03.01.2010 - 01:00 | Son Güncellenme:
Devrim Sevimay-Fotoğraflar: SAM TARLING
Kafan karıştı değil mi senin? İşte Beyrut budur. Buraya gelmemiş olanlara burayı nasıl anlatacağını bilemezsin!” dedi Ece.
Golden Tulip otelinin 501 numaralı odasında söyledi bunu. Çünkü o sırada ben tam da Ece’nin dediği gibi kara kara düşünmekteydim; “Burayı neresinden, nasıl başlamalı anlatmaya?” diye...
Uçağımızın Refik Hariri Havalimanı’na indiği saat 15.00’ten ertesi akşamki şu saatlere kadar Beyrut sokaklarında yürüyor, deli gibi sürekli Beyrut’u konuşuyorduk. “Muz Sesleri”nin Ece’si, bir Hamza’yı anlatıyordu bana, bir Filipina’yı, Marwan’ı... Onların hayatındaki bir lahzanın nasıl dünyalara bedel olduğunu... Sonra her nasılsa konu birden Flanjistlerin hikayelerine geliyor, diyelim karşı kaldırıma geçtik, orada da Oxford’a, Batı’ya dönüyordu.
Korniş’te göğüslerinin güzelliğini fanilerden esirgemeyen yüce bir Arap kadını mı gördük; kadınlardan... Her kadına “Sen dünyanın en güzelisin” der gibi bakan merhametli Arap erkekleri az evvel yanımızdan mı geçti; erkeklerden... Sonunda eski, dökük bir Mercedes takside, yorgun, otelimize dönerken bile Beyrut’un niye dişil değil de eril dünyaya geldiğinden...
Her bahis yeni bir başka bahsi açıyor, bir yandan Ece, bir yandan Beyrut konuşuyordu. Ece’yle Beyrut birbirine karışmış gibiydi. Besbelli Ece, Beyrut’un olmuştu ve bu arada Beyrut da sadece bir şehir değildi. Ben ise hem Beyrut’u hem Ece’yi ama en çok da muzların sesini (bunun ne anlama geldiğini birazdan okuyacaksınız) dinlemeye çalışırken artık ipin ucu kaçmıştı. Acaba anlatmaya neresinden başlanmalıydı?
İlk aklıma gelen kare birinci günün akşamı. Her yer Akdeniz laciverti olmuş. Kıyıda en net seçilebilenler beyaz dalgalar, ciplerin farları ve bir de palmiyeler... Biz otel Bayview’in 15’inci katındaki terastayız. “Beyrut yerine herhalde İzmir’e geldik” diye aşağıya hafif şaşkınlıkla bakıyorum.
Ece cep telefonunu karıştırıyor, habire bir şeyler arıyor. Sonunda “Hah buldum” diyor. Hemen dokunuyor çalma karesine ve işte o anda, Fairuz’un sesi semayı kaplıyor. Bu kadın bir şehre değil, resmen sevgilisine sesleniyor... Elinden alınmak istenen, işgal edilen, içi karışan sevgilisine:
“Benimsin sen ey Beyrut! Benimsin...”
* * *
501 numaralı odada işte bu az önce okuduklarınızı söyledim Ece’ye, “Acaba böyle mi anlatmaya başlamalı niye burada olduğumuzu?” dedim. Yoksa acaba Ece’nin “Her şeye karar verdiğim yer” dediği
Al-Manara’daki masaya mı oturmalı önce? Ya da “Muz Sesleri”nin başrol oyuncusu Jetawi yokuşuna mı gitmeli? Elbette ilk soru “Romandaki Deniz sen, Tunç da Özgür mü?” olsa bu yazı meraklılarına cazip gelir ama galiba benim için yine en muteberi, en basiti olacak. Yani uçaktan inip Hıdır’ı beklerken oturduğumuz kaldırımdaki ilk dakikalar...
İlk ne zaman geldin buraya?
2006’da İsrail işgalinden bir hafta sonra, sekiz gün kalmıştım.
İlk görüşte aşk mıydı?
Hemen aşk. Nedenini de söyleyeyim, savaşa bu kadar alışkın olmaları. Burası çok küçük bir şehir aslında. Bizim Bebek’le Taksim arasından bile daha küçük. Fakat düşün, Taksim’de bombalar atılıyor, Bebek’tekiler o sırada içki içiyor.
Nesine âşık oldun bunun?
Bu deliliğe ve savaşın yarınsızlığına. Aslında çok korkunç bir şey yarının olması çünkü o zaman hep plan yapmak zorundasın.
Yani vurdumduymazlık değil, yarınsızlık...
