Tanrılardan yardım istedik, şeytanlardan, gökyüzündeki yıldızlardan… Salyangozlardan kimse yardım istemedi. Ama salyangozlar sayesinde, Ucayali Nehri’nin kafası her bozulduğunda, kabaran suları toprağı istila edip ne bulurlarsa ezip geçerken, Shipibos yerlileri boğulup ölmüyor.
Salyangozlar haber veriyor. Her felaketten önce yumurtalarını ağaç gövdelerine yapıştırıyorlar; yükselen suyun yetişebileceği seviyenin daha yukarısına… Hesaplarında da asla şaşmıyorlar.” (*)
Bu satırlarla arama taksi şoförü giriyor: “Duydunuz mu, Çin’deki depremi kurbağalar önceden bilmiş. Milyonlarca kurbağa günler önce depremin yakınındaki bölgeden kaçmış...”
İstanbullu olmak güzel mi?
Başımı sağa çeviriyorum. Bir kadın, bir adam ve 4 yaşlarındaki erkek çocukları otoyolun ortasındaki minicik yeşillikte piknik yapıyor, top oynuyor… Şoför yine yorumcu:
- Siz bir de pazarları görün buraları. Otoyol kenarı, valilik bahçesi, meydan havuzu demez insanlar… Şu bariyerlerin arkasında atletiyle oturup mangal yapan bile var… E bu İstanbul’da halk ne yapsın? Ahhhh gözünü sevdiğimin Kastamonusu… Sahi abla, sen nerelisin?
- İstanbullu...
- Yok ben sahiden nerelisiniz diyorum? (Bir klasik... “İstanbulluyum” yanıtı ve karşı tarafın secereni isteyişi. Otomatik pilota bağlanış).
- İstanbulluyuz biz… Hatta üç kuşaktır Bakırköylü… Oranın adı Makriköyken….
- Vay be… İyiymiş…
Oysa ben hiç de öyle düşünmüyorum.
‘Hadi gel yeşilimize geri dönelim’
Geçen hafta bir arkadaşımızın evine gittik mesela… İstanbul’a 1.5 saat kadar uzakta 2 katlı bahçeli bir evde yaşıyor… (Zaten artık pek çok tanıdığım daha az büro ortamına giriyor; bahçeye, yeşile, doğaya kayıyor.)
Bahçesinde çardağı, köpeği, 4 kedisi, çiçekleri, domates ve biberleri, rüzgârı enerjiye dönüştüren bir aleti var… Evin içindeyse buhar enerjisiyle evi ısıtan bir şöminesi… Sütün en tazesini o içiyor, etin, balığın yumurtanın, sebze ve meyvenin en güzelini o yiyor…
İstanbullu olmak iyiymiş? Emin misin? Bakırköy’den başka köyüm, yazın serinine çıkacağım bir yaylam, ara sıra gidip gölgesinde yatacağım bir ağacım, bacağımı didikleyecek horozum, yumurtasını çalacağım tavuğum ya da sütünü içeceğim bir ineğim, bilmemnereliler derneği adı altında göreceğim hemşerilerim, ikinci bir yurdum, sığınacak bir dalım yok…
Salyangozlar dile gelse...
Bir çamı bilirim, bir de makinin Akdeniz’de yetiştiğini, en azından biz lisedeyken öyleydi… Doğa ile ilişkim süper marketlerin meyve-sebze reyonlarından, evimizdeki muhabbet kuşlarından, deniz kenarlarından, Milliyet’in bahçesinden ibaret gibi…
Kurbağa bana “S.O.S” yazıp elime verse, salyangozlar dile gelip de “depremin gün ve saatini verse” bile anlayamam heralde. “Köyü olmayanlar” o kadar cahiliz çünkü. Pek çok hastalığımız, rahatsızlığımız da bundan sanki…
‘... gibi yapma’ modası
Hangi dergiye baksam “…gibi görünmenin yolları”, “… gibi olmanın kuralları”, “O kızı/erkeği tavlamanın kılıkları…” konusu. Peki doğal olmak, kendin gibi davranmak… Bunlar tedavülden kalkalı ne kadar oldu?
Öpülen kurbağaların prense dönüşme olasılığı bunun için azalıyor belki; ne prensesler, ne de kurbağalar gerçek. Doğadan uzakta doğal olanı ayırt edemez hale geliyoruz…
Haftada 1 gün iznim var… Bayram seyran, resmi tatil, hafta sonu fark etmez buradayım… Klimayla ısınır, floresanla aydınlatılırım. Şikâyet etsem söylenen aynı: “Daha gençsin.”
Balıkçı ile işadamı
Benim aklımı babamın hikâyelerinden biri kurcalıyor. Küçük bir Meksika kasabasına giden ABD’li işadamı bir balıkçıya rastlıyor:
- Bunları ne kadar zamanda tutuyorsun?
- 2 saat
- Geri kalan zamanda ne yapıyorsun?
- Karımla konuşuyorum, torunlarımla oynuyorum, arkadaşlarımla tekila içiyorum, uyuyorum, kağıt oynuyorum.
- Bak ben işletmeciyim sana akıl vereyim: İşi büyütmelisin. Günde 18 saat çalış, birkaç kayık daha al. İhracata başla, sonra bir konserve fabrikası kur, New York’a taşın, şirketini daha da genişlet, yeni elemanlar al, çok para kazan…
- Bütün bunlar ne kadar zaman alır?,
- 30 yıl kadar. Sonra emekli olacaksın.
-O zaman ne olacak?
- Meksika’da bir sahil kasabasına taşınacaksın, keyif için birkaç saat balık tutacaksın, karınla konuşacak, torunlarını sevecek, tekila içip arkadaşlarınla oyun oynayacaksın... Daha ne istiyorsun?
Belki de bu hikâyenin benimle ya da sizinle bir ilgisi yok. Ya da çok yakından ilgili… Sanırım beni bu güzel havalar mahvetti…
(*) Zamanın Ağızları- Eduardo Gleano