Pazar Korkuyorum anne!

Korkuyorum anne!

23.02.2014 - 02:30 | Son Güncellenme:

5.5 yaşındaki kız “Buraya da gaz atılır mı?” diye soruyor, 7 yaşındaki oğlan her kapı çaldığında annesine “Seni almaya mı geldiler?” diyor. Prof. Dr. Simten Coşar: “Otoriter rejimde vatandaşlarla yönetim mekanizmaları arasındaki ilişkiler korku üzerinden kurulur”

Korkuyorum anne

İki hafta önce pazar günü, 5.5 yaşındaki kızım ve kocamla bir gösteriden çıktıktan sonra Taksim’e mi gitsek diye konuşurken ben “Amaan boşverin, şimdi gaz maz atarlar, kıza bir şey olmasın” dedim. Kızım da ağlamaya başladı, “İstemem ben Taksim’e gitmek” diyerek. Daha önceleri de bu gaz mevzuundan çok korkmuştu. Çok kızdım kendime sonra niye öyle dedim diye... Ertesi gün yazarımız Özlem (Akarsu Çelik) ile bunu konuşurken “Bıktım” dedim, “bu abuk sabuk korkulardan.” O da bana bir arkadaşının çocuğunu anlattı: “Annesi-babası avukat. Televizyonda görmüş, duymuş. Her kapı çaldığında korkuyor. ‘Anne seni götürmeye mi geldiler!’ diyor. Daha yedi yaşında...”
Bu normal mi dedik? Bu yaştaki çocuklara kadar bu cins siyasi korkuların inmesi... Kimle konuşsam derken Simten Coşar geldi aklına Özlem’in. Hacettepe Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nün başkanı. İktidarın gündelik hayata müdahalesi, toplum için sıradanlaşan şiddet üzerine makaleleri olan, feminist hareketlerin içinde bir siyaset bilimi profesörü.
Ben kendisini biraz sohbet etmek için aradım. Konuşma uzadı. Gazla başladık, izlenmeye, adalete güvenmemeye kadar gittik. Hoca güzel şeyler söyledi. “Şakaya vurun” dedi. “Akla güvenin” dedi. “Korkutma siyasetinin bu kadar pompalanması devletin yönetememe korkusundan kaynaklanıyor” dedi. Ve iki kadın konuşurken laf eril iktidara, babaya, abiye, kocaya geldi. Aklımızda sözünü dinlemeyen kızını döven ya da evlatlıktan reddeden babalarla...
Bu arada o Taksim’e gitmediğimiz pazar günü gerçekten de gaz atıldı.

Korkuyorum anne


Çocuğumuzla gaz atılır diye Taksime’e gidemiyoruz. Gazfobia diye bir şey çıktı. Zırt pırt, orada burada gazlanıyoruz.

Doğru söylüyorsunuz. Gaz var olan kurumsal iktidarla gündelik hayat içinde bizim ilişkilenmemizin korku üzerinden işlediğini ispat eden sembolik bir gösterge.

Haberin Devamı

Böyle bir şeyin sembolleşmesi, gazdan çekinmek garip değil mi?

Silahın yerini gazın alması aslında sizin söylediğiniz. Evet, silahtan hâlâ korkulur. Ama artık şiddeti simgeleyen şey gaz. Zarar verici, yıpratıcı, öldürücü. Kurumsal şiddetin nasıl yayılmacı olduğunu da gösteriyor. Gaz yayılır biliyorsunuz.

“Şu anda bir akıl tutulması yaşanıyor”

Evet, ortaya atılıyor. Konuyla alakalı alakasız -ama alakalı olan hak ediyor demiyorum- yaşlı, çocuk, hasta fark etmeksizin yayılıyor... Suya zehir katmak gibi bir şey bu. Kabul de ediyorlar, bebeğe, astımlıya zararlı diyorlar. Ama devam ediyor.
Aklım almıyor...


Elbette aklınız almıyor. Modern akla bir güven vardır. Eleştireldir. Hümanizmacıdır. Yıkar ama yapmak için yıkar. İnsanların bir arada daha iyi nasıl yaşayabileceği ile ilgili formüller geliştirir. Böyle bir aydınlanmacı tasavvurun 1930’larda faşizmle yıkıldığını görüyoruz. O zaman ne diyor bu insanlar, “Bu bir akıl tutulması”. Başka açıklaması yok. Bence zaten şu anda burada yaşanan da bu. Bir akıl tutulması yaşanıyor.
6 aylık bebek gazdan etkileniyor, ölebilir. Bunu açıklayamıyorum, rasyonelleştiremiyorum. Yani modern dünya krizde. Bunu ancak teknik anlamda rasyonelleştirebilirim. Nasıl? Orada bir kurumsal iktidar var, bir kalkışma olduğunu düşünüyor, bunun gereği olarak kendi elindeki araçları kullanıyor. Böyle deyince ne kadar net değil mi? Orada bir düzen var, o düzeni koruduğu varsayılan bir iktidar tanımı var. Ama o iktidar düzeni korurken o kolektivitenin içinde yer almayanlar bile kolektivitenin de görmemesi gereken bir muameleye maruz kalıyorlarsa ve bu muamele insan hayatıyla oynuyorsa ben de bu bir akıl tutulmasıdır derim.

Haberin Devamı

Korkudan öte, gazla ilgili şöyle bir şey de var. Böcek gibi hissetmek. Üzerimize gaz sıkılıyor. Hani eve böcek ilacı sıkarız da girmezler ya.

