SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Balat sizi çağırıyor!

İstanbul büyülü şehir, yeditepeli şehir, kaos şehir, tarihi şehir , rüya şehir. Dünyanın en eski şehirlerinden, nice imparatorluklara başkentlik yapmış nazlı şehir. Asırlardır dünyanın renklerini, seslerini, nefeslerini koynunda saklayan, yaşatan ve dünyadan göçüren şehir. Son zamanlarda herkesin herkese yabancı olduğu şehir.

İstanbul'a geldiğim de onsekiz yaşımdaydım. Başımda kavak yelleri eserken üniversite eğitimi için geldiğim şehir. Hayatımın yarısından fazlası farklı farklı semtlerde geçmiş. Hala keşfetmediğim, görmediğim, bilmediğim sokakları, yerleri ve hikayeleriyle beni şaşırtıyor.

Öğrenciyken içinde bulunduğum tarihin kıymetini şimdi anlıyorum. Canımız sıkılır Sultanahmet Meydanı'na giderdik. Öğrenci halleri bazen cebinde çay içecek param olmaz banklara oturur etrafı seyreder ve mutlu olurdum. O zamandan bu yana neler, neler değişmedi hayatımda. İstanbul'da her geçen gün çehresini değiştirmekte. Lakin büyüsü hiç geçmiyor.

Tarihi yarımada da gezmediğim tek yer Balat kalmış . Oysa sık sık yanından geçer ve bir gün derdim hep bir gün seni keşfedeceğim diye iç geçirirdim. İki yıldır sayıkladığım ha bugün ha yarın dediğim ve hayaller kurduğum semt. Hayallerime ortak olanlar şahidim. Gitmesem de görmesem de sürekli beni çağıran Balat.

Geçtiğimiz hafta arkadaşlarımla birlikte Balat sokaklarında kaybettik kendimizi. Balat'ta tek bildiğim Nev-i Cafe'de buluştuk. Orayı da google yapıp bulmuşum. Meğer İstanbul'da kahve içilecek en güzel yerlerden seçilmiş. Terası da ömürlük, google şansı işte :)

Kırmızı yapısıyla uzaklardan herkesi çağıran “Fener Rum Lisesi” ile başladık Balat'ı keşfetmeye. Lakin yanlış sokaklara girip çıktık. Hiç bilmediğiniz sokaklarda, hiç bilmediğiniz yerlere rastlamak ve şehri turist gibi yaşamak nasıl güzelmiş. Yanımda fotoğraf çektirmek isteyen ve gördüğü her kapı pencere de duran arkadaşlarım olunca bazen kahkahalarla bazen nefes nefese çıktık “Fener Rum Lisesi”ne. Kapısına geldiğimiz de herkes nefesini tutmuş halde. Kapalı olduğunu sanıp tam dönecekken sokakta top oynayan çocuklar "zili çalın kapıyı açarlar" dediler. Çocuktan al haberi . Çaldık zili girdik içeri. Tarihi detaylarıysa başka güzellikte. Büyüklüğünden dolayı sıkça, yapı olarak çok daha küçük olan, Fener Rum Patrikhanesi zannediliyormuş. Başta biz de öyle sandık ya..

Okula adım attığınız andan itibaren yeniden okumak için bildiğiniz tüm bilgileri unutmak istiyor insan. Eğitim devam ettiği için okulun içini gezemesek de biliyorum ki yeniden geleceğiz.

"Osmanlı İmparatorluğu´nun en yüksek mevkilerinde görev almış bulunan pek çok Fenerli Rum, baş tercüman, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevlileri, bu okuldan yetişmiş. Osmanlı döneminde okulun müdürleri din görevlileri arasından seçilirmiş. Okul 1861´den sonra klasik eğitim veren bir liseye dönüşmüş. Okulun bugünkü binası, Ondokuzuncu yüzyılın en önemli mimarlarından biri olan ve Fener Rum Erkek Lisesi mezunları arasında bulunan mimar Dimadis tarafından inşa edilmiş. Haliç´in her iki yakasındaki yapılar içinde Süleymaniye´den sonraki en büyük binası olan eserin yapı malzemelerinden çoğu Marsilya´dan getirilmiş. Avrupa´nın çeşitli ülkelerinde özellikle İtalya ve İspanya´da da şatolar yapan Dimadis, eseri beş sene içinde bitirmiş. Fener sırtlarındaki yüksek tepe üstüne inşa edilen eser, geniş ve yüksek cephesi, kırmızı ateş tuğlaları ve ortasındaki kubbeli kalın bir kulesiyle dikkatleri çekiyor. " Dr İhsan Hanson paylaşımı

Okulun arka kapısından çıkıp keşfetmeye devam ediyoruz. Moğolların Azize Meryem Kilisesi- Kanlı Kilise(Theotokos Panaghiotissa) açık olmaması sebebiyle keşfedemiyoruz. Başka bir gün gerek yine.