Bu yarınsızlık ve tam Türkçesi yok bu sözcüğün, “resilience” demek gerekiyor. Yani düştüğü yerden esneyip, tekrar ayağa kalkma becerisi. Bu şehrin büyüsü bu. Burada yarın yok. Yarın olmayınca emniyet duygusu da yok. Emniyet duygusu olmayınca da korku yok. Onun yerine dalga geçmek ve hiç kimse olmak var.
Muzlardan çıkan çuk çuk sesleri
Bir daha gelmeye nasıl karar verdin?
2006’da İstanbul’a döndüğümde bir dostumun annesine burada gördüğüm büyük muz plantasyonlarını, bahçelerini anlatıyordum. Tuhaf gelmişti; bir yandan savaş sürüyor, bir yandan muz tarlaları var. Bunun üzerine Öznur hanım, ki zaten kitabın teşekkür bölümünde onun da ismi var, muzların nasıl doğum yaptığını anlattı. Ses çıkardıklarını söyledi büyürken, “çuk çuk” diye. Böyle elin birbirine yapışık parmakları gibi çıkıyorlar ilk önce yeşil ve büyüdükçe “çuk çuk çuk çuk” ayrılıyorlar. Sonra ben Beyrut’a 2008’de Hizbullah’ın düzenlediği bir toplantı için geri geldim. Araştırmaya başladım bu muz işini, baktım Beyrut’ta kimse bunu bilmiyor.
“Bu şehir büyük bir ön sevişme”
Muz ülkesinde muzların sesini hiç duymamışlar mı?
Hayır çünkü Beyrut çok gürültülü bir şehir. Hem çok korna hem çok inşaat hem çok insan. Ortadoğu böyle bir şey zaten. Her şey bağırış çağırış, her şey gürültüyle, o yüzden de aşağıda olup bitenlerin sesini hiç duyamıyorsun. Fakat sonunda ben güneyde muz tarlasında çalışan bir adam buldum. Dedim ki “Muzların sesleri var mı? Büyürken ses çıkarıyorlar mı? Kimse bilmiyor, herkes benimle dalga geçiyor.” Adam “Var tabii. Çuk çuk çuk çuk” dedi. Bunu duyduğum anda Ortadoğu’nun bu karmaşası, keşmekeşi içinde duyulmayan her şeyin, naif olan, zarif olan ne varsa onun adının “muz sesleri” olacağına karar verdim.
Bu arada yanımızdan geçen kadınların neredeyse tamamı mini etekli, çizmeli mizmeli; nasıl oluyor bu...
Söyledim sana, “En güzel giysilerini getir” dedim. Şimdi kendini kötü hissedeceksin çünkü herkes çok şıktır Beyrut’ta.
Türbanlısı türbansızı bütün kadınlar olağanüstüdür. Herkes flört eder. Özellikle Korniş’te göreceksin, aslında resmen bu şehir büyük bir ön sevişmedir. Arap dünyasının “piyasa”sı burasıdır. 60’larda tam Paris’miş. Şimdi ise hep yeniden Paris olmaya çalışan bir şehir. Bu çok acıklı bir şey aslında. Kitapta da anlattım.
“Savaşırken daha canlı bir şehir”
Ama şu havalimanında gelen geçene bakılırsa savaşlar o kadar da etkilememiş...
Zaten savaşı bir ilkellik, yoksulluk falan olarak görme. Savaşın olduğu yerde çok para oluyor. Mesela İran buraya acayip para akıtıyor ve burası savaştayken inan çok daha canlı bir şehir. Edward Said’in kardeşi benim buradaki ahbabımdır. O bir gün bana demişti, “Herkes savaştan nefret ettiğini söyler, inanma. Biz savaşta daha mutluyduk. Çünkü savaşta bir ümidimiz vardı. Şimdi ise sadece güzel binalarımız var.”
Devrim Sevimay, Ece Temelkuran ile Beyrut sokaklarında konuştu
İki gün boyunca Beyrut’un sokaklarında “Muz Sesleri”nin izini takip ettik. Filipina Marwan’ı ilk nerede gördü, Zeynab hanım o önemli konuşmayı hangi kafede yaptı, Deniz nereye geldiğinde romanı kimin yazdığı karıştı, tek tek dolaştık “Muz Sesleri”ni...
“Muz Sesleri” rehberi
Al-Manara: Deniz feneri. Ece’nin kitaba karar verdiği yer.
Hamra: Ece’nin kitabı yazdığı mahalle. İstanbul’un Cihangir’i gibi.
