SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Organik çocuk tiyatrosu

Hayalbaz Tiyatro’nun kurucusu Mehmet Erbil, “Oyuncaksız büyümem, benim tiyatroda kendi dekorumu, kendi objelerimi kendi tasarımımı yapmamı sağladı” diyor.

Küçükken kızımı tiyatroya götürmeyi çok denedim ama hep korktu ve gitmek istemedi. Tam pes ettiğim anda, Hayalbaz Tiyatro ve Mehmet Erbil ile yollarımız kesişti. Yüksek sesler, gösterişli dekorlar, abartılı makyajlar yoktu ve bir anda tiyatro hayatımızın baş köşesine oturdu. Çocuk tiyatrosu değil, çocuk için tiyatro yaptığını söyleyen Mehmet Erbil ile tiyatro ve dramanın çocuk gelişimindeki yerini konuştuk.

- Hayalbaz Tiyatro fikri nasıl doğdu?

Oyuncaksız bir ailede yetiştim, kendi oyuncağımı yapma lüksü ile büyüdüm. 6 yaşında Karagöz’ün resmini gördüm ve aynısını çizip, bardak kutusunda, gazoz kapağı karşılığında Karagöz oynatmaya başladım. Tiyatro heyecanım böyle başladı.

2003 yılında bir oyun izledim, metin, dekor, oyunculuk o kadar kötüydü ki, çocuklara haksızlık ediliyor diye düşündüm. Okulu bitirdikten sonra bir tiyatro oyuncusu olarak ne yapabilirim dedim ve sadece çocuklar için üretmeye başladım. Ne yazık ki Türkiye’de tiyatroyu denetleyen bir kurum yok. Herkes çocuk tiyatrosu yapabiliyor ama ben buna çocuk için tiyatro diyorum. 2003’te “Evvel Zaman İçinde” oyununu yazdım ve Türkiye’nin ilk obje tiyatrosu oldu. Oyuncaksız büyümem, benim tiyatroda kendi dekorumu, kendi objelerimi kendi tasarımımı yapmamı sağladı. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin 2. kuruluş yılında ilk kez burada oyun oynadım ve o günden beri de burada devam ediyoruz. Farklı mekanlar ve okullarda da oyunlarımız devam ediyor.

- Çocukların sizi bu kadar sevmesinin nedeni ne?

Ben biraz kendi meslektaşlarıma karşı duruş sergiliyorum. Tiyatro yüksek müziklerin, kocaman, şatafatlı kostüm ve dekorların olduğu bir alan değildir. Yıllarca bu yapıldı çünkü gösteriş seven bir toplumuz. Ama çocuklar böyle değil. Sınıflandıran, kimlik veren, beklentiyi şekillendiren anne babadır. Yaklaşık 16 yıldır çocuklar için üretiyorum ve örgensel tiyatro kavramını geliştirdim. Yani organik oyun. Çocuk oyunun uzmanıdır. Biz oyunun ustalarına oyun yapmaya çalışıyoruz. Ben aslında onları taklit ediyorum. Oyunlarımda materyallerden obje yapınca çocuklar hayrete düşüyor. Halbuki bu zaten çocuğun yapabildiği bir şey, nasılsa hazırı var diye unutturuldu. Hayalbaz’ın başarılı bulunmasının sebebi işte bu organikliği…

“Tiyatro bir terapi yöntemidir”

- Tiyatronun çocuk gelişimindeki yeri nedir?

Tiyatro çocuğun hayal dünyasını ve inisiyatif alma becerisini geliştirir. Tiyatro çözüm odaklı çalışır, kısa zamanda canlı ve pratik çözümler üretmeyi gerektirir. O nedenle çocuğun da çözüm kabiliyetini geliştirir. Drama performans alanı değildir ama tiyatro bir performans alanıdır. Tiyatro bir eğlence sektörü ya da eğitim aracı değil, bir tür terapi yöntemidir. Dünyada pek çok psikolog tiyatro izlemeyi, oynamayı tavsiye eder. Drama da böyle psikolojik bir alandır. Oyun terapisi bir tür drama yöntemidir.

- Yıl sonu gösterileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çocuklardan bu tip performanslar beklemeyi doğru bulmuyorum. Drama bir performans alanı değildir. Drama bir lider eşliğinde, pek çok sanat dalının iç içe geçtiği, çocuğun duyusal ve duygusal tarafını ortaya çıkarmasına fayda sağlayan bir yönelim oyunudur. Drama almış bir çocuk günlük yaşam içinde kendi yol haritasını çizer, içindeki sanatsal aktiviteyi keşfeder. Tiyatro yapmak isterse, gider ve sahneye çıkmak istiyorum der.

- Bu karar çocuğa mı bırakılmalı?

Tabii ki çocuğa bırakılmalı. Anaokullarında çocuklara sahne travması yaşatıyoruz. Yıl sonuna hazırlık sürecinde çocukta hep stres ve gerginlik oluyor. Çocuğa bunu dayatıyoruz ama belki istemiyor. Daha sonra tiyatroyu, müziği sevmiyor. Gerçekten içinde o istek varsa kesinlikle bu bir gün açığa çıkar. İlgi alanını fark etmek için zorlama olmamalı. Her çocuğun yapısı farklı. Ebeveynler çocuklarını tanımalı ve bu yönde yol göstermeli. Bir çocuğa tiyatroyu sevdirmenin en iyi yolu, kurslara göndermeden önce, sık sık tiyatroya götürmektir.

- Tiyatro kültürü neden gelişmiyor?

Türkiye’de yetişkin oyununa seyirci bulamıyoruz diye üzülüyoruz ama çocukken tiyatrodan soğutuyoruz. Gençlik tiyatrosu zaten yok. O sırada tiyatroyu unutuyor. Yetişkin olduğunda da tiyatro kültürü gelişmemiş oluyor.

“Hediyesini kendi yapsın”

- Çocuklarda yaratıcılığı nasıl geliştiririz?

Şu an çocukların önlerine her şey paketlenmiş ve hazır konuyor. Sadece yerine yerleştirmesi kalıyor. Ama oyuncak alamayan çocuklar, oyuncaklarını kendi yaratıyor. Maddi olanağı düşük olan ailelerin çocukları çok daha yaratıcı. Lütfen çocukların önüne hazır şeyler koymayın, bırakın kendileri yapsınlar. Bir arkadaşı için hediyesini kendi yapsın. O zaman çocuğun hayal gücü ve yaratıcılığı gelişecek. Çocuk organik bir varlıktır ve organik oyun biçimini benimser.

Yazının devamı...

'Oyunu çocukluğa gömüyoruz'

Okul öncesi dönemi çocuklarla çalışan, “Ben onların değil, onlar benim öğretmenim oldu” diyerek çocuklardan öğrenmeyi seçen Prof. Dr. Belma Tuğrul ile okul seçimi ve oyunun önemini konuştuk.