Başlıyoruz yokuş aşağı inmeye. Herkesin belki binlerce fotoğraf paylaştığı, çamaşırlarıyla, halı yıkayan teyzeleriyle, perde arasından sokağı izleyenleriyle, sokakta top oynayan çocuklarıyla fotoğraf karesinden fırlamış gibi . Ama fotoğraf değil gördüğümüz Balat böyle. Belki herkes o anı sonsuzlaştırmak derdinde. Benim gözlerim sadece izlemek ve ruhunu yaşamak istiyor. Çok yoğun hüzün hissediyorum sanki sokakların dili olsa konuşacak. Zaman durmuş, hayat sessiz nefeslerle akıyor sanki. Bir zaman makinasının içine girmiş gibi . Eski bir kokusu var semtin. Eski derken yaşanmışlığın kokusu. Çöp değil, ter değil, insan değil, tarihin kokusu bu. Her sokak başka sokaklara açılıyor. Aşağıya indikçe sahile yaklaşıyor bedenler ama ruh çok başka yerlerde. Tarihi sokaklarda yaşamak hissettiğim.

Sokaklarda çocuklar ve dört bir yandan inşaat sesleri. En çok Suriye'li mülteci çocuklar ve fotoğraf çektirmek için peşinizden koşan çocuklar çekiyor dikkatimizi. Yarım hayatlar. Bir lira , elli kuruş isteyen çocuklar. Ah be hayat , ne zaman paranın esiri oldu çocuklar :( Ah çocuklar sanki hayat sadece siyah beyaz bu sokaklarda.

Doku değişmese de iyileştirme gerek fazlasıyla. İyileştirme bana göre tarihi dokuyu korumak ve yaşanır hale gelmesi. Ama rant denen kötü kader burayı da sarmış çoktan. Nefes almak ve soğuk bir şeyler içmek için çöktüğümüz pastanede kısa haberleri alıyoruz Balat'ta yaşayanlardan. "İki yıl öncesine kadar seksen bin liraya satılan evler" şimdi "altıyüz-dokuz yüz arası" değişmekteymiş. "Bir de içine harcıyorlar daha da artacak " diyor sakinler. Ah diyorum yaşlı teyzelere. Teyzeler aman artsın artın "para hepimizin ana babası" Para olmuş Medusa.

Balatlılar sokakta, sokaklar Balat'ta.. Hayata karıştık bir nebze olsun yaşadık ama "Balat" yeniden çağırıyor . Keşfetmeye , hikayeleri dinlemeye ve bir kaç saatliğine dahi olsa hayata karışmaya. Ne zaman yetti bana ne de yazacak satırlarım. Antikacılar, kafeler, sanat galerileri ve tasarımcıları keşfetmek başka bir güne . Çıfıt Çarşısı hem bizi beklemekte.

Dönüşte Fener Rum Ortadoks Patrikhanesi’ne uğruyoruz hep birlikte. Günümüzde Rum Ortadoks cemaati tarafından ana kilise olarak kabul edilen patrikhanenin muhteşem dekorasyonu, ışıl ışıl ikonaları ve Hz. İsa’nın ışığı anlamına gelen mumları ile bina küçükte olsa çok etkileyici.

Bu arada Balat adı, "muhtemelen Baltacı Balat dan gelmektedir ve surlardaki Blaherna Sarayı'na yakınlığından ötürü semt bu adla tanınmıştır." diyor Murat Belge.

Yeniden keşfetmek ve paylaşmak gerek. Öyle ya da böyle sokaklarında yeniden kaybolmak için Balat bekler beni!.

YSM

Yazının devamı...

Grayson Perry: Küçük farklılıklar; Cecil Beaton: Portreler sergilerini kaçırmayın!

Sergi gezmek, fotoğraf izlemek, sanatçıların eserleri yaratırken neler düşündüğünü hayal etmek , bir eserin karşısında dakikalarca kalmak , bazen şekillerin, objelerin anlamını anlamaya çalışmak bazen de içinde kalmak. İşte benim sergi izlerken hissettiklerim.


Bir çok sergiyi açılış gününden itibaren gitmeye niyetlenen ben bazı günlerde şeytanın bacağını kırarak kendimi müzelerde bulurum. Hayatın içinde sanatı izlemek kadar güzel ne var ki?

10. yılını kutlayan Pera Müzesi'ni tam da kutlama günü ; British Council işbirliğiyle gerçekleşen Grayson Perry: Küçük Farklılıklar ve Cecil Beaton : Portreler sergisini gezdim. Her iki sergi başlı başına yazı konusu. İki sergiyi ayırmadan sıcağı sıcağına yazıp, paylaşmak ve ne yapın edin gidin demek istedim.

Grayson Perry: Küçük Farklılıklar sergisi 2003'te çağdaş sanatın en önemli ödüllerinden Turner Ödülü'nün sahibi olan Grayson Perry’nin eserlerine yer veriyor. Bu eserler arasında seramik, halı ve baskı işlerin yanı sıra British Council Koleksiyonu’ndaki 6 halıdan oluşan büyük eser grubu "Küçük Farklılıkların Kibri" yer alıyor.

Gündelik olanı, insanların hayatlarını yaşama biçimini, modern dertleri, din, sınıf ve kimlik meselelerini işleyen sanatçı, kadın alter egosu “Claire” ile de ünlü.

