Ankara’nın İstanbul’a dönüşü o kadar keyifli değil. Sabah gün ışırken uyuyorsun, iki saat sonra uyanıp havaalanına koşuyorsun..
Bir şey dürtüyor işte...
Yedekten filan Tayfun Bayındır’la bir önceki uçağa kapağı atıyoruz... Böylece Fatih Terim’in basın toplantısına zamanında yetişeceğiz.
Neyse, esneye tıslaya otele ulaştık. Tam da zamanında. Toplantı başlamadan önce, Emre Belözoğlu’nun annesi Fatma Hanım’ın rahatsızlandığını, oğlunun telaş, korku ve heyecanla kamptan ayrılıp eve koştuğunu öğreniyoruz...
Basın toplantısının sonuna doğru Fatih Hoca da Emre ile ilgili bir soruyu yanıtlarken, Fatma Belözoğlu’nun rahatsızlığına getiriyor konuyu. “Dört günlük paket programları uygulayamıyoruz. Maça 24 saat kala takımın kaptanı, annesinin sağlığıyla uğraşmak zorunda kalıyor” diyor...
Sonra sitem ederek özenle seçtiği sözcüklerle medya eleştirisi geliyor.
Geceyi TRT’nin Orkunt stüdyolarındaki “Nasılsınız ?” programında geçirdiğim için, gazeteleri okumama rağmen, anlıyorum ki atladığım bir şey var.
Doksan Dakika’da Hıncal Uluç, Emre ile ilgili görüşlerini özetler ve yorumunu yaparken karakter tahliline de girişmiş...
Programı izlemediğim için şaşırıyorum. Herkes bir şey söylüyor....
Fatma Hanım’a da o programdan sonra eş dost, ahbap, akraba, yakın, uzak, tanıdık, tanımadık kim varsa açıyor telefonu...
Şu iletişim çağında inanılmaz bir bilgi akışı (!) sağlıyorlar. Oğlu hakkında artık ne söylenmişse, söylenmemişleri de söylenmiş gibi katarak falan, kadıncağızı perişan ediyorlar...
Kan akışı hızlanıyor, kalp çarpıntıları sıklaşıyor. Tansiyon yükseliyor...
Fatma Hanım, gergin ve perişan, fenalaşıyor...
Maça 36 saat kala Emre Belözoğlu, annesine koşuyor.
O’nun bir evlat olarak neler hissettiğini anlayabiliyorum.
Hıncal Uluç’un da yedek subay kur’asını Ankara olarak çektikten sonra 44 yaşındaki annesini kaybettiğini biliyorum. Yüreğindeki en kapanmaz yarayı hatırlıyorum.
O saatte gözümde anneler var sadece... Anneler ve oğulları. Son görüşmemizde birlikte balık yiyeceğimizi söylediğim, ama o sofrayı bir türlü kuramadığım anacığım geliyor gözlerimin önüne.
Futbol mutbol... İyi çocuk, kötü çocuk filan hiç umurumda değil.
Ama annesi umurumda. Fatma Hanım’a saygı ve minnet duyarak sağlıklar diliyorum...
Elimden gelen bir şey isteseler de o anneye yardım edebilsem.
Belçika maçı mı ?
Umurumda değil!
Fatma hanımın sağlığıdır tek dileğim...
Kimsenin vicdanında bir yük olarak kalmasın isterim!
* * *
Basın toplantısının sonunda Fatih Hoca, “Abi bak sen böyle gazete gördün mü ?” dedi... La Gazetta... Manşet “İmparator 54’ü devirdi”
Sonra da bir başyazı gösterdi...
Meraklı arkadaşlar çevremde toplanmış, okuyamıyorum yazıyı. Fatih Hoca, “Bu çok özel bir şey lütfen bırakın, sadece Attila Abi okusun” diye itiraz etti.
Baktı olmayacak, çekti aldı önümden tek sayılık 4 Eylül 2008 tarihli La Gazetta’yı...
