SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

“Her çocuk doğal filozof”

Ezgi Emel 28 yaşında bir felsefe öğretmeni. Robert Kolej’den mezun olup, Manchester Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldığı yıllarda, felsefeyi nasıl günlük hayata katabiliriz diye düşünürken, Philosopy for Children programıyla tanışmış. Bu programı Türkiye’ye getiren Emel, 5 yıl boyunca 6-14 yaş arası çocuklara “Çocuklar için Felsefe” atölyeleri düzenlemiş. Şimdilerde ise mezun olduğu okulda felsefe öğretmenliği yapıyor ve çocuk kitapları yazıyor. Hayalinin, düşünce eğitiminin tüm okullara yayılması olduğunu söyleyen Emel, “Çocuklara bir şey anlatmıyorum, sadece açık uçlu bir soru soruyorum ve sonra onu tartışıyoruz. Çocuklar zaten doğal birer filozof” diyor.

- Geçtiğimiz hafta İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan kitaplarınızdan bahseder misiniz?

“Neden Süper Kahraman Olamıyorum”, “Ben Yapamam Çekinirim”, “Bu Kural da Neymiş”, “Ben Tek, Siz Hepiniz” adında 4 kitaptan oluşan bir seri bu. Değerler eğitimini kapsıyor. Çocuklar büyürken, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair geleneksel ahlaki süreçlerden geçiyorlar. Yalan söylemek kötü dediğinizde bu ahlaki değerin son kullanma tarihi çocuk büyüdükçe geçiyor. Ama neden kötü diye sorup, sorguladığınızda çocuk bunu daha çok içselleştiriyor ve kendi doğrularını buluyor.

Bu seride, 3-9 yaş arası çocuklar için, cesaret, özgüven, iş birliği ve kurallar gibi kavramları anlattığım hikayeler var. Her kitabın sonunda ucu açık yani cevabı olmayan sorular var. Çocukların aileleriyle tartışabilecekleri, fikir alışverişinde bulunabilecekleri bir ortam sunuyor.

Zekadan çok, zihinsel esneklik

- Bir çocuğa değer nasıl kazandırılır?

İlk olarak ailede kazandırılmaya başlanır. Her anne babanın değerleri farklı. İçsel olarak çocuğuna bunu öğretiyor. Yaş büyüdükçe değeri kalıcı hale getirmek önemli. Bu da ancak çocuğun neden bunu yapması ya da yapmaması gerektiğini anlamasıyla mümkün olur. O yüzden o değerlere sorgulayarak ulaşması ve kendi değerlerini bulması çok daha kıymetli. Her çocuk doğal filozof zaten. Kendi kendine düşünüyor, fikir yürütüyor, annem böyle dedi ama böyle de oluyormuş diyor. Çocuklar akıllılar ve akıl yürütmeyi severler. Bu yoldan geçip halen kalıyorsa bu gerçek değerdir.

- Felsefe yapmak ne demek?

Olayları farklı bakış açılarıyla sorgulayabilme becerisi diyebilirim. Analiz yapabilme, bir şeyin neden doğru ya da yanlış olduğunu nedensel açıklayabilme gibi eleştirel düşünme becerileri toplamı. Her yaşta, her şeyi neden yaptığımızı derinlemesine düşünmeliyiz. Cesaret nedir? Sevgi nedir? Benim değerlerim neler? Herkes bunları düşünürse çok daha dolu dolu hayatlar yaşanır. Bunun için de felsefeyi kolaylaştırmalıyız ve herkesin hayatına sokmalıyız.

- Herkes felsefe yapabilir mi?

Kesinlikle yapabilir çünkü hayatımızın dizginlerini ancak felsefe yaparak elimize alabiliriz.

- Eleştirel düşünmenin zekayla bir ilgisi var mı?

Biz yetişkinler her şeyi bildiğimizi düşünüyor ve kalıplara sokuyoruz. Bir çocuk ise çok daha esnektir. O yüzden felsefe yapmaya yetişkinlerden daha uygunlar. Açık fikirli olmak çok kritik. Zekadan çok, zihinsel esneklik diyebiliriz. Net ve basit bir cevapla yetinmemek. Konfor alanından çıkmaya cesareti olan insan felsefe yapabilir. Bu da herkes için kolay değil.

- Robert Kolej’de kendinizden sadece 10 yaş küçük gençlere felsefe dersi vermek zor olmuyor mu?

Ben de endişeliydim nasıl otorite kuracağım diye ama öğrencilerle aramda çok iyi bir diyalog var. 18 yaşındalar ve onların psikolojisini anlıyorum. Çocuklarla derinlemesine tartışmaktan çok keyif alıyorum. Açık fikirliler ve global dünyaya ayak uydurabiliyorlar.

- Küçük yaş grupları için de eğitimler yapıyorsunuz?

Zamanım oldukça Çocuklar İçin Felsefe atölyeleri yapıyorum. 6-14 yaş arası çocuklarla bir çember oluşturuyoruz ve yaş gruplarına göre içerikler belirliyorum. Aslında onlara bir şey öğretmiyorum. Sadece ucu açık sorular soruyorum ve onlar tartışırken, onlara moderatörlük yapıyorum. Kitaplar üzerinden tartışıyoruz, senaryolar, düşünce deneyleri, farklı ahlaki durumları tartışmak gibi çember çalışmalarımız oluyor.

- Ailelere bunu anlatmak zor oluyor mu?

Oluyor çünkü aileler somut çıktılar istiyor. Felsefe ve eleştirel düşünme becerisi de elle tutulur bir şey değil. Hoşlarına gidiyor tabii ama aileleri ikna etmek yerine idealist öğretmen ve okul yöneticilerinin ilgisini çekmek daha kolay oluyor.

“Duygusal zekayı geliştiriyor”

- Bu felsefe atölyesi eğitimleri sonunda çocuklar ne kazanımlar elde ediyor?

Duygusal zekayı geliştiriyor. Ne kadar farklı bakış açıları olduğunu görüyor. Çok kültürlülüğü ve hoş görüyü geliştiriyor. Aynı zamanda fikrini anlatmayı, kafasındaki karışık düşünceleri kelimelere dökmeyi deneyimliyor ve bu sayede ifade becerisi gelişiyor. Eleştirel ve çok yönlü düşünmeyi öğreniyor.

- Aileler evde neler yapabilir?

Bu konuda çocuklarıyla kitaplar okuyabilirler. Sonrasında oradaki kavramları tartışabilirler. Kendisinin de cevabını bilmediği sorular sorabilirler. Bazı anne babalar öğreten olmayı seviyor ama her soruya cevap vermek zorunda değiliz. Tartışarak, sorarak daha çok fikir sahibi olabilirler. Çocuğun bulmasına da fırsat tanımalılar. Dikte etmeden, sorularla yol göstermek. Diyalog kurulabilir bir ebeveynle, ergenlik süreci de daha rahat geçer.

Yazının devamı...