Grayson Perry, izleyenleri, güzellik, zekâ, etkileyici duygu ve nostaljinin yanı sıra korku ve öfkeyle kendisine çeken, çağdaş hayatın bir vakanüvisi olarak tanımlanıyor. Perry'nin can alıcı ve zarafetle yapılmış eserleri çocukluğuna ve bir travesti olarak hayatına göndermelerde bulunurken sınıf ve politikadan cinsellik ve dine uzanan daha geniş toplumsal meselelerle ilgili.

Perry, “Fikirlerin” tek talibi olarak kavramsal sanatı reddediyor ve anlatacak hikâyeleri olan el yapımı nesnelerin süslemeci ve samimi niteliklerini savunuyor. Perry’nin yanından ayırmadığı oyuncak ayısı Alan Measles'in devasa seramik hali ve islami bir temsili. Perry islami sanat içinde figüratif bir öğe bulamayınca çareyi farklı yollarla bulmuş . Buraya yazmıyorum ki ne olduğunu merak edip yerinde görün derim :)

Cecil Beaton : Portreler sergisi; 20. yüzyılın en ses getiren fotoğrafçılarından Cecil Beaton’ın (1904-1980) Londra, National Portrait Gallery Fotoğraf Danışmanı Terence Pepper küratörlüğünde, "Sotheby's Cecil Beaton Studio Archive" koleksiyonundan derlenen sergisi, sanatçının 1920'lerden 70'lere kadar fotoğrafladığı sanatçılar, film yıldızları, yazarlar, entelektüeller ve kraliyet portrelerinden oluşuyor. Beaton’ın 1920’lerden 70’lere kadar fotoğrafladığı Elizabeth Taylor, Marilyn Monroe, Coco Chanel, Salvador Dali, Gary Cooper, Winston Churchill, Jean Paul Sartre, Colette, Audrey Hepburn, Alberto Giacometti ve Rudolf Nureyev gibi önemli isimlerin portreleri de bulunuyor.

Beaton her ne kadar fotoğrafçı kimliğiyle tanınsa da sanatın başka dallarıyla da ilgilenmiş çok yönlü bir kişilik. Resimlerinin, kitap kapağı illüstrasyonlarının ve karikatürlerinin yanı sıra sahne dekorları ve kostüm tasarımları da gerçekleştiriyor. Gigi için tasarladığı kostümlerle ilk Oscar’ını, My Fair Lady için tasarladığı kostümlerle de En İyi Kostüm Tasarımı ve En İyi Sanat Tasarımı dallarında ikinci ve üçüncü Oscar’ını alıyor. Ayrıca yazdığı günlükler o hayattayken basılıyor.

Sergide beni çok şaşırtan fotoğraflardan biri Dürrüşehvar Sultan portresi. Son halife II. Abdülhamit’in kızı ailesinin 1924’te sürgün edilmesinden sonra çocukluğunu Fransa’da geçirmiş ve daha sonra Berar prensiyle evlenmiş. Beaton Dürrüşehvar Sultan’ı sergideki fotoğrafından önce bir kez Londra’da ve bir kez de Haydarabat’ta fotoğraflıyor.

Cecil Beaton’ın hayatı boyunca farklı dönemlerde üç defa İstanbul’u ziyaret etmiş. Sergi'de İstanbul fotoğrafını görünce insan bir hoş oluyor :)

Sergi sonrası aldığım ilham ile Taksim'de biraz fotoğraf biraz portre çekerim derken sağanak yağmura tutulup tepeden tırnağa ıslanıyorum. Eve gelir gelmez demli bir çay eşliğinde sizlere yazarak anılarım sonsuzlaşsın istiyorum.

Her iki sanatçının eserleri 26 Temmuz'a kadar Pera Müzesi’nin sizleri bekliyor!
YSM

Yazının devamı...

Blogger anneler, steril hayatlar

Televizyonlarda ya da sosyal medyada gördüğünüz insanlar gibi ışıl ışıl gülücükler saçarak yaşamak istiyorsunuz. Arkadaşlarınızla bol kahkahalı, eğlencenin dibine vurulduğu anlar yaşamak. Bir bakıyorsunuz kendi hayatınıza . Bunların onda biri yok. İsyan ve kıskançlık karışımı bir duygu boğazınızdan gözlerinize doğru yükseliyor ve kendi hayatınızın ne kadar anlamsız ve ne kadar boş olduğunuzu hissediyorsunuz. Oysa insan dolu dolu yaşamalı . Hayat bir kez yaşanıyor. Bir bakıyorsunuz hayat steril yaşamlar etrafında. Oysa tıpta steril alan algısı farklıdır. İşin cerrahisi gereği mikroplardan korunma adına gerekliliktir. Gerçek yaşamdaysa takıntı haline dönüşmeye başlayan bir hal. Herkes her konunun uzmanı, herkes her bilginin sahibi.

Blog yazmak günümüzde son derece popüler. YSM olarak on yıldır blog yazıyorum . Yazı hayatımsa bundan çok daha eskiye dayanıyor. 2010 yılından bu yana da "blogger anne" olarak bir çok yer de farklı konularda deneyimlerimi aktardım. Ama hiç bir zaman kendi doğrularımın bir başkası için doğru olduğu gibi bir bakış açım yok. Tüm tercihlerim de benim seçimim, kendi hayatımın patronuyum kısa özet.