- Erken çocuklukta okula başlama yaşı ne olmalı?

Her çocuğun gelişimi, her ailenin koşulları farklı ancak çocukların erken yaştan itibaren oyun gruplarına gitmesini önemsiyorum. Birbirleriyle oynamasalar da, sosyal ortamda bulunmak, göz kontağı önemli. 3 yaşından küçüklerin tüm gün okulda olmaları zorlayıcı ama 3 yaşından itibaren tüm gün önerebilirim. Ama bu da okulun ve çocuğun özellikleriyle bağlantılı. Çocuğun karakteri, öğretmenin tutumu, mekan ve oyun alanları önemli. Okul süreleri Türkiye’de çok uzun. Evde hiç vakit geçiremiyorlar. Çocuklar evlerine, oyuna, ana-babalarına hasret.

- Okul öncesinde ideal sınıf ortamı nasıl olmalı?

Çocuğun hareket ihtiyacını karşılayabileceği alanlar olmalı. Çocukların bireysel farklılıklarına saygı duyulan, ilgilerine cevap bulacak çeşitlilik ve öğrenme alanlarının bulunması gerekiyor. Fiziksel koşullar ve güvenlik olmazsa olmaz. Okul öncesi için ayrı, ilkokul için ayrı oyun alanları olmalı. Çocukların birbirleriyle etkileşim kurmalarına izin veren, sınıfın bahçeyle, diğer sınıfla, koridorla bağlantısının bütünlük içinde olduğu, çocuğun kendini ait hissettiği bir düzen olmalı. Mümkünse doğanın içinde, değilse sık sık doğa içinde aktivitelerin yapıldığı, merak uyandıracak uyarıcıların bulunduğu bir okul ortamı ideal. Ancak günümüzde okulun abartıldığını düşünüyorum. Okulun elinde sihirli değnek yok sadece bir paydaş. Esas iş ailede bitiyor.

- Oyunun yaşı var mı?

Tabiiki yok. Oyunu çocukluğa gömüyoruz ama bir insan ömür boyu oyuncu olabilir. ‘Oyunu bebekler oynar, oyun zamanın geçti’ diye baskı yapıyoruz. Her yerde, her zaman oyun oynanır, sadece yaşa göre içeriği değişir. Araştırmalarda, oyuncu karakterlerin daha yaratıcı, liderlik gücü yüksek, sosyal becerileri daha gelişkin olduğu görülmüş çünkü oyunda aklını, duygunu ve bedenini kullanırsın.

“Sorumluluk vermeliyiz”

- Çocuklardan hep yüksek bir beklenti var. Ne olacak bu çocukların hali?

Her çocuğun büyük bir kapasitesi, ilgisi, eğilimleri var. Ama çocuklar bu anlamda istismar ediliyor ve ben buna “entelektüel istismar” diyorum. Aileler çocukların yapabileceği şeylere yapamaz diyor. Örneğin suyunu taşımak, oyuncaklarını toplamak gibi. Ama yapamayacağı bir şeyi yapabilirsin diyor. Piyano çalmak, satrançta birinci olmak, kodlama yapmak gibi. Çocuk da diyor ki “Bardağımı taşımaya iznim yoktu, bunu nasıl yapayım?” Ya kendilerine olan güvenlerini sarsıyorlar ya da yüksek beklenti içinde çocuklarını ezip yoruyorlar. Çocukların bu kadar kızgın olmaları, ilişkilerini yönetmekte zorlanmaları, çabuk sıkılıp, vazgeçmeleri hep bu yüzden. Bütün çocukların aynı seviye ve alandan ilgi duymasını beklemek yanlış. Özgünlüklerini korumalıyız. Sadece anne babasının hayali diye bir işe başlayan çocuk, içinde istek yoksa o işi devam ettiremez.

- Bizim kültürümüzde çocuklar hemen vazgeçiyor ve “Yapamadım” diye bırakıyor?

Çocukların dünyası keşfetmek üzerine kurulu. Ama öğrenebilmesi için etkileşim lazım. Çocuklar gözlemliyor, kaydediyor sonra eyleme dönüştürüyor. Bunun için de zamana ihtiyaçları var. Ama yetişkinlerin çocuklar üzerinde bir kontrolleri var. Özgür iradeleriyle yapmak istedikleri şeyler konusunda yeterli zamanı bulamıyorlar. Anne/babalar iyi niyetle, aşırı derece korumacılar ya da yapabileceğine güvenmedikleri için sorumluluk vermiyorlar. Çocuk bir süre sonra yapamayacağına ya da yanlış yapacağına ikna oluyor ve kendini teslim ediyor. Deneyip yanılmaya izin vermeyince çocuğun bireysel teşebbüsü sona eriyor. Çocuklara sorumluluk vermeliyiz. Ucundan tutup, model olmalıyız. Bağımsız iş yapma çocuğu özgürleştirir. Biz bağımlı bırakıyoruz. Ayakkabısını bağlamayabilir, ters giyebilir. Kendi yapması uzun bir süre ama ondan aldığı bir haz var. Bir süre sonra anne babası olmadan hiçbir şey yapamayan çocuklar oluyor.

“İsimden ziyade içeriğe bakmalıyız”

- Montessori, Waldorf gibi yaklaşımlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bunlar gerçekten kuramsal dayanakları olan, çıktıkları dönemin ihtiyaçlarını karşılayan modeller. Ama tek başına isim yetmez, araçlar, öğretmenin eğitimi, hepsi bir bütün. İsimden ziyade içeriğe bakmalıyız. İşe yarar olması, doğru uygulanmasıyla ilgili. Çocuğun doğasına da uygun olmalı. Çocuk dostu, demokratik bir anlayış sunan, yaratıcılıklarını, yaşam becerilerini destekleyen, öğrenmeye özendiren, merak uyandıran, sanat ve spora yer veren modelin en iyi model olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamı...

Sırlarımız Kadar Hastayız

Kanadalı Dr. Gilbert Renaud, İstanbul’da verdiği eğitimde, sıklıkla “Sırlarımız kadar hastayız.” dedi ve devam etti: “İlk sırlarımız ebeveynlerimizden gelir ve sırlar açığa çıkmadan iyileşme olmaz. Beynimiz, çözemediği her sorun için, bedende çözüm arar.” Renaud ile hastalıkları şifalandırmaya dayalı bu sistemi ve duygusal çatışmalarımızı konuştuk.

Recall Healing nedir ve nasıl uygulanıyor?
Recall Healing, modern tıp ile işbirliği içinde, hastalıkların ardındaki duygusal çatışmaları keşfedip, açığa çıkartarak, kişiyi iyileştiren, tamamlayıcı bir sistem.

