SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İçimizdeki “Hadi Canavarları” ve Çocuklarımız

Bir salyangoz düşünün, kendi ritminde. Arkasından ittirmemiz ne kadar fayda sağlar? Belki bir süreliğine daha hızlı mesafe almasını sağlarız. Ama onun doğal ritmini bozmamız, işleri karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Müdahale etmeyi bıraktığımızda yine kendi akışına döner çünkü doğası böyledir.

Doğada akış hep var. Bizler de doğanın bir parçasıyız. Sadece o akışı kaybediyoruz zaman zaman. Haksız mıyız? Hayır. Modern hayatın bize kattığı marazlardan biri diyelim. Ama arada doğamızı hatırlamaya ihtiyacımız var.

Yavaşlamak neden zor?

Peki yavaşlamak neden zor? Çocuklar ve yetişkinler zamanı aynı paralelde yaşamıyoruz. Biz yetişkinler genelde ya yaptıklarımızı ya da yapacağımız şeyleri düşünüyoruz. Hoşumuza gitmeyen, acı veren düşüncelerden/deneyimlerden kaçmaya çalışıyoruz. Çocuklar ise tam da yaşadıkları an'ı yaşayan, bunun keyfini süren canlılar. Üstelik her insanın ritmi birbirinden farklı. Bazı çocuklar zamanı yönetme konusunda daha uyumlu, iç disiplini olan, bazıları ise zamanı unutup, yaptığı şeyde akıp giden karakterde olabilir. Bunun farkına varmak ve anlayışla yaklaşmak ilk adım olabilir. Herkes, her zaman birbirinin ritmine uymak zorunda değil.

Başka neler yapabiliriz?

Bir sabah kalkın ve gün içinde kaç kere “hadi” dediğinizi sayın. Hangi anlarda daha çok kullanıyorsunuz fark etmeye çalışın? Bu kadar çok kullanmak bir işe yarıyor mu diye düşünün. Yaramıyorsa alternatifi ne olabilir bulmaya çalışın?

Özellikle 0-6 yaşta zaman gibi soyut bir kavramı algılaması zordur. Çocuklara bu konuda rehber olmak gerekir. 6 yaştan sonra ise yavaş yavaş kendi zamanını yönetmesi konusunda destek olunabilir.

Bazen kendime şu soruyu soruyorum: “Şu an yapman gereken ne kadar acil?” Bu soru o an durmamı, durup bir an kendime odaklanmamı sağlıyor. Çoğu zaman hem kendimi hem çocuğumu strese sokmaya değecek kadar acil olmadığını fark ediyorum ve yavaşlıyorum. Çünkü bazen gerçekten acelemiz olmadığı halde acele ettiriyoruz çocukları. Düşünsenize, siz yaptığınız işe konsantre olmuş, zamanı unutmuşsunuz ama tepenizde biri size sürekli bir sonraki adımda ne yapmanız gerektiğini söylüyor ve acele ettiriyor.

“Hadi canavarı” geliyor

Bazı sabahlar kızımla aynı hızda olmadığımızda, ona sarf ettiğim “hadi”lerim çoğalmışsa, “bak birazdan Hadi Canavarı geliyor” diyorum. Bu aramızda bir oyun oldu. Onu kovalıyorum, o da hadi canavarına yakalanmandan yapması gereken işleri (giyinme, diş fırçalama gibi) yapıyor. Ya da bazen hadi dediğimi fark eder etmez, hadi’li bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum. Genelde saçma sapan şeyler çıkıyor ama bir süre sonra eğlenmeye hatta dans etmeye başlıyoruz. En azından evden çıkarken yüzümüz gülüyor.

Meditasyon, mindfulness egzersizleri de işe yarayabilir. Ya da evde kendi kendinize yapabileceğiniz deneyler olabilir. Mesela bir hafta televizyonsuz yaşamak, bir saat telefona bakmadan durabilmek, 15 dakika gerçekten zamanın içinde olarak çocuğunuzla oyun oynamak, nefes egzersizleri, telefon, kitap, müzik vs olmadan yatmak ve düşünceleri izleyip yavaşlamalarını sağlamak gibi…

Bir de kitap önerisi: Bir Kurbağa Gibi Sakin ve Dikkatli, Eline Snel.

Bu konuya dikkat verip, birkaç deneme yapın bakalım, işe yarayacak mı…?

Yazının devamı...

Duyguları bastırmak ileride hastalık nedeni

Eğer siz ‘hayır’ demeyi beceremezseniz, gün gelir vücudunuz ‘hayır’ der” diyor Dr. Gabor Mate. Zihin ve bedenin ayrılmaz bir parça olduğunu söyleyen Mate, “Duygusal ihtiyaçlarını görmezden gelen insanlar, MS, ALS, kanser, astım gibi hastalıklara yakalanıyor. Öfkenizi bastırdığınızda, bağışıklık sisteminizi baskılıyorsunuz. Duygusal ihtiyaçlarımızı karşılamayı ise çocuklukta, ebeveynlerimizle ilişkimizde öğreniriz” diyor.

- Travmatik çocukluk yaşantılarının, yetişkinlikte bağımlılık, suça yatkınlık, pedofili gibi etkilerinden bahsedebilir miyiz?

Küçük çocuklar çok kırılgandır ve tamamen yetişkinlere bağımlıdır. Yetişkinlerle olan ilişkileri kendilerini ve dünyayı nasıl gördüklerini şekillendirir. İncindiklerinde kaçamazlar ve mücadele edemezler. Ama bir şekilde kendilerini savunmaları gerekir. Bunu da bilinçsizce, duygularını, kalplerini kapatarak yaparlar. Yani yetişkinlikte vicdansız gibi görünen kişiler, o kadar incinmiş olan kişilerdir ki, savunma için çok erkenden kendilerini kapatmaları gerekmiştir. Madde, alkol, sigara, seks, kumar, yeme, çalışma gibi bağımlılıklar ise hep duygusal acıdan kaçmanın girişimleridir. Acının nedenini bilmek istiyorsanız çocukluğa geri dönüp bakmanız gerekir. Çocuklukta ne kadar travma ve olumsuzluk varsa, yetişkinlikte zihinsel ve fiziksel hastalık riski o kadar daha yüksektir.

- Bağımlılık çağında yaşıyoruz özellikle internet bağımlılığı. Çocukları bunlardan korumak mümkün mü?

5 yaşında bir çocuğun internete ihtiyacı yoktur. Bir çamur birikintisi ve bir sopaya ihtiyacı vardır. Çünkü hayal gücü vardır ve mutlu olabilir. Ama bugünün stresli toplumunda artık birçok ebeveynin çocuklarıyla geçirecek vakti yok. Çocuklar bu şekilde hayatla olan bağlantılarını kaybediyorlar. Ekran önünde oturmak beyni negatif yönde değiştiriyor. Peki, çocuklar genelde internette ne arıyorlar? Arkadaşlık, bağlantı kurmak, sevmek, beğenilmek gibi duygusal ihtiyaçlar. Bunlar gerçek hayatta karşılanmadığında, çocuklar bağımlı bir şekilde bunu internette arıyorlar. Ama bu tatmin edici değil çünkü orada beğenilseler de birbirlerini tanımıyorlar. Gerçek bir bağlantı olmuyor.