Son üç yıldır "blogger anne" olmak şeklinde her geçen gün yükselen bir trend var :) Yaşadıklarını yazmak ve üretmek insana keyif veriyor. Ama çift taraflı dikkat gerektiriyor. Hepimizin güzel yazılara ve deneyimlere ihtiyacı var. Bazen yaşanmış anne deneyimi bir çok uzmandan daha değerli olabiliyor. Burada çok ama çok dikkatli olmak lazım. İşin ehli olmadan; okuyarak ya da sadece kişisel deneyim boyutunda deneyim sahibiyken uzmanlık gerektiren konular hakkında yeterliliğe sahip olmadan yazılar yazılabiliyor. Fikir sahibi olupta gerçek yüzünü bilmeden ince eleyip sık dokuyupta yazılabiliyor. Oysa size göre doğru olan başkasına göre doğru mu? Neden herkesin kendi bildiği en doğru ya da her yazılan her söylenen ne kadar doğru ?

Blogger annelerin anneliğe katkısı var, deneyim paylaşmaya katkısı var ama çok da risk var. Maalesef bir çok anne uzman görüşü yerine bir blogger annenin görüşlerini kabul edebiliyor. Bir anneyi gerçekten diğer anne çok iyi anlar. Bir annenin yaşadığı deneyimler diğer annede de yaşanabilir. Aynı platformda buluşan anneler rahatlayabilir yalnız olmadığını hissedebilir. Ama şu gerçek var ki; eksik ya da yanlış bilgi sunabilir. Özellikle işin psikolojik ve fiziksel sağlık kısmında dikkatli olmak gerekiyor.

Sosyal medya iyi , kötü ama gün geçtikçe başkalarına karşı acımasızca eleştiri yapılan, insanları tanımadan etmeden yetkinliği sorgulanmadan ahkam kesilen bir yer haline geldi. İnternet ortamında kimin hangi bilgiyi nasıl algıladığını maalesef bilemiyoruz :) Bu nedenle kişisel deneyim dahi olsa bilgiyi internete bırakırken sorumlu davranmak gerek.

Artık blogger anneler sayesinde herkes kendi ekosisteminde "çocukları için en doğru ve sağlıklı bezi seçmek; en iyi emzirme tekniklerini ; en iyi gaz çıkarma yöntemlerini biliyor. Uykuyu düzene sokma teknikleri, iki yaş sendromuyla başa çıkabilecek psikolojik bilgiye sahibiz. "

Z kuşağı çocukları da hepsi özgüvenli, kendi ayakları üzerinde duran bireyler olarak yetişiyor. Bütün bu bilgilere sahip olmak için blogger anneler ; tıp, psikoloji, pedagoji alanlarında bir sürü kitap okuyor araştırıyor :) Hatta öyle bir hal “uzmanlaşmak ” neredeyse bir gereklilik hali.

'Blogger anneler iyi yemekler yer, iyi yerlere gider , iyi giyinir, iyi düşünür, her şeyin en iyisini bilir .'' Bir düşünce , bir bakış açısı. Peki gerçek yaşam da bu doğru mu? Yaşam sadece blogger anne olmak için mi var?

Çok mu ütopik yazdıklarım. Maalesef günümüzde hepsi gerçek. Örnekleriyse tüm çıplak haliyle her yerde gözümüze çarpıyor.

“Önce ben”in ilke hâline geldiği bir uygarlıkta annelik bir meydan okuma, hatta bir çelişkidir. "der Elisabeth Badinter .

Hayatımda ki tüm annelere saygıyla..

YSM

Yazının devamı...

Anneler Günümüz kutlu olsun

İki gün sonra anneler günü. Dört bir yandan tüm markalar tarafından anneler günü bilgilendirme mesajlarına ve reklamlarıyla bombardımana tutulmuş durumdayız. Bu durum her yıl daha da artan bir hale geldi. Açıkçası önerilen ya da bilgilendirilen hiç bir mesaj ilgimi çekmiyor. İşin içinde böyle duygusal ve anlamlı bir günün sadece hediye ile anlamlandırılmasını tatsız buluyorum.

Anne olarak en büyük mutluluğum kızlarımın sağlıklı ve mutlu olması. Onların bana sarılmaları en büyük hediye. Ve onlarda kendi çaplarına göre beni şımartıyorlar. Bunun tarifi yok.

Üç kızımın da kendine göre süprizleri var. Melis, Maya Su ve Mira yaşlarına uygun olarak kutluyorlar. Ama bu maddi hediyelerle değil. Arka arkaya belirli bir yaştan sonra çocuk doğurmak ve aradan uzun yıllar geçerek yeniden anne olmak değişik bir deneyim. Kızlarımın 20, 8 ve 5 yaşında olduğunu düşünürseniz ne demek istediğimi çok net anlarsınız. İlk annelik deneyimim çok tecrübesiz ve çok erkendi. Şimdi bakıyorum da kızıma çok iyi iki arkadaşız.