“Çocuklar da hayat gibi hep şimdiki zamanda”

Yıllardır sanatın pek çok alanında evlerimize konuk olan sevilen tiyatrocu Sevinç Erbulak ile anlatılıcığını üstlendiği yeni çocuk oyunu “Orman Lokantası”nı ve anneliği konuştuk.

İş Sanat‘ın hazırladığı müzikli masal serisi Evvel Zaman Dışından Masallar’ın ilk oyunu “Orman Lokantası” 9 Aralık Pazar günü çocukları eğlence dolu bir maceraya davet ediyor. Yekta Kopan’ın kaleme aldığı, Serdar Biliş’in yönetmenliğini üstlendiği oyun Sevinç Erbulak’ın anlatıcılığı ile renkleniyor. Erbulak ile “Orman Lokantası” oyunu için bir araya gelsek de çocuklar, hayaller ve yeni kitabı üzerine sıcak bir sohbet yaptık.

- İş Sanat’ta “Orman Lokantası” adlı bir çocuk oyunu sergiliyorsunuz. Siz bir anne olarak çocuklarımızın geleceği için nasıl hayaller düşlüyorsunuz?

Ben kızım Kavin olmadan önce, onunla ilgili çok hayal kurdum. Planladım, projelendirdim ama onların hiçbiri gerçek olmadı. Çünkü o, birey olarak geliyor zaten. Sen ne kadar romantik hayaller kurarsan kur, hayal gücün ne kadar sınırlı veya geniş olursa olsun o gerçekçi şato sana diyor ki; o öyle olmaz. Kavin’den sonra özellikle, akışta kalmayı daha çok seviyorum. Çünkü hayat aslında hiç öyle elle tutulabilir ve dizginlenebilir bir şey değil. Çocuklar da hayat gibi hep akışta, şimdiki zamanda. Yetişkinler ise geçmişte ya da gelecekte.

Tilda Swinton’a “Yeni bir projeye başlamadan önce rolünüze nasıl çalışıyorsunuz?” diye sormuşlar. Şöyle cevap vermiş; “Çocuk parkına giderek karar alıyorum. Oturuyorum, senaryoyu yanıma koyuyorum ve o sırada hiç okumuyorum, çocukların şimdiki zamanını değerlendirmesini gözlemliyorum, onların bir üzüntüden bir sevince, bir sevinçten bir başka sevince ne kadar hızlı geçebildiklerine bakıyorum. Sonra içimdeki hisse bakıyorum ve o projeye iyi gelip gelmeyeceğime karar veriyorum”

Son üç-beş senedir şimdiki zamanla daha çok ilgilenmeye çalışıyorum. Onun için Kavin’le ilgili düşlerim var ama Kavin benim o düşlerimin hiçbiriyle ilgilenmiyor. Mesela sahne insanı olmasını çok istedim ama hiç öyle bir yöne doğru gitmiyor. Sonra kendi kendime diyorum ki “Bir dakika, bu senin onun adına istediğin şey, esas önemli olan onun kendi adına neyi seçeceği.” O ne seçiyorsa ben onun zeminini ayarlamak, koşullarıyla ilgilenmek, gerçekçilik şatosunun kapılarını aralamak için çalışmalıyım.

- Yakın zamanda yeni kitabınız “Artıkaranmayanlar Gezegeni” çıktı. Yeni kitabınızın hayal gezegenine girerken nelerden beslendiniz?

Okumak ve yazmak benim için başka bir keyif. Beni baltalayan heyecanlarım var ve aceleci biriyim. Yazmak da bir şimdiki zaman eylemi olduğu için beni sakin tutuyor. Kitabı yazarken kaybetmekten beslendim galiba. Kayıplardan kast ettiğim şey de somut ya da soyut, değerli veya değersiz duygular ya da objeler. Dünya giderek daha vahşi, kaba, ırkçı, holigan bir yere doğru devşiriliyor. Tüm bunlar için mücadele eden devrimci, dönüştürücü ve şifacı ruhların olduğunu düşünüyorum. Ben de yazarak şifaya destek olmaya çalışıyorum. Benim tanıklık ettiğim, bizzat yaşadığım, birilerinin yaşamasını dönüştüremediğim, talihini değiştiremediğim bir sürü olay oldu kişisel küçücük dünyamda. Kitapta onları değiştirdim ben. Kötüleri yazdım, bizzat tanıdığım kötüler de var içinde, kötülüklerini tecrübe ettiğim. Onları hikâyelerin için hapsettim, oradan bir daha çıkamasınlar diye. O yüzden bu kitabın çok özel bir yeri oldu. Çok değiştim onu yazdığımdan beri.

“Küçük bir şifacı”

- Kötüyü şifalandırmak derken, kabul etmekten mi bahsediyorsunuz?

Hayır, asla. Bir çocuk katilini, bir hayvan katilini, cehaleti kabul edemem. Gerçekten anlamaktan bahsediyorum. Bu masalda normalde Hansel ile Gratel’in cadısı Kepçe Kadın diye biri. Çocuklar bunu biliyorlar ama artık dünya değişti. Kepçe kadın içeriye girdiği anda oyun duruyor. Anlatıcı, kepçe kadının neden çocukları eve hapsedip “Bana yemek yapın” dediğini, yemekleri beğenmediği için de onları salmadığını anlatıyor. Çünkü aynı şeyi annesi kepçe kadına, o henüz bir kepçecikken yemekler yaptırıp beğenmeyerek uygulamış. Kepçe Kadın da kepçecikken gördüğünü uyguluyor. Dolayısıyla önce onu kavrıyor çocuklar.

- Çocuklar için bu çok önemli olsa gerek…

Bence de. Çocuklar bizden çok daha önce anlıyor. Dolayısıyla karşılarına böyle biri çıktığı zaman anlıyorlar. Çocuk dünyası çok ışıklı ve pırıltılı olduğu kadar, dürüst olduğu için çok hain ve serttir de. Popüler olmakla görünmez olmak arasında bir hikâye çocuklarınkisi. “Orman Lokantası” oyunu biraz da görünmez olanların hikâyesini bilmekle ilgileniyor. Çünkü bilirsen bir özdeşlik kurabilirsin veya anlayabilirsin ve ancak anladığın ölçüde dönüştürebilirsin. Bütün ilişki biçimlerinde bu böyle. Anlamanın bir tane salt koşulu var; duymak. Yani, biz dinleme numarası yapıyoruz bence. İnsanları her zaman duymuyoruz. Gerçekten duysak, işte o çocuk gibi şimdiki anın tepkisini verip bundan neden rahatsız olduğumuzu anlatabiliriz. Ben kızımda da görüyorum, küçük bir şifacı. Bütün çocukların öyle olduğunu düşünüyorum zaten. Ebeveynlerin, çocukların potansiyellerini görüp, söylediklerini duyup, onları vaktinden önce büyümüş yetişkinlere dönüştürmemesi gerekiyor.

“Senaryoyla akort olmanız lazım”

- Sanatın her köşesinde tam 25 yıldır varsınız. Önümüzdeki dönemlerde sinemada ya da tiyatroda sizi tekrar görebilecek miyiz?