Hastalanıp doktora gittiğimizde, semptomları yok etmeye odaklanırlar. Bize kim olduğumuzu sormaya vakitleri olmaz. Oysa bizi hasta eden bilinçaltındaki çatışmalarımızdır. Hastalığın ardındaki gerçek nedeni bilmezseniz, semptomlar tekrarlanır.

Recall Healing’de danışana 7 soru sorarız: Hastalık ne zamandan beri var?, Neredeydin?, Ne oldu?, Yanında kim vardı?, Kim yoktu?, Nasıl oldu?, Öncesinde, sonrasında ve o sırada ne oldu? Sırf bunları sorarken bile bazı insanların iyileştiğini biliyoruz. Carl Jung der ki, “Bilincinize çıkamayan şey, kaderiniz haline gelir.”

Netropat doktoru olduğum için, bunu genellikle fiziksel semptomları olan hastalara uyguluyorum. Öncelikle biz kişiye terapi sırasında yardımcı olabilmek için toplayabildiğimiz kadar bilgi toplarız. Genelde çocukları ile sorunları olan anneler geliyor. Annenin gebelik sırasında yaşadığı olaylar, çocukların bilinçaltını ve hastalıkları etkiliyor. Mesela geçenlerde bir anne geldi ve “Çocuğum 5 yaşında ve hala bezi bırakmıyor. Neden?” dedi. Onun gebeliğine dair bilgilere ulaştığımda, 8.ayında şunu fark ettik ki, çatı katına bir şey yerleştirirken, merdivenlerden aşağı yuvarlanmış. Bebeğe zarar gelmemiş ama kadın yaralanmış. Hastanede tüm doktorlar ona kızmış, 8 aylık hamileyken merdivene mi çıkılır diye. Bu kadın çok mükemmelliyetçi ve herkese benim hatam değil demiş. Şimdi bebeği anaokuluna gitmeye hazırlanıyor ve anne panikliyor altı hala bezli diye. Seansın sonunda, “Kutunun içinde ne vardı?” dedim. “Bebek bezi” dedi. Aslında çocuk annesinden her bez istediğinde, ‘anneciğim yukarı çıkmakta haklıydın’ rahatlatmasını veriyor. Bu bağlantıyı kurduktan 3 gün sonra çocuk bezi bıraktı. Araştırmalarımda şunu fark ettim ki, anneler çocukları bezden bıraktırmak isterken, pek çok çocuk klozete oturmamak için ağlıyor. Eğer çocuk oturmakta zorlanıyorsa, genelde gebelikte annenin düşmüş olduğunu buluyoruz. Recall healing size bir yapı oluşturur ama her vakayı, ilk kez gibi araştırırım. Çünkü bu işte dedektif olmanız gerekir. Travmanın asıl yeri, kişinin bilinçaltındadır. Birçok anne travmayı hatırlamaz. Neden? Çünkü annenin bilinçaltı, çocuktur. Ve çocuk davranışıyla, anne baba arasında çözülemeyen şeylerin aynası olur.

Neden hasta oluyoruz?
Beyin, bizi hayatta tutmak için, baş edemediği her şey için bedende çözüm arar. O an bilinç altına atıp, unutmuş gibi gözükse de, her bir duygu, belli organlarda hastalık olarak çıkar. Hastalık, beynimizin çözüm için bulduğu en iyi yol. Hayatta kalmak için zaman.

Sırlarımız kadar hastayız ve ilk sırlarımız ebeveynlerimizden gelenlerdir. Sadece anne babamızdan değil, bizden önceki 3 nesilden aktarımlarla geliyoruz. O nedenle sırlar açığa çıkmadan gerçek iyileşme olmaz. Doktorlar bir neden bulamadığında genetik derler. Biz hastalıkların nedeni çatışmalar diyoruz. Çatışma nedir? Kendinle tutarlı olamamak. Yüzde 98’imiz geçmiş nesillerden oluşuyor. Geçmişi öğrendiğimizde, beynimiz, bu benle ilgili değildi ve bitti diyor. İyileşme de burada başlıyor. Nesiller boyu genlerle aktarılan şey hastalıklar değil anılardır. Hasta eden ise travmatik anılardır. Biyolojide suçlama yok. Bilirsek iyileşiriz. Suçlayarak değil. O nedenle seanslarda aile ağacını çıkartıyoruz. Danışan bilmiyorsa mutlaka bilen birilerine sormasını istiyorum.

Başımıza gelen hastalıklar kontrolümüz altında değil o zaman?
Bir anlamda otomatik beynimiz tarafından kontrol ediliyor. Diyelim ki eşin seni aldatıyor ve bununla ilgili kimseyle konuşamıyorsun. Otomatik beyin bizi hayatta tutmak için programlıdır. Senin aklını kaçırmana izin vermez. Çünkü aklını kaçırmış şekilde araba kullanırsan kaza yapıp ölürsün. O gece yatıp uyuyunca, kalktığında daha iyi hissedersin. Beyin sen uyurken, travmanı alır, bilinçaltına yükler ve sen ne kadar acı çektiğini unutursun. Ama o acı aslında başka bir yere taşınmıştır. Bizim beynimiz her bir beden bölgesine hükmedebilir. Hastalık, beynin aktarmasının meyvesidir. Diyelim ki biri sana çok kötü davrandı. Nefret ediyorsun ondan ve kin dolusun.. Ama hiçbir zaman onu arayıp adım atmadın. 10 gün sonra unutursun. 2 ay sonra safra kesesi taşın çıkar. Çünkü beyin için safra kesesi, sahip olduğun tüm kin ve öfke duygularının kayıtlı olduğu yerdir.

Belli hastalıkların, belli duygularla ilgisi var mı?
Tabiiki. Yüzde 100 böyle. Her bir kanser türünün var. Memeler ne için kullanılır? Hem çocuk hem sevgili için. Problem onlardan gelir. Süt kanallarında bir kanser hücresi gördüğümüzde, yuvamda bir çatışma var demektir. Rusya’daki en yaygın hastalık meme kanseridir. Çünkü erkekler kadınları dövüyor, alkol kullanımı çok yüksek ve yasalar erkeklerin tarafında. Hastalıkların kültürel ve inanç sistemiyle de alakası var.

Ağızda aft, duygularını söyleyemeyip, içinde tutanlarda, ülser, aile ve yakın dostlarla çatışmayla alakalıdır. Midede genelde yakın geçmişte ne olduğuna bakarız. Hastalık aşağıya indikçe, sıkıntı daha geçmişten geliyordur.
Bağırsak kolonunda tümör olan insanlar affetmekte zorlanır.
Yumurtalık kanserinin çatışması; hayatta en sevdiğin kişinin kaybıdır.
Pankreas kanseri; öfkeyi ifade edemediğimizde,
Akciğer kanseri; sevdiklerimize yardım edemediğimizde, yetersiz hissettiğimizde,
MS hastalarının çatışması, değersizlik duygusu, hayır diyememek,
Egzama bir kişiyle ayrılma çatışması,
Safrakesesi, kin ve öfke duygularını açığa çıkaramamak ile ilgilidir.

