çöp? Üzerinde bulunduğumuz dünyada milyonlarca yıldır yaşıyoruz ve geldiğimiz noktada her şey satılık. Yeterince para öderseniz her şeyi alabilirsiniz. Para vermeden alabileceğiniz şeyler ise sokağınızdaki çöp tenekesinin içerisinde. Sanatın değeri, uğruna ödenen para ile ölçülüyor ve sanat gitgide insandan kopuyor. Uğruna para ödensin diye yapılıyor resimler, bilet satılsın diye oynanıyor oyunlar, çekiliyor filmler. Ben resimlerimi neden mi çöpe atıyorum? Çünkü onlar satılık değil. Onlara para verip evinizin duvarına süs yapamazsınız. Ya da girişi paralı bir sergiye, belirli bir kesimin görmesi için asamazsınız... Çöpten farksızlar, çünkü onlar için hiç para ödenmedi.”

Tam diyecek oluyorum ki;

- “Peki sanatçı ekmeğini nereden çıkaracak?”

Diyor ki;

- “Ekmeğini çöplerin içinden çıkaran insan, “sanat” demeye başladığında uygarlaşacağız ya da kimse çöplerin arasında ekmek aramadığında.

Efe’ninki bir düş müdür?

Belki şimdilik öyledir. Çünkü böyle güzel bir düşün gerçekleşmesi için, birbirine bağlı peşi sıra birçok düşün de hakikate dönüşmesi gerekir.

Fakat tüm bu düşler, güzelim dünyamızda vücut bulduğunda, yani mesela:

- “Ben kim oluyorum da kendime ait bir fikrim olacakmış” demeyi bıraktığımızda,

- Politikacıların ardından “yaşa! varol!” diye haykırmaya son verip, kendi hayatımızın iplerini elimize aldığımızda,

- Sevgiyi paradan, özgürlüğü komşunun fikrinden üstün tuttuğumuzda,

- Büyük savaşçıların ve diktatörlerin sözlerini değil de, gerçekten büyük adamların sözlerini içimizde hissedebildiğimizde,

- Çocuklarımızın öğretmenlerine ödediğimiz maaşlar, siyasetçilere ödediğimizden fazla olduğunda,

- Bir kadın ve bir erkek arasındaki sevgiye, evlilik cüzdanından çok daha fazla saygı gösterdiğimizde,

- Ve kadınlar ve erkekler sadece aşk için seviştiklerinde,

- Neşe içinde kuyruk sallayan bir sokak köpeği ya da mutlulukla şarkılar söyleyen bir çocuk sesi bizi rahatsız etmediğinde,

- Kız çocuğumuz bize bir oğlana aşık olduğunu söyleyebildiğinde ve bunu duyduğumuzda öfkelenmek yerine ona sevgiyle sarılabildiğimizde,

- Sokaklarımızda acı ve sefalet yerine mutluluk, okullarımızda dayak ve küfür yerine adına yaraşır eğitim kol gezdiğinde,

- Toplum, çocuğuna ve yaşlısına bakabildiğinde.

- Babasız çocuklar kaygıyla değil güvenle büyüdüğünde,

- Yazgımızı kendi avuçlarımıza alarak, iç sesimizi dinlediğimizde,

- “Devlet”, “sosyalizm”, “tanrı” ya da “ulusal onur” adına yaşamı öldürmeyi bıraktığımız anda...

Sanat da artık özgürleşir. Kıymetlenir. Tekelden çıkıp çeşitlenir; “rölativite” hakkını işte o zaman bileğiyle kazanır. Çünkü ekmeğini refahla kazanabilen, kendi fikrine güvenen, sevdiği işlerle meşgul olabilen, sevdiği insanlarla bir arada olmayı, sevmeyi, sevişmeyi, üretmeyi bilen insanlar sanatın da tam olarak ne demek olduğunu çok iyi bilirler.

O zaman sanatını çöpe atan Efe Işıldaksoy’un da kızgın ve küskün bir nükteyle dediği gibi sanat, “sanatçılar”ın elinden kurtulur. Çünkü Picasso’nun da dediği gibi aslında her çocuk sanatçı doğar... Ta ki ekmek kavgasına girene kadar...

Bu keskin sarmalı kırmak elimizde mi?

Elimizde.

Bu ilginç adamı ve felsefesini kendi Facebook ve Instagram sayfalarından takip edebilirsiniz.

Memleketimde kafalar değişiyor...

Ve düşlerin gerçek olabileceğini hepimiz biliyoruz.

Geriye sadece istemek kalıyor...

Fotoğraf: Efe Işıldak'ın Facebook sayfasından alıntıdır.

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

Senin Leopar Nereli?

Bir kediye bile saygı duymayı bilmeyen insanoğlunun medeniyetler yarattığını sanması tatlı ve "yüksek katlı" bir düş. Bir zamanki adıyla gökdelenler ve şimdiki ismiyle plazalar tüm ihtişamıyla etrafımızı dizi dizi sarmış durumda. Bir sürü telaş, karmaşa, safsata, sabırsızlık, aşksızlık, meşksizlik, oyun, kurmaca, kovalamaca . . . daha neler neler. Hepsi medeniyetin - sözde köşe bucak kaçtığımız - kaçınılmazları.

Yükseklerde savrulurken, alçakları görmez oluyor gözlerimiz. Sevgiyle işleyen pek az şey var nicedir ortada. Bu yüzden çatır çatır çatlıyor, sapır sapır dökülüyoruz. Her fırsatta hem delik deşik oluyor, hem delik deşik ediyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’ın Solmaz köyünde çobanlar tarafından vurularak öldürülen leoparı hatırlıyor musunuz? Güzeller güzeli hayvanın sanıldığı gibi Anadolu Parsı değil de İran Parsı olduğu ortaya çıkmış.

Göz kırpmadan öldürdüğümüz bir varlığın, başlı başına bir yaşam biriminin ardından, yiten canıyla değil de, yine ona atfettiğimiz “cinsiyle” ilgilenmekteyiz.

Ve görünen o ki, sadece yasalarımız değil, gümbür gümbür atan kalplerimiz de yaşama karşı. - Bu ne yaman çelişki anne! - Öyle olmasa, elde yaşatma insiyatifi varken, neden yok etmeyi seçelim?

Sene 1990.

Milliyet’in arka sayfasında, dört kaplan yavrusunun, kırmızı kurdeleli bir sepette birbirlerine sarılmış kocaman fotoğrafı var. diyor.

- Baba, Milli Piyango’dan para çıkarsa bana bu kaplanlardan alalım!

- Nerede besleyeceksin kızım onları?

- Salonda beslerim. Kocaman oda. Yalvarırım!

- Olur, Milli Piyango’dan para çıksın, hepsini alırız.

İki gün ateşler içinde yatmışım. Sayıkladığım tek şey kaplanlar . . .

Milli Piyango’dan para çıkmadı.

Yavrular ne oldu bilmem. Uzun süre düşümdeydiler.

Ben iyileştim.

Bir daha asla satılık hayvan ilanlarına bakmadım . . .

Dostlarımla hep sokaklarda, ormanlarda, denizlerde ve evlerde buluştum.

Satın almadım, sahip çıktım; sevdim, sevildim.

Mutluluktan havalara uçtum. Binlerce kez.

Piyango vurmuştu sonunda bana da.

Yine de yavru kaplanları hiç unutmadım.

Bundan böyle o leopar da hep hatırımda . . .

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.