Ayrılık oyunumuz devam ediyor. Şehir Tiyatrosu’nda da Molière’in “Hastalık Hastası” oyununun provasını gireceğiz. “Orman Lokantası” devam edecek. Sinema, televizyon projelerini ise hiçbir zaman bilemiyorsun, çünkü gelen senaryoyla da akort olmanız lazım. Sevgililik gibi, tutmayabiliyor bir detay. Ben de detaylarda çok boğulurum, ufacık bir şey beni itebiliyor.

Yazının devamı...

“Her 10 bebekten biri hayata erken başlıyor”

Her yıl dünyada 15 milyon, Türkiye’de ise 150 bin bebek prematüre doğuyor. Üstelik daha önce mümkün olmayan gebeliklerin, üreme teknikleriyle mümkün hale gelmesiyle, erken doğum sayısı her yıl artıyor. 17 Kasım Dünya Prematüre Günü’nde, farkındalık yaratmak amacıyla bir sergi açan Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Esin Koç, “Nutricia işbirliğinde hazırladığımız bu fotoğraf sergisinde, yaşama tutunma istekleriyle hayatta kalabilmiş ve hikayelerinin birçok anneye umut olabileceği çocuklarımıza yer verdik. Beslenmeden bakıma kadar gerekli tüm önlemler alındığı takdirde, prematüre doğan bebeklerin de sağlıklı bir biçimde gelişimlerini sürdüreceğini ebeveynlere anlatmak istiyoruz” diyor.

- Prematüre doğum ne anlama geliyor ve oranları nedir?

37’nci hafta tamamlanmadan gerçekleşen doğumlara “prematüre doğum” denir. Prematüre bebekler kendi içinde derecelendirilir; 28 haftadan erken doğanlara aşırı prematüre, 29-32 hafta arasında doğanlara çok prematüre ve 32-37 hafta arasında olanlara ise orta ya da geç prematüre bebek denir. Dünya Sağlık Örgütü’nün güncel verilerine göre prematüre doğum oranları tüm dünyada yüzde 5 ile yüzde 18 arasında değişiyor. Bu da dünyada ortalama her 10 bebekten birinin hayata erken başladığı anlamına geliyor. Ülkemizde bu rakam yüzde 12 civarında. Her yıl dünyada 15 milyon, Türkiye’de ise yaklaşık 150 bin bebeğin prematüre olarak doğduğunu düşünebiliriz.

- Erken doğum sayıları son yıllarda artıyor mu, yoksa bilinçlendirme çalışmaları ile azalıyor mu?

Prematüre doğumların sayısı dünya genelinde artıyor. Gelişen teknolojik olanaklar sayesinde yardımcı üreme teknikleriyle gerçekleşen gebeliklerin artması, daha önce çok mümkün olmayan kronik hastalıklı kadınların bebek sahibi olabilmesi ve kayıtların daha iyi tutulması gibi faktörler prematüre doğum oranlarının artmasının nedenlerinden diyebiliriz.

- Prematüre doğumun nedenleri nelerdir?

Prematüre doğumlar genelde kendiliğinden başlar ve nedeni tam olarak bilinemez. Anne ve bebeğin hayatının tehlikede olduğu bazı durumlarda ise doktor tarafından erken doğum kararı verilir. Erken doğum çok sayıda nedene bağlıdır. Bunlardan en önemlileri çoğul gebelik ve bebeğin içinde bulunduğu sıvının normalden fazla olduğu polihidramniyos durumlarıdır. Her iki durumda da rahim kapasitesinden fazla gerilir ve gebelik zamanı dolmadan kasılmalar başlar. Bunun dışında anne adayının ve anne karnındaki bebeğin enfeksiyon ve diğer pek çok hastalığı da erken doğum nedenidir.

- Prematüre doğum önlenebilir bir şey mi?

Anne adayının varsa şeker, tansiyon, kalp hastalığı gibi kronik hastalıklarının iyi izlenmesi, sağlıklı olsa bile gebelikte ortaya çıkabilecek hastalıklar yönünden erken müdahale edilmesi, özellikle yardımcı üreme teknikleriyle gerçekleştirilen çoğul doğumların önlenmesi hem anne hem de bebek sağlığı açısından çok önemlidir. Anne adayının beslenme ve hijyen konularındaki özeni ile gebelik sırasındaki yaşam tarzında ve tercihlerinde yapacağı iyi yöndeki değişiklikler ise önlenebilir nedenleri kısmen azaltacaktır.

- Prematüre doğumların yüzde kaçı hayatta kalıyor?

Prematüre bebeğin yaşam şansı o bebeğin nerede doğduğuna göre dramatik şekilde değişir. Örneğin 28 haftadan önce doğan aşırı prematüre bebeklerde ölüm oranı, gelişmemiş ülkelerde yüzde 90, gelişmiş ülkelerde yüzde 10’dur. Türkiye gelişmiş ülke seviyelerine daha yakın diyebilirim. Ancak bu oranların gelişmiş ve gelişmemiş anne ve bebek bakım koşullarında da önemli oranda değiştiğini unutmamalıyız. Türk Neonatoloji Derneği olarak 2002 yılından beri yenidoğan bebek ölüm oranlarını yıllık olarak izliyoruz. Son 15 yılda ölüm oranları neredeyse yarı yarıya azaldı.

- Hayatta kalma oranını artırmak için neler yapılabilir?

Prematüre bebeklerin bakımı zordur ve maliyeti yüksektir, özel eğitim almış doktor ve yardımcı sağlık personeli gerektirir. Bu nedenle tüm dünyada çok zor bir tedavi alanıdır. Ülkemizde son yıllarda yenidoğan yoğun bakım üniteleri fiziki çevre ve teknolojik donanım olarak hızla büyüdü ve gelişti. Türkiye’de yenidoğan uzmanlığı eğitimini almış hekim sayısı, özellikle son beş yılda katlanarak artsa da, 2018 yılı sonunda hekim sayısı yaklaşık 370 olacak. Bu sayının artması gerekiyor. Ayrıca çok yoğun özveri isteyen yenidoğan yoğun bakım hemşireliğinin ekonomik, hizmet ve idari anlamda desteklenmesi gerekiyor.

Engellerle dolu bir maraton

- Erken doğum yapan anneleri neler bekliyor?

Biz prematüre bebek ailelerine bu işin engellerle dolu bir maraton koşusu olduğunu, hedefe bir ekip olarak gidileceğini ve engelleri hep birlikte aşacağımızı söyleriz. Erken doğum yapan annenin, hem ailesi hem de sağlık personeli tarafından çok iyi desteklenmesi gerekir. Prematüre annesi belki bebeğini kucağına alıp emziremez ama sütünün erken doğan bebeği için daha da kıymetli olduğunu bilir, sağarak sütünün devamını sağlar, sağlık personelinin yönlendirmesi ile yoğun bakımda bebeğinin bakımına katılır, kanguru bakımı dediğimiz yöntemle bebeğini kucağına alıp onun anne karnı huzuruna kavuşmasını sağlar, taburculuk sonrası özel bakımı öğrenerek ev ortamını bebeğin bakımına uygun hale getirir. Bizim için prematüre bebeklerde anne sütü olmazsa olmazımızdır, ancak bu bebeklerin özel ihtiyaçları nedeniyle anne sütünü özel ürünlerle destekleriz. Anne sütü yokluğu ya da yetersizliğinde ise normal formül sütlerin değil prematüre bebeklere özgü formül sütlerin kullanılması gereklidir. Prematüre bebek ebeveynleri, umutsuzluğa düştükleri her anda sağlıklı bir bakım ve beslenme sayesinde, bugün hayatlarına sağlıklı bir şekilde devam eden prematüre bebekleri düşünsünler ve unutmasınlar ki yalnız değiller, biz birlikte büyük bir prematüre ailesiyiz.