Travmalarla nasıl çalışıyorsunuz?
Senin çocuklarına yaptığını, kendi ebeveynlerin de sana yaptı. Bu döngü değişmez. Bu tarz kötü şeyler olur, travmalar yaşanır. Ama çocuklara şunu anlatmalıyız; onlar hayatın çözümüdür. En kötüsü onlara gerçeği anlatmamak, sır saklamaktır. Bu yapılabilecek en büyük kötülüktür. Her şey çocuklara anlatılabilir. 10 yaşından küçüklere uykusunda konuşursun. Henüz onların bilincine dokunmaya ihtiyaçları yok. Anne/babanın yaşadığı tüm travmaları, çocukların beyni kendi yaşamış gibi kabul eder. Bu hayatta kalma yasasıdır. Annemin çatışmasını üstlenirsem, onun hayatta kalmasını sağlarım diye çalışıyor. Örneğin, senin doğumundan önce bir bebek ölmüş ise, bunu anlamadan kendini bulman mümkün değil. Anneler çocukları için en iyi tedavi yöntemi. Sadece kendilerini suçlamayı bırakırlarsa…

Suratı ve elleri doğduğundan beri egzamalı olan çocuklarla çalıştım. Yıllarca kortizon kullanılmasına rağmen geçmeyen. Genelde hamilelikte yaşadıkları travmaları konuşunca, egzamalar da geçti. Çünkü egzama, ayrılık çatışmasının tamir fazıdır. İlaçla neden iyileşmiyor? Çünkü bebeğin beyni o travmayı kendisi yaşamış sanıyor. Ama anne bunu konuşunca, bebeğin beyni, “bu bana ait değilmiş” diye algılar ve iyileşme başlar. Hastalık bedenin ne kadar yukarısındaysa, travma da o kadar yenidir. Ama aşağı indikçe, çatışmada çok eski zamanlardan geliyor demektir.

Çocukla uykuda konuşmak nasıl bir yöntem?
Döllenmeden önceki 9 ay ve hamilelik süresince tüm yaşananlar, bir plaka olarak bebeğe yüklenir. Beyin 1 yaşında bir taslak oluşturur ve bunu tüm hayatı boyunca tekrarlar. Çocuk beyni, anne babanın yaşadığı tüm travmaları, kendi yaşamış gibi kabul eder. En kötüsü gerçeği onlardan saklamaktır. Uykuda konuşmak, çocuğun üstünden bu yükü almak için en iyi yöntem. Çocuğunuz 10 yaşına gelene kadar her şeyi uykusunda anlatabilirsiniz. Sakladığınız her ne ise tüm dürüstlüğünüzle söylemek, sorumluluk almak, bunu ben yaptım diyebilmek önemli. O zaman çocuğun bilinç altı, bunun kendi sorumluluğu olmadığını anlıyor. 10 yaşından sonra direk konuşulabilir.

Yazının devamı...

“Sırlarımız kadar hastayız”

Kanadalı Dr. Gilbert Renaud, İstanbul’da verdiği eğitimde, sıklıkla “Sırlarımız kadar hastayız.” dedi ve devam etti: “İlk sırlarımız ebeveynlerimizden gelir ve sırlar açığa çıkmadan iyileşme olmaz. Beynimiz, çözemediği her sorun için, bedende çözüm arar.” Renaud ile hastalıkları şifalandırmaya dayalı bu sistemi ve duygusal çatışmalarımızı konuştuk.

- Recall Healing nedir ve nasıl uygulanıyor?

Recall Healing, modern tıp ile işbirliği içinde, hastalıkların ardındaki duygusal çatışmaları keşfedip, açığa çıkartarak, kişiyi iyileştiren, tamamlayıcı bir sistem. Teşhis koymayız ama bugüne kadar doktorların iyileştiremediği yüzlerce kanser hastasını iyileştirdik. Hastalanıp doktora gittiğimizde, semptomları yok etmeye odaklanırlar. Bize kim olduğumuzu sormaya vakitleri olmaz. Oysa bizi hasta eden bilinçaltındaki çatışmalarımızdır. Hastalığın ardındaki gerçek nedeni bilmezseniz, semptomlar tekrarlanır. Recall Healing’de danışana 7 soru sorarız: Hastalık ne zamandan beri var, neredeydin, ne oldu, yanında kim vardı, kim yoktu, nasıl oldu? Öncesinde, sonrasında ve o sırada ne oldu? Sırf bunları sorarken bile bazı insanların iyileştiğini biliyoruz. Carl Jung der ki, “Bilincinize çıkamayan şey, kaderiniz haline gelir.”

- Neden hasta oluyoruz?

Beyin, bizi hayatta tutmak için, baş edemediği her şeye bedenimizde çözüm arar. Her bir duygu, belli organlarda hastalık olarak çıkar. Doktorlar bir neden bulamadığında genetik derler. Biz hastalıkların nedeni çatışmalar diyoruz. Çatışma kendinle tutarlı olamamaktır.

Sırlarımız kadar hastayız ve ilk sırlarımız ebeveynlerimizden gelenlerdir. Sadece anne babamızdan değil, bizden önceki 3 nesilden aktarımlarla geliyoruz. O nedenle sırlar açığa çıkmadan, gerçek iyileşme olmaz. Geçmişi öğrendiğimizde, beynimiz, ‘Bu benle ilgili değildi ve bitti’ diyor. İyileşme de burada başlıyor. Nesiller boyu genlerle aktarılan şey hastalıklar değil anılardır. Hasta eden ise travmatik anılardır. Biyolojide suçlama yok. Suçlayarak değil, bilirsek iyileşiriz. O nedenle seanslarda aile ağacını çıkartıyoruz. Danışan bilmiyorsa mutlaka bilen birilerine sormasını istiyorum. Geçmişin bitmemiş hikayeleri bizi hasta ediyor. Hastalıkların ardındaki çatışmayı bulduğumuzda, iyileşme başlar.

- Başımıza gelen hastalıklar kontrolümüz altında değil o zaman?

Bir anlamda otomatik beynimiz tarafından kontrol ediliyor. Diyelim ki eşin seni aldatıyor ve bununla ilgili kimseyle konuşamıyorsun. Otomatik beyin bizi hayatta tutmak için senin aklını kaçırmana izin vermez. Çünkü aklını kaçırmış şekilde araba kullanırsan kaza yapıp ölürsün. O gece yatıp uyuyunca, kalktığında daha iyi hissedersin. Beyin sen uyurken, travmanı alır, bilinçaltına yükler ve sen ne kadar acı çektiğini unutursun. Ama o acı aslında başka bir yere taşınmıştır. Hastalık, beynin aktarmasının meyvesidir. Bazen bir hafta sonra bazen 10 yıl sonra çıkar.