Maya Su ve Mira büyürken beş yıl gece gündüz karışık halde yaşadım. Bu sebeple de anneler gününde tek istediğim uyumak olurdu. Sağ olsun iki sene bana uyku hediyesi verdiler ve sabah uyudum. Sonra minikler kahvaltı hazırladılar geçen sene minik elleriyle hazırladıkları kahvaltının güzelliğini nerede bulabilirim? Karmakarışık tabaklar, prensesli karakterli çatallarla kahvaltı etmek kaç anneye kısmet olur ? Bu insanı nasıl mutlu etmez ki?

Çok minik örnekler verdim size. Sizin kimbilir ne hikayeleriniz vardır. Satırları yazarken de dün gerçekleştirilen ama katılamadığım bir davete ait bilgi notu düştü ekranıma. İçinde yer alan rakamsal ve istatiksel bilgileri her zaman çok sevmişimdir. Paylaşmak istedim. Belki bir okuyanın işine yarar blog ya da tez vb konusunda.

Aksigorta Türkiye genelinde 12 ilde 25–45 yaş aralığındaki kişilerin "Anneler Günü" ile ilgili görüşlerini almak üzere bir araştırma yapmış. Katılımcıların yüzde 13’ü annesine bu özel gün için bir hediye almazken bu oranın da cinsiyete göre önemli bir farklılık gösterdiği ortaya çıkmış. Kadınların sadece yüzde 7’si herhangi bir hediye almazken, erkeklerde bu oranın yüzde 20 .

Annemize en çok ne alıyoruz?

Annelere en çok alınan hediye ise kıyafet (yüzde 60)

Mutfak eşyası (yüzde15)

Çiçek (yüzde13)

Yüzde 9 ise “İhtiyacı neyse onu alırım” demiş.

Pasta, dışarıda yemeğe götürmek, takı, teknolojik alet, tatil, hobi malzemeleri, kozmetik ve müzikle ilgili ürünler de söylenen seçenekler arasında yerini alsada yüzdeye dahi girememiş.

“Annenizle yapmaktan en çok keyif aldığınız şey nedir?”

Sohbet Etmek ( yüzde 58)

“Annem yanımda olsun, birlikte olalım yeter” ( yüzde 23)

Yemek yemek (yüzde 14)

Gezmek (yüzde 10)

TV izlemek (yüzde 5)

Annesi ile alışveriş yapmaktan hoşlananların oranı ise sadece yüzde 4…

Gördüğünüz gibi benim kızların hediyeleri araştırmanın hiç bir maddesinde yok :) Zaten hediyelerin baba tarafından alındığı (belirli bir yaşa gelinceye kadar) gerçek. Sanırım bu kadar stres bugünlerde onlar için de çok fazla oluyor. Nedense babalar tarafından en olmadık hediyeler böyle günlerde alınıyor ya da en azından etrafımda gördüğüm böyle.

Böyle bir günde anneyi rahatlatmak, çocuklarla ilgilenmek bana göre eşsiz bir hediye.

Anneler günümüz kutlu olsun

YSM

Yazının devamı...

Havasından geçilmeyen Karaköy

Size olur mu bilmem ama ben bazı yerlerin herkes tarafından keşfedilmesini istemem. Çünkü o yerlerin eski halini bulamamaktan korkuyorum. Karaköy'de benim için böyle yerlerdendi. Son iki yıldır büyük değişimler ve sürekli açılan yeni mekanlar nedeniyle maalesef herkes Karaköy'ü keşiflerde. Karaköy'ün de havasından geçilmiyor. Fotoğraf çekimi için kullandığım sessiz sokaklarda birbiri ardına mekan açılıyor. Bunda popüler kültürün etkisi çok. Bir yerde birileri görülmesin bir de iki mekanlar dizi çekiminde kullanılmasın eyvahlar olsun. Yıllar önce Galata böyleydi. Kimseler keşfetmemişken ve mekanlar bu kadar kalabalık değilken güzel zaman geçirirdik. Şimdi şehre bir film gelir tadında aralarda uğruyorum. Ama kalabalıklar üzerine üzerine geliyor insanın. Balat bu açıdan henüz bakir , sokaklarında sık sık gezer oldum. Hayalim çocukluğumda ki gibi eski bir ahşap evde yaşamak. Hayat ne gösterir bilinmez.

İstanbul her geçen gün kalabalıklaşıyor. Hepimiz yeni mekanlar, semtler , yerler arıyoruz doğal olarak. Ama anlamadığım şu var . Neden kalabalık mekanları seviyoruz? nereye giderseniz gidin mekanlar tıklım tıklım. Uzun yıllar Bağdat Caddesi'nde yaşamıştım. Caddede bir çok kafenin ilk açıldığı günleri bilirim. Sonra o mekanların Nişantaşı'na şube açtığını vb.

Bir dönem Cihangir popülerdi. 2008-2009 yıllarında ben de Cihangir'den çıkmazdım. Şimdi orası da bana aynı tadı vermiyor. Firuzağa'da çay içmekten vazgeçmedim sadece. Gerçekten caminin altında olupta bu kadar popüler olan kaç yer var ki? Bildiğim Bebek Kahve var ha bir de Eyüp mezarlıkları üzeri Piyer Loti var o da başka önemli bir mekandır hayatımda. Yahu ne çok yer seviyormuşum ben. Velhasıl mekanlar, semtler zaman ile değişiyor ama insanın aradığı detaylar değişmiyor.

