Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, sportif başarılardaki istikrarsızlıkla kendisini eleştirenlerin etkisiyle elbette, son kongrede “üç yıl üstüste şampiyonluk” sözü verdi.
Bu sözün, hem Aziz Yıldırım’ı bağlayan, hem de Fenerbahçe ve Türk futboluna ipotek koyan bir ağırlığı var.
Biliyoruz, Aziz Bey verdiği her sözü tutar. Vaadlerini gerçekleştirmek için elinden gelen her şeyi yapar.
Gerekirse, şu gergin ve çılgın rekabet ortamında Kulüpler Birliği Vakfı gibi bir kuruluşun başkanlığını da bırakabilir.
Tahmin ediyorum, bırakacaktır da. O sözün gerçekleşmesi için vereceği mücadelede ister istemez bazı kulüp başkanlarıyla, bazı kurumlarla karşı karşıya kalabilir. Sözünü gerçekleştirme gayretleriyle tüm kulüplerin çıkarını savunma durumundaki kimlikleri çatışabilir. Bir arada yürütmek zordur. Aziz Bey’in enerjisi yeter ama, kulüplerin ve kamuoyunun desteği yetmeyebilir.
Her neyse... Bu Aziz Yıldırım’ın vereceği bir karardır. Zamanı gelince, yol ayrımında tercihini yapar.
Gelelim Fenerbahçe’deki son gelişmelere...
Aziz Yıldırım göreve geldiğinden beri sık sık karar ve politika değiştirdi. Bu kararları uygularken, zaman zaman yanıldığına da tanık olduk.
Aziz Bey’in kafasındaki ya da vizyonundakilerle gerçekler her zaman birbirine uymadı. Hayalkırıklıkları yaşandı. Kulübün zengin kaynakları boşa harcanmış oldu.
Kezman’dan Aragones’e bir yığın “deneme yanılma” öyküsü yazıldı Fenerbahçe’de. Başkan, azim ve ısrarla denemelerine devam ediyor. Yıl üstüste şampiyonluk sözünü gerçekleştirmek için Aykut Kocaman’ı da sportif direktörlüğe getirerek yaptığı kurumsal hamleden sonra Fenerbahçe’de hâlâ koruduğu “Brezilya” tercihlerini sürdürüyor.
Sayın Başkan’ın Aykut Kocaman’ın gözlemleriyle de güçlendirdiği son hamlesi, yine Brezilya’dan getirmeye hazırlandığı iki oyuncu. Medyadaki “süper bombalar”a bakarsanız, Corinthians’ın sol beki Andre Dos Santos ile yine Corinthians’ın ön liberosu Cristian Oliveira, Daum’un eline “bunları şampiyon yap” diye teslim edilen kadronun yeni yıldızları olacaklar.
Aziz Yıldırım, yakınlarına “Bir daha Figer’le iş yapmam. Figer’in menajerliğini yaptığı oyuncuları almam” diyor. Bence geç kalmış, doğru bir karar.
Ama menajeri Figer ya da bir başkası, Brezilyalıları tercih edip, takımı adeta “Brezilya kolonisi” haline dönüştüren bu kararlar ne kadar doğru ?
Alex, Roberto Carlos, Edu, Deivid, Vederson (adı Gökçek de olsa), Santos ve Oliveira bu takıma bir Avrupa rekabetinde hangi seviyeyi kazandırabilirler ?
Zico döneminde yaşanan Şampiyonlar Ligi çeyrek final başarısını örneğin, Daum’un elindeki bu Brezilya ağırlıklı kadro tekrarlayabilir mi ?
Kuşkusuz iyi futbolculardır, Santos da Oliveira da... Onlara itirazım yok.
Benim yadırgadığım, ya da kuşkuyla yaklaştığım gerçek, Fenerbahçe’de takımdaşlık ya da Fenerbahçelilik aidiyeti adına ortaya ne koyacakları bilinmeyen bir oyuncu grubunun Türkiye’ye ve Fenerbahçe’ye ne vereceğidir ?
Bugüne kadar sıkça gördük. Sadece Fenerbahçe’de değil, başka takımlarda da Brezilyalı futbolcular bireysel başarı ya da top tekniği bakımından hepimize keyifli anlar yaşattılar. Ama işlerin zorlaştığı, takımca dayanışmanın en çok ihtiyaç haline geldiği zamanlarda, onlar teknik becerileri kadar katkılı olamadılar.
Hayır, onları kınamıyorum. Ortada bir kültür farklılığı var. Ve bu fark, o kadar yok sayılabilecek gibi de değil.
“Brasilia” ve “Aziz Yıldırım” tercihleri biraraya gelince ister istemez, değişmeyen bir şablon çıkıyor ortaya :”BRAZİZ” şablonu bu.
Başkanın şablonu.
Bu şablonda Gökhan Emreciksin ve İlhan Parlak kendine yer bulamadı. Türk futbolunun umut çocukları, yaşadıkları büyük hayalkırıklıkları ile Fenerbahçe’ye şöyle bir uğrayıp yollarına başka takımlarda devam etmek durumunda kaldılar.
Semih Şentürk’ün yeri bile garanti değil. Uğur Boral’ın yerine de adam aradıklarını biliyoruz.
Bu durumda sadece Volkan Demirel’le Emre Belözoğlu ve Gökhan Gönül Fenerbahçe’de kendilerine yer bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir. Transferin en büyük bombalarından biri olarak kabul edilen Mehmet Topuz’un da işi o kadar kolay değildir artık.
BRAZİZ dönemi Fenerbahçe’ye üç yıl üstüste şampiyonluk getirir mi ? Bilemem.
Bu şablon Aziz Yıldırım’a mutluluk verir mi ? Onu da bilmiyorum.
Ama Brezilyalıların şimdiden çok mutlu olduklarını söyleyebilirim.
Sadece kalbi kırıldı
Yirmi yıla yakın profesyonellik kariyeri vardı. Bir kez sakatlanmadan başladı ve bitirdi. Vedat Okyar, öyle çıtkırıldım, tek top oynayıp ikili mücadeleden kaçan
bir adam da değildi. Oynadığı her maçtan, her antrenmandan kemik sesleri gelirdi. O hep ayakta kalırdı. Saha içinde güleryüzlü, sert ve şakacı bir şımarık çocuk neşesiyle oynardı.
Başka futbolcular birbirlerinin yüzüne bakmazken, O en sert, en kavgacı rakipleriyle maç dışındaki zamanlarında canciğer kuzu sarması kıvamında dostluğunu ve arkadaşlığını sürdürürdü.
Evet, “Güzel Adam”dı.
O kadar ki, yüzüne gülüp arkadan(!) sert girerek kalbini kıranlara bile hep aynı biçimde seslenirdi : Güzel Adam! Sitemlerini, kırgınlıklarını, öfkelerini hep kendine saklardı.
Uzun ve uykusuz gece sohbetlerinin sabahında herkese aynı şeyi söylerdi :
“- Günaydın Güzel Adam... Bir ceset halinde düştüm eline!”
Yorgunluğunu ve mahmurluğunu hep o şakayla örtmeye süslemeye çalışırdı.
Sevgili eşi Asuman, “Her şey çok güzel. Ama bir gün aniden bitecek. Çok üzülüyorum ve korkuyorum” diyordu.
Vedat’ın umurunda değildi. Hayatı hep istediği gibi yaşadı. Hep istediklerini yaptı. Kimseyi kırmadan, kızdırmadan.
Derdini hep ummana döküyordu şarkılardaki gibi, sonra da gidip Asuman’a inliyordu.
Rahmetli Orhan Menemencioğlu abimizle babası Rahmi Okyar, çok iyi dosttular. Edirne’ye Kırkpınar’da zurna dinlemeye giderlerdi her yıl. Vedat da onların yanında bir yeni yetme...
Ben sevgili arkadaşımı futboldan önce bu iki büyük insanın yanında tanıdım.
Dostluğu, hayata bakışı, futbolu bir sevda olarak yüreğinde taşıması, o iki büyük insanın ortak mirasıydı Okyar’a.
Devraldığı mirası tertemiz, kirletmeden, kırıp dökmeden ruhuyla birlikte teslim etti.
Güzel Adam, söz vermişti : “Beşiktaş’ın şampiyonluğunu gördüm. Yeni Stadı’nı da göreceğim. Bekleyeceğim!”
Maalesef daha fazla bekleyemedi.
Maç bitti, Güzel Adam gitti!
Bari orada terleme!
Sevgili Orhan, Amatörlüğünden, acemiliğinden değil...Ciddiyetinden, işine duyduğun saygıdan hep ellerin ve alnın terlerdi. Bin kere ses kontrolü yapmadan asla programa başlamazdın.
Sesinin tonunu abartıyla yükseltmez, derinlikler katma uğruna da (!) fısıldamazdın.
Eşinin hayatına adadığın kendi hayatının, oğlunun gözleri önünde noktalanmasını herhalde sen de beklemiyordun, biz de!
Ama dürüst, temiz, düzgün yaşadın. İşini hep ter dökerek yoğun bir emekle yaptın.
Oğlun, hepimizin oğludur bundan böyle.
Rahat uyu.
Ne olur, orada da terleme!