Böcek metaforu maalesef çok güzel. Güvenliği sağlamakla sorumlu olduğunu söyleyen yönetme mekanizması, bunu sağlamak için güvenliğini sağlamakla sorumlu olduğu bazı kişileri dışarıda bırakmaya başlıyor. “Senin tercihlerin senin ve diğerlerinin güvenliğini es geçiyor, dolayısıyla seni dışlıyorum” diyor. Sindirmeye çalıştıkça daha çok güç kullanıyor, güçlendikçe daha çok sindiriyor. Aslında bu güçle korkutma siyaseti pompalandıkça da devletin bir korkusunun üzeri örtülmüş oluyor. Yönetememe korkusu. Ama belirli bir kısım süreğen bir şekilde mutsuzsa, iktidar olduğunu söyleyen kişiler de sonunda mutsuz olacaktır.

Haberin Devamı

“Devlet babadan devlet kocaya geçiyoruz”

Palalı adam dehşeti var bir de... Üzerine “Yüzde 50’yi zor tutuyoruz” demeler daha feci oldu.

O korkulacak bir şey, tehdit var. Korku siyaseti otoriter rejimlere özgüdür. Liberal demokrasilerde vatandaşlarla yönetim mekanizmaları arasındaki ilişkiler haklar ve rıza üzerine kuruludur. Otoriter rejimlerde ise korku üzerinden ilişkilendirilirler. Bu rejimlere özgü bir şey daha var; kişiseldir. Yönetim kendini size bir baba gibi, abi gibi lanse eder... Ya da koca... Şimdi bir arkadaşımla beraber böyle bir çalışma hazırlıyoruz. Devlet babadan devlet kocaya geçiş diye.

Haberin Devamı

Aradaki fark ne?

Daha tamamlamadık ama şöyle açıklayayım: Devlet baba eğitimi ön plana alır. Kadınların özgürleşmesine önem verir ama milletin uysal vatandaşları olacak şekilde tanımlar. Aile içi rolleri annelik ve karılık üzerindendir. Ama burada karı oldukları gerçek kocalarıdır. Bugün ise kadınların kocalarından bağımsız olarak devletten yardım alabildiklerini görüyoruz. Kadınların özgürleştirilmesi vaatleri üzerinden uygulanıyor bu ama yardımı çocuk yardımı olarak ya da yaşlıya bakıyor diye yapıyor. Devlet bu aktarımı kadını anne, karı ya da bakıcı olarak tanımlayarak yapıyor.

Ya ben karı, bakıcı, anne olmak istemezsem ne olacak?

O zaman yardım alamayacaksınız.

Yani kadınlara değil, annelere, bakıcılara destek olunuyor.

Aynen. Erkek gözünden kadın özgürleştiriliyor.

“Ben de korkuyorum ama sürekli korka korka mı yaşayacağız?”

Gelelim daha komik bir korkuya... Böcek korkusu. Odada konuşuyoruz, sonra kendi aramızda, “Var mıdır burada böcek, hah ha başımıza bir şey gelmesin” diye şakalar yapıyoruz. Ama yüzlerde altan alta bir “acaba” korkusu... Tweet atarken, internette bir siteye girerken, telefonda konuşurken...

Aslında korkulmayacak bir şey yok.
Bu şakaya vurma hali o korkuyla halleşmenin yolu. Korkuyu yönetmenin yolu ironiden geçiyor. Biraz da inadına internet kullanmaktan, telefonda istediğiniz gibi konuşmaktan... Çünkü
ben ne yaparsam yapayım böyle bir korku pompalanmaya devam ediyorsa, bu durumda çözüm kendini kısıtlamakta değil diye düşünüyorum. 19’uncu yüzyıldan beri modern toplumun gözetlenebilir bir toplum olması gerektiğine dair savlar var. Sıradan, suç işlemeyen, kamu düzenini bozmayan vatandaşı korumak için. Ama ben her an kamu düzenini bozma ihtimali olan potansiyel suçlu, olağan şüpheli olarak görülüyorsam o zaman biraz da kendime uyguladığım sansürü yok
edeyim diyebilirim.

Haberin Devamı

Anlatamadım galiba. Korkuyorum diyorum! Sonra ispatlayamıyorum ya da çok uzun sürüyor kötü bir şey yapmadığımı ispatlamam... Ya içeride kalırsam altı ay. Altı ay kızımı görmeden nasıl yaşayacağım?

Rahat olun. Ben de korkuyorum. Korkmamak zaten bir meziyet değil. Korkmak kadar insani bir durum yok herhalde şu günlerde. Ama sürekli korka korka mı yaşayacağız?

“Namus temelli eril kısıtlamaların baştaki insanların ağzından çıkması iç karartıcı”

Tam artık bu namus meselesi, kişisel olabilir ama toplumsal bir mesele olmaktan çıkacak derken... Tam da benim kızım bir erkekle ya da kızla bankta öpüşerek oturabilecek derken... Benim de indiğim vapurdan inenlerin kıyafetine laf edilmesi, “Kızınızın bir erkekle böyle oturmasını ister misiniz bankta?” denmesi... Bu hep vardı; babalar, abiler, kocalar... Bu sefer en üstteki kişi, bana “böyle oturma, böyle giyinme” dedi ama. Kızım için kendimde olduğundan daha çok korkmam çok acıklı...

Toplum zaten muhafazakar. Son 30 yıldır daha da muhafazakarlaşıyor. Bir de toplum içinde nesiller boyunca devam eden namus temelli eril kısıtlamaların politika üreticiler ve uygulayıcıların başındaki insanlardan çıkması çok iç karatıcı.
Ben yine de Türkiye’de hâlâ feminist mücadelenin otoriter rejimler karşısında bir umut ışığı olduğunu düşünüyorum.