Karaköy herkesin bildiği gibi İstanbul'un ilk liman ve ticaret merkezi. Şimdi ise cafe merkezine dönüştü. Oysa hırdavatçılarıyla, elektrikçileriyle, deniz malzemeleri satan yerleriyle nasıl renklidir. Sokak aralarında kiliselerle camiler iç içedir. Herkesi saran ruhuyla büyüler insanı. Ya şimdi her gün tadilat sesi, kalabalıklardan yürünemeyen daracık sokaklar.

İstanbul kalabalaştıkça Karaköy'de aldı nasibini bu kalabalıktan işte. Esnaf değişime şaşkın. Bir de popüler mekanların sevimsiz servisi, gereksiz pahalılığı ve her yerin kalabalıklığı yoruyor insanı. Bu sebeple çok hipster mekanlardan uzak duruyorum. İşim gereği gidiyorum tabiki ama kendim için Karaköy'e gittiğimde daha keyifli, sıcacık mekanları keşfediyorum. İki hafta önce fotoğrafçı arkadaşım Burcu Çalışkan ile bir davetten çıkmış ve öğlen yemeğini Karaköy'e saklamıştık. Burcu "seni çok güzel bir yere götüreceğim "deyince "aman dedim aman keyifli bir yer olsun, tiki yeri olmasın " Burcu güldü söylediklerime. Tuttu kolumdan beni Karınca Cafe Karaköy'e götürdü. Anladım sonradan neden güldüğünü :)

Karınca Cafe , Karaköy'ün Kemeraltı Caddesine bir paralel. İlk başta insanın gözüne ufacık gözüküyor ama sonra mekanın sıcaklığı sarıyor insanı. Açıkçası hikayelerini sormak isterdim ama Burcu'nun kardeşi Poyraz mekanın şefi olduğu için sormama fırsat kalmadı. Abla, kardeş özlemişler birbirlerini. Hafta sonu için kahvaltı planı yaptılar. Ses etmedim nasıl olsa başka gidişimde sorarım. Meraklıyım bir kere :) Poyraz daha önce Nişantaşı'nda bir yerde çalışıyormuş ama kaçmış bu mekana gelmiş iyi ki de gelmiş. Poyraz cafenin menüsüyle beni şaşırttı. Karaköy'de genelde birbirine benzer menüler söz konusuyken Karınca Cafe'de ev yemekleri , zeytinyağlılar mest etti. Sağlıklı beslenmeye özen gösteren biri olarak tam benlik bir yer her şeyden öte mekana girer girmez güler yüzlü insanlar karşılıyor sizi. Yemek için öneride bulunuyorlar kafanıza tabak atmadan ya da of puf demeden. Siz neyi ne kadar isterseniz o kadar getiriyorlar . Gerçekten müşteri olarak İstanbul'da mekan teröründen şikayetçiyim ben. Paramızla resmen bir dayak yemediğimiz kalıyor. Burada esnaf mantığını hissettim ben. Öğlen saatlerinde sıklıkla çevredeki şirketlerden geliyorlarmış. Müdavimleri oluşmuş istek yemek dahi oluyormuş. Ne güzel menüsünü kişiye özel hazırlayabilen mekana :) Yemekten sonra çay ikram ediyorlar hesaba da dahil etmeye çalışmıyorlar. Sadece çay içmeye giderseniz ne olur bilmiyorum ben yemek yedim çayımı içtim. Çekimim var Karaköy'de ve yarın gitmek için sabırsızlanıyorum. Yine yeniden giderim merak edene de öneriyorum şiddetle.

Bu arada olur da yolunuz düşerse Poyraz'a benden çok selam :) Gerçekten herkes efsane bu mekanda. Kart hamili yakınımdır yapmadık ayrıca hesabımızı da ödedik afiyetle şükür .

YSM

Yazının devamı...

Fotoğraf aşkına!.

Küçüklüğümden bu yana fotoğraf çektirmeyi çok severim. O zaman bugün ki gibi kolay değildi fotoğraf çektirmek bir tören adeta. Özel günler dışında da pek fotoğraf çekilmezdi. Sağ olsun ailem de benim ileri de fotoğraf düşkün olacağımı anlamış olsa gerek küçük yaştan itibaren fotoğraflarım var. Ama şimdi kızlarıma bakıyorum da hepsinin binlerce fotoğrafı var. Onca fotoğrafın arasından baskı yaptığımız fotoğraf sayısı çok az bu da işin başka boyutu. Kızlarım arasında en şanslı Maya Su ki kendine ait bir fotoğraf sergisinin kahramanı " Maya Takvimi-Bir bebeğin 365 günü" Fotoğrafçı olarak kameranın diğer tarafına geçtikten sonra fotoğraflarda eksik olmaya başladım. Bir çok aile fotoğrafında yokum çünkü fotoğrafı ben çekiyorum. Bir destek (tripod) ile de çeksek olmuyor desem yerdiri çünkü bizim aile fotoğraf çektirmeyi pek sevmiyor. Ben ne kadar fotoğraf seviyorsam onlar o kadar uzak. Melis'te Maya Su da fotoğraf çekmeyi seviyor. Mira henüz o ayrıma gelemedi. Ama ileride o da iyi fotoğraflar çekebilir diye düşünüyorum En azından ben ellerine fotoğraf kamerası vermekten vazgeçmiyorum.

