Hayır, başlıktaki İspanyolca isimler, Del Bosque’nin sakat Fabregas, İniesta ve Xavi’nin yerine bize karşı oynatacağı alternatif oyunculara ait değil.
Toprağı bol olsun bir dönem Milliyet’in Madrid muhabirliğini de üstlenen Süleyman Şalom ağabeyimizin muhteşem çevirisiyle, Yahya Kemal’in ölümsüz şiirinin ilk dizesini oluşturan sözcükler bunlar : Zil, Şal ve Gül!
Temmuz 1982’de Dünya Kupası’nı izlerken T.C. Madrid Büyükelçiliği’nden nazik bir davet alıyoruz.
Kapıdan girişte dev bir pano ile “Endülüs’te Raks” dizeleri karşılıyor bizi. Süleyman Ağabey, Madrid Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Yahya Kemal’in bir zamanlar büyükelçi olarak görev yaptığı ve ünlü şiirini yazdığı binada yorgunluktan ve yalnızlıktan (Kupa’da Türkiye yok) çökmüş omuzlarımız, gururla yükseliyor... Göğsümüz kabarıyor. Oraya ilk kez gelen İspanyollar, hayranlıkla şiiri okuyup önünde fotoğraf çektiriyor.
İzlediğim 6 olimpiyatın yanına koyunca ne yalan söyleyeyim, Dünya Kupası bana daha sade ve derinliksiz gelir... Yine de 5 kez izlediğim bu büyük organizasyonun en keyiflisi, en renklisi benim için İspanya -82’dir... Kevin Keegan’ı, Zico ve Socrates’i, Enrico Quini’yi, Norman Whiteside’ı, Platini’yi, Schumacher ve Rummennige’yi unutamam. Maradona’nın yeni yetme yıldız halleri aklımdan çıkmaz... İlle de Bearzot, ille de Rossi. İtalya’nın şampiyonluğuna saygı duyarım. Coelho ve Abraham Klein unutamadığım hakemlerdir.
O Dünya Kupası’nda bir gece Hıncal Abi’yle kimseye çaktırmadan ortadan kaybolup izlediğimiz Placido Domingo’nun 125 bin kişilik Açıkhava konseri de az sarsmamıştır beni.
Her neyse, o dönemden beri severim İspanya’yı...
Futbolsever olarak bakacak olursak, İspanya az hizmet etmemiştir dünya futboluna... Bugünkü endüstriyelleşmenin ilk adımları İspanya’da atılmıştır bana göre. Real Madrid-Barcelona rekabeti, dünyayı büyülemiştir. Real Madrid’in 1956’dan başlayarak 5 kez üst üste Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanması, bugüne kadar tekrarlanmamış bir efsanedir. Di Stefano’dan Didi’ye, Kubala’dan Raul’e az dünya starı fink atmamıştır La Liga’da.
Ne yazık ki İspanya, dünya futboluna kattığının karşılığını pek alamamıştır bugüne kadar. İki Avrupa şampiyonluğunun yanına bir Dünya Kupası koyamamıştır örneğin.
Yine de FIFA Dünya sıralamasında günümüzün 1 numaralı ülkesidir ve bunu hak etmektedir.
İspanyol futbolunun elbet bizim futbolumuza da katkısı vardır.
Ne var ki bu ilişkilerden iki tarafın da aynı anda mutlu olduğunu söyleyemeyiz.
Örneğin, bugün Milli Takmı’ın başında görev yapan Vicente Del Bosque, Beşiktaş’a teknik direktör olmuş, sonradan Yeniköy Kasabı (!) unvanını almıştır. Beşiktaş’tan kovulmuştur. Yıldırım Demirören’in başkanlık kariyerinde itiraf ve kabul ettiği tek hata, Del Bosque’ye hak ettiği sabrı gösterememek olmuştur.
Yedibuçuk milyon Euro’ya transfer edilen solbek Juan Fran da Beşiktaş’a yaranamamış, alay mevzuu olarak epey geyiğe kurban edilmiştir. Birkaç kez İspanyol Milli Takımı’nda oynayan Juan Fran Beşiktaş’a geldiğinde, strateji dehaları (!) İbrahim Üzülmez’den kurtuluş senaryolarını yazıyordu. Bugün Juan Fran pek göze batmıyor... Ama “demode” olarak tanımlanan İbrahim Üzülmez, Terim’in kadrosunda yer alıyor. Bizim Deli’nin aklındaki ilk iş, Madrid’de ne yapıp edip üzerinde çok emeği olduğuna inandığı hocası Del Bosque’ye koşup sarılmak. (Benim için de Hoca’yı öpmesini dilerim.)
Milli Takım’da 38 galibiyetle Javier Clemente’nin (36) rekorunu kırıp “en çok kazanan hoca” unvanını eline geçiren sevimli dedemiz Luis Aragones’le 24 milyon euro maliyetli La Liga Gol Kralı Daniel Güiza ise aradıkları mutluluğu Fenerbahçe’de henüz bulamamışlar ve gönderilmeleri ile ilgili senaryo hazırlıklarına konu olmuşlardır. Bu arada Süper Lig’imizin tek yabancı teknik direktörü de, dikkatinizi çekerim bir İspanyol’dur!
2010 Dünya Kupası eleme grubunda İspanya ile eşleşmek kimilerine göre talihsizlik, kimilerine göre de şanstır... Talihsizliğimiz, grubun peşin favorisi olmalarından ileri geliyor... Şansımız da böylesine büyük bir takımla iki kez oynamamız.
Keyif de var, kahır da. Çile de var neşe de...
Ben kendi hesabıma hazırım...Heyecanla bekliyorum Cumartesi’yi...
Haydi, ayağınıza kuvvet çocuklar!
İşte taktiğimiz: Platos Combinados
Fatih Terim’in İspanya karşısında uygulayacağı oyun planı, gizli taktiği herkes tarafından merak ediliyor. Aslında 2008 Avrupa Şampiyonası’nın finalinde, Viyana’da buluşmalıydık. Her neyse... Kısmet Madrid’eymiş.
Terim’in kafasında geçen yaz karakalemle şöyle hafifçe çizilen final senaryosu, Madrid’de tüm ekip tarafından çalışılarak son şekliyle sergilenecek.
Bu gizli taktiğin ne olduğunu size söyleyebilirim : Platos Combinados... Türkçesi “Karışık Tabak” , ya da “Ortaya Karışık”
İspanyolların da kendilerine has fast food kültürleri var. Bir tabağa balık, patates, tavuk, et,pilav, jambon, sosis, yumurta gibi çeşitlerden istediğinizi koyduruyor, yemek faslını ayak üstü bitiriyorsunuz. Çabuk, kolay ve ucuz...
Bizim oyunumuzu Avrupalılar bir türlü çözemiyor... Bize soruyorlar. Biz de yabancı meslektaşlarımıza “Taktiğimiz o kadar gizli ki, bizim bilmediğimiz gibi, hoca da futbolcular da henüz bilmiyorlar!” diyoruz... Gülüşüyoruz. Oyunumuz orta alanda şekillenecek... Mehmet Aurelio ile Emre Belözoğlu top çalacaklar, savaşacaklar, çarpışacaklar. Kanatlar da hem indirecek, hem bindirecek. Fırsatı bulduk mu, Nihat, Semih, ham hum şaralop!... Elimiz yanmasın diye topu savunmamızdan uzakta tutacağız.
Karmakarışık bir hır gür futbolu... Acılı, bol soslu ve baharatlı.
Zengin bir mönümüz var : Platos Combinados... Ortaya karışık. Afiyet olsun!
Onları elemiştik... Sen ölmedin Franco!
17 Mart 1954... Roma Olimpiyat Stadı... İspanya (4-1) ve Türkiye (1-0), kendi sahalarındaki maçları kazanınca, o günkü statüye göre averaj hesabı yapılmadığından FIFA alelacele Roma’da bir play off maçı düzenledi. İstanbul’daki maçtan dört gün sonra oynanan bu maçta İspanyollar Artecha ile 1-0 öne geçtiler, Canavar Burhan durumu 1-1 yaptı... İkinci yarıda Suat Mamat Milli Takım’ı 2-1 öne geçirdi. Ama son sözü yine Artecha söyledi :2-2...
Uzatma ve penaltı atışları da yoktu...
Hakem ve görevliler, Türkiye ve İspanya yazılı iki kağıdı bir vazoya atıp masum bir çocuk aradılar. Hakem polise 10 yaşında bir ufaklığı gösterince çocuk korkup kaçmaya başlamıştı... Oğlan önde, polisler arkada bir kovalamaca oldu. Çocuk ağlıyordu. Evi stada yakın olduğu için, antrenmanlara ve maça beleş giriyordu. Bir ara bizim futbolcularla da şakalaşmıştı. Turgay Şeren çocuğu tanıdı : “Franco korkma gel... Vazodan bir kağıt çekeceksin, bitecek” dedi. Oğlan rahatladı.
Gözlerini beyaz bir mendille bağlayıp kura çektirdiler... Franco Bianco yıllar sonra Reha Erus’a olayı şöyle anlattı:
“Kağıtlardan birini çekip görevliye verdim... Gözlerim kapalıydı. Turchiaaa... diye bir ses yükseldi. Türk futbolcular gözlerimi açıp beni kucaklayarak öperken, İspanyollar da yüzüme, ellerime tükürüyorlardı... Çok korkmuştum...”
Franco Bianco, Milli Takım’ın maskotu olarak İsviçre’ye 1954 Dünya Kupası finallerine götürüldü.
1990 Dünya Kupası sırasında meslektaşımız Reha Erus, Turgay Şeren’le Franco’yu buluşturmak istedi. Ne yazık ki, Franco bir süre önce trafik kazasında yaşamını yitirmişti.
O çocuğu hâlâ seviyoruz. Sen ölmedin Franco, seni özlüyoruz!
(Bugünkü Tribün’ün önemli bir bölümü, sevgili dostlarım Okay Karacan ve Yiğiter Uluğ’la yaptığımız sohbetin ortak ürünüdür. Onlara teşekkür borçluyum.)