- Peki onları nasıl koruyacağız?

Bence hayatın ilk 5-6 yılında ekran olmamalı. Ben çocuğumun kesinlikle bir ekrana yaklaşmasına izin vermezdim. Onun yerine gerçek bir bağlantı kurardım. Büyüyüp artık duygusal sebeplerle ekrana ihtiyaçları olmadığında onları ekranla tanıştırırdım. O zaman sadece kullanacakları birer araca dönüşür ve ekran bir araç olarak güzeldir.

- Çocuklara duygularını ifade etmeyi öğretmek neden önemli? Duyguları bastırmak nelere sebep oluyor?

Çocuklara bunu öğretmemiz gerekmiyor çünkü onlar zaten bunu bilerek doğuyorlar. Biz çocuklara duygularını bastırmayı öğretiyoruz. Çünkü “Eğer öfkeliysen, kızgınsan seni o kadar da sevmiyoruz” mesajı veriyoruz. Çocuk da “Bağlantıyı sürdürmek istiyorsam, duygularımı bastırmam lazım” diyor. Duyguların bastırılması, hayır diyememek ileride ciddi hastalık riski. Ama çocukların duyguları için isimler bulmalarına yardımcı olabiliriz.

- Sağlıklı ebeveyn-çocuk ilişkisi sizce nasıl olmalı?

Çocuğun yaşı ve ihtiyaçlarıyla bağlantılıdır. Çocuklar yaşları arttıkça kendi sorumluluklarını almayı öğrenirler ve ilişki değişir. Hiçbir ebeveyn mükemmel değildir. Ama yeterince iyi bir ebeveyn, çocuğu olduğu şekliyle kabul eden, çocuğun ihtiyaçlarını karşılayan, duygularını anlayan, çocuğu tanımak için merak eden, çocuğa “Nasıl olursan ol, ne hissedersen hisset yine de seni seviyorum” diyen ebeveyndir. Çocuklarımıza rehberlik etme görevimiz var ama bunu sevgi ve nezaketle yapmalıyız. Üzüldüğümüzde çocuğu suçlamamalıyız çünkü bu bizim beklentilerimizin karşılanmamasıyla ilgilidir.

MS hayır demeyi bilmeyenlerin hastalığı

- Stresin sebep olduğu fiziksel hastalıklara örnek ne olabilir?

Multipl skleroz (MS) hastalığı 1930’larda erkek ve kadınlarda eşitti. Fakat şu an 1 erkeğe karşılık 3.5 kadında görülüyor. Doktorlar genelde nedenini açıklayamıyor. Bu genlerle ilgili değil. Kadınlar genelde ailelerin duygusal bakıcısı olur. Çoğu toplumda duygusal rol eşit paylaşılmıyor. İnsanlar artık daha yalnız yaşıyor. Bu şekilde stres duyguları, fiziksel hastalıklara dönüşür. MS bu anlamda çok tipik olarak, strese maruz kalan, hayır demeyi bilmeyen insanların hastalığı.

Stresten korunmamız mümkün mü?

Stres gereklidir ve hayatın bir parçasıdır. Ama uzun süreli stres tehlikedir. Mesele strese maruz kalmak değil, bunu biriyle paylaşabilmektir. Biriyle konuşabildiğinde bu, stresi dışarı atmanı sağlar. Hamile kadınlar bana geldiğinde, işim sadece fiziksel sağlıklarına bakmak değil, aynı zamanda onlarla konuşmak. Bu şekilde de destek almalılar. Çünkü hamilelikte annenin stresi direkt plasentaya geçiyor.

Yazının devamı...

Çocuklarımızın Ne Yediğinden Sorumluyuz

Anne/babalar için çok hassas iki konu varsa, biri uyku biri de yemek. Çocuğumuzun ne yediği ve ne kadar yediği bizler için çok önemli şüphesiz. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada raflar, hazır/paketli gıdalar, hormonlu tohumlar, ilaçlı besinlerle dolu. Bu konuya kafayı fazlaca taktığınızda insanın psikolojisinin bozulmaması çok zor. Bence asıl olan çocukların ne kadar yedikleri değil. Ne yedikleri ve yedikleri gıdaların besin değerleri. Çünkü besin değeri düşük gıdalar çocukları beslemediği gibi, sağlıklarını da bozuyor.


Son dönemde çıkan şarbon haberleri, tavukla ilgili yıllardır söylenenler, her tarafımızı saran ve çocuklarımızın aklını çelen paketli gıdalar derken, eve ne alacağımızı, çocuklara ne yedireceğimizi şaşırdık. Elbette konuyu sorun haline getirip, çocuğumuzda beslenme konusunda bir takıntı yaratmamak gerek ama ebeveynler olarak çocuklarımızın ne yediğinden sorumluyuz. İyi beslenmek bir lüks haline geldi maalesef. Ama bu konuda hala yapabileceklerimiz var. Elimiz her zaman çocukların yediklerinin üstünde olmalı, ulaşabildiğimiz kadar doğru ürünlere ulaşmalı ve çocuklarda sağlıklı beslenme alışkanlıkları oluşturmalıyız. Ve yanlış gördüğümüz her şeyi avazımız çıktığı kadar bağırmalıyız. Uzun vadede sağlıklı bir beden/zihin bütünlüğü ve hayat yaşamaları için buna mecburuz.

Bu konuda çok güvendiğim insanlardan biri olan, kurduğu İpek Hanım’ın Çiftliği ile binlerce çocuk büyüten sevgili Pınar Kaftancıoğlu ile beslenme üzerine konuştum.

Beslenme konusunda ebeveynlere neler önerirsiniz?
Hazır olan hiçbir şeyi evlerine almasınlar. Ketçap, mayonez, çikolata sosu, dondurma, meyveli yoğurt gibi şeyleri evde yapmayı deneyebilirler. Bunlar çocuklar için çok tehlikeli. Paketli olan her şeyden korkun. Çocukları uzak tutun. Çocuklar onu yemez, bunu yemez diyoruz ama asıl biz engelliyoruz. Biz ne koyarsak önlerine onu yerler. Bu konuda katı olmalıyız.

Mevsim meyvesi, mevsim sebzesi yedirin. Donduruculara gıda doldurmayın. Mevsim geçişleri insan bedeni içindir. Çocuğunuz kışın bezelye yemesin, kış sebzeleri yesin. Mesela kışın salatalık yiyen beden üşür. Beden onu istemiyor ve sonra hastalanıyor.


Anne babaların insiyatifi çok önemli. Gıda konusunda her zaman kuralları biz koymalıyız. Biz nasıl alıştırırsak öyle gider. Yedikleri her gıdanın besin değerini istedikleri laboratuvarda yaptırabilirler. Kimsenin analizine güvenmesinler. Benim tavsiyem yumurta, süt, tereyağ gibi temel ürünleri yaptırsınlar. Gıdaların protein değeri, yağ oranı çok önemli. Mesela yumurtanın proteini yüksek ve yağı düşük olmalı. Endüstriyel yumurtalarda ise yağ yüksek, protein düşük çıkıyor.