- Belli hastalıkların, belli duygularla ilgisi var mı?

Yüzde 100. Her bir kanser türünün var. Mesela memeler eş ve çocuklarla ilgilidir. Süt kanallarında bir kanser hücresi gördüğümüzde, yuvada bir çatışma var demektir.

Ağızda aft, duygularını söyleyemeyip, içinde tutanlarda görülür.

Ülser, aile ve yakın dostlarla çatışmayla alakalıdır.

Bağırsak kolonunda tümör olan insanlar affetmekte zorlanır.

Yumurtalık kanserinin çatışması; hayatta en sevdiğin kişinin kaybıdır.

Pankreas kanseri; öfkeyi ifade edemediğimizde çıkar.

Akciğer kanseri; sevdiklerimize yardım edemediğimizde, yetersiz hissettiğimizde...

MS hastalarının çatışması, değersizlik duygusu, hayır diyememektir.

Egzama bir kişiyle ayrılma çatışmasını işaret eder.

Safrakesesi, kin ve öfke duygularını açığa çıkaramamak ile ilgilidir.

“Tüm yaşananlar bebeğe yüklenir”

- Çocukla uykuda konuşmak nasıl bir yöntem?

Döllenmeden önceki 9 ay ve hamilelik süresince tüm yaşananlar, bir plaka olarak bebeğe yüklenir. Beyin bir yaşında bir taslak oluşturur ve bunu tüm hayatı boyunca tekrarlar. Çocuk beyni, anne babanın yaşadığı tüm travmaları, kendi yaşamış gibi kabul eder. En kötüsü gerçeği onlardan saklamaktır. Uykuda konuşmak, çocuğun üstünden bu yükü almak için en iyi yöntem. Çocuğunuz 10 yaşına gelene kadar her şeyi uykusunda anlatabilirsiniz. Sakladığınız her ne ise tüm dürüstlüğünüzle söylemek, sorumluluk almak, bunu ben yaptım diyebilmek önemli. O zaman çocuğun bilinç altı, bunun kendi sorumluluğu olmadığını anlıyor. 10 yaşından sonra direkt konuşulabilir.

Yazının devamı...

“Zor çocuk yoktur, zorlayıcı mizaçlı çocuk vardır”

Çocuklar büyürken, aynı ebeveynlik yaklaşımı, her çocukta aynı sonucu vermiyor. Bazı çocuklar, dirençli ve baskın mizaçlarıyla, ebeveynler için zorlayıcı olabiliyor. Uzun yıllardır mizaç konusunda çalışmalar yapan Prof. Dr. Ayşe Bilge Selçuk, “Zor, inatçı, söz dinlemez, problemli, kızgın veya korkak” diye sitem edip, çocukları etiketlemenin yanlış olduğunu söylüyor ve “Zor çocuk yoktur, mizacıyla çevresini zorlayan çocuk vardır” diyor ve ekliyor: “Zorlayıcı mizaca sahip çocuklar aslında çok hassastırlar, sabırlı ve olumlu yaklaşımlarla, duygusal güçlüklerini yenebilir, çok olumlu bir gelişim gösterebilirler.

- Mizaca göre ebeveynlik ne demek?

Çocuk yetiştirirken, karşımızdaki çocuğun doğasının ne olduğu konusunda çok da düşünmüyoruz. İlk çocukta, çocuğumuzun yapabildiklerinin ya da yapamadıklarının, bizimle ilişkili olduğunu düşünürüz. İstediğimiz gibi olmayan ya da başaramadığımız şeyler için kendimizi suçlarız. İkinci çocukta anlarız ki, çocuk belli bir mizaç yapısıyla doğuyor ve aynı konuda aynı şeyi yaptığımız halde sonuç farklı olabiliyor. İşte çocuğun mizacının farkında olup, ebeveynlik stilimizi buna göre belirlemeliyiz.

- Mizacımız karakterimizde ne kadar belirleyici?

Mizaç; kişiliğin biyolojik temeli, doğuştan getirdiğimiz yapısal farklılıklar. Tamamen genetik değil. Genler dışında, hamilelik sırasındaki deneyimler, içine doğduğumuz coğrafya, sosyal çevre önemli etkenler. Yetiştirilme tarzı ile bir araya gelerek kişiliği oluşturuyor. Ergenlikten önce kişilikten söz etmeyiz, ama mizaç doğumdan itibaren var. Bazı araştırmacılara göre, ancak çok olumsuz ebeveynlik tutumları çocuğun gelişimini etkiliyor. Çünkü kötü muameleye uğrayan çocukların beyin bölgelerinde ciddi yapısal bozukluklar görülüyor. Ama buradan ortalama ebeveynlik tutumlarının çocukları etkilemediğini söyleyemeyiz. Ebeveynlerin çocuklarına olan her etkisi beyni yapısal olarak etkilemez ancak çok önemlidir.

- Hangi özellikler mizaç anlamına geliyor?

Mizacın pek çok boyutu var.

1-Hareketlilik: Çocuk 10 üzerinden ne kadar hareketli. Örneğin bir bebeği gözünüzün önünden ayıramazsınız ama başka bebek yarım saat oyun alanında kalabilir. Bazı mizaç özellikleri süreklilik gösterir. Bebeklikteki aktivite düzeyi, yetişkinlikteki aktivite düzeyini belirler.

2-Sosyallik/çekingenlik: Bebeğin ne kadar dışa dönük ya da içe dönük olduğu.

3-Tepkisellik: İstemediği bir şey olduğunda bunu ne kadar tolere edebiliyor ya da öfkeleniyor?

4-Duyusal hassasiyet: Isıya, kokuya, ışığa, sese karşı duyarlılık düzeyi.

5-Dikkat düzeyi: Sebatkarlık. Bazı çocukların olaylara dikkat verme kapasitesi de doğuştan gelir.

- Bazı çocuklar çok zorlayıcı olabiliyor. Bu durumda ebeveyn tutumu nasıl olmalı?

Bazı mizaç özellikleri bir araya geldiğinde buna zor mizaç deniyor. Mesela çocuğun dikkat ve adaptasyon düzeyi düşükse, tepkiselse zor mizaçlı çocuk deniyor. Yıllarca zor mizaçlı çocuklar risk grubunda ele alındı. Hem bilişsel hem sosyal gelişiminde çocuk için bir dezavantaj gibi algılandı. Ama yeni araştırmalar, bu mizaç özelliğine sahip çocukların, diğer çocuklardan çok daha hassas olduğunu gösterdi. Bu yüzden de çevre etkilerine diğer çocuklardan çok daha açıklar. Yani çevre pozitif olduğunda diğer tüm çocuklardan çok daha fazla olumlu yönde etkileniyorlar. Çevre olumsuz ise (ebeveynin cezalandırıcı olması gibi), diğer tüm çocuklardan daha çok etkileniyorlar.