Fotoğraflar gittiğimiz yerleri, görüştüğümüz insanları, yaptığımız şeyleri hatırlamak için önemlidir. Her şeyden öte tarihe tanıklık eder :) Çocukluğumdan hatırlarım da çekilen fotoğraflar nasıl çıkacak diye merakla beklerdim. Şimdi herkes anında fotoğrafları görüntülüyor. Çocukluğumuzda ve gençliğimizde yaşadığımız heyecan maalesef yerini silme işlemine bıraktı. Beğenmediğiniz anlar hemen yok oluyor. Hele akıllı telefonlar sonrası hayat daha da hızlandı. Artık herkes daha fazla fotoğraf çekmeye ve dolayısıyla daha çok anı biriktirmeye başladı. Çektiğim fotoğraflara bakıp geçmişte geçirdiğim iyi ve kötü tüm anları hatırlıyorum. Bazen yüzüm gülümsüyor bazen özlem duyuyorum çokça hüzün kaplıyor içimi. Duygular hep yüksek yaşanıyor bende. Diyorum ya fotoğraf aşk benim için :)

Fotoğraf makinam bozuldu geçen hafta bir çekimde. Kilitlendi kaldı her zaman yanımda iki yedek lens olur o gün yok. Hay bin kunduz hali. Neyse ki çekim bitmiş. Hemen hafta başı düştüm yollara. Hayyam Pasajı fotoğrafçılar için cennettir. Sirkeci'de tren garının hemen yan paralel sokağında fotoğraf makinası ve parçalarının alınıp tamir edildiği bir pasajdır. Bilenler çok iyi bilir de bilmeyenler için not olsun. Çok kişinin ilk adresidir. Benim de orada sürekli gittiğim iki yer vardır. İkisi de üç kız babası :)

Hayyam Pasajı'nda sürekli gittiğim Macro Fotoğrafçılık bizim için Murat demektir. Murat fotoğraf grubum 40 Haramiler'den tanıştığım haramidaşımdır. Kendisine ne kadar teşekkür etsem az. Ne sorun yaşadıysam her zaman çözer, yeni ne almam gerekirse yönlendirir. Bazen gitmeme gerek kalmaz kargoyla gönderir. Bu zamanda işini aşkla yapan insanlar az bulunuyor size hep söylüyorum Murat'ta onlardandır. Murat arkadaştır, dosttur, candır. Prenses kızları Zeynep, Dilara ve Duru ve eşi Nurcan ailemiz gibi değerlidir. Fotoğraf aşkına böyle güzel insanları tanımak insanı mutlu ediyor. Makinamı götürdüğümde babası Hüseyin Amca ile tanıştım. Yaşam dolu. Çay sevgisinden, sağlığa konuştuk eksik olmasınlar çay söylediler içtik. Gerçekten en kalabalık zamanda bile herkese zaman ayırıyorlar. Sohbet ediyorlar. Ne güzel değil mi böyle insanların ve esnafın olması.

Bakalım benim objektif ne zaman iyileşecek? Haber bekliyorum işin uzmanından. Ama benim için bu bahaneyle Eminönü'nde olmak harika oluyor. Kendime zaman ayırmış, tarihi sokaklarda zaman geçirmiş fotoğraflarıma yeni fotoğraflar eklemiş oluyorum.

Yolunuz düşerse uğrayın Hayyam Pasajı'na 1.katta bulunan Macro Fotoğrafçılığa Murat'a selam söyleyin, çay için benden.

Hayat fotoğraflarla ve güzel insanlarla güzel.

YSM

Yazının devamı...

Geldik, gördük ve gidiyoruz..

Geldik, Gördük ve Gidiyoruz..

"Hayat, bir tek günden başka bir şey değildir. Yaşa, keyifle, mutlulukla " diyerek bir fotoğraf paylaştım facebook sayfamdan. Fotoğraf paylaşırken o ana ait duygularımı, fotoğrafı çekerken yaşadıklarımı yazmayı seviyorum. Instagramda beni takip edenler sıklıkla görürler bu paylaşımları. Gerçekten yaşadığımız kadar varız. Yaşanan her an daha sonra bir anı olarak kalıyor.

Hayat hızla akıyor. Ona ne yetişmek ne de peşinden koşmak mümkün. Ah zaman birazcık zaman. Ama satın alamıyoruz maalesef. Bir formülü yok ki hayatın. Plansız hesapsız kitapsızımdır konu yaşamak olunca. Ev, aile, çocuklar, iş, sosyal çevre, dostluk, arkadaşlık derken ne zaman gün ne zaman gece oluyor hiç çözemedim.