Dayanamadım, “Hoca öfkelerini bizimle paylaşıyorsun... Kırgınlığını da... Haydi bırak da şu mutluluğunu da paylaşalım” dedim....
La Gazetta’yı eline alıp, ilk gözağrısı Merve’nin özel “yaşgünü” eseriyle poz verdi arkadaşlara...
İçindekini kimseyle paylaşmadan.
Sonra bana okuttu o başyazıyı...
Merve Terim, “Geçirdiğim kaza, sizinle bu kadar keyif aldığım hayattan ayrılmak için çok erken olduğunu öğretti. Sizinle güleceğim, ağlayacağım, tadını çıkaracağım daha uzun bir ömür var önümüzde...” diyor, babasının doğumuna, onunla yaşadığı her dakikaya şükrediyordu...
Hele o muhteşem final cümleleri :
“Sizin çocuğunuz olarak dünyaya gelmek benim elimde değildi ama, seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim. İyi ki doğdunuz, iyi ki varsınız... Sizi her şeyden çok seviyorum.”
Baba, “Hayatımın en büyük ödülü... Çok mutlu ve gururluyum.” Diyordu.
Maçka Oteli’nde iki yaşındayken kucaklayıp sevdiğim o küçük melek, şimdi 1 günlüğüne meslektaşım olmuş, yazdığı yazıyla beni ağlatıyordu...
Emre Belözoğlu da annesi için ağlıyordu...
Hayatın içinde her geçen gün yeni bir öykünün kahramanı, tanığı ya da okur yazarı olarak rollerimiz değişirken...
Keşke, diyorum, birbirimizi daha iyi anlayabilseydik... Birbirimizin emeğine, düşüncesine, dünya görüşüne ve kişiliğine saygı göstererek derdimizi daha iyi anlatabilseydik.
Merve gibi mesela...
Anaları da ağlatmasaydık hani...
Fatma Hanım gibi, mesela!
Bir vicdan sorusu
Futbolda yok sayılan, bilgisine, katkısına, kararlarına ve uzmanlığına hiç başvurulmayan, hakkındaki bu uygulanma ile ilgili hiçbir açıklama yapılmayan biri...
Günün birinde...
Mesela odasında asılı olarak bulunsa...
Veya ne bileyim köprüden atsa kendini...
Hangi vicdan, nasıl verir bunun hesabını ?
Bir düşünün bakalım...
Kişisel ve kurumsal olarak yoklayın şu vicdanınızın sesini.
Cesaretiniz var mı, haydi!
...Ve tanı kondu!
Türkiye Futbol Federasyonu’nun aylık dergisi Tam Saha’nın Eylül sayısında mutlaka okunması gereken bilimsel bir araştırma var...
A.Ü.BESYO Müdürü Prof.Dr. Gülfem Ersöz, futbolda sık sık tekrarlanan ve uzun süre performans kaybına yol açan sakatlıklar üzerine yapılan araştırma ile çok çarpıcı mesajlar veriyor...
Bakın en ilgi çekici olanlarını alıyorum buraya :
* Hızlı oyun sakatlıkları artırıyor.
* Zorluk derecesi yüksek ve sert maçlar sakatlık riskini yükseltiyor.
* Türkiye’deki sakatlıkların çoğu, temassız- darbeye bağlı olmayan antrenman sakatlıkları.
* Maçlarda prim vaadi varsa, sakatlık riski yükseliyor.
* Dünyada her futbolcunun uyguladığı kültür fizik hareketleri, Türkiye’de futbolcunun antrenman dışındaki hayatında yer almıyor.
* Kulüplerde sağlık personeli futbolcuların sağlık ve sakatlık bilgilerini düzenli olarak tutmuyor. Bu konuda teknik kadroların kayıt tutmasında yarar var.
Prof.Ersöz’ün üstü örtülü bir çağrısı var gibi... Şu antrenman metodlarını yeniden gözden geçirsek... mi acaba?