Yani, ebeveynler duyarlı ve doğru şekilde davranırsa, tüm gelişimsel çıktılar bu çocuklar için çok daha pozitif. Buna ayırıcı yatkınlık deniyor. Ben “zor mizaç” terimine karşı çıkıyorum, “zorlayıcı mizaç” demeyi tercih ediyorum. Zor dediğinizde çocuğu etiketlemiş oluyorsunuz. Zorlayıcı mizaç dersek çocuk kimi zorluyor, ebeveyni ve çevresini… Dolayısıyla sorumluluğun çevrede olduğunu da gösteriyor.

- Mizaçtan kaynaklı zorlukları nasıl anlarız?

Bir yere götürdüğünüzde gitmek istemeyen bir çocuğa inatçı ya da huysuz demek işin kolay tarafı. Tepkiselliği ve duyusal hassasiyetleri yüksek çocuk, farklı ortamlara girmekten korkuyor olabilir. Uyku sorunu çok olan bebekler de korkulu mizaçlı olabilir, gecenin ortasında defalarca uyanmak anne-babanın varlığını bilerek rahatlama ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir. Çocuklardaki yemek seçme davranışı da yeni şeyleri denemeye karşı korkudan olabilir. Bilmediği şeyi denemek bazı çocuklar için risklidir. Tüm bu zorluklara rağmen, sabırla doğruyu yapmak ebeveynler için her zaman kolay değil ama şunu bilmelerini isterim eğer sebat edip, şefkat ve kararlılıkla doğru bildiklerini yaparlarsa sonuç çok pozitif olacaktır.

- Mizacı zorlamak mümkün mü?

Mizacın, çabalı kontrol dediğimiz bir boyutu var. Hepimizde vardır ama derecesi farklıdır ve gelişimi büyük ölçüde 10 yaşına kadardır. Diğer bütün mizaç boyutlarını düzenlemekte önemli rolü vardır. Yani çocuk çok korkulu olabilir ama zamanla kontrol etmeyi öğrenebilir. İşte burada da ebeveynin rolü çok büyük.

Kızgınlıkla baş edebilmek

- Şiddete yatkınlığın mizaçla ilgisi var mı?

Saldırganlık her insanda bir miktar vardır, fakat bunu kontrol etme potansiyeli de insanın doğasında vardır. Bazı çocuklar, evet, mizaç itibariyle daha kolay kızar, istedikleri bir şey olmadığında daha kolay ve daha kuvvetli tepki gösterebilirler ama çocuğa bu kızgınlık hissiyle makul şekilde baş etmeyi öğretmesi gereken ebeveynlerdir. Aynı şekilde, bebekler korkulu mizaçla doğabilir, kaygı bozukluğunu çevre sebebiyle geliştirirler.

Hiçbir çocuk duygu veya davranış bozukluğuyla doğmaz. Klinik psikologların, psikiyatrinin “bozukluk” diye adlandırdığı sonuçlar, ebeveynin çocuğun mizacına uygun şekilde davranmayı başaramaması sonucunda ortaya çıkar.

Yazının devamı...

Geleceğin iktidarı 'yaratıcılık'

Alibaba’nın kurucusu Jack Ma, 2030 yılına kadar robotların 800 milyon işin yerini alacağını söyledi. Yapay zekanın getireceği problemlerden kurtulmanın tek yolu ise yaratıcılık olacak. Prof. Uğur Batı ile çocuklarda zeka ve yaratıcılığın gelişimini konuştuk.

Çocuklarımızın yaratıcı kişiler olmasını istiyoruz. Peki ama yaratıcı olmak ne demek, neden önemli, yaratıcı olmak için neler gerekli ve en önemlisi ebeveyn olarak biz yaratıcı bir yetişkin miyiz? İşte tüm bunları Prof. Uğur Batı ile konuştuk.

- Yaratıcılık neden gerekli?

Gelecekte hayal gücü iktidara gelecek. Başka çaresi yok. 30 yıl içinde, şu an sahip olduğumuz mesleklerin çoğunu yapay zekalar, sensörler, insansız teknolojiler devralacak. İçerisinde yaratıcılık, sezgisellik, inovasyon yani insana dayalı projeleme sistemlerinin olmadığı tüm iş kolları ve sosyal hayattaki alanlar, insan dışı alana kayıyor. Dolayısıyla insanın hayatta kalabilmesi için mutlaka insana dayalı pratiğin geliştiği başka bir dünya düzeni kurulmalı. Yaratıcılık da bu noktada devreye giriyor. Beslenme, sosyal yaşam, eğlence ve kültürel alanlarda henüz yapay zekaların geliştiremediği yeni ekonomi alanları oluşturulacak. Üstelik bu çok yakın gelecekte olacak. Analog düşünce, yani tek bir konuda bilgi sahibi olup hayatımızı devam ettirdiğimiz düşünce stili geçmişte kaldı. Bilgisayarların birbirine bağlanması gibi, insanların da birbirlerinin zeka alanından faydalanması gerekli. Bağlantılı zihinler çözüm üretebilir. O nedenle insan zekası, yaratıcılık ve hayal gücüne ilişkin söyleyeceğim en önemli şey sosyalleşme.

- Herkes aynı oranda yaratıcı olabilir mi?

Yaratıcılık bir öğrenme faaliyetidir. Bir insan doğru öğrenme yöntemlerini uygularsa 50 alanda uzmanlaşabilir. Beynimiz yapısal ve kimyasal olarak her an değişiyor. Bu nedenle ömür boyu bu yaratıcılık kapasitemiz var. Bunun ne derece gelişeceği de sosyal çevremizle alakalı.

- Çocuklarda yetenek nasıl geliştirilir?

Yetenek yerine duyusal kapasite demeliyiz. Farklı duyusal kapasitelerle doğuyoruz. Yeteneğim yok deyip vazgeçebiliyoruz ama hepimizin bir duyusal kapasitesi var. Örneğin görme kapasitemiz var ama hepimizin farklı. Doğru öğrenme teknikleri ve disiplinli çalışma ile duyusal kapasitemizi geliştirebiliriz. Herkes her şeyi öğrenebilir, bazısı 3 ayda, bazısı 7 ayda ama öğrenir. Çocuklara da bu yapabilirliği aşılamak gerekli.