Yazının devamı...

İyi geceler meditasyonu

Çocuklara yönelik geliştirdiği “Kurbağa Metodu” ile Hollanda başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde dikkat eğitimleri veren terapist Eline Snel ile çocuklarımıza nasıl destek olabileceğimiz hakkında konuştuk.

Stres dolu yaşamlarımızda, çocuklarımız da en az bizler kadar gergin. Yapılan araştırmalar, duygu ve düşüncelerine dikkat verebilen, meditasyon yapan çocukların daha sakin olduğunu ve daha iyi öğrendiğini gösteriyor. Meditasyonun sadece bir araç olduğunu, günün her anında çocuklarımızla mindfulness (dikkat) egzersizleri yapabileceğimizi söyleyen Snel, “Bir Kurbağa Gibi Sakin ve Dikkatli” kitabında bahsettiği tekniklerden biri olan “İyi Uykular Meditasyonu” ile dünya üzerinde milyonlarca çocuğun kolayca uykuya geçtiğini söylüyor.

- Günümüzde neredeyse iki çocuktan birine hiperaktivite, dikkat eksikliği gibi teşhisler konuyor. Çocuklara kızmadan, eleştirmeden rahatlamaları için nasıl yardımcı olabiliriz?

Bence dikkat eksikliği ve hiperaktivite tanısı konan her çocukta bu yok. Evet çocuklar 15 sene öncesine göre daha huzursuzlar ve bunu davranış olarak gösteriyorlar. Ama bunun ana sebeplerinden biri etrafta çok fazla uyaran olması. Ve artık neredeyse bu uyaranlara bağımlı hale geldiler. Çocuklar sıkıldıklarında, anneler/babalar ya da öğretmenler sıkılmamaları için sürekli bir şeyler veriyorlar. Oysa sıkılmaya izin verdiğimizde, ne yapmak istediklerini anlamaları için onlara fırsat vermiş oluyoruz. Ayrıca aşırı şekerli yiyecekler çocukların aktivitesini iyice artırıyor. Bu binlerce uyaranın azaltılması, çocuklarla gerçek ilişki kurmak ve her gün kaliteli vakit geçirmek, düzgün beslenme, önce kendimizin sakinleşmesi, daha sonra meditasyon gibi teknikler hem bize hem çocuklarımıza yardımcı olur.

- Anne/babalar sıkılmak için kendilerine fırsat veriyor mu?

Herkes her daim yoğun. Onların hayattaki ana örneği biziz ve devamlı bir işle meşgul olmayı kopyalıyorlar. Huzursuz çocukların davranışlarını değiştirmek istiyorsak önce kendimizle başlamalıyız. İnsanlar çocuklarıyla kahvaltı ederken, çocuklarıyla kahvaltı etmiyorlar, mesaj yazıyorlar. Mesela duş alırken de o günün programını düşünüyoruz. Ne hissettiğimizin ya da ne yaptığımızın farkında değiliz. Bu, çocuklarla olan ilişkimize de yansıyor.

- Bazen bizden bağımsız hızla akan dünyada, bu uyaranları azaltmak ne kadar mümkün?

Bu kafa yapımızı değiştirmekle mümkün. Çocukların her isteğini yerine getirerek onlara kötülük yapıyoruz. Onlara çok fazla seçim vermek yerine basit bir hayat sunmamız yeterli. Biz neredeyse çocukların o doğal, sakin merakını öldürüyoruz. Çocuklar insanlığın çok özel bir parçası. Meşguliyetlerimiz ve kendi ajandamız içinde, onların görebildiği mucizeleri artık görmüyoruz.

Dikkat eğitimleri

- Mindfulness alıştırmaları ve meditasyon yapma konusunda basit yöntemler var mı?

Mindfulness eğitimleri yapmaya başladığımda bunun adı dikkat eğitimleri idi. Bu aslında hepimizde olan bir şey. Sadece dış dünyaya değil, kendi içimize bakma işi. Çocuklarda bu doğal olarak var.

Duygularına ve düşüncelerine dikkatini verebiliyorlar ama biz onları kendi meşgul dünyamıza çekerek, onlardaki bu doğal meraklı hali öldürüyoruz.

Dikkat eğitimi bir anda değil zamanla gelişen bir şey. Çocuklara meditasyon yaptırmak dışında, örneğin üzgün hissettiği anlarda da dikkat alıştırması yapabiliriz. Mesela “Bu duyguyu bedeninde nerede hissediyorsun? Onu çizebilir misin?” gibi… “Üzgün olma” demek yerine ifade etmesini sağlamak. Kötü duygulardan hemen kurtulmak yerine, ona dikkatini vermeyi öğretmek.

- Aileler, uykuya geçişi rahatlatmak için çocuklarıyla nasıl meditasyon yapabilirler?

Çocuğunu yatağına yatırırken, yarınki toplantını düşünmeyip, orada yatırdığın çocuğuna dikkat vermek önemli. Çocukların da kendilerine göre yaşadıkları bir gündemleri var, kendilerini kötü ve endişeli hissedebiliyorlar.

Uyku öncesinde hikaye okumak, masaj yapmak, hafif bir müzik ve sonra meditasyon. Bunu düzenli yapan çocuklar mis gibi uyuyorlar. Onların sakinleşmesi için onlara vakit vermek ve gerçekten bu dinlenme haline geçebilmelerini sağlamak gerekiyor. Milyonlarca anne/baba kitaptaki iyi uykular meditasyonunu yapıyor.

Türkiye’deki okullarda da eğitimler başlıyor

Dünya çapında pek çok okulda güne kurbağa meditasyonu ile başlıyorlar. Sakinleşerek başladıkları için daha iyi öğreniyorlar. Hollanda’da bazı okullarda seçmeli ders olarak görülüyor. Türkiye’de de çocuklarla çalışan profesyonellere bu eğitimi vermeye başladık. Çocuklar için Mindfulness Uzmanlık Programı ile Ebeveyn ve Öğretmenler için Mindfulness Programı, Academy for Mindful Teaching - AMT’nin Türkiye Ortağı ve Koordinatörü Sepin İnceer tarafından yürütülüyor.

Yazının devamı...

“Normal” Kime Göre? “Anormal” Neye Göre?

