Hayat bana çok güzel bir şaka yaptı. Hayallerimdeki pilotluktan gazeteciliğe evrildim. Oradan da spor yazarlığına. Ve öğrencilik günlerimde (1963) tesadüfen kuruluş çalışmalarına tanık olduğum derneğin üyesi oldum. Sonra da (1994) üstlendiğim en onurlu görevlerden birine, “TSYD Genel Başkanlığı”na seçildim. Dört kez üstüste kongre kazanarak hizmet etmeye çalıştım.
Arada geçen 15 yıla yakın sürede kongreler yaptık. Başkanlar, yöneticiler seçtik. Hepsi de olağan kongrelerdi. Bir günde başladı ve bitti. Ertesi gün bütün ekipler, bütün gruplar dağıldı. Hepimiz bir bütünün parçası olarak hayata devam ettik.
Salı günü Beşiktaş’taki Mustafa Kemal Merkezi’nde ilk kez “olağanüstü” bir kongreye katıldık. Yasa ve tüzük gereği gerekli imzalar toplanmış, genel kurul kararı alınmıştı. İşbaşındaki yönetim, öyle bir gündem hazırlamış ki, hepimiz şaşırdık... Toplantıda sadece seçim vardı ve sadece başkan adaylarının 10’ar dakika konuşması kararı alınmıştı.
Yönetim kurulundaki arkadaşlarımız, seçimden bu yana 16 ayda yaptıklarını (icraat) bir çalışma raporu hazırlayıp genel kurula sunma gereği duymadılar. Böylece raporun tartışılması ve ibra oylaması da gereksiz görülmüştü. Bir gündemle konuşamaz- eleştiremez hale gelmiştik. (İyi ama basın ve ifade özgürlüğü diye bir kaygımız yok muydu?)
Kongre saat 10.00’da başlayacaktı. Açılış 11.30’a sarktı. Gündem tartışmaları saatlerce yorgunluk ve gerilim yarattı. (Bunun bir taktik olduğunu ileri sürenler de var, maalesef. Sonuç ne olursa olsun, her iki gruba da mahkemeye gitme yolunu açan senaryolar konuşuldu.) Üç başkan adayımız vardı. Tayfun Bayındır ve Naci Arkan konuştular. Eleştiri ve vaadlerini dile getirdiler. İşbaşındaki Genel Başkan Oğuz Tongsir, eleştirilere yanıtlarını verirken süreyi aştı. Divan Başkanı Mehmet Atalay’ın uyarılarına rağmen sözünü tamamlamadı. “Burada konuşmamı kimse engelleyemez” diye meydan okudu. Çok büyük çelişki... “Ah be başkan, bu kadar konuşma ihtiyacı hissettiysen, bir Çalışma Raporu ile kongreye gelir bizi de kendini de külfetten kurtarırdın!” demeden edemedim.
Tüzüğümüz değişmiş, aramıza daha kısa yoldan daha kolay katılan üyeler olmuştu. Geleneklerimizi henüz bilmiyorlardı... Kongre uzadıkça önce nezaketimizi, sonra sükunetimizi ve metanetimizi kaybettik. Abuk-sabuk tartışmalar, naralar, omuz atmalar gündemi doldurdu. Fair play, centilmenlik, adil oyun, barış, dostluk kardeşlik diye yıllardır yazıp söylediğimiz kavramlar, kendi hayatlarımızdan bu kadar kolay mı soyutlanırdı? Divan Başkanı Atalay’ın iyi niyeti, sabrı ve uyarılarına rağmen sakin bir oylama yapılamadı. Ve Atalay kongreyi tatil etti. Bu ayıp da hepimize yeterdi.
Tek tesellim şu oldu: Seçim günü geldiğinde daha uygar, daha demokratik ve saygılı bir kongre yapacaktık. Umudumu kaybetmedim. Birbirine saygılı adaylar, yönetim listeleriyle sandığa gidecektik. O kongrede en azından kalbimizde yer etmiş eski logonun yeniden hayata döneceğini düşünüyordum.
Derneğimi seviyordum!
Derbi... Derbi... Derbi...
Ah be Lens!
Bir futbolsever olarak Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde kendimi aynı kulvarda karşılıklı oynayacak Jermain Lens-Bruma “döktürüsüne (beceri gösterileri)” hazırlıyordum. Olmadı. Lens sakatlandı. Şimdi Volkan Şen-Bruma senaryosuna hazırlanıyorum. Bakalım ne olacak?
KadıBey
Herkes biliyor, taraftar değil, gazeteciyim... Mesleksel anılarım bana şöyle bir senaryo yazdırdı: 1996’da Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi’nde deplasmanda Manchester United ile karşılaşacaktı. Bir gün önce konuştuğumuz Alex Ferguson “Yarın yenilebiliriz” demişti, güldük. Ertesi gün kariyeri tartışılan Lazaroni’nin pek de iyi oynamayan Fenerbahçesi Boliç’in golüyle 1-0 kazandı. Manu, 40 yıllık Avrupa Kupları tarihinde kendi evindeki ilk yenilgisini alıyordu. Oradan Pazar günkü maça dönersek... 17 yıldır Galatasaray’a maç kaybetmeyen Fenerbahçe, bakarsınız kariyeri tartışılan Riekerink’in takımına yenilir... O zaman da bu adama “KadıBey” denilir. Kimse darılmasın, biraz şaka iyi gelir.
Anneler, babalar
Yaşınız, statünüz ne olursa olsun... Anneler, babalar hepimiz için güvenli bir liman ve sığınaktır. Hafta içinde Emrah Kayalıoğlu babası Erol Kayalıoğlu’nu, Zeki Çol annesi Fatma Çol’u, dün de Serap Özaksoy annesi Afife Jale Özaksoy’u kaybetti. Bu nasıl bir yürek acısıdır biliyorum. Üstelik her biriyle tanıştım, konuştum, dertleştim. Erol beyin esprilerini, Fatma teyzenin tereyağında fasulye turşusunu, Jale ablanın Galatasaraylılık damarını çok özleyerek anımsayacağım. Arkadaşlarıma ve yakınlarına baş sağlığı, kaybettiğimiz o güzel insanlara rahmet dilerim.