“Çocuğun öğrenme biçimini keşfetmeli”

- Peki bu kapasiteyi arttırmak için yaratıcılık teknikleri nedir?

Yetişkin ve çocuk öğrenmesi farklı olsa da temelde benzer yanlar var.

- Uygun ortamın seçilmesi.

- Kişiselleştirme. Herkesin öğrenme biçimi farklıdır. Ebeveynlerin de çocuklarının öğrenme biçimini fark etmeleri gerek. Kimisi sözel, kimi görsel, kimi etkileşimle öğreniyor. Çocuğun hangi duyusallığı kuvvetliyse, bütün deneyimleri oraya inşa etmek gerekiyor.

- Zihinsel, fiziksel ve duygusal olmak üzere 3 tür kapasitemiz var. Bu kapasitelerden birini ana kapasite, birini yardımcı, diğerini çekinik kapasite olarak kullanıyoruz. Tüm bunların dengeli bir şekilde kullanılabiliyor olması önemli. Biz toplum olarak genelde fiziksel kapasite ile hareket ediyoruz. Yaratıcılık için sadece bilişsel değil, duygu ve hareketi de katmalıyız.

- Tersine mühendislik yapmak. Örneğin en sevdiğin dizileri izlerken karakterleri yorumlamak, mekana, çekime, açıya ve her şeye dair fikirleri not almak. Hepsini izlerken böyle izlemek. Çocuklar için de çevresinde deneyimledikleri her şey için bu yöntem kullanılabilir. Ben kızımla yapıyorum. Mesela salyangoz görünce fotoğrafını çekip, araştırıp, notlar alıp, yazıp yorumluyor. Öğrenmesi için inanılmaz bir yöntem. İzlediği çizgi filmleri de bu şekilde yorumluyor, kavramları daha iyi sahipleniyor.

- Yaratıcılığın duygusallaştırılması. Yarattığın şeyin duygusal karşılığı olmalı çünkü duygusal şeyleri daha kolay öğreniriz.

- Uyandıktan sonraki ilk saatler en yaratıcı olduğumuz zamanlar. Yaratıcı olmak istediğimiz konuda çalışıp, uyuyup uyandıktan sonraki anı değerlendirmeliyiz.

- Kafa boşaltmak. Beynin en yaratıcı olduğu anlar, hiçbir şey yapmadığı zamanlar.

- Zeka ve yaratıcılık doğru orantılı mı?

Elbette zekanın bir etkisi var. Ancak zekanın farklı türleri var. Zeka türünü keşfetmek, zekanın oranını keşfetmekten daha önemli.

- Çocuklarımızın yetenekli olduğunu düşündüğümüz alanlarda, ilgisini nasıl geliştirebiliriz?

Çocuk yapabildiği şeyi görürse zaten ister. Yetenekli fakat istemiyor. O zaman lafla anlatmaya çalışmanın hiçbir faydası yok. İyi örnekler göstermeliyiz. Rol modelleri hayatının içerisine sokmalıyız. Ailenin ısrarcı değil, kapsayıcı olması gerekiyor.

Bir şeyin yaratıcı olması için;

- Mutlaka bir değer içermeli.
- Asimetrisi olması gerekiyor.
- Kültüre özgü olması gerekiyor.
- Yaratıcılığın füzyon olması gerekiyor. (bütünleştirme, esinlenme)
- Fikirlerin mutlaka hareket halinde olması gerekiyor. (kendini yeniliyor olmalı)

Yazının devamı...

'Bebekle hayatımızın yapbozu bozuluyor'

Bebek hayatımıza girince ilişkiler yeniden tanımlanıyor. Nam-ı diğer “Süper Dadı” Gözde Erdoğan ile son kitabı ‘Çocuklu Hayat’ vesilesiyle, çocuktan sonra değişen hayatı konuştuk.

- Çocuklu hayata hazır olmak diye bir şey mümkün mü?

Ebeveyn olmak, kendi ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişkiye yaslanıyor. Nesiller arası aktarım diye bir şey var. Hamilelikle birlikte sadece bedensel değil, zihinsel ve ruhsal dönüşüm de başlıyor. Bebek anne karnında kendine alan açarken, annenin de zihninde, kalbinde ve sonra da hayatında yer açması gerekiyor. 9 aylık hamilelik sürecini, çocuklu hayata hazırlanma olarak değerlendirmemizde fayda var. Bu süreçte bilmek, öğrenmek, okumak tabii ki önemli ama içgüdülerin sesini dinlemek ve o bilgiyi yorumlamak da önemli. Özellikle 0-1 yaş döneminde duyguları ve içgüdüleri yok saymamalı ve önceliğe koymalı ki bebekle bağı kurabilesin. Çocuklu hayata geçince bazen kendimizi unutup çocuğa odaklanıyoruz, bazen de bebek bana uyumlanacak diyoruz. İkisi de olmak zorunda değil. 0-1 yaşta oldukça zorlanmalar oluyor ancak bunu önden bilip, sonrasındaki getirileri planlamak ve hayatı yeniden kurgulamak gerek. Hayatımız bir yapboz, çocuk dünyaya gelince o yapboz tamamen bozuluyor ve biz çocukla o yapbozu tekrar yapıyoruz.

- Çocuklu hayata geçince, ilk 3 yıl boşanma çok yaygın.

Bu tabii ki eşlerin birlikte geçireceği bir süreç. Ama babalar genelde kademe kademe, anne yer açtığı sürece çocuklu hayatın içine giriyor. İçinde yaşadığımız toplumsal kültür de bunu zorlaştırıyor. Çocuklu hayata geçince ilk 3 yıl boşanmalar çok yaygın. Çünkü o güne kadar eşe olan yatırım, çocuğa kayıyor. Hayatı kurgularken ekip olarak kurgulamalıyız. Ekip olmak eksikliğimizi tamamlayabilmek. Bunu birbirimize silah olarak değil, birlikte bir şey üretmek ve yolculuğa çıkmak olarak planlamalıyız. Evliliklerde kendimizi tanımadan, başkasını tanımaya çalışıyoruz. Aynı şey ebeveynlikte de geçerli.

- Çocuklu hayatta zorlanmalar ilk nerede başlıyor?

İki kişilik hayatlar bir topluma açılınca, sorunlar başlıyor. Ekip olup olamayacağımız bu noktada ortaya çıkıyor. Anneanne/babaanneler yardım etmek amacıyla devreye girince, bir anda hayatı istila ediyorlar çünkü onlar da kontrolcü. Kendi anne/babasının yanında kimse anne/babalık yapamaz. Bu sürecin yönetilmesi gerekiyor. Sınırlar, koşullar, süreler, kurallar anlaşılıp, netleşmeli. Evin içinde kimin, hangi görevlerden sorumlu olduğuna dair, bir haftalık çizelge yapılabilir. Tiyatro gösterisi gibi, kim, hangi sahnede oyuna girecek belirlensin. Mesela anneannenin geliş-gidiş saatleri, alışverişten kimin sorumlu olduğu gibi. Lohusa evresinde olan annenin, maksimumda çocuğuna vakit ayırabilmesi ve dinlenebilmesi çok değerli. Fiziken ve zihnen yoran işler, yardım eden kişilere yönlendirilmeli.