“Erişilebilirlik binalara ve kamusal alana olduğu kadar, hizmetlere erişimi de kapsayan çok boyutlu bir kavram. Bu nedenle erişilebilirlik tartışmaları mimari tasarım kadar, eğitim, sağlık, istihdam ve devlet hizmetlerine erişimi de kapsıyor. Ayrıca erişilebilirlik, dışlayıcı bakışlara maruz kalmadan görünür olma hakkını da içeriyor. Tüm bu farklı boyutlar birbirinden bağımsız değil; birbirini pekiştirir nitelikte. Örneğin, mekanın erişilemez olması, engelli kişinin evin özel alanına kapanmasına yol açtığı için, zamanla kişinin kamusal alanda, iş yerinde, konser salonunda, okulda görünür olmaması “”, kişinin bu mekanlardan yararlanması, hatta yararlanmayı talep etmesi “” addedilebiliyor. Yeni “normal” kişinin eve kapanması olunca, mekanı ve hizmetleri erişilebilir kılmanın bir gereklilik olduğu düşüncesi kolaylıkla gündem dışı kalıyor. Oysa toplumsal hayata katılım, onu şekillendirme, orada görünür olma hakları temel vatandaşlık hakları. Dolayısıyla erişilebilirliği tartışmak vatandaş olmanın anlamını tartışmakla eşanlamlı. Sadece engelli bireyler açısından değil, herkes için…”

Koç Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Dikmen Bezmez’e ait bu sözler beni çok etkiledi. “Normal” dediğimiz kavram nedir? Kime göredir? “Anormal”lik neye göre belirlenir? Bugün normal olan, yarın anormal olabilir mi? Olabilirse neden tanımlar bu kadar keskin? İnsanlar neden bu tanımlar karşısında bu kadar acımasız? gibi pek çok soru canlandı kafamda. Ayrıca “erişmek” ve “var olmak” üzerine de çokça düşündüm. Örneğin gündelik yaşamınızda yaptığınız sıradan bir şeye erişemiyor olduğunuzu düşünün. Çünkü önünüzde çeşitli engeller var. O zaman kendinizi nasıl hissedersiniz? Varlığınızın ne kadar kabul gördüğünü düşünürsünüz? Erişme hakkınız elinizden alınarak engelleniyor olmak, kendinizi önem ve değer verilmeyen biri gibi hissettirir mi?

“Erişiyorsam Varım” Projesi

Tüm bunları bana geçen hafta katıldığım bir toplantıda konuşulanlar düşündürdü. İsveç Başkonsolosluğu, Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi Derneği (RUSİHAK) ve Engelli Kadın Derneği (ENGKAD) işbirliği ile yürütülen, engelli bireylerin binalar ve kamusal alana olduğu kadar toplumsal hayata katılımı konusunda da farkındalığı artırmayı amaçlayan “Erişiyorsam Varım” projesi Koç Üniversitesi Rumeli Feneri Kampüsü’nde 24 Ekim’de başlıyor. İsveç ve Türkiye’den engelli bireylerin hayatlarını konu alan 22 portreden oluşan fotoğraf sergisi ile başlayacak etkinlikte, atölyeler, seminerler ve film gösterimleri olacak. Proje 3 Aralık 2018 Dünya Engelliler Günü’nde Sevgi Gönül Kültür Merkezi’nde düzenlenecek “Farklı Bedenlerle Dans” gösterisi ile sona erecek. Herkesin katılımına açık olan proje ile ilgili ayrıntılı bilgi ve etkinliklere kayıt için adresini ziyaret edebilirsiniz.

İsveç ve Türkiye farkı…

Toplantıda dikkatimi çeken başka bir konu ise proje eş koordinatörü İdil Seda Ak’ın söyledikleri oldu. İsveç ve Türkiye’de engelli hareketi aynı amaçla 1960’lı yıllarda başlamış ama daha sonra yapılan düzenlemeler ve uygulamalarla çok farklılaşmış. İsveç, engelli bireylerin bağımsız yaşama hakkına önem vererek, kişinin birey olarak toplumda var olabilmesi için uygulamalar geliştirmiş. Türkiye’de ise daha çok engelli kişiye bakım hizmeti ve ailesine yardım odaklı çalışmalar yapılmış. Yani biz engelli bireyi toplumsal hayata katmaktan çok, ailesine para verelim, o da evde baksın mantığındayız.

“Engelli” kime denir?

Dünya Engelliler Günü yaklaşırken, yine pek çok etkinlik yapılacak, toplumsal farkındalık arttırılmaya çalışılacak. Fakat bence önce zihinlerimizdeki “engelli” kavramını yeniden yazmalıyız. Çünkü eminim pek çoğumuz doğru bilmiyoruz. Hollanda Anayasası’na göre, engellinin tanımının, toplum içinde beklenen işlevleri yerine getiremeyen kişiye dendiğini biliyor muydunuz? Böyle bakınca ne kadar geniş bir kavram değil mi? Örneğin ruh sağlığı ile ilgili sorun yaşayan insanlar da engelli sayılıyormuş. Ya da kalp krizi geçiren insanlar 2 yıl engelli olarak nitelendiriliyormuş. Ben bilmiyordum açıkçası.

İnsanca yaşam hepimizin hakkı!

Dünyada 1 milyar engelli var. Bu dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ine denk geliyor. Türkiye’de ise 2011 yılında yapılan Nüfus ve Hane Halkı Araştırması’na göre 4.8 milyon engelli varmış! (nüfusun yüzde 6.9’u) Rakamlar ne kadar doğru bilmiyorum ama bir an önce kafamızdaki kavramları yeniden düzenlemeli ve algılarımızı değiştirmeliyiz. Bugün normal olan yarın anormal olabilir, bugün engelsiz olan yarın engelli olabilir. Her ne olursa olsun hayatın her alanına eşit katılım ve insanca yaşam hepimizin hakkı!

Yazının devamı...

100 çocuktan 43’ü online zorbalığa uğruyor

Prof. Dr. Nesrin Dilbaz, “Siber zorbalığa karşı toplumsal olarak sürdürülebilir bir kampanya başlatmalıyız. Şimdi başlayacak bir kampanyanın meyvelerini 20 yıl sonra alabiliriz” diyor.

Günümüzde gençler günlerinin çoğunu internette geçiriyor. Şiddet, pornografi ve siber zorbalık gibi negatif durumlara maruz kalıyor. Bu durum zihinsel gelişimlerini etkilediği gibi ruh sağlıklarını da ciddi oranda bozuyor. Dünya verilerine göre, gençlerin yüzde 43’ü en az bir kez online zorbalığa uğruyor. Sanal kumar oynama yaşı 14’e indi. Geçtiğimiz yıl 100’den fazla çocuk, internet oyunları yüzünden intihar etti. Bağımlılık konusunda uzman, psikiyatrist, Prof. Dr. Nesrin Dilbaz ile bu korkutucu tabloya karşı, çocuklarımızı zorbalıktan nasıl koruruz ve kendilerini korumayı nasıl öğretiriz hakkında konuştuk.

- Çocuklar arasında zorbalık neden bu kadar arttı?

