13.11.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
SEYİR DEFTERİ Institut du Monde Arabe'da açılan "Venedik ve Doğu" sergisinin en gözde parçası, önünde kuyruklar oluşan, en fazla bakılan nesnesi Fatih Sultan Mehmet'in portresi. Yine aynı ressamın yaptığı Don Giovanni Mocenigo'nun portresiyle birlikte yalnızca sergi salonunu süslemiyor. Otobüslerin reklam panolarında, metro koridorlarında, Connaissance des Arts gibi popüler sanat dergilerinin kapaklarında da arz-ı endam ediyor.Bu iki tarihsel kişiliğin birlikte sergilenişi, Serenissima Cumhuriyeti'nin tarih boyunca doğuyla, yani İslam dünyasıyla geliştirdiği ekonomik ve kültürel ilişkilerin özeti gibi.Osmanlı-Venedik ilişkilerinden hareketle gösterilen resimler, seramikler, el yazmaları ve haritalar 15'inci yüzyıldan itibaren Doğu Akdeniz'de egemenlik kuran iki askeri gücün, Osmanlı ve Venedik devletlerinin yalnızca savaşmayıp ticaret de yaptıklarını, sanat ve kültür alanında sanılandan çok daha fazla alışverişte bulunduklarını kanıtlıyor. Ve uygarlıklar savaşı tezinin bugün olduğu gibi o dönemde de geçerli olmadığını anımsatıyor. Sonunda Fatih, Paris'i de fethetti. Kılıcıyla değil ama Akşemseddin'den miras aldığı inancıyla ya da askeri dehasıyla da değil; Fatih, Paris'i Gentile Bellini'nin fırçasından tanıdığımız ünlü resmiyle fethetti. Venedikli ressam Gentile Bellini'nin Fatih'in ölümünden, haydi doğrusunu yazayım, en çok güvendiği adamı, doktoru Yakup Paşa tarafından zehirlenmesinden kısa bir süre önce, büyük bir olasılıkla 1480 yılı başlarında yaptığı bu portreyi ilk kez Londra'da, National Gallery'de gördüğümde modelin iç dünyasını merak etmiştim. Yıllar sonra bu merak, 15'inci yüzyıl Osmanlı toplumu üzerine okuduğum kitapların ve yaptığım araştırmaların da etkisiyle bir tutkuya dönüştü. "Boğazkesen" adlı romanımın çıkış noktalarından biri, hatta en önemlisi, bu portrenin üzerimdeki çekim gücüdür diyebilirim.Bellini'nin hüneri sayesinde Mehmet'in iç dünyasını, psikolojisini keşfe çıktım; onu hem kan dökücü hem şair, hem haz hem bilgi düşkünü bir hükümdar, her şeyden önce de bir roman kahramanı olarak kitabımın odağına yerleştirmek istedim.Ne var ki, Bellini'nin yapıtını bir kez görebildim ancak. Yolum ne vakit Londra'ya düşse National Gallery'e uğruyor, nedense İtalyan Rönesans ressamlarının -Gentile'nin çağdaşı Ucello, Piero della Francesca, Antonello da Messina, Carlo Crivelli'lerin, hatta kardeşi Giovanni Bellini'nin- yapıtlarıyla birlikte değil de alt katta, kuytu bir köşede sergilenen tabloyu görmek istediğimde görevlilerden ya onarımda ya da yolculukta olduğu yanıtını alıyordum. Bir kez görebildim "Boğazkesen"in yayımlanmasından çok sonra, rastlantı bu ya, Bellini'nin İstanbul yolculuğundan ayrıntılarıyla söz eden bir başka romanım ("Resimli Dünya") piyasaya çıktığı gün Yapı Kredi'nin Galatasaray'daki sergi salonunda karşılaştım Fatih'le.Heyecanımı tahmin edebilirsiniz. Tablo, geçici bir süre için de olsa, tasarlanışından tam 500 yıl sonra yapıldığı yere dönmüş, bir bakıma aslına "rücu" etmişti. Şimdi de Paris'te, yine karşımda işte.Fatih başında kırmızı serpuşa sarılı, kat kat beyaz kavuk, kürk yakalı kırmızı kaftanının içinde üşüyor gibi. Yüzü solgun, gözleri çukurlarına kaçmış, elmacık kemikleri de siyah fonda belli belirsiz. Üzerlerine ışık düşmese böyle uçuk sarı görünmeyecekler.Kemerli, uzun burnu ağzını örtecek neredeyse, bakışları donuk. Sakalı kürk yakanın renginde, belki biraz daha kızıl, bakıra çalıyor. Ressam onun en büyük düşünü, en gizli amacını sezdiğinden, iki Roma sütunun arasına hapsetmiş İstanbul fatihini. Üzerine de Bizans, Karaman ve Pontus taçlarının arasında fildişi gibi parıldayan bir zafer takı yerleştirmiş. Hoş bir tesadüf Mehmet tuğrasında yazdığı gibi, "İşte ben buradayım, bakın ve görün, Sultan Murat Han Gazi Oğlu Fatih Sultan Mehmet Han Gazi El Muzaffer Daima!" der gibi. Önünde bir balkon, balkonun korkuluğunda bir halı ya da değerli bir kumaş var, kumaşın üzerindeyse inci ve elmaslardan bir kabartma. Evet, değerli taşlar kumaşa dikilmiş sanki, sultanın muzaffer edasıyla çelişen sönük ve kederli bakışlarına inat parıldıyorlar.Ne tam cepheden görülüyor Mehmet ne de tam profilden. Teknik bir deyimle söylersek, Gentile Bellini "dörtte üç" pozisyonda resmetmiş modelini.Paris'e ayağıma kadar gelen Fatih'in portresine her bakışımda yeni anlamlar, değişik simgeler görüyorum. 26 Ocak 1479'da Giovanni Dario, Venedik hükümeti adına İstanbul'a gelip barış anlaşmasını imzaladığında Mehmet'in yeni planından haberi yoktu elbet.Bir savaş planı değildi çünkü sultanın gönlünde yatan. İslamın yasağını hiçe sayarak kendi portresini yaptırmak, böylece geleceğe kalmak istiyordu. İstiyordu ki torunları, torunlarının torunları ve bizler, biz ölümlü kulları onu yüzyıllar sonra da anımsayalım. Oktay Rifat'ın sanki padişahın içine girmiş gibi konuştuğu o şiirindeki gibi:"Karardı servi ve surda yeniçeri / Yürüdü ölüler üstünde biten çim toprağıma. / Yeniktim, akşamdı içim."Ölüm her ölümlüyü yendiği gibi Fatih'i de yendi belki ama sanatın gücü onu ölümsüz kıldı diye düşünüyorum portreye baktıkça. Geleceğe kalma isteği