Kavramlar çok kafa karıştırıyor. İyi tarım/doğal tarım/organik ayrımı nedir?
İyi tarımda ilaç kontrollü yapılır. Keşke herkes iyi tarım yapsa. Doğal tarım ise hiç ilaçsız yapılır. İlaçsız tarım mümkün. Ama sadece domates üreticisi olsam doğal tarım yapamam. Ama ben yapıyorum çünkü ziyan olan domateslerden, kuşbaşı, salça, sos falan yapıyorum. Yaşayan salyangoz, yaşayan kurt doğal tarımın olmazsa olmazıdır. Organik kısmına gelince, Türkiye’de organik tarım yapabilmek mümkün değil. Çünkü o kriterleri karşılayacak alan yok. O nedenle organik ürünlere inanmıyorum.

Sizce doğru beslenme nasıl olmalı?
Beslenme gelenekseldir. Dedeniz, babaanneniz sizi nasıl beslediyse, çocukluktaki sofranızla devam edin. Bizim ülkemizde, ne ithal edilecekse o popüler oluyor. Sonra da modası geçince kötüleniyor. Gıda şifadır ama bozuk tohum, bozuk toprak, üstüne yanlış ilaçlama, ortaya zehir çıkıyor.

İyi beslenmiş, gıdasını tam almış çocuk, hem fiziksel açıdan hem zihinsel açıdan sağlıklı olur. İyi beslenmeyen inekler mesela birbirlerine saldırırlar. GDO’ların psikolojik anomalileri var. 2 yaşından sonra inekler hep hastalanıyor. Çocuklar da tıpkı böyle. Beslenme sandığımızdan çok daha önemli. Çocukların beslenmesinin yüzde 40’ı karbonhidrat olmalı. Tabii buğday, doğru buğday ise.

Çocuklar tüm gün okulda yiyip, içiyor. Okullardaki menüler hakkında ne diyeceksiniz?
İyi bir okul, çocuğa besleyici bir yemek menüsü sunmak zorunda. Veli olarak, hangi ürünü nereden aldığını öğrenmelisiniz. Gerektiğinde haftalık menülere müdahale edebilmelisiniz. Hazır gıdalar verip, vermediklerini sorgulamalısınız.

Israr ve isyan ederek bir yol alabileceğimize inanıyorum. Böceği öldüren ilaç, uzun vadede bizi de öldürür. O yüzden umudum annelerde. Toplanıp karşılaştırmalı analizler yapsınlar, isyan etsinler, bağırsınlar.

Yazının devamı...

Çocuk sınıfta, anne kapıda ağlamasın

Yeni eğitim-öğretim yılı başlıyor. Çocuklar kadar aileler de heyecanlı. Özellikle de çocuğu ilk kez okula başlayacaklar… Okula uyum sürecini sağlıklı atlatmanın yollarını, konunun uzmanı eğitimci ve psikologlarla konuştuk

“Çocuğun öğretmene bağlanması önemli”

- Okula başlama sürecinde çocuk tarafında neler oluyor?

Bizim milyonlarca yıllık bir ilkel beyin geçmişimiz var. Çocukta da bu dönemlerde ilkel beyin çalışıyor. Yeni girdiği okul ortamı onun için vahşi orman. Ebeveynine yapışıyor ki, ormanda kimse onu yemesin. Durum böyleyken çocuğu götürüp hiç tanımadığı bir öğretmen ve ortama sokup “Burada kal” diyoruz. O zaman sistem alarma geçiyor. Bu nedenle ebeveyn ve eğitimci olarak bu geçişe süre vermem gerekiyor. “Ben buradayım, güvende olana kadar bir yere gitmiyorum” diyerek. Önemli olan geçiş sürecinde öğretmene bağlanması. Biz hep ‘ne öğretiyor’ sorusunda kayboluyoruz ki bu dönemde bunlar da ekstra stres sebebi olabiliyor.

- Çocuğu okula gitmek istemeyen ebeveynler ne yapmalı?

Ebeveyn diyor ki; “6 aydır kapıda oturuyorum.” Bu hiçbir işe yaramaz. Herkes gitmiş sen oturuyorsan demek ki çocuğun sisteminde problem var. Bu çocuğa da, anneye de ekstra yük. Çocuğu ağlata ağlata anneden, babadan koparmak hiçbir işe yaramaz. Ağlayarak kimse bir şeye alışmaz. Ormanda aslanı görüp donarsın ya, çocuk da bir süre sonra susuyor ama bu sefer de neden çekingen, neden konuşmuyor diye endişe ediyoruz. Tuvaletini kaçırıyor, kabus görüyor vs… Sinir sistemini düşünerek hareket etmezsek, ileride başka sorunlar karşımıza çıkar.

“Güvenli bağlanma çocuğun ayrışmasını sağlar”

- Okula başlama süreci nasıl yönetilmeli?

Her çocuğun kendi iç ve bağımsızlık süreci farklıdır. Bu süreci hızlandıramayız. Çocuk bize bağımsız olmak istediğinin ipuçlarını verir, kendi başına yemek yeme, üstünü değiştirme gibi... Biz ebeveynlerin bu ipuçlarını görüp geri bildirim vermemiz çocukla aramızda güvenli bağlanmayı oluşturur. Güvenli bağlanma da çocuğun ayrışmasını sağlar. Ebeveynler bu süreci geçirirken, işten izin, ikinci ebeveyn ya da anneanne-babaanne desteği alınabilir. Okulda ebeveynlerin bekleyebileceği bir alan olmalı ve çocuk ebeveyninin orada olduğunu bilmeli, ihtiyaç duyduğunda öğretmeni tarafından yanına götürülmeli. Çocuk öğretmeni ile güvenli bir bağlanma kurana kadar, kendini okulda kalabilecek kadar iyi hissedene kadar, okul, öğretmen ve ebeveyn tarafından destek vermeli. İlkokula başlayacak çocuk için, daha önceki okul deneyimi göz önünde bulundurulmalı ve okula bırakmak/almak, gün içinde olanları konuşmak çocuk için rahatlatıcı olacaktır.

- Çocuk sürekli ağlıyorsa ne yapmalıyız?

Kesinlikle ağlarken bırakıp gitmemeliyiz. Ağlayan çocuk bize kendini iyi hissetmediği, kaygılandığı ve korktuğu mesajını verir. Ağlama davranışı yerine yaşadığı duyguya odaklanmalıyız. Yaşadığı duyguyu dile getirip kendini güvende hissedene kadar orada olacağımızı hissettirmeliyiz. Gerekirse ilk 2 haftayı yarım gün planlayıp daha sonra çocuğun ihtiyacına göre süreyi uzatabiliriz. Süreç çok uzadıysa, tırnak yeme, diş sıkma, altına yapma, okulda hep kaygılı olma gibi davranışlar gözlemleniyorsa o zaman bir uzmana danışılmalı ve yardım istenmeli.

“Aile sakin kalırsa çocuk da sakinleşir”

- Çocuğun kaygılanmamasını beklemek gerçekçi mi?