‘Çocuğuyla ego savaşına giren baştan kaybeder’

- Ergenlik dönemi için neler önerirsiniz ailelere?

Ergenlik bir kimlik savaşıdır. İlk denemesi de 2 yaş döneminde gerçekleşir. Çocuk için hayır demek, hayata karşı bir duruş biçimi. Bu savaşı, şahsi almamak lazım. Özgürlük alanını bir tık ilerletmek, arkadaşlarıyla kurduğu ilişkiye müdahale etmemek, kapıları çarpıp odasına kapandığında bunu anlayışla karşılamak, hazır olduğunda anlatmasını beklemek gerekiyor. Ebeveynler ilişkiyi sürekli istila etmemeli. Ergen çocuğumla ego savaşına girersem baştan kaybederim. Sonra güvenli ilişki de kuramam.

- Ama bunu yapan ebeveynler de dertli. Çocuklardan saygı görmediklerini söylüyorlar.

Çocuğun yıkıcılığına karşı da tepkisiz kalmalıyız. Bu kurban rolü ya da çocuğu tepemize çıkarmak değil. Olumsuz davranışları yok saymak, pekişmesini de önler.

Mahremiyet bebek doğduğu anda başlar!

Çocuğumuzu önce “Neden öptürmüyorsun, yabani misin sen” diyerek etiketliyoruz. İyiyi ve kötüyü ayırt eden duygularını değersizleştirip, yok sayıyoruz. Daha sonra “Bak bu sana zarar verebilir, hayır demelisin” diyoruz. Bebek doğduğu andan itibaren rahatsız olduğu bir kucakta durmamak için ağlıyor. Ebeveynler önce evin içinde bu mahremiyeti oluşturmalı. Zorla emzirmek, zorla yıkamak, tuvalet eğitimi hepsi mahremiyet içinde.

Yazının devamı...

“Çocuğun kaygılarını yönetmesini öğretmeliyiz”

Kaygı, çağımızın sorunu desek yanlış olmaz sanırım. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada kaygıyla başlayan psikolojik rahatsızlıkların sayısı her geçen gün artıyor. Bu alanda başarılı çalışmalarıyla adından sıkça söz ettiren Psikiyatrist Dr. İbrahim Bilgen’le kaygının ne zaman bir sorun olarak karşımıza çıktığını konuştuk.

- Günümüzde kaygılı olmak neden bu kadar arttı?

Andan ne kadar koparsanız, farkındalıklarınız o kadar azalır, tamamen zihninizin ocağına düşersiniz ve kaygınız artar. Zihnin her söylediğine inanmayıp, doğru mu yanlış mı değerlendirebilmek için farkındalık gerekli. Anda kalmak hiçbir şeyi umursamamak değil, bir şeyi farkındalıklı yapabilmek demektir. Eskiden kötü duyguları yok etmeye çalışırdık ama yeni terapi yöntemleriyle, duyguları yönetebilmek için farkındalık kazandırmaya çalışıyoruz.

- Kaygıyı ne zaman bir sorun olarak görmeye başlamalıyız?

Kaygı tüm dünyada bir bozukluk gibi algılanıyor ama bir hastalık değildir. Kaygıyı bir alarm gibi görmeliyiz. Tüm duyguların olduğu gibi kaygının da bir amacı var. Ancak kişinin işini, aile ve toplumsal ilişkilerini bozmaya başlıyorsa, bir problem haline gelmekte. Çözüm olarak ise kaygıyı yok etmek ya da bastırmaktan değil yönetmekten bahsetmeliyiz.

- O halde kaygısız olmak mümkün değil?

Değil. Kaygıyla barışın diyoruz ama kaygıyı bir düşman değil dost olarak görmeliyiz. Yok etmeye çalışırsak kaybederiz. Her tür duygu, kişinin hayatında bir engel yaratmaya başlıyorsa halledilmesi gereken bir durumdur.

- Kaygılı çocuğu nasıl anlarız?

Çocuklarda da yetişkinlerde olduğu gibi, okulu, arkadaşlarıyla ilişkileri ve sosyal hayatını engelliyor ise kaygı bir problem haline gelir. Okul fobisi ya da anneden ayrılma korkusu gibi. Bu durumlar çocuklar için sorun teşkil etmiyor, anne babalar için sorun olduğunda geliyorlar. Çocuk bize çok internet oynuyorum, arkadaşlık kuramıyorum, kafamı derslere veremiyorum diye gelmiyor, onları getiren anne babalar. Çünkü kaygılı düşünceler ailede başlıyor.

- Kaygı genetik bir şey mi?

Hem evet hem hayır. Kaygı duyarlılığı diye bir şey var. Aşırı kaygıya duyarlı çocuklar var. Çoğu kaygı bozukluğunun kesin bir geni bulunmuş değil ancak araştırmalar sürüyor. Ama biyolojik bir yatkınlık var. Psikoloji davranış yatkınlığından bahsediyor. Anne babanın kaygılı olması nedeniyle, çocuklar bu davranışları özümsüyor. O nedenle kaygı bozukluğu terapilerinde sadece çocuğu tedaviye alamazsınız, anne babayı da terapi sistemine almak zorundayız. Annesi her ağladığında çocuğa bir şey veriyor ise çocuğun dilini kullanmasına gerek yok, ağlamayı öğrenir. Çocuğun kaygısız olmasını istemek değil, kaygılarını yönetebilmesini öğretmeliyiz. Ama bunun için önce anne baba olarak biz kaygılarımızı yönetmeyi öğrenmeliyiz. Sadece çocuğun kaygılarını yönetmesini istersek, en iyi terapistiniz çocuğunuz olur. Çünkü çocuğa iyi bakınca, bizler de kaygılı olmamayı yavaş yavaş öğreniriz.

“Dünya genelinde kadınlarda daha yüksek”

- Anneler mi daha kaygılı yoksa babalar mı?

Kişiden kişiye değişiyor. O kişinin anne babası ile alakalı. Benim babam daha kaygılıydı mesela. Ama dünya genelinde, kadınlarda kaygı düzeyi daha yüksek.

- Hangi ülkeler daha kaygılı?

Ekvatora ne kadar yaklaşırsanız o kadar rahat, kuzeye ne kadar çıkarsanız o kadar kaygılı olursunuz. Çok genellemek doğru olmasa da, coğrafya ve iklimle alakalı.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.