Günümüz ebeveynleri çocukları için dünyaları verecek psikolojide. Daha başları ağrımadan ağrı kesici veriyor, sürekli anlamsız övgüler sarf ediyorlar. Dünyanın merkezinde sadece kendi çocukları var. Teknoloji de devreye girince, çocuklar bu gerçekliğe inanmaya başladı. Çok fazla bireyseller, hiç empati kuramıyorlar. Bunun sonucu olarak da bir araya geldiklerinde takım olamıyorlar. Çünkü kimseyi beğenmiyorlar, hep bir yetersizlik duygusu var. Bugün her 10 çocuk veya ergenden biri ruhsal hastalık tanısı alıyor. Bu da neredeyse her sınıfta 2-3 çocuk anlamına geliyor.

Zorbalık ise her zaman vardı. Çünkü bu hayatın bir dönemi. Ama bizim zamanımızda, zorbalık yapana karşı birlik olurduk. Kendi içimizde sağlıklı bir dinamik kurulurdu. Şimdi bireysellik ön planda olduğu için bu yok. Üstüne bir de normal şartlarda yapamayacağı zorbalığı, internet üzerinden korkusuzca yapabildiği için zorbalık vakaları inanılmaz artırdı. Özellikle hem cinsler arasında zorbalık çok fazla. Kızlar kızlara bedensel özellikleri hakkında çok fazla zorbalık yapıyor. Erkekler de hem cinslerine cinsiyet özellikleriyle ilgili aşağılama ve zorbalıkta bulunuyor. Sanal ortamda bunları yapması çok daha kolay geliyor. İstediğini söyleyebiliyor ve aynı anda çok büyük bir kitleye duyurabiliyor.

- Zorbalığı yapan ve zorbalığa uğrayan çocuk profilleri nasıl oluyor?

Zorbalığı yapan çocuklar genelde ya tek ya da ilk çocuk oluyor. Fiziksel ya da psikolojik şiddetin olduğu aileler bunlar. Ekonomik sınıf fark etmeksizin, ebeveynlerin birbirini aşağıladığı, güçlü olmanın kazandığı, karşı tarafı ezerek var olmak gerektiği öngörüsüyle büyüyen çocuklar. Mesela evde baba sürekli anneyi suçluyor. Çocuk bunu modelliyor. Zorbalık yapan çocuklarla konuşurken, hep karşı tarafın hak ettiğini söylerler. Kendi hatalarını dahi, başkalarına yüklerler. Zorbalığa uğrayanlar ise daha çok kendi halinde, çok sosyal olmayan, sivrilmemiş, derslerinde başarılı ve sesini çıkaramayacak gençler arasından seçiliyor. Zorbalığa uğrayan çocuklar o kadar ciddi travma yaşıyor ki, depresyon, yeme bozuklukları gibi bir sürü rahatsızlık çıkıyor.

- Ailelerin rolü ne olmalı?

Aslında her şey ailelerin yetiştirme tarzı ile başlıyor. Zorbalığa uğrayan çocuklar, genelde çok eleştirilen, konuşturulmayan çocuklar oluyor. Kendilerini ortaya koymaları engelleniyor. Ailenin stresle baş etme biçimi de yok saymak olduğu için, çocuk zorbalığa uğradığında daha çok içine kapanıyor. Ebeveynler çocuğunu çok iyi gözlemlemeli. Kendini geliştirip, grup içinde daha değerli hissedeceği donanımlar edindirmeliler. Mutlaka bir hobi ve becerisi olmalı ki kendine güveni olsun. Çünkü zorbalık lisede başlamıyor, ilkokuldan itibaren görüyoruz bunları.

Zihinsel esneklik ve dayanıklılık kazandırmak çok önemli. Çünkü ebeveyn olarak her tehlikeyi engelleyemeyiz ama çocuğumuza gerektiğinde kendini koruyabilecek donanımı kazandırabiliriz. İyi ruh sağlığı, çocukların dış dünyayı algılamalarına ve keşfetmelerine yardımcı olur, duygularını ifade edebilir ve yönetebilirler, sağlıklı ve iyi ilişki kurarlar. Bu konuda sosyal kampanyalarımız olmalı. Bir de bu kampanyaları aktaracak eğitimli öğretmenler gerekli. Şimdiden bir program başlatırsak ancak 20 yıl sonra meyvelerini alırız.

- Çocukları interneti yasaklamadan korumak mümkün mü?

İnternet hayatımızın gerçeği. Kullanmamak değil, fayda sağlayacak şekilde kullanmak önemli. Çocuklara hayatın her alanında olduğu gibi, internette de başkalarının hayatına saygılı olmayı öğretmeliyiz. Ne kadar süre kullandığı önemli değil, nasıl kullandığı önemli. Ben 15-16 yaşına kadar çocukların bilgisayarlarının odalarında değil, aile yanında olması gerektiğini düşünüyorum. Biz odasında diye düşünürken, o dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi biri ile konuşuyor olabilir. Ayrıca anne-babalar küçük yaştan itibaren özel şeylerin internette paylaşılmaması gerektiğini anlatmalılar. Nasıl güvenlik amaçlı normal hayatta anlatıyoruz, sanal dünya için de bunu anlatmalıyız. Özellikle görüntülü konuşma ya da fotoğraf gönderme gibi konularda açıklayıcı bilgilendirmeler yapmalı.

Gençler en fazla anksiyeteye yakalanıyor

Araştırmalara göre ülke gençlerinde en sık görülen ruhsal rahatsızlık anksiyete bozukluğu. (Kızlarda yüzde 20, erkeklerde yüzde 10) Ardından depresif bozukluk ve madde kullanım bozukluğu geliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, depresyon, 10-19 yaş arasındaki çocuklarda hastalıklara sebep olan ve fiziksel yetileri kısıtlayan en önemli etken.

Yazının devamı...

Siz Hangi Çeşit Bağlananlardansınız?

Bağlanma kavramı son yıllarda çok popüler oldu. Çevremde hemen herkesin, doğru ya da eksik, bağlanma kuramına karşı bir fikri var diyebilirim.

Bebeğin, bakım verenle (çoğunlukla anne oluyor) kurduğu ilişkinin kalitesi, yaşam boyu kuracağı ilişkilerin kalitesini belirliyor! Bu bilgiyi ilk öğrendiğimde, omuzlarımda hissettiğim yük bir ton daha artmıştı. “Evet yine her şeyi annelerin üstüne yıkan, mükemmel olmak zorunda oldukları hissini perçinleyen, suçluluk duygularını katlayan bir bakış açısı” diye düşünmüştüm. Öyle ya, bebekken annemle kurduğum ilişkinin mahkumu olmak zorunda mıyım yani? Hayatım boyunca yaptığım ya da yapacağım şeylerin hiç mi önemi yok? Yıllar içinde hem kişisel merakım, hem psikoloji öğrenciliğim nedeniyle bağlanma kuramı hakkında çok okudum. Fakat işin teknik kısmını bilmek, her zaman hayata geçirebilmek anlamına gelmiyor.

Ebeveynimle bağlanmamın kölesi değilim!