Evinden ayrılıp, yeni bir mekânda zaman geçirecek olmak çocuğun hayatında önemli bir değişikliktir. Değişiklikler belirsizlik içerir ve herkeste kaygı uyandırır. Çocuğu okulun bahçesine koyup “Hadi bakalım artık okullu oldun” demek ve çocuğun hiç kaygılanmadan uyum sağlamasını beklemek gerçekçi bir beklenti değil! Sağlıklı bir geçiş için öncelikle ebeveynlerin çocuğun bu heyecanının olağan olduğunu kabul etmesi gerekir. Oysa biz çoğu zaman “Eyvah, çocuk kaygılandı. Bir an önce sakinleşsin” derdine düşüp yangın söndürür gibi çocuğun kaygısını söndürmeye çalışıyoruz. Aileler sakin kalmayı başardığında, çocuk da sakinleşecektir. Anne-baba ve öğretmenin uyum içinde olması çocuğun uyum sürecini hızlandırır. Evdeki sohbetlerde çocukla okul hakkında konuşmak, çocuğun zihnini önceden okul hayatına alıştırmak iyi bir hazırlıktır. Yapıcı bir öğretmen tutumuyla okula daha güvenli bir şekilde bağlanabilir. Aileler de sabır göstererek, kızmadan ve eleştirmeden çocuklarına süre tanımalıdır.

“Her çocuğun uyum süreci farklı”

- Yuvaya başlarken oryantasyon dönemi nasıl olmalı?

Çocuğu yuva sürecine duygusal olarak hazırlamak için öncelikle onun ne hissettiğini, okulu nasıl algıladığını gözlemleyin. Yaşayacağı yuva deneyimi hakkında bilgi vermek kaygısını azaltır. Yuvada yeni arkadaşlıklar edinebileceğini, farklı aktivitelere katılacağını ve bir oyun alanı içinde öğretmenlerinin de onunla olacağını söylemeniz kendisini rahat hissetmesini sağlar.

- İlkokula başlarken veliler hazırlık sürecinde neler yapmalı?

Çocuğun nasıl hissettiğini gözlemlemek, okulu önceden gezdirmek, okul saatleri ve okuldan kendisini kimin alacağı konusunda net bilgi vermek, okulla ilgili yaşadığınız güzel bir anıyı paylaşmak, kendi okul resimlerinizi göstermek, okulda yeni arkadaşlıklar edineceğini ve öğretmenlerinin onu seveceğini söylemeniz kendisini güvende hissetmesini sağlayacaktır.

- Bu süreçte okulun rolü ne olmalı?

Öğretmenlerin çocuğun kaygısını anlaması ve ayrılık kaygısının ne olduğunu bilmesi lazım. Sınıfta çocuğu tutmak için zorlayıcı bir tutum sergilenmesi durumu travmatik hale getirebilir. Bu noktada hassas, anlayışlı ve dikkatli davranmak gerekir.

“Öğretmen hakkında olumlu mesaj önemli ”

- Alışma sürecini zorlaştıran faktörler neler?

Okula başlayan çocuk, anne ve babasıyla güvene dayalı bir bağ kurmadıysa, birbirlerinden kısa süreli de olsa hiç ayrılmadılarsa yabancı insanlarla zaman geçirmeye alışık değilse, alışma sürecinde daha fazla zamana ve psikolojik desteğe gereksinim duyabilir. Okula başlamaya hazır bir çocuğun temel yaşam becerilerini asgari düzeyde karşılayabiliyor olması gerekir.

- Alışma sürecinde çocukta neler gözlemlenebilir?

Daha sessiz olabilirler, sebepsiz ağlama, genel mutsuzluk ve ilgisizlik hali, bebeksi alışkanlıklara dönüş, yemeğini yemeyi reddetme, anne ve babayla uyumak isteme, bağımlı olma, ebeveyninden kolay ve mutlu ayrılamama, şikayet etme, okula gitmemek için hastalık mazeretleri ileri sürme, öğretmene ve arkadaşlarına ilişkin hayali ve olumsuz geri bildirimlerde bulunma, okuldan kaçmaya yönelme, uyku bozukluğu gibi davranışlar gösterebilir. Bu tepkiler, okul, aile arasındaki açık ve güvene dayalı diyalog ile çözülecektir. Mümkün olduğunca çocukların yanında okul ve öğretmen hakkında olumlu mesajların verilmesine özen gösterilmelidir.

Beklentiler de süreci olumsuz etkileyebilir

- Okula başlamayı doğal gelişimsel bir süreç olarak algılıyoruz.

- Okullu olmasını büyümenin kanıtı olarak düşünüp gururlanıyoruz.

- “Bu okul doğru okul mu?” diyerek kararımızı sorguluyoruz.

- Çocuğumuzun henüz çok küçük olduğunu düşünüyoruz ve “Eğer zorunlu olmasaydım asla anaokuluna başlatmazdım” diyoruz.

- İlk kez çocuğumuzdan ayrılıyoruz ve güven sorunu yaşıyoruz.

- Çocuğumuzun başına her an bir şey gelebilir düşüncesi ile aşırı koruyucu ve kollayıcı oluyoruz.

- Mükemmeliyetçiyiz, her şeyin kusursuz olmasını bekliyoruz.

Yuva seçiminde dikkat edilmesi gerekenler

- Oyuna alan veriyor mu?

- Disiplin anlayışı nasıl? Çocuklar çatışma yaşayınca ne yapıyorlar?

- Yemekten masaya, masadan oyuna gibi geçişleri nasıl yönetiyor?

- Oryantasyon sürecini nasıl yönetiyor? Çocuk hazır olana kadar velinin beklemesine izin veriyorlar mı?

Yazının devamı...

Hiçbir Çocuk Ağlayarak Okula Alışmaz

Kızım yuvaya başladığında 3 yaşını doldurmamıştı. Gayet sosyal, konuşkan, oyuncu, çişini, kakasını halletmiş, yemeğini yiyen bir çocuktu. E ben de çalışıyordum, yarım gün okula gitmesi, yeni arkadaşlar edinmesinde ne sakınca vardı. Fakat işler hiç de beklediğim gibi gitmedi. Sınıf kapısındaki bekleyişim, tüm anne/babaların bir bir çekilmesine, okulun rutin programına dönmesine rağmen bitmiyordu. İçime sinmeyen şeyler vardı, o ağlarken ya da gözlerimin içine endişe dolu bakışlarla bakarken çıkıp gitmek asla doğru gelmiyordu. Üstüne üstlük Derin giderek daha gergin oluyordu. Kesinlikle okula gitmek istemiyordu. Her gün bin bir yalvarma ve hatta zorlama ile ilk dönemi geçirdik. İkinci dönem ise toplamda 1 ay zor gitti diyebilirim.

Bir yerlerde bir yanlışlık vardı ama nerede… Neden benim çocuğum da herkesin çocuğu gibi güle oynaya okula gitmiyordu. Ne güzel okuldu işte, neden korkuyordu. Kafamda bunun gibi onlarca soru ile hem ona hem kendime hayatı zindan ettiğim bir dönem Sevgili Nilüfer Devecigil ile tanıştım. Ve hayatım/hayatımız değişti. Okul hayaline 1 yıl ara verdik ve bu süreci oyun terapileri ile geçirdik. Ve ben sorduğum soruların cevabını yanlış yerde aradığımı anladım. Bugün geldiğimiz noktada, 1 yıldır okula giden, hatta yaz tatilinde sürekli okulum ne zaman açılacak diyen bir çocuk var.