35 yaşıma geldiğim de hayatımı yavaşlatmak ve daha sakin yaşamak istediğimi söylemiştim. Yapabildim mi hayır. 40'lı yaşlarda yine niyet ettim, istedim . Ama olmuyor ya da ben olduramıyorum. Yaşamayı hayatın içinde olmayı seviyorum ben. Her şarta rağmen her ne olursa olsun yaşa dolu dolu bakış açım. Bu sebeple hiç mızmızlık yapmam söylenmem aksine yetişemediğim için üzülürüm. Bir de uzaklık var tabi. Şehir merkezine biraz uzak oturuyorum. Ama hayat her zaman aynı olmuyor.

Ağustostan bu yana (bakınız 2014'ten bahsediyoruz) sevgili arkadaşım Mustafa Tahir Öztürk ile buluşacaktık mesela. Beni yemek için çok güzel bir yere götüreceğini ve mutlaka görmemi istediğini söylemişti. Olmadı bir türlü takvimi tutturamadık. Ama en çok benim yüzümden. Bu süreçte onun ikinci kitabı "İslam'ı İslam'la Vuran Din Merkezli Batı Stratejileri " çıktı vesile ile onu kutlayalım dedik ve sonunda bir araya gelebildik. Bu arada kitabın arka kapak fotoğrafı bendenize ait. Fotoğraflarımın kitaplarda olması başka bir duygu o da ayrı bir mesele.

Mustafa ile Kıztaşında "Paçacı Mahmut Usta"da buluştuk. Mekana giderken epey olay yaşasamda içeri girdikten sonra streslerimi geride bıraktım. Ama mekanda olanlar halimi görünce bu kadın delirmiş olmalı diye söylenmiş olabilirler iç sesleriyle. Ama kötü olan anılar geride kalsın biz güzel anları paylaşalım.

Ben paça, işkembe vb yemem. Sarımsak soğan ile de hiç aram yoktur. Bu sebeple en başta ona söyledim "ya Mustafa gidiyoruz ama ben ne yerim orada" diye . Meğer çok büyük haksızlık etmişim. "Paçacı Mahmut Usta" çok bilinen, çok kişinin özellikle tercih ettiği yerli / yabancı bir çok kişinin akın ettiği; Türkiye'nin en ünlü gurmelerinin "Türk -Osmanlı Mutfağı" olarak tam not verdiği bir mekanmış.

Mekanın samimi ve sıcak ortamı sizi beş yıldızlı yaşamların çok ötesine götürüyor. İçerideki herkes neredeyse birbirini tanıyor tanımayanlarsa selamsız geçmiyor. Herkes uyum içinde sanki yıllardır tanıdığım bir yerdeyim. Biz yemekleri seçerek sohbete başlıyoruz. Bu arada yediklerim inanılmaz lezzetliydi. İrmik helvaları efsane. 2002 yılında vefat eden Mahmut Usta'nın tüm reçetesi özenle saklanmış ki bu kadar güzel bir mirası oğlu Ahmet Kodal ve Eniştesi Şeref Öndü hakkıyla yaşatıyor. Ekiplerinin mükemmel çalışması bu başarının sırrı olsa gerek. Siz mekanların enerjisine inanır mısınız bilmem ama bu mekanda aşkla yapılan yemekler var. Ben bunu hissettim. Hissettiğim kimsenin lanet olsun diyerek ne servis yapması işini keyifle yapması. Belki ben arkadaşımdan dolayı torpilliydim diyeceğim ama etrafı çok iyi gözlemledim. Herkes uyum içinde işini yapıyor.

Sohbet yemek derken yine epey zamandır görmediğimiz arkadaşımız içeri girip süpriz yapıyor. Murat Özer müzik, tasavvuf, Türk İslam Kültürü ve Sanat’ın içinde bambaşka biridir. Hemşomdur, merak ederseniz blog'umda kendisiyle yaptığım bir röportajı okuyabilirsiniz. Keza Mustafa ile de :) Sevdiğim insanları daha çok kişi tanısın istiyorum ne yapayım :)

Masa da sohbet, kahkaha, Türkiye, hayat, yemek derken zaman su gibi akıp geçiyor. Yemek sonrası fotoğraf çekmek istiyorum doğal olarak. Fotoğraf öncesi sokakta yer alan; Mahmut Ustanın müşterilerine çay servisi yapan çay ocağından çay içiyoruz taburelerin üzerinde. Böyle bir ortamda öğrencilik yıllarımdan bu yana çay içmedim. Karşımda Kıztaşı ve sokaktan geçip gidenler. Hikayeler, hayatlar akıp gidiyor. Siz paylaşım ekonomisine inanır mısınız bilmiyorum ama ben son günlerde daha çok inanıyorum. Ve o çay ocağının çaylarının Mahmut Usta'da servis edilmesi beni duygulandırıyor. Ne güzel ki esnaf lokantası denilen yer diğer bir kişiye gelir sağlıyor. Günümüzde eskiye ait ne varsa hızla yok oluyor. İşte bu sebeple bu bakış açısında olan herkese saygı duyuyorum. Hep söylerim şu hayatta herkes aynı şansa sahip değildir. Ama iyi olmak ve etrafına fayda sağlamak zor değildir.

İmzalı kitabımla hoş anılarla ayrılıyorum . Bol fotoğraf kalıyor hepimize.

Hayat güzel bir armağan değil de ne?

YSM

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.