Geçen yıl Nilüfer Devecigil’in kitabını okuduktan sonra kafamda bazı şeyler netleşmeye başlamıştı. Üzerine geçen hafta gittiğim “Bağlanma Eğitimi” eklenince, sanki bulutlar aralandı ve ışığı görmeye başladım. İyi haberi hemen vereyim; evet ebeveynlerimizle bağlanma stillerimiz, yaşam boyu kendimizle ilgili algımızda, seçimlerimizde, iş ve aile hayatımızda önemli rol oynuyor. Fakat bunun kölesi değiliz. Bağlanma sistemimizin farkında olarak, biyolojik yapımızda güvenli bağlanma potansiyeli olduğunu bilerek ve iyileşme sürecinin tek başına değil, ilişkilerin içinde karşılıklı olduğunu bilerek işe başlayabilirim.

Bağlanma nedir?

Bağlanma teorisinin kurucusu John Bowlby. Bağlanma stillerini ilk olarak keşfeden ise Mary Ainsworth. Kavramın ortaya çıkışı 1950’ler ama popüler hale gelişi çok daha yakın bir geçmişe dayanıyor.

Özetle, bebeğin hayatın ilk yılında, bakım verenle (anne veya bir başkası) kurduğu ilişki diyebiliriz. Bebeğin ihtiyaçlarının bakım veren tarafından karşılanması, göz teması, dokunulmak, yumuşak ses tonu, sevgi ve şefkat görebilmesi. Ve kritik olan tüm bunların zorla değil, doğal akışında, dengeli ve sürekli olması. İşte bu ilişkinin şekli, bizim hayatımız boyunca kuracağımız ilişkilere dahi yansıyacak bağlanma stilimizi biçimlendiriyor.

Sonraki yıllarda, çocukların ebeveynlerine bağlanma biçimiyle, yetişkinlerin partnerlerine bağlanma biçimlerinin benzerlik taşıdığı keşfedilmiş. Ve bunun üzerine yapılan pek çok araştırma ile de kavramı ortaya çıkmış.

3 temel bağlanma stili var

Özetle üç temel bağlanma stili var: . Güvenli bağlanan insanlar adı üstünde, ilişki kurmakta zorluk yaşamayan, güvenli ve sevecen kişiler oluyor. Kaygılı bağlanan insanlar, yani ihtiyaçları ebeveyni tarafından bir gün karşılanırken, bir gün karşılanmayanlar, sürekli yakınlık ihtiyacı hisseden, her an terkedilme/sevilmeme endişesi yaşayan kişiler haline geliyor. Kaçıngan bağlananlar ise partneri ile hep mesafe koyan, insanlarla yakınlaşmayı tehlike gören kişiler oluyor. Kurama göre, ihtiyaçları ebeveyni tarafından karşılanmayan çocuklar, yetişkinliklerinde kaçıngan bağlananlar oluyor.

İşin bilgi kısmı böyle. Ama tabii hayat her zaman siyah ve beyaz kadar net değil. Aile yapısı, doğum hikayesi, kişilik, travmalar, sosyal çevre, hayatın getirdikleri her an bağlanma stilimizi etkileyebiliyor. Özünde bu üç stilden birine sahip olsak da, farklı ilişkilerde farklı şekillerde davranabiliyoruz.

Annesini rahatça bırakan çocuk, sosyal çocuk anlamına gelmiyor

Eğitim sırasında sevgili Nilüfer Devecigil ile sohbet ederken, “Bununla ilgili net bir araştırma olmasa da, biz ağırlıklı olarak kaygılı bağlanan bir ülkeyiz. Kuzey Avrupa ülkelerinde ise genelde kaçıngan bağlanma stili görülüyor.” dedi. Bu bilgi çok ilgimi çekti çünkü yıllarca, Avrupalıların çocuklarına özendik durduk. Aman ne güzel hiç ağlamıyor, annesi bırakıyor gidiyor, nasıl rahat ve sosyal, arkasına bile bakmıyor dedik. Hiç tanımadığı bir ortama giren ve tek bir huzursuzluk ibaresi göstermeyen bir bebeğin, ebeveyniyle ilişkisini sorgulamak gerek. Bunun yetişkin versiyonu ise genelde şöyle yansıyor ilişkilere. Partnerini önemsemeyen, duygularına karşı duvar ören, uzak ve cool görünen, hep peşinden koşulan insanlar!

“Peki güvenli bağlanan bir millet var mı?” diye sorduğumda ise beni yine şaşırtan bir cevap verdi sevgili Devecigil. “Afrika!”. Evet, Afrika. Düşününce, yaşamın ilk 2 yılı neredeyse kanguru gibi çocuklarını sırtlarında ya da kucaklarında taşıyorlar. Tabi şimdi şu soruyu sorabilirsiniz: Hep veren, hep ihtiyaç karşılayan taraf biz mi olacağız? Elbette değil. Ebeveyn-çocuk ilişkisi çok adil bir ilişki olmasa da, bir ilişki de tek taraflı vericilik, tolerans, olumluluk sürdürülebilir bir şey değil. İşte burada da eşler devreye giriyor. Eğer güvenli bağlanan bir ilişkiniz varsa, sinir sisteminizin yükseldiği anlarda sizi indiren, indiği zamanlarda çıkartan, karşılıklı etkileşimin, hoşgörünün yani regülasyonun olduğu bir ilişki, ilaç görevi görüyor.

Onarabilme kapasitesi

En başta da söylediğim gibi, bence bu işin en rahatlatıcı tarafı her zaman onarma ihtimalinin olması. Örneğin kaçıngan bağlanan bir insan isem, ilişkilerimde istikrar yakalayamıyorsam, duygunun olduğu yerde duramıyorsam, ilişkilerimde biraz yakınlaşma olduğunda, bunu tehdit olarak algılıyorsam ve tüm bunları da “Ben özgürlüğüme düşkün bir insanım. Hayatta kimseye güven olmaz.” vs gibi sebeplerle açıklıyorsam, bu benim kaderim anlamına gelmiyor. Hepimiz sosyal varlıklarız. Kimimiz yalnızlığı çok sevse de, yalnız başına hayatta kalabilme kapasitemiz yok. İlişkilerle gelişen, ilişkilerle büyüyen, ilişkilerle kırılıp, iyileşen canlılarız. Varoluşumuz da bir başkasına güvenmek var. Büyürken, türlü sebeplerle ebeveynimizden koşulsuz güven ve şefkat alamamış olabiliriz. Bu onların da suçu değil bu arada. İyileşme istiyorsak, geçmişi eşelemeyi ve hep bir günah keçisi aramayı bırakmanın tam zamanı.

Ben kimim, insanlarla nasıl ilişki kuruyorum, güven benim için ne demek, birine bağlanabiliyor muyum, yakın bir ilişkinin benim için anlamı ne? Tüm bu soruların cevabı içimizde var. Bazen profesyonel bir destekle, bazen okuyarak, konuşarak, öğrenerek bağlanmalarımızı iyileştirebiliriz. Çocuğumla ya da eşimle ilişkimdeki sorunları, kırgınlıkları, hataları onarabilme kapasitem var. Eğer karşı taraftan da bunu alabiliyorsam, kollarımı açıp, güven ve sevginin kalbime girmesine izin verebilirim.