Bağlanmak kadar ayrışmak da zor

Yuvaya başlama çok kritik bir konu. Şahsen, Türkiye’de halen bu konunun öneminin pek çok anne/baba hatta eğitimci tarafından anlaşılmadığını düşünüyorum. 2-3-4 yaşındaki bebelere çok hoyrat davranıyoruz. İstiyoruz ki, seçtiğimiz okulu hemen sevsinler, hiç arıza çıkarmadan, arkalarına bile bakmadan, güle oynaya sınıfa girsinler. Biz de bir görevi daha başarıyla tamamlamış olmanın hazzını yaşayalım. Oysa ki ebeveyne bağlanma kadar ayrışma da çok zor, sancılı ve kritik bir süreç. İlmek ilmek işlenmesi gereken, emek verilmesi gereken.

Pek çok özel okul da dahil, öğrenci seçerken, sadece davranış odaklı yaklaşıyor. Duyguları düşünen yok. Bu yaşımda, hiç bilmediğim bir ortama girdiğimde, birileri bana soru sorsa, sonra da benim hakkımda karar verecek olsa, elim ayağım birbirine dolanır, kendimi yeterince anlatamam. Böyle bakınca okulların mülakat süreçleri çok korkunç değil mi? 3-4 yaşında bir oda dolusu çocuğa bir şeyler yaptırıp, o çocuklar hakkında 10 dakikada karar vermek… Bana çok acımasız, yanlış ve amatör geliyor.

Sevgili Nilüfer Devecigil’e bu süreçte ailelerin dikkat etmesi gerekenleri sordum. Lütfen okuyun. Söyledikleri çok kıymetli. Ve şunu sakın unutmayın, hiçbir çocuk, herhangi bir şeye ağlayarak alışmaz. Okul öncesi çağda çocuğunuzu okula başlatmayı düşünüyorsanız, bu işin bir süreç olduğunu, regülasyon işi olduğunu, güvenli bağlanmayla ilgili olduğunu, öğretmenle iş birliğinin önemini, çocuğun sinyallerini görmenin ve cevap vermenin kıymetini ve asıl kendinizin tüm bunlara hazır olup/olmadığınızı sorgulamayı unutmayın!

Yuva seçiminde nelere dikkat etmeli?

En yakın en iyidir fikrine katılmıyorum artık. Ebeveynlere mutlaka yuvayı gidip görün diyorum.

Kaç dil öğretiyor, hangi ekipmanları sunuyor hiçbir önemi yok. Zaten o dönemde çocuk öğrenmeyi böyle öğrenmiyor. Aynı anda birkaç dili öğrenebilir ama kullanan kişiyle öğrenir çünkü o dönem çocuğun dili oyun.

Oyuna alan veriyor mu?

Disiplin anlayışı nasıl? Çocuklar çatışma yaşayınca ne yapıyorlar?

Geçiş dönemlerini nasıl yönetiyor? Yemekten masaya, masadan oyuna vs?

Oryantasyonu nasıl yönetiyor? Siz nasıl istiyorsanız değil. Onların yaklaşımları ne? Mesela bana şunu dese, çocuk ilk günden alışmış gibi dursa da 5 gün burada durmanızı istiyorum gibi…

Okula başlama sürecinde çocuk tarafında neler oluyor?

Bizim milyonlarca yıllık bir ilkel beyin geçmişimiz var. Çocukta da bu dönemlerde ilkel beyin çalışıyor. Yeni girdiği okul ortamı onun için vahşi orman. Ebeveynine yapışıyor ki, ormanda kimse onu yemesin. Durum böyle iken çocuğu götürüp hiç tanımadığı bir öğretmen ve ortama sokup “burada kal” diyoruz. O zaman sistem alarma geçiyor. Bu nedenle ebeveyn ve eğitimci olarak bu geçişe süre vermem gerekiyor. “Ben buradayım, güvende olana kadar bir yere gitmiyorum” diyerek.

Önemli olan geçiş sürecinde öğretmene bağlanması. Öğretmen kavramı çok önemli. Kreşte önemli olan regülasyon. Özel okul/devlet okulu önemli değil. Biz hep ne öğretiyor da kayboluyoruz ki bu dönemde bunlar da ekstra stres sebebi olabiliyor.

Çocuğu okula gitmek istemeyen ebeveynler ne yapmalı?

Ebeveyn diyor ki; “6 aydır kapıda oturuyorum.” Bu hiçbir işe yaramaz. Herkes gitmiş sen oturuyorsan demek ki bu çocuğun sisteminde problem var. Artık konu okul değil, çık oradan git bir terapiste sonra çalışalım. Bu çocuğa da, anneye de ekstra yük. Çocuğu ağlata ağlata anneden/babadan koparmak hiçbir işe yaramaz. Ağlayarak kimse bir şeye alışmaz. Ormanda aslanı görüp donarsın ya, çocuk da bir süre sonra susuyor ama bu sefer de neden çekingen, neden konuşmuyor diye endişe ediyoruz. Altına işiyor, kabus görüyor vs… Sinir sistemini düşünerek hareket etmezsek, ileride başka sorunlarla çıkıyor karşımıza.

www.zeynepisman@gmail.com

https://www.instagram.com/birliktebuyuyoruz/

Yazının devamı...

'Bir deney, bin okumaya bedel'

Kanser üzerine buluşlarıyla dünyada çığır açan, ünlü Türk bilim insanı, Harvard Üniversitesi profesörlerinden Mehmet Toner ile bilim ve çocuk konuştuk.

Yaşadığımız kültürde “İnsanın başına ne gelirse meraktan gelir”, “Merak kediyi öldürür” diyerek büyütülüyoruz. Çok soru sormak, sorgulamak ve meraklı olmak olumsuz olarak algılanıyor. Sonra da ülkemizden neden bilim adamı çıkmıyor, yeni icatlar neden yok diye yakınıyoruz. Oysa ki bilim sandığımız kadar uzak değil, bilim hayatın ta kendisi. Bu hafta, uzun yıllardır hayranlıkla takip ettiğim, araştırmaları ve buluşlarıyla tıp bilimine yön veren, YGA (Young Guru Academy) Danışma Kurulu üyesi, Harvard Üniversitesi Profesörü Mehmet Toner ile çocuklara bilimi nasıl sevdiririz hakkında konuştuk.

- Bilimden bu kadar uzak bir toplum olmamızın nedeni ne?

Ben bir bilim insanı olarak, bilimi “meraklı insanın hakikati araması” olarak tanımlıyorum. Her çocuk güçlü bir merak güdüsüyle doğuyor. Yani, her çocuk bir bilim insanı olarak doğuyor. “Açma bozarsın”, “Elleme kırarsın” diyerek içlerindeki merak duygusunu törpülüyoruz. Çocukların merak etmelerine, gerçeği aramalarına, keşfetmelerine izin verdiğimizde, doğal olarak bilime yaklaşıyorlar. Meraklı insan öğrenmesini seviyor ve sürekli bilgisine bilgi katıyor. Hangi meslek olursa olsun bilgili olmak başarıya giden yol için çok önemli bir unsur.

- Bilimden ve matematikten neden bu kadar korkuyoruz?