Saint Francis Kilisesi: Romanda Filipa’nın Beyrut’taki tek silahsız, örgütsüz cemaat olan Filipinlilerle tanıştığı yer.
Şatila: Romandaki Dr. Hamza’nın da öldüğü, 1982’de büyük katliamın yaşandığı ve şimdi HAMAS’la El-Fetih’in denetiminde olan kamp. Ece’yle buraya girmek istemedik.
Costa Cafe: Beyrutluların çatır çatır siyaset tartıştığı, Ece’nin de aylarca her sabah kahvesini içtiği yer.
Dahye: Hizbullah’ın bölgesi. Romanda ise Marwan’ın Filipina’nın “kadını” olduğunu ilk anladığı yer.
Manuşi: Peynirli, ince lahmacun. Hikayede bir şefkat simgesi. Eğer Beyrut’a gelirseniz mutlaka Bliss caddesindeki Zeit wa Zahtar’da yiyin.
Korniş: İzmir’in veya Mersin’in kordonu gibi. Ece’nin yazdığı en iyi şeylerden biri olduğunu düşündüğü lokum sahnesi burada, Amerikan Üniversitesi’nin yanından inen merdivenlerin sonundaki inşaatta yaşanıyor.
Jetawi Yokuşu: “Muz Sesleri”nin başrol oyuncusu. Doğu Beyrut’taki Aşrafiyya mahallesinde. Farklı dini ve etnik gruplardan insanların birlikte yaşayabildiği tek küçük alan.
West Houses: Hamra’daki Jeanne d’Arc sokağında, Ece’nin bu kitabı yazarken yaşadığı stüdyo ev.
Abdülkadir Abdelli: Orhan Pamuk’un da çevirmeni. Kitap yazın Arapça basılacak.
“Buraya tarih ve doğa için değil, hikaye dinlemek için gelinir”
Beyrut’a turist olarak kimler gelir?
İpini koparan gelir. Ama tarihi, doğası için değil. Burada öyle görülecek bir şey yok. Arkadaşlarım geldi, “Eee nereye gideceğiz?” dediler. “Bir yere gitmeyeceğiz, burada duracağız” dedim. Akşam oldu, birileriyle tanıştılar ve acayip hikayeler dinlemeye başlayınca anladılar; burada hikaye var. Zaten insanların çoğu da bir hikaye peşinden buraya geliyor. Dününden ve yarınından bir şekilde atılmış olanlar kendini Beyrut’ta buluyor. Burası sanki bir evsizlik mekanı.
Sen de mi bunun için buraya geldin?
Alakalı tabii. Türkiye çok zor bir yer. Burası ise bana daha başa çıkılabilir geliyor. Burada her şey daha net. O yüzden de benim gibi hikaye peşinde biri için burası dünyanın hikaye başkenti. Ben buna sonsuz iman ettim.
Neye?
Aslında benim hikayelerden başka bir evimin olmadığına... Bu böyle değilmiş gibi yapmaya çalışmışım yıllarca, ama gerçekten hikayelerden başka evim yokmuş benim.
“Bu kitap eve dönüş biletim”
Gazetecilik?
Tamam, gazetecilik de bir tür hikaye kaydı, ama hakikati anlatmak için haberden çok asıl hikaye anlatman gerekiyor. “Merhaba ben gazeteciyim” dediğinde insanlar başka bir pozisyon alıyor, “Merhaba ben bir hikaye yazıyorum” dediğinde ise bambaşka. Sana bir gazeteciye anlatmayacaklarını anlatıyorlar ve ben de bir gazeteciye anlatacakları şeylerle çok ilgilenmiyorum artık. İnsanların “Dur sana en kederli hikayemi anlatayım” diyecekleri anı beklemek benim için daha güzel.
Bu bir değişim mi o zaman?
Aslında bu benim başlangıç noktam. Ben zaten hep hikayelere bakandım. Ancak sonra iş gazeteciliğe, zamanla bir isim ve soyisme dönüştü. Benim 18 yaşımdan beri yazdığım her satır yayımlandı neredeyse. Uzun yıllardır peçetelerin üzerine bir şey yazmıyorum çünkü bu kadar kalabalık yazıyla ilişkimi bozdu. Yazı içimden damla damla akıttığım bir şey olmamaya başladı. Olmadığı her an da çoğaldı. Sonunda o kadar birikti ki oraya dönmek istedim. Kimseye göstermek için değil, içinde kaybolmak için yazmaya dönmek istedim. Bu kitap o anlamda benim eve dönüş biletim aslında. Kendim için yaptığım en önemli şey. Ve ben bunu sadece Beyrut’ta yapabilirdim.