Mükemmel değilim

Son olarak; ben mükemmel değilim. Bazı şeylerin farkında olsam da, her zaman en iyisi olamam. Çocuğumla her zaman uyumlu olmak zorunda değilim. Bazen sinir sistemim alt üst olabilir. Ama o zaman da omzuma konan şefkatli bir el bana destek olabilir. İlişkilerin doğası inişli-çıkışlıdır. Önemli olan iyileşme yolculuğuna niyet etmem ve adım atarak, elimden gelenin en iyisini yapmam. Nilüfer Devecigil’in dediği gibi; “Önce ben iyileşeyim sonra eşimle, çocuğumla ilişkimi iyileştiririm diye bir şey yok. İyileşme ilişkinin kendi dinamiğinde olan bir şey. Ebeveyn regüle değilse, bebek ya aşırı uyarılıyor ya da düşük uyarılıyor. Mükemmel uyumlanma diye bir şey yok. Önemli olan onarabilme kapasitemi genişletmem.”

Nilüfer Devecigil,
Amir Levine-Rachel Heller,

Yazının devamı...

Çocuğa hayatı anlatabilen kitap, doğru kitaptır

İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Necdet Neydim, “Çocukla kitap üzerinden iletişim kurabiliyorsak, o kitap nitelikli kitaptır” diyor.

Bilgiye her an, her yerden ve sınırsızca ulaştığımız bir çağın içinde yaşıyoruz. Anne babaların kafası çok karışık. Nasıl iyi bir ebeveyn olmalıyım, hangi gıdayı yedirmeliyim, sütün fazla olması için ne yapmalıyım, doğru okulu nasıl seçeceğim, ne zaman televizyon izletmeliyim gibi yüzlerce sorunun, yüzlerce cevabı var etrafta. Bu sorulardan biri de “Çocuğuma kitap okuma alışkanlığını nasıl kazandırırım?” ve “Hangi kitapları okumalıyım?” Çocuk ve kitap konusunu İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi akademisyen, çevirmen ve yazar Doç. Dr. Necdet Neydim’le konuştuk.

- Çocuk kitabı seçerken nelere dikkat etmeliyiz?

Öncelikle çocuğun yaşına ve gerçekliğine uygun içerikli kitapları seçmek önemli. Bir kitabın okunabilirliğini belirleyen en önemli özellik, resim-metin bağlamının dengeli ve yaratıcılığı güçlendirici olmasıdır. Resimli kitaplarda, illüstrasyon, anlatılan öykünün görsel olarak yansımasıdır. Kitabı elinize aldığınızda sadece resimlere bakarak bir metin oluşturabiliyorsanız, o kitap görsellik ve estetik açıdan çocuğa uygundur. Çünkü çocuk görselliğe bakarak kendi kafasında metin oluşturur. Kitabın metinsel ve görsel öyküsü üzerinden çocuğumuzla sohbet edebiliyorsak, o dünyada kendini nasıl tanımladığını, kaygılarını ve korkularını bize anlatabiliyorsa o kitap nitelikli bir kitaptır. Kitap hiçbir zaman öğretmen olmamalıdır.

- Hiç yazı olmayan kitaplar var?

Okul öncesi çocuğun en çok okuması gereken kitaplar bunlardır. Öyküyü resimle anlatabiliriz. Ya da tek kelime bize yol gösterebilir. Hayal dünyamızı geliştirir. Bu görsellikle çocuk kendisini ifade edebilir, iç dünyasına dair ipuçları alabilirsiniz. Çocuğun sadece tüketeceği metinler zaman geçirmeye yarar.

- Peki 6 yaştan sonra?

Okuma zevki gelişmiş olan çocuğun kendi zevki de gelişir. Hangi kitapları neden seçtiğine, hayata dönük hangi soruları olduğuna ve neyi seçmek istediğine karar vermesi için, onu bağımsız kılmak gerekir. Çocuklar genelde kafasındaki sorulara ve korkulara cevap arayan kitaplar seçer. Aileler bazen çok müdahale ediyorlar ama aslında çocuğun ne istediğini bilerek seçmesine izin vermeli. Kitap çocuğa hayatı anlatabilmeyi becermelidir. Felsefesi olmayan kitap kötü bir kitaptır. Arkadaşlarına iyi davran diye tek bir mesajı değil, dostluğu, paylaşmayı, empatiyi farklı şekillerde çocuğa anlatabiliyorsa, kitap hayatın gerçeğine tam oturuyorsa, o kitap çocuk için uygundur. İlk gençliğe kadar olan kitaplar, hayatın gerçeğini anlatırken, çocuğa umutsuzluk bırakacak şekilde bitmemeli.

- Okullarda okuma ödevleri veriliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Şu an okullarda uygulanan her şey bana çok korkunç geliyor. Her hafta kitap okumak, özet çıkarmak falan neden yapılsın ki? Bir kitap okunurken her sözcüğün anlamı, kurgu, anlatım, sosyal ilişkiler, dönemsel özellikler, kahraman değerlendirilir. Bir haftada en çok kitap okuyana madalya veriliyor bizde. Neden? Kitap sindirerek okunur. Neden böyle söylenmiş, bu cümle ne anlama geliyor? Bunları tartışmalı ve düşünmeli çocuklar. Hızlı kitap okumak sağlıklı değil. Her çocuk farklıdır, kitap zevkleri de farklıdır. Çocuğu tanıyıp, ilgisini çekecek kitap bulmak önemli. Çizgi romanlar metin ve görsellik arasında en iyi bağlantı kuran kitaplardır. Bolca çizgi roman okusunlar.

- Hızlı ve görsel bir çağdayız. Bu çağda kitabın değerini nasıl koruruz?

Anne babanın kendisinin beceremediği bir şeyi çocuktan talep etmesi haksızlık. Herkesin elinde telefon varsa çocuk da bunu tercih edecektir. Evin içinde belli okuma seansları olabilir. Kısa öykülerle başlayabilirler. Çabuk okunur ve ailece üstüne tartışılabilir. Okullarda da okuma saati oluyor ama bence çocuk istediği zaman kitap okuyabilmeli.

- Hiç onaylamadığınız kitaplar var mı?

Bazı kitaplar ideal kız çocuk, ideal erkek çocuk tipleri çiziyor. Ayşegül serisi gibi. Arkadaşlarıyla iyi geçinen, büyüklerine saygılı, üstü başı temiz, mükemmel bir çocuk olamaz. Sonra böyle olmalıyım endişesi yaşıyor çocuklar. Ayşegül pazarda, küçük anne, mutfakta gibi. Kadına annelik ve eşlik rolü veriyor hep. Dayatılmış rol modellere karşıyım. Niye erkeğe baba olacak, eş olacak denmiyor. Eşitliğin sağlanması gerek. Şu anda da çocuklara hep başarmak dayatılıyor. Sadece başarmaya odaklı bir hayat o kadar tatsız ki.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.