İnsan uzak ve zor olandan korkar. Bilim insanını, beyaz önlüğü ile laboratuvarlarda çalışan, toplumdan kopuk kişiler olarak görüyoruz. Çalıştıkları konuları da zor ve sıkıcı buluyoruz. Halbuki çocuklarımıza bilimin kitaplarda, laboratuvarlarda değil, hayatın içinde yanı başımızda olduğunu göstermeli; deneyince ne kadar kolay olduğunu keşfetmelerini sağlamalıyız. Bilim adamı soru soran ve soruya doğru cevabı bulmaya çalışan biri; çok keyifli bir yolculuk aslında. O kadar korkmamak, gençleri ürkütmemek lazım!

- Bilimle ilgilenmek için, illa bilim insanı mı olmak gerekli?

Herkesin bilim insanı olması gerekmiyor. Bilimi bir dil gibi düşünebiliriz, nasıl ki Çince konuşan bir insan ile anlaşmak için Çince öğrenmemiz gerekiyor, hayatı daha iyi anlamak için de hayatın dilini konuşabilmemiz gerekiyor. Hayatın dili bilim ve bu dili konuştuğunuzda hangi mesleği yaparsanız, neyle uğraşırsanız o alanda yeni şeyler keşfedebiliyorsunuz.

- Çocuklara / gençlere bilimi nasıl sevdiririz?

Einstein “Oyun, eğlence ve bilgiyi deneyle birleştirin. Denemeyen insan bilmeyen insandır. Bilimin asıl kaynağı deneydir” diyor. Bir deney, bin okumaya bedel. Bu yüzden çocuklar da bilerek, deneyerek, hata yapıp, hatalarından öğrenerek, özgüvenle yetişmeli. Örnek olarak, çantalarda kullanılan cırt cırt bandı, bir köpeğin tüylerine yapışan ‘pıtrak otundan’ ilham alarak ortaya çıkmış. Çocuk etrafına meraklı gözle bakmaya devam ettiğinde ve doğadan ilham aldığında, bilimin ne kadar yakın olduğunu görebiliyor ve sevmeye başlıyor.

- İyi bir bilim insanı olmak için neye ihtiyaç var?

İyi bir bilim insanı, faydalı bilim yapar ve faydalı bilim için sadece akıl yetmez; aklın ve kalbin birlikte olması lazım. Hızlı gitmek isteyenler, kalplerini yolda bırakmayı tercih edebiliyorlar. Kalbi ile karar vermenin kendilerini yavaşlatacağını düşünüyorlar. Oysa dünyayı olumlu yönde değiştiren tüm liderler, yolculukta kalbini bırakmadı ve hem akılları, hem kalpleriyle karar verdiler. 2. Dünya Savaşı döneminde içerisinden gaz sızmayacak odaları inşa edenler o dönemin en iyi bilim insanlarıydı. İşte kalbi kenara koymanın sonuçları bunlar.

- Türkiye’deki gençlere tavsiyeniz ne olur?

Mesleğim gereği kanser araştırmaları üzerine çalışıyorum. Kanser hücrelerini incelediğimizde, vücuttaki trilyonlarca hücrenin arasında bir tanesinin sürekli, “Ben” deyip, işini yapmadığını, bencilce bütün gıdaları kendisine aldığını görüyoruz. Bu hücreler çoğaldıkça önce yaşadıkları organı, sonrasında vücudu öldürüyor. Bununla gençler ve geleceğimiz arasında çok güzel bir analoji var. Ben gençlerle bir araya geldiğimde umutla doluyorum. Gençler artık sadece kendileri için değil, kendilerinden büyük bir amaç için çalışmak istiyorlar. Anlam arayışındaki gençlerin sayısı her geçen gün artıyor. Yeter ki biz ebeveynler olarak onların önüne kendi hırslarımızı, kendi başarı tanımımızı koymayalım. Çünkü ancak kendi küçük çıkarlarını aşabilen insanlar; kanser hücresi gibi ‘ben’ değil, ‘biz’ diyebilenler sürdürülebilir başarıyı yakalayabilir.

YGA BİLİM PROJESİ LİDERİ CEMİL CİHAN ÖZALEVLİ: HEDEF 3 YILDA 2.5 MİLYON ÇOCUĞA ULAŞMAK

- YGA’nın bilim konusunda yaptığı çalışmalar neler?

YGA’da, Nobel Ödüllü bilim insanı Prof. Aziz Sancar, Harvard & MIT’den Prof. Mehmet Toner ve Prof. Doğan Cüceloğlu’nun danışmanlığında, çocuklara bilimi sevdirmek için bazı projeler yürütüyoruz. Bu kapsamda Twin Bilim Setlerini geliştirdik. Twin, özel tasarlanmış kendin yap deneylerden oluşan, çocuklar için öğretici ve eğlenceli bir bilim seti. Mıknatıs yardımı ile kolayca birleştirilebilen elektronik bloklar ile teknolojik cihazların çalışma mantığını anlatıyor. Twin Bilim Setleri ile karmaşık teknolojilerin aslında ne kadar kolay olduğunu anlatarak; çocukların teknolojiyi sadece kullanan değil, aynı zamanda üreten bireyler olarak yetişmesini amaçlıyoruz.

- Bu zamana kadar kaç gence ulaştınız?

5 yıldır Anadolu’nun her köşesinden 5 bin çocukla bilim seansları gerçekleştirdik. Bir yıldır da Türkiye’de öğretmenlere gönderdiğimiz bilim setleriyle 25 bin çocuğa ulaştık. Milli Eğitim Bakanlığı ile imzaladığımız protokol kapsamında, ortaokullara bilim setleri gönderebileceğiz. Hedefimiz 3 yılda 2.5 milyon çocuğa ulaşmak.

- Gençlerin deneylere ve bilime karşı ilk tepkisi nasıl?

Önce mesafeli duruyorlar. Bu mesafe korkularından, kendilerini yetersiz hissetmelerinden kaynaklanıyor. Örneğin onlara Tesla’nın otonom arabalarının bir filmini gösteriyoruz. Hepsi çok heyecanlanıyor. “Peki siz kendi otonom, sürücüsüz arabanızı yapabilir misiniz?” diye soruyoruz. Sonra da Twin modülleri ile otonom arabalar yapıyoruz. Seansın başında “Ben yapamam” diyen çocuklar, seans sonunda “Ben de yapabilirim” diyor ve özgüvenleri artıyor. Çocuklarda bilimin zor ve sıkıcı algısı; bilim sevgisine dönüşüyor.

Yazının devamı...

Masal dinleyen çocuk hayata hazırlanır

15 yıldır Türkiye’de yaşayan Fransız masal anlatıcısı, eğitmeni ve sanat terapisti Judith Malika Liberman ile masalın ve masal anlatmanın çocuklar için önemini konuştuk.

Judith ile tanışana kadar kızıma masal anlatmayı sevdiğim söylenemezdi. Çünkü klasik masallar beni rahatsız ediyordu ve masal üretecek yaratıcılıkta olmadığımı düşünüyordum. Geçen yıl katıldığım “Anlatma Okulu”nda masallar dünyasına harika bir yolculuk yaptım. O zamandan beri masallara bakışım değişti, uyku öncesi zamanlarımız şenlendi, sohbetlerimiz zenginleşti. Anne-babaların masallardan korkmaması gerektiğini, masalların çocukları gerçek hayata hazırlayan korunaklı alanlar olduğunu söyleyen Judith, “Herkes masal anlatabilir çünkü herkesin cebinde bir hikayesi vardır” diyor.

- Anne babalar kitap okuyor ama masal anlatmakta neden zorlanıyor?

Kitap okumak elbette çok değerli, faydası çok. Ama anlatmak bambaşka bir şey ve ikisine de yer açmalı. Masal anlatırken bir metne bağlı kalmadığımız için yaratıcılığımızı kullanıyoruz. Yaratıcılık riske atılmak demek, cesaret istiyor. Bir kalkanın arkasına saklanır gibi kitap okumanın arkasına saklanırsak, yaratıcı cesaret örneği olamayız. Masal anlatarak, yaratıcılığa, cesarete, hata yapmaya, uydurmaya, saçmalamaya izin veriyoruz. Çocuklar kitap okuma ritüeline alıştıysa, masal okunmasından hoşlanmayabiliyor. Ritüeller güven verir, bu nedenle çocuklar her gün aynısını ister. Ebeveyn birdenbire “Bugün sana masal anlatacağım” dediğinde çocuklar korkuyor ve istemiyor. Sonra ebeveynler “Çocuğum masal anlatılmasını sevmiyor” diyor. Halbuki bu doğru değil. Uyku öncesi ritüeli varsa onu bozmadan, anlatmayı hayatın başka bir yerine sokmamız gerekiyor.

- Herkes masal anlatabilir mi?

Anlatmak, kaotik ve karmaşık hayattan bir ip çekerek, sadeleştirmek, bir sıraya oturtmaktır. Her zaman hepimizin cebinde bir hikaye var. Ama önce şunu anlamalıyız. Anlattığımız her hikaye Harry Potter olmak zorunda değil. Anlattığımız hikaye çok sade ama ne kadar hayattan ilham alıyorsa, çocuğa da o kadar ilham verir. Kitap okuyamadığımız zamanlarda -mesela araba kullanırken- hikaye anlatmanın tam zamanıdır. Çocuklar ebeveynlerinin çocukluk hikayelerine bayılırlar. Akşamları fotoğraf albümünü çıkarsınlar ve oradan bir hikaye anlatsınlar. Ortak hikayeleri olan insanlar ailedir. Hikaye anlatmak anlamlandırmaktır. Hayatın yaşadıkların değil, anlattıklarındır.

- Anlatmanın çocuk gelişimi açısından faydaları nedir?

Yaratıcılık, cesaret ve dil gelişimi dışında çocuğu hayata hazırlıyor. Çocuklar için dünya çok kaotik. Hikayeler çocuğu alışılmadık bir dünyaya alıştırabilir. Güvenli olmayan bir durumu güvenli kılabilir. Çünkü bir deneyim yaşamadan önce uçuş simülasyonu gibi bizi buna hazırlıyor. Okula başlayacak çocuk merak eder, biz de okul hakkında hikayelerle çocuğu okula hazırlarız ve okula gittiği ilk gün, onun ilk günü olmaz. Çocuklara öngörebildiğimiz kadar her şeyi önceden anlatabiliriz. Önden bilgilendirmek çocuklara güven verir.

- Ebeveynler neden masallardan korkuyor ve değiştiriyor?

Ebeveynler çocuklarının başına hiçbir şey gelmemesini istiyor. Ama maalesef dünyanın gerçekliği bu değil. Çocuğumuz fakirlik tanımıyor olabilir ama kıtlık her sosyal ortamda yaşanabilen bir şey. Masallarda kahraman kuyunun dibine atılıyor, sevdiğini kaybediyor, adaletsizlik yaşıyor. Ölümden, düşmekten, yokluktan bahsetmemek yerine, bunlar başımıza gelebilir ama biz dirençliyiz, bunların üstesinden gelebiliriz demeliyiz. Çocuğu şimdiden bu dünyaya hazırlamak için çocuklara masal anlatalım. Masalların içinde kötü bir şey olması önemli değil. Önemli olan sonunun iyi bitmesi. Ben sonu kötü biten masal anlatmam. “Kibritçi Kız” anlatmam mesela. Çocuğa aktarmak istediğim; başına kötü bir şey gelir ama sen çözüm bulabilirsin. Hansel ve Gretel dinleyen bir çocuk, bilir ki hayatta kaybolabilirim ama dönüş yolumu bulabilirim. Mesela süpermarkette kaybolduğunda oturup ağlamak yerine, ne yapabileceğini düşünür.

- Masallardaki üvey anne, cadı gibi semboller ne anlama geliyor?

Modern psikoloji iyi anne ve kötü anneden bahseder. İlk 6 ay çocuk ne yaparsa yapsın her şeyi kabul ediyoruz. O dönem anne, iyi anne. Ama büyüyüp bazı kurallar konulunca, ödev yapmalısın, odanı temizlemelisin, ıspanak yemelisin diyen kötü anne. Masallar bu ikilemi anne ve üvey anne olarak simgeliyor. Çocuklarının ona olan öfkesini duymak, annelerin hoşuna gitmeyebiliyor. Ama bir masal anlattığımızda bir karakter yaratabiliriz. Ve bu üvey anne, özgürce nefret edebildiğimiz bir karakter. Bu sayede gün içinde öfke duyduğumuz otorite figürlerine sarılabiliriz. Masallar bir korku var etmez. Var olan bir korkuyu ifade etmek için simgesel bir dil verir. Bu nedenle de şükretmeliyiz.

“Mutlu sonla bitmesi önemli”

- Hangi yaşa hangi masallar anlatılmalı?

4 yaştan önce hayvan masallarını öneriyorum. Ya da günlük hayattan, aileden çıkan hikayeleri tavsiye ediyorum. 4-5 yaştan sonra çocuklar geleneksel masalları dinlemeye başlayabilir. Ama masalların mutlu sonla bitmeleri önemli. 9-10 yaşında çocuklar korku ve bilgelik masalları seviyor. Ergenler için ise mitolojik masallar harika. Daha büyük yaşlara, hayal kurmak dışında gerçek hayatta işine yarayacak hikayeler anlatmak gerekiyor. Kendimizi ve çocuğumuzu iyileştirmek için hikaye anlatmayı bırakmayalım.

“Hikayeler yaralarımızı iyileştiriyor”

- Çocuklar neden hep aynı hikayeyi duymak istiyor?

Çünkü duymak istediği hikaye ona iyi geliyor. Beyin hikayenin içindeki olayları gerçekten yaşıyor. Ya orada çözmeye çalıştığı bir şey var ya da pekiştirmek istediği bir deneyim var. Hikayeler yaralarımızı iyileştiriyor. Biz yetişkinler de yapıyoruz. Acı veren hikayeleri anlatmak istiyoruz. Travma yaratmamak için hikaye anlatmalıyız.

Yazının devamı...

'Çocukları bağımlılıktan kurtarmanın en iyi yolu doğa'

Macera, aksiyon ve başarılarla dolu geçen bir hayatın ardından, eşi Mine Mahruki ile birlikte çocuklara doğayı sevdirmek amacıyla “Doğada Liderlik” kampları düzenleyen Nasuh Mahruki ile çocuk gelişiminde doğanın önemini ve çocuklarıyla ilişkisini konuştuk.

Milli sporcu, profesyonel dağcı, yazar ve fotoğrafçı Nasuh Mahruki’nin evine girdiğimde yaptığı tırmanışlardan, dalışlardan, motorla dünya gezilerinden, AKUT çalışmalarından kalan eşyalardan, çektiği fotoğraflardan gözlerimi alamadım. Evin her köşesi yaşanmışlıklarla dolu. Müzede ise binden fazla ödül ve plaket var. Böylesine dolu geçen bir hayat sonrası, şimdilerde eşi Mine Mahruki ile çocuklar için doğada liderlik temalı kamplar düzenliyor. Beş yaşındaki oğlu Barlas, üç yaşındaki kızı Bilge, köpekleri, bahçedeki kaplumbağaları, tavukları ve kuşlarıyla evlerinde beni ağırlayan Mahruki çifti ile sıcacık bir sohbet gerçekleştirdik.

- “Nasuh Mahruki Doğada Liderlik Okulu” ile neler yapıyorsunuz?

Doğa sporlarına çok genç yaşta başladım ve uzun zamandır böyle bir proje aklımdaydı. Çocuk sahibi olduktan sonra haliyle hayatımızın merkezi çocuk oldu. Eşim Mine ile artık hayalimizi gerçekleştirelim dedik ve 2 yıl önce kamplara başladık. Durusupark’ta çok güzel bir yerimiz var. Bu kamplarla çocuklara doğa ve doğa sporları bilincini aktarmaya, doğayı sevmeyi ve korumayı göstermeye çalışıyoruz. Kampçılık, doğada yön bulma, iple düğüm teknikleri, barınak yapma, çadır ve uyku tulumu hazırlama, doğada ne, nasıl kullanılır, nelere dikkat etmeli gibi çok temel kampçılık eğitimi veriyoruz. Doğada Liderlik Okulu’nun altında farklı kamplar var. 7-15 yaş arası çocuklar için, 4 gece-5 günlük kamplar var. Bir de anne-çocuk ve baba-çocuk kampları var. Ebeveynler çocuklarıyla birebir vakit geçiriyor. Bu paha biçilemez.

- Doğada olmanın çocuğa faydası ne?

Her şeyden önce asıl özüne, gerçek benliğine yakınlaşmasını sağlıyor. Çünkü hepimiz doğanın çocuğuyuz. Uzun yıllar avcı-toplayıcı idik. Modern hayat çok yeni. Doğanın her koşulunu çok iyi biliyoruz aslında. Etrafımıza ördüğümüz beton kentler bizi özümüzden uzaklaştırıyor. Biz insanları özüne yaklaştırmaya çalışıyoruz. Doğadan ne kadar koparsanız o kadar kendinize yabancılaşırsınız. Doğayı ve şehir hayatını dengeli yaşamak zorundayız.

- Malum hem koşullarımız hem kültür gereği doğayla çok iç içe olamıyoruz. Anne-çocuk ve baba-çocuk kamplarındaki gözlemleriniz nasıl?

Bizim kamplara gelenler genelde daha önce kamp deneyimi olan insanlar. Sonuçta doğa bizim kontrolümüz dışında, riskli alanlardan oluşuyor. İşin kitabına, kuralına uygun hareket etmek gerekiyor; biz de onu uygulamaya çalışıyoruz. Temel bazı farkındalıklar yaratıyoruz. Devam etmek isteyenler bir ileri seviyeye geçiyor. Mesela takım oyunları yapıyoruz. İş birliği ve uyum ile yapabilecekleri aktiviteler oluyor. Bu da ayrı bir beceri. Her kafadan bir ses çıkarsa kimse bir şey yapamıyor. Ama bunu hemen fark ediyorlar. Liderler ön plana çıkıyor. Birbirlerini keşfediyorlar.

“Çocuklarla hayata yeniden başlıyorsunuz”

- Macera ve aksiyon dolu bir hayat yaşadınız. Şimdi çocuklu hayat nasıl?

Ben hep çocuk istiyordum. Geç baba oldum ama zaten yaşam planım buna göreydi. Her sağlıklı kadının ve erkeğin çocuk deneyimi yaşaması gerekli diyorum. Hayatta başka hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Hayata yeniden başlıyorsunuz ve kendi çocukluğunuzla ilgili de pek çok şeyi yeniden deneyimliyorsunuz.

- Çocuklarınızla birlikte nasıl vakit geçiriyorsunuz?

Ben onları bol bol bahçeye çıkarıyorum. Hayvanlarımız var. Bunların bakımı çok vakit alıyor. Her gün kaplumbağa ve tavuklara yemek organize etmek bile bir sorumluluk. Ben çocukluğumda hayvanlara çok düşkündüm. Hâlâ çoğu şeyle uğraşıyorum. Bu duyguyu Barlas ve Bilge ile de paylaşmaya çalışıyorum.

- Çocuklarınızın teknoloji ile arası nasıl?

Çocuklarımız dijital dünyanın içine doğdu. Analog dünyayı bilmiyorlar bile. Tabii ki bundan mahrum bırakmak doğru değil. Çünkü gelecek böyle bir gelecek. Ama doğadan kopmamak şartıyla. Biz her kampa Barlas ve Bilge ile gidiyoruz. Onlara da çok iyi geliyor. Barlas’la iPad konusunda mücadele halindeyiz. Okuldan gelince bir zamanı var ama kısıtlı. Günümüzde her şeye sınırsızca ulaşabiliyorlar. Bağımlılık jenerasyonu oluştu. Her şey elinin altında ve bir tuş ile ulaşabilir. Çocukların özgür iradeleri ile bundan kaçınmayı öğrenmeleri çok önemli. Bunun da en kolay yolu doğa.

“Potansiyeli erken yaşta keşfetmeliyiz”

- Başarılarla dolu bir hikayeniz var. Baba Nasuh Mahruki olarak, başarı, liderlik gibi konularda ne düşünüyorsunuz?

Herkes bir kere geliyor hayata. Herkesin kendine özgü bir yeteneği var. Allah vergisi bir şey. Önemli olan onu bulmak. Çocukları da yeteneklerine göre yönlendirmeli. Gelişmiş ülkeler, çocuklara birbirleriyle değil, kendileriyle yarışacak bir eğitim modeli sağlıyor. Bizde ise herkes aynı borudan geçecek. Halbuki biri şişman, biri zayıf, biri güçsüz. Bunu değiştirmek gerek. Türkiye’nin yaş ortalaması çok genç. Geleceğimiz için bunu doğru kullanmak çok kıymetli. Gençlerin içindeki potansiyeli erken yaşta keşfetmeliyiz. Türk gencini ve sporcusunu başarıya ulaştırmak için desteklemeliyiz. El birliğiyle dünya çapında başarılara imza atmak çok basit.

Benim notum:

Doğanın öneminin hepimiz farkındayız, ihtiyacımız olan kendimize ve çocuğumuza bu alanları yaratabilmek. Bu konuda bana yol gösteren Richard Louv’un “Doğadaki Son Çocuk” kitabını, tüm anne